Yaralı Ceylan -9-

Evet yeni ve uzun bir bölümle biz geldik.

Yorum yapıp oy vermeyi unutmayın lütfen çünkü sizi sürprizli bölümler bekliyor.

Keyifli okumalar.

Medya Sezen Aksu "Herkes Yaralı"

Bölüm. 9. Yaralı Ceylan

Amanos dağlarının eteklerinde yuları gevşetilmiş atlar dörtnala koşarken arkalarında yoğun bir toz bulutu bırakıyorlardı. Şaha kalmış atların yeleleri kendi hızlarının yeliyle kalkıp inerken sırtlarında şaklayan her kamçı hızlarına hız katıyordu çünkü ulaşmaları gereken topraklar tutmaları gereken işler vardı. Sabah ezanıyla kalkmış uçsuz bucaksız amik ovasına doğru yol alıyorlardı.

Birileri ovaya ulaşmak için at sürerken ovanın müdavimleri dağların tepelerini kızıla boyayan güneşten sakınmak için çoktan işe koyulmuşlardı. Birileri işlerine şevkle sarılıp dört elle çalışırken birileri artık orada yoktular. Onlar başka işlerin peşindeydiler. Onlar ovayı terk-i diyar eylemişlerdi.

Saatler öncesi ve şafak vakti.

Musa ve Ömer Çavuş konuşurlarken Ferhat da onları dinliyordu ve konuşulanı harfi harfine duyuyordu. Babasını zor durumda bıraktığı için içinden lanetler okuyordu. Hem de her işin müsebbibine karşı dilini bağlamak zorunda kalışını hiç mi hiç hazmedemiyordu. Burada bir suçlu varsa kendisiydi çünkü kalbine düşen vaveylayı soğutmak için ateşi ateşle yumuştu. Keşke yapacağını yapmadan önce iki kere düşünseydi. Eğer iki kere düşünmüş olsaydı şimdi hem babasını zor durmada bırakmamış olacaktı hem de suçluyu şikâyet etme şansları olacaktı. Üstüne üstlük kendi ayıbını şimdi lanet olası adam da biliyordu.

Musa gibi bir adama nasıl güvenilirdi ki? Bütün bunları kafasında ölçüp biçtikçe ister istemez pişmanlık yaşıyordu. Pişmanlığı yaptığından değil babasının bu işe bulaşmasından dolay idi.

Tedbirsizlik yapmıştı ve bu tedbirsizliğin faturasını herkesten çok kendisinin ödeyeceğini de biliyordu. Gerçi Musa'yı şikâyet etme olasılığı olsaydı eğer bu olasılığın olasılıktan ibaret kalacağını az çok tahmin edebiliyordu çünkü tarihte benzeri olaylar yaşanmış ve bir şekilde örtbas edilmişti.

Zaten bunu bildiği için sırf olayın failinin canını yakmak istemiş ve yangını çıkartmıştı. Pişman mıydı? Bilmiyordu... Zamanı geriye sarmak mümkün olabilseydi aynı kararı tekrar alır mıydı? Bilmiyordu...

Ferhat, şafağın sinesine esir edilen konuşmalara şahit olduktan sonra sürekli kararını ve kendi yaptığı eylemi sorguluyordu. Yapayalnız kalmış kişiliği ikilem yaşıyordu ve ikilemde kalmış belleği olayı bir türlü içselleştiremiyordu.

Belki içselleştirmek zaman alacaktı lakin bu zaman zarfında başına gelecekleri de sanrıları kulağına fısıldıyordu. Sanrılarına her zaman güvenirdi çünkü görünen köy kılavuz istemezdi; çok da uzaklarında olmayan o köy çıplak gözle bile görünüyordu.

Yaptığı düşüncesizliğin faturasını babasının kendisine misliyle ödeteceğinden emindi. Bunu hak etmişti de. Ne diye yangın çıkartmıştı ki? Pekâlâ, da gidip jandarmaya şikâyet edebilirdi. Başını olumsuzca sağa sola salladı. Yok, olmaz çünkü böyle bir olasılık yok. Zaten böyle bir olasılığın olmadığını ve olmayacağını çok iyi bildiği için yapmamış mıydı? Yapmıştı. Madem yapmıştı yaptığının bedeli ne olursa olsun ödemeye hazırdı...

🔥🔥🔥

Hiç yeri ve zamanı değildi ama kıkırtıyla güldü adam. "Noldu hani şikâyete gitmek istiyordun?"

Jandarmaya şikâyete gitmek isteyen şahıs patlak dudaklarını birleştirerek büzdü, dudakları büzülürken bile canı yanıyor canı yanarken yaşadığı süreç hayaline düşüyordu. İçinden *si...* çekerken serin havanın etkisiyle kuruyan dudağını oynatmakta zorluk çekiyordu. "Bana güleceğine sen kendi derdine yan... Senin kundakçı oğlunu etrafımda görürsem Allah, yarattı demem bilesin..."

Artık şafak sökmüş akla kara birbirinden ayırt edilebilecek düzeye gelmişti. Karşısına geçmiş efelenen adama tiksinerek baktı. Cidden pisliğin ve çamur herifin tekiydi ve içinden dışına taşan sözcüklerin hadi hesabı yoktu. "Yıkıl karşımdan bire deyyus! Eğer yanılıp yazılıp benim oğluma ilişirsen seni hadım ederim bilmiş ol..."

Kuyruğunu kıstırarak evecen adımlarla yürüyüp uzaklaşmaya çabalayan Musa'nın arkası sıra bakarken kendi içinden söylenmeden edemedi. "Senin gibileri gerçekten hadım etmek gerek! Serseri mayın gibisin; ne zaman nerede patlayacağın belli olmuyor."

Musa girdiği mücadeleyi kaybetmiş kös kös çadırının yolunu tutmuştu. Ömer Çavuş da Mehmet'in çadırının oraya gitmek için onun peşinden geliyordu. Seher vaktinin dingin sessizliği insanların üzerine sihirli nefesini üflerken birkaç kişi dinlenmek amacıyla olduğu yere çömelmiş bekliyor ellerinden geldiğince olasılıklara geçit vermek istemiyordu. Bazıları ise kendi çadırına geçerek kalabalığı aza indirmişti. Çadırına çekilenler arsında Dudu da vardı. Belli ki kızını yalnız bırakmak istememişti. Zaten herkes kendi nefsinin peşine düşmüş kızı yeterince yalnız bırakılmıştı.

Mehmet, çömelir vaziyette kendi pamuk yığınının başında nöbet tutarken tüfeğini yere sabitleyerek iki elleriyle sıkıca kavramış ve kollarından oluşan yastığa başını dayamıştı. Ömer Çavuşun içi acımıştı yorgun ruhlu adama. Yok, bu iş böyle yürümeyecekti tez zamanda akşam Mehmet'le birlikte aldıkları kararı yürürlüğe koymak gerekirdi. Zaten sabah olmak üzereydi. Bu saatten sonra uymanın da bir anlamı yoktu.

Erken kalkan yol alır misali bir an önce işe koyulmanın vakti gelmişti. İçli bir nefesi dudakları arsından usulca salıverdi ve sesinin rengini davudi bir tona indirgeyerek, "Mehmet kardeş, konuştuğumuz gibi sizi bir an önce bu şer yuvasından uzaklaştıralım. Ben gidip traktörü getireyim. Bizim Ferhat'la birkaç arkadaşa da haber edeyim hep birlikte pamukları ve sizin eşyaları römorka yükleyelim. Gerisini sen bana bırak. Allah'ın izniyle ben her şeyi hallederim."

Konuşacak mecali kalmamıştı Mehmet'in. "Tamam, dediğin gibi olsun!" Kısık çıkan sesi pürüzlüydü. Sıkı sıkı tutunduğu tüfeğin yardımıyla ayağa kalkarken derin bir soluk aldı oflayarak geri bıraktı. Uykusuzluktan biber gibi yanan gözlerini birkaç kez yumup açtı. Hayat düzeninin bir günde değişeceğini söyleseler zinhar ihtimal vermezdi ama değişmişti. Hantal adımlarla yürüdü ve kendi çadırlarının önüne gelince durdu. Ağzının içinde zıkkım gibi acı bir tat vardı. Boğazına kadar gelen safrayı iğrenerek yuttu.

Saatlerdir açtı ve boğazından bir damla su dahi geçmemişti. Saatlerdir aç olmasına rağmen açlık hissedeceği yerde tam aksine midesine taş oturmuş gibi kendini tok hissediyordu. Başını çadırın kapısından içeriye doğru uzattı. Kızını anasının koynuna sığığınmış olarak görünce acı gerçekle bir kez daha yüz yüze geldi. Gerçeğin izdüşümü ruhunu ablukası altına aldı ve tarumar etti. İki damla yaş süzüldü hüzünle kapanıp açılan gözlerinden. "Dudu, hade kalkın gidiyoruz. Siz çadırları sökerken biz de pamuk çuvallarını yükleyeceğiz."

Mehmet'in sadece sökülecek bir çadırı vardı, ihtiyaçları dışında pek fazla eşyaları yoktu. Kısa sürede el birliğiyle eşyalar ve pamuk çuvalları römorka yüklenmişti.

Göç zamanı...

Bir daha bu topraklara ayak basmamak üzere yemin içmişti adam, şimdi emek verdiği ömrünü heba ettiği bu topraklara veda etme zamanı gelmişti. Mehmet, kendi iç dünyasına kapanmış ağzını bıçak açmıyordu. Ailenin diğer fertleri de hakeza aynıydı. "Ferhat oğlum, sen işçilerin başında kal ben Mehmet emmin gilleri götüreyim. Öğleye kalmaz dönerim zaten."

Ayrılık çanları...

Ayrılık çanları çalıyor Ferhat'ın göğüs kafesi sıkışıyordu. Teslime, bir kez olsun dönüp bakmamıştı suratına. Bakmadığı gibi başını hiçbir şekilde yerden kaldırmamıştı da. Bir defa sadece bir defa bakabilseydi gözlerine, belki de kalbi bu kadar çok sancımayacaktı ama bakmamıştı. Teslime'yi bir daha görür müydü? Bilmiyordu. Bir daha yüzüne bakma fırsatı bulabilir miydi? Bilmiyordu. Teslime bu topraklara bir daha ayak basar mıydı? Bilmiyordu.

Son...

Muhtemelen bu bir sondu. Onların kapkara bahtına simsiyah mürekkeple yazılan bir son...

Onlar römorkun arka kısmındaki boş kalan yere binip bu topraklara veda ederken arkalarından bakakalmak yerine peşlerine düşmek ve el sallayarak tekrar görüşürüz demeyi ne kadar da çok isterdi ama yapamamıştı. Bu yolculukta sevgiliye ne bir el ne bir mendil sallanmıştı. Bu yolculukta sadece öne eğik başlar ve veda etmeden giden insanlar vardı. Bu yolculukta hüzün denizinde yüzen bakışlar vardı. Bu yolcuların ruhu karamış, bu yolcuların ruhuna kara çalınmıştı.

Genç kız, elbette geride kalanın da ruhunu alıp kendi yanında götürmeyi çok isterdi ama bu mümkün değildi. Bir yürek diğer yüreğe sığınmak isterdi ama şartlar adil değildi. Çünkü adaletsizlik yüreklere tahtını kurarken araya sınırlar çizilmişti. Yaşadıkları alanlara sınırlar çizilirken bir arya gelmek ihtimal dışı kalmıştı.

Zaman...

Zaman ilerlemiş Güneş, dağların ardından salına salına doğmak isterken sarı ışıkları karşı tepelere vuruyordu. Omuzlarda taşınan dilsiz bir mevta gibi ölüm sessizliğine bürünmüştü asfalt zeminli yolda ilerleyen traktör. Yeni doğan Güneş'in şavkı uykusuz gözlere çarptıkça acı bir his oluşuyordu ağlak göz kapaklarında. Sabaha kadar nehirler gibi çağlamış hiç dinmemişti ki ağlak gözlerin yaşı. Tam da bu yüzden ne kimsenin konuşmaya mecali vardı ne konuşacak kelamları kalmıştı; ailecek sözün bittiği yerdeydiler.

Yol...

Yolcular iki saati aşkın yol alıyorlardı ve arzuladıkları evlerine varmak üzereydiler. Ömer Çavuş, traktörün römorku arkasında sanki bir ev değil enkazlar yığını taşıyordu. Öylesine suskun öylesine yıkık döküktü ruhları. Ara sıra hiçbir şeyin farkında olmayan iki küçük çocuğun cıvıltılı sesleri duyuluyordu ama seslerine karşılık bulamayınca tekrar sukut baş gösteriyordu.

Yolculuk sona ermiş traktör kendi sokaklarının toprak yoluna sapmıştı. Teslime, kendi sokaklarına saptıklarını fark edince tepesinden aşağıya soğuk suların boşaldığını hissetti. Başına gelen duyulmuş muydu acaba? Kalbinin duvarları buz tuttu. Ya duyulduysa? Nasıl bakacaktı insanların yüzüne? Kimi acıyacaktı kimi sorgulayacak. Hiç kimse ruhundaki yangını görmeyecekti. Belki utanmadan olayın nasıl olduğunu yüzüne vura vura bizzat soranlar bile olacaktı. Her sorguda zihni yaşadıklarını yenileyince ve tekrarı yaşayan ruhu kan revan içinde kaldı.

Bu arada büyük bir gürültüyle çalışan motor susmuş traktör kapılarının önüne geldiği için durmuştu. Kontağı kapatan Ömer Çavuş, yavaş hareketlerle traktörden aşağı indi. Başka kimse olmadığı için niyeti onlara yardım etmekti. "Hemşerim sadece evin eşyalarını indirelim gerisini pamuk tüccarının oraya götürelim. Sana iki iş çıkmasın...

Römorkun arka kapağı açılır açılmaz Teslime, hiç kimsenin yüzüne bakmamaya çalışarak aşağı atladığı gibi doğruca evlerinin kapsına yöneldi. Elinde değildi utanıyordu ve hiç kimsenin yüzüne bakma cesareti gösteremiyordu. Bu utanma duygusunun ne zaman geçeceğini bilmiyordu ama bir ömür sırtında kambur gibi taşıyacağını biliyordu. Üstelik Ömer Çavuş'un sesini her duyduğunda utancı ikiye katlanıyordu. Sevdiği çocuğun babasıydı ve her şeyi bütün çıplaklığıyla görmüştü. Gerçi kalbinde sevgi namına bir olgu kalmamıştı ve Dünya gözünde değerini yitirmişti...

Hele babasının bir başka adam karşısında yaşadığı mahcubiyeti gördükçe kalbi daha bi katılaşıp kristalleşiyordu. Buz tutup kristalleşen yüreği ateşten beter yakıyordu göğüs kafesini. "Keşke ölseydim!" diye geçirdi aklından. "Keşke ölseydim de bu günleri görüp yaşamasaydım."

Teslime, evlerinin tahta kapısını açtıktan sonra bir hışımla içeriye girdi ve bir daha hiç çıkmadı. Zaten iki odları vardı. Biri mutfak diğeri oturma odası. Mutfak olarak kullandıkları oda geniş olunca annesiyle babası orada uyuyorlardı; kardeşleriyle kendisi de oturma odasında. Oturma odasında üç tahta sedirleri ve bir de duvara gömülü yatak dolapları vardı. Şu an yapmak istediği tek şey uyumaktı sadece uyumak ve bir daha uyanmamak. Uyunca unutacağını hafızasının yaşananları sileceğini zannediyordu. Zannetmekle gerçeklerin arasında çok farka vardı bilmiyordu...

Tahta sedirlerden birinin üzerine ölüm uykusuna yatmak istermiş gibi tükenmiş varlığını attı. Vücudu yeniden doğmayı arzularmış gibi cenin pozisyonunu aldı ve sırtını kapıdan tarafa döndü çünkü hiç kimseyi görmek istemiyordu...

Eşyalar römorktan indirilmiş geriye pamuk çuvalları kalmıştı. Zaten onları da tüccara götüreceklerdi. Kısa sürede herkes gitmiş ev derin bir sessizliğe yoldaşlık etmeye başlamıştı. Önce odunları çattı sonar çatılan odunları oranlayarak üçayaklı ocak demirini yerleştirdi. Ocak demirinin üstüne genişçe bir kazan oturttu. Kazanın içini kova kova suyla doldurdu ve ateşi harladı Dudu. Bir koşu oturma odasının oraya gitti kapısını usulca açtı ve kızına baktı. Kızının uyuduğunu sandı ama uyumuyordu genç kız.

İçinden geçen kirletilmiş kızını aklayıp paklamaktı. Çıplak beton zemine bir yaygı serdi yaygının üzerine büyük boyu plastik bir leğen bıraktı. İki kova ılık suyu getirip içi derin bir kazana başlattıktan sonra tekrar iki kova su daha getirdi. Tahta kapının sürgüsünü kuvvetlice yuvasına doğru ittirip kilitledi. Kapının açılıp kapanma sesini duyunca göz kapaklarını aralamıştı Teslime. Kadın olanca bilmişliğiyle, "Hade kızım, kalk, durulanmalısın," dedi.

Yıkanıp durulanmak...

Bu sözcükler genç kızın ruhunda artçı depremlere yol açtı ama hiç tepki vermedi. Kızı tepki vermedi ama anası üstündekileri sırasıyla çıkartmaya başladı. Gömleğin kopmuş düğmeleri, kızının gerdanına bırakılan diş izleri, morarmış göz çevresi, kadını çileden çıkarıyordu lakin sadece dişlerini sıkmakla yetiniyordu. Şu an öfkesi o kadar büyüktü ki bıraksalar Musa'yı çiğ çiğ yiyebilirdi.

Kızı henüz on beş yaşındaydı bu yapılan gencecik kızına reva mıydı? İçine sindirememenin verdiği hoyratlıkla kapattı dudaklarını yumdu gözlerini. Sabrın selametine sığındı inanmış ruhu. Teslime'nin üstündeki bütün kıyafetler çıkartılmış anadan üryan kalmıştı. Örselenmiş varlığını anasının karşısında çırılçıplak görünce utandı genç kız...

Kolları açıkta kalan göğüslerini kapatmak istedi ama anası buna fırsat vermeden ayağa kaldırdı ve götürüp leğenin içine oturttu. Utanıyordu hem de öyle çok utanıyordu ki; bu utanç çıplak vücudunun üşümesine zemin hazırlıyordu. Sıktı titreyen çenesini lakin vücudu üzerinde hâkimiyet kuramıyordu. Ana rahmine düşen bir bebek gibi dizlerini karnına dirseklerini dizlerine dayayarak mahrem bölgelerini kapattı sadece.

Başından aşağı sıcacık sular döküldükçe kasılıp büzüşen vücudu gevşiyordu. Bıraktı kendini anasını şefkatli ellerine. Kızıl saçlarını tekrar tekrar defne sabunuyla yıkadı. Ona dokunan kirli ellerin izlerini yok etmek için defalarca teninin sabunladı. Yetinmedi tam kırk tas su döktü başından aşağı. Su belki tenini temizlerdi ama ya kızının örselenmiş ruhunu nasıl temizleyecekti; işte ona gücü yetmiyordu kadının.

Yıkadı duruladı beyaz bir çarşafa sardı kızın ıslak vücudunu. Temiz kıyafetler giydirdi ve kızıl saçlarının nemini alsın diye beyaz bir tülbent bağladı başına. Kalktığı yere tekrar uzandı kendini hala kirli hisseden kız. Yıkandığı için üşür düşüncesiyle anası bir battaniye getirip örttü üstüne. Yatış o yatış...

Teslime, kendini dış dünyaya kapatmış o odadan dışarıya adım dahi atmıyordu. Ölüm orucuna yatmış gibi yemiyor içmiyor sadece uyuyordu. Kimi gün bir tas suyla kimi gün bir parça ekmekle yetiniyordu. Günden güne sararıp soluyordu gül benzi. Beline kadar inen kızıl saçları parlaklığını yitirmiş sönük bir renk almıştı. Her gün biraz daha ölüyordu gencecik bir nefes...

Aradan tam iki hafta geçmişti ki; bir gün hiçbir şey olmamış gibi yatağından kalktı Teslime. Öyle neşeli öyle sevecendi ki; görülmeye değerdi doğrusu. İlk önce güzel bir kahvaltı hazırladı ve ailesinin şaşkın bakışları altında tıka basa doyurdu karnını. Karnını tıka basa doyurmuştu doyurmasına ama günlerdir bir şey yemediği için midesi küçülmüş ve yediği her şeyi öğüre öğüre geri çıkartmıştı.

🔥🔥🔥

Olay gününden itibaren gün aşırı gelir bir ihtiyaçları olup olmadığını sorup sual ederdi komşu kadın Nimet. Elinden geldiğince komşuluk vazifesini yerine getirmek ister eğer bir sıkıntıları varsa gidermeye çalışırdı. Teslime için çok üzülmüştü. Kendimden yaşı küçük olmasına rağmen arkadaş gibiydiler. Her gün birbirlerine gelip giderler yedikleri içtikleri ayrı gitmezdi fakat Teslime, komşu kadın Nimet ablasını dahi yanına yaklaştırmamıştı.

Teslime'nin ayağa kalktığını hiçbir şey olmamış gibi temizliğe giriştiğini gören Nimet'te çok şaşırmıştı. "Teslime, ayaklanmış maşallah. Bir terslik yok değil mi komşu?"

Anası da Teslime'nin bu halini garipsemişti ama bir taraftan da kızının ayağa katlığını görmek sevindirmişti onu. "Bilemedim Nimet, aslına bakarsan bende çok şaşkınım. İki haftadır sessiz sedasız yatan kız, bugün kalkıp dip bucak temizlik yapmaya başladı. Sabah da ne yediyse hepsini geri çıkarttı."

İki kadın birbiriyle bakışıp sonra sustular. Kendi aralarında fısıldaşırken içlerinden hesap yaptılar. "Yok, canım iki haftada mı?" Tekrar sustular. Çünkü fikirlerine düşen yazgı olasılık dışıydı.

"Teslime, işin bittiyse bir çayını içerim."

Teslime, kendisinden çay isteyen komşu kadına hiç tanımıyormuş gibi uzun uzadıya baktıktan sonra tekrar iş yapmaya koyuldu. "Ben bir çay suyu koyayım!" Ev sahibi kızının bön bakışlarından sıkılıp ayıp olmasın diye komşusu için çay suyu koymaya niyetlendi. Bu arada Nimet, çay istediğine pişman olmuştu. "Zahmet etmeseydin Dudu abla. Birlikte çay içmenin Teslime'ye iyi geleceğini düşünmüştüm. Yoksa çay içmek istediğimden değil. Sende kızın üzerine fazla gitme kendi haline bırak istersen."

🔥🔥🔥

Gün gün nasıl yontulduysa körpe bedeni, gün gün kendini yenilemeye adaydı eğer izin verilseydi. Olayın üzerinden yaklaşık yirmi gün geçmişti. Teslime, her gün erkenden kalkıyor temizlediği her köşeyi tekrar tekrar yeniden temizliyordu. "Kızım su bitmiş ben çeşmeden su alamaya gidiyorum." Teslime, kendi içinde ne yaşıyordu bilinmez ama anasına karşı tepkisiz, koyu kahve gözlerindeki bakış boş ve ruhsuzdu.

Kızının alışkanlık haline getirdiği temizlik takıntısına üzülse de pek ses etmiyordu kadın. Boş bakışlarına ise çoktan alışmıştı. Kafasında bin bir düşünce ellerinde su kovaları mahalle çeşmesine doğru yol almaya başladı. Zaten mahalle çeşmesiyle aralarında üç ev vardı ondan sebep çabucak varmıştı. Kovanın birini çeşmenin altına koydu diğeri henüz elindeydi. Ayşe'nin kapı komşusu olan orta yaşlardaki kadın da geldi çeşmeye. "Nasılsın Dudu bacı!"

"Eyi demek usulden olmuş, ne kadar iyi olunursa o kadar eyiyim!"

Çeşmenin altına bıraktığı kova dolunca onu kaldırıp diğer boş kovayı koydu. "İnsanlarda ar haya kalmamış ki, senin yerinde kim olsa kötü olur." Öfkeli bir nefesi dışarıya verirken ters ters baktı kadına.

"Heç öyle bakma Dudu bacı. Yapmış etmiş utanıp arlanmadan bir de gelip evine oturmuş. İnsan da biraz edep olmalı. Aynı mahallede nasıl olacak? Heç mi karşı karşıya gelmeyeceksiniz?" Kadının haklı konuşması bütün bedenini ateşe vermişti.

Haksızlık...

Gelmişlerdi demek utanıp sıkılmadan gelmişlerdi. Kendisi onların lanet yüzlerini görmemek için işlerini yarıda bırakıp geri dönerken onlar hiç tasasız işlerini bitirip hiçbir şey yokmuş gibi evlerine dönmüşlerdi öyle mi? Bu haksızlıktı hem de büyük haksızlık. "Sırtlan sürüsü, ben size yapacağımı biliyorum," derken yönünü ezbere bildiği yola çevirdi.

Aynı bahçenin sağ köşesinde kayın-babasının sol köşesinde Musa'nın evi vardı. Madem gelmişlerdi aile meclisini toplamanın zamanı da gelmiş demekti. Zaten kayın-babası bir kere olsun kalkıp evlerine gelmemiş hal hatır sormamıştı. Sırf bu yüzden eşinin ailesi tarafına kinliydi ve şimdi kinini kusmanın zamanı gelmişti. Musa'nın eviyle çeşmenin arasında sadece bir ev vardı o mesafeyi de çabucak aşmıştı. Ne yaparsa yapsın kaybettikleri iffetlerini yerine koyamayacağını biliyordu kadın ama içindeki yangını soğutma derdindeydi.

Musa'nın evinin hemen arka cephesine düşen bahçenin taşla örülü duvarından el ayası büyüklüğünde bir taşı aldı ve pencere camına attı. Bir taş daha bir taş daha... Cam çerçeve koymamış her şeyi aşağı indirmişti. Bir evi taşlamanın ne demek olduğunu cümle âlem bilirdi. Musa'nın evini taşlamış olmak öfke ateşini söndürememişti ama mesajını vermişti. Şimdi evine gidip bekleme zamanıydı.

Musa'nın evini taşladıktan sonra hiç vakit kaybeden evine gelmiş sukut içinde beklemeye başlamıştı. Çok geçmeden beklenen konuklar avluya açılan kapıda görünmüştü. Kapandı gözlerinin perdesi öfkesini bastırmak için soluğunu yenilerken.

Kayınbabası- kaynanası- ergen yaşlardaki küçük kayını ve Ayşe ağızlarına kilit vurmuş gibi sessiz sedasız kapı önüne kadar geldiler. "Mehmet evde mi?"

"Bahçede!" diye cevap veren kadının sesindeki tokluk bariz bir şeklide kendini belli ediyordu. Teslime, aile eşrafını bir arada görünce kaçıp mutfağın kapı arkasına sinmişti.

"Çağır gelsin!"

"Ahmet oğlum, git babanı çağır gelsin!" Dudu yedi sekiz yaşlarındaki çocuğu itekleyerek göndermişti bahçeye. "İçeri geçelim!" Yaşlı adamın üst perdeden konuşması insanın tüylerini ürpertecek kadar etkileyiciydi. Yüz hatlarında bir tek mimik dâhi oynamıyordu. Ciddiyeti gözlerine yansıyan soğuk bakışlarından belli oluyordu. Oturma odasındaki tahta sedirlere karşılıklı olarak geçip oturmuşlardı. "Bu yaptığın taşkınlık da nedir gelin? Senin derdin başımıza geleni duymayana da duyurmak mı?"

Kayın-babasına karşı şimdiye kadar saygıda kusur etmemişti. Hiçbir sözünde karşılık vermemişti. Şimdi içinden dışına taşan o kadar çok şey vardı ki söylemek istediği ama alışkanlıktan olsa gerek ağzından çıkmamak için direniyordu kelimeler. "Sizin derdiniz bu demek, aman kimse duymasın." Kadının suskun dudaklarına alaycı bir gülüş oturdu. "Sizin derdinizle benim derdim aynı değil o zaman."

Bahçe çapaladığı için yorulup terlemişti hiçbir şeyden haberi olmayan Mehmet. "Selamünaleyküm!" diyerek odaya geçti ve babasının elini öptü. Mehmet, babasının elini öpmüştü ama babası soğuk davranmış elini öptürmemek için çekiştirip durmuştu. "El öptürmeye gelmedim. Ev taşlamak da ne demek oluyor?"

Mehmet'in bakışları Dudu'yla kesişti lakin kadın bakışlarını kocasından çevirdi. "Benim bir şeyden haberim yok!"

"Benim var... O evi başlarına yıkmadığıma şükretsinler. Ev taşlamanın ne demek olduğunu siz benden daha iyi bilirsiniz baba, onları bu mahallede istemiyorum." Eke'ce sözlerin sahibi kocasını pas geçerek meramını anlatmak istiyordu. Bunu kısmen başarıyordu da...

Başını aşağı yukarı sallarken bilmişlik taslayan yaşlı adam, "Nereye gideceklerini de söyle bari."

Kadın hiddetinden ayağa kalkmış Ayşe'nin ayakları dibine kadar gelmişti. "Nereye giderlerse gitsinler cehennemin dibine kadar yolu var. Yeter ki gözüme gözükmesinler."

"Evi barkı terk edip nereye gidecekler?"

Mehmet, başını kaldırıp babasının gözlerinin içine bakarken sağduyulu konuşmaya gayret ediyordu. "Benim Ayşe'ye bir şey dediğim yok. Kardeşim olacak mendeburu buradan yolla gitsin. Ben onu görmeye dayanamıyorum. İkimize bu mahalle dar gelir."

Yaşlı adam bir süre düşündü düşünürken de sıkıntısından yanıklarının içini dişliyordu. "Hade akıl fukarası namusuz oğlumu gönderdim diyelim, arkada kalan beş çocuğa kim bakacak?"

Mehmet, hiç düşünmeden "Ben bakarım!" diye ayaklandı. "Yeter ki onu gözüm görmesin beş çocuğa da ben bakarım." Bu konuşmayı yaparken gözleri dolmuştu.

Sağ elinin ayasını oğlu Mehmet'e karşı tutan adam, "Olmaz," dedi "sen kendi çocuklarının karnını zor doyuruyorsun beş çocuğa daha bakamasın!"

"Ayşe, boşa gitsin deyyusu. Zaten malın mülkün çoğu ölen eşinden sana kaldı. Çalışıp çabalayıp çocuklarına bakan da sensin. Senin hiç kimsenin yardımına ihtiyacın yok. Bugün benim kızıma yapan yarın senin kızına yapmayacağının garantisi yok."

Bu kez sağ elin ayası Dudu gelin için kalkmıştı. "Hiç kimse hiçbir yere gitmiyor. Olan olmuş yaşanan yaşanmış herkes dizini kırıp otursun evinde."

"Olan olmuş derken, yapan yaptığıyla mı kalacak? Benim kızımın diyeti bu kadar ucuz mu yani? Allah hepinizin belasını versin, derhal çıkıp gidin evimden. Bundan sonra benim sizler gibi akrabalarım yok, ne ölüme ne dirime."

Ayşe, hırsla ayağa kalktı. "Boşa demesi kolay, ben bu yaştan sonra beş çocukla baba evine mi döneyim? Kusura bakma ama ben senin çilli kızın için kocamı boşamam. Yürü baba gidelim."

Çilli kız...

Ayşen'in nazarında çirkin ördek yavrusu. Bir insanı statüsüne göre değerlendirmek ne kadar bağnazca. Çirkin veya güzel diye değerlendirmek de aynı keza.

"Ben senin çilli kızın için kocamdan vazgeçmem." Bu sözleri harfi harfine duymuştu Teslime. Güçsüz varlığı duyduğu sözlerin etkisinden çıkmamış zaten pusuda bekleyen son onu, avuçları içine almıştı. Mutfak kapısı arkasında titreyip dururken genzini parçalayan bir çığlık koptu dudaklarından. Parçalara ayrılmış benliği yokluğu ve değersizliği yaşıyor boğazı kesilmiş kurban gibi kasılıyordu bütün vücudu. Nefes alıyor fakat vermiyordu. Sesini duyup yetiştiler ama derdine derman olmadılar çünkü ruhu karanlıklara gömülmüştü. Bir kez daha çıkmazlar içende debeleniyordu ruhu ve her şey başa sarmıştı...

Akrabalık ilişkileri bıçak gibi kesilmiş ailecek yalnızlığa mahkûm edilmişlerdi. Teslime, aile toplantısından çıkan kararı duyunca sinir krizi geçirmişti. Bu kadar mı değersizdi onların gözünde? Günlerce yemeden içmeden uyudu. Unutmak için uyudu kanayan yarları kabuk bağlasın diye uyudu...

🔥🔥🔥

Günler haftaları haftalar ayları kovaladı olayın üzerinden tam olarak bir yıl geçti. Teslime, artık on altı yaşındaydı ve bir yıldır sokağa hiç çıkmamıştı. Sokağa çıkmanın kendi ruhundaki yaraları sarmanın zamanı gelmişti. İnsan içine çıkmak yaşamın bir parçasıydı çünkü. "Ben çeşmeye su almaya gidiyorum ana!" Aylardan sonra kadın kızının kendini toparlamasın içten içe seviniyordu. "Tamam, git kimseye de kulak asma!"

Kendi evlerine giden ara sokaktan çıkıp çeşmeye giden sokağa saptı. Sanki başka bir gezegene ayak basmış gibi çekingen ilerliyordu. Henüz yüz metre kadar yürümüştü ki tabanları mıh gibi toprak zemine çakılı kaldı. Bu kadar tesadüf olamazdı.

Gerisin geri adımlar attı ve kendi evlerinin ara sokağına gelince koşmaya başladı.

İşte tam o sırada Teslime'nin kaderi yeniden yazılmaya niyetlendi.

"Abla kim bu yavru ceylan?"
Kadın içli bir nefes alırken kaşlarını indirdi. "O yaralı bir ceylan!"

Evet bölüm bitti ve hikayeye yeni bir karakter girdi. Nimet.

Sizce Nimet'in hikayede ne gibi bir rolü olacak?

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top