6.Bölüm: Optiana Kristali
Keyifli okumalar...
***
İlk hatırladığım şey havada sallanan boş ellerimdi. Sonra soğuk geldi. Ayaklarımın altında tenimi ısıran beyaz örtünün farkına vardığım anda havada buhar bulutu yaratıp süzülen nefesimi de görmeye başladım.
Üşüyordum.
Tenimde kışın sert ayazını hissetmeye başladığımda tüm sırtımı sarmaşıklar gibi saran yakıcı acıyı da hissettim. O an ayakta olsaydım bedenimi taşımaktan aciz olan dizlerim ile yere düşerdim. Neyse ki çoktan yerde oturuyordum. Kendime acıdığım ve avazım çıktığı kadar ağlamak istediğim bir an beni sarmalasa da onu geriye ittim.
Ağlamayacaktım. Kaçmayacaktım. Onların kazanmasına izin vermeyecektim.
Çünkü kendime söz vermiştim.
Ilık damlaların yanaklarımdan değil de omuzlarımdan süzülüp beyaz karın üzerinde fazla parlak kızıl lekeler oluşturduğunu görünce gözlerimi onlara diktim. Ardımda bıraktığım aynı renge boyanmış tenlerin varlığı görmezden geldim. Saçlarım sertçe çekilirken boynumdaki ve sırtımdaki tüm kaslar itiraz edince haykırmamak için dudağımı ısırdım.
Görüş alanıma giren geniş bir göğüs ve parlak sarı saçların arasında nazik bir sesin ''Çocuğun iradesi var. Onu alın.'' dediğini duydum.
Sonra çekiştirildim ya da taşındım. Emin değildim ama bildiğim tek şey başardığımdı.
Karanlıktan bir denizin içinde boğuluyormuşum gibi ciğerlerim yanarken derin bir nefes alıp beni tutan ellerden kurtulmaya çalıştım. Acı, pişmanlık ve keder büzülüp ağlamak istememe neden olacak kadar kuvvetle içime dolarken çoktan yanaklarımın ıslak olduğunun farkına vardım.
''Tuttum seni Tibertia.''
Çelik, arpa ve gece açan çiçeklerin nemli kokusu bir arada burnuma dolunca beni yerimde tutan ellere tırnaklarımı geçirdim. Ardından kendimi onlara doğru savurup sert bir göğse dayanıp etrafımı saran kolların varlığına aldırmadan hıçkırmaya başladım.
Bir süre öyle kalıp ne olduğunu anlamaya, nerede olduğumu çözmeye çalışıyordum ki saçlarımın üzerinde tereddütlü dokunuşlar hissedince irkildim.
''Geçti.'' diyen sevecen bir ses duyunca göğsüne gömüldüğüm bedenden yayılan sıcaklık ile rahatlayıp kaslarımı gevşettim. Saçlarımdaki parmaklar daha kararlı şekilde kıvırcık buklelerimi kafa derime bastırırken gözlerimi yumdum.
Yavaşça hisler ve düşünceler bedenimi sarıp beni olduğum ana bağlarken öyle kaldık. Ta ki Ripreus'un beni kucaklayıp yatıştırmaya çalıştığını fark edene kadar. O an enseme bastırdığı avucu ile gelen acıyı hatırlayıp onu ittim.
Beni yerimde tutmakla uğraşmadı. Uzaklaşmama izin verdi. Üç adım sonra dizlerim gevşeyip yere yığılınca içim öfkeyle doldu. Duygularımın yüzümdeki ifadeye de yansımasına izin verip Ripreus'un sakin bedenine bakıp tısladım. ''Bana ne yaptın?''
''Hiçbir şey.''
''Yalan söyleme!'' Yeniden zihnimde parlayan o sahneye çekilir gibi olunca kendime sarılıp kollarımı ovaladım. Sesim üzerine su dökülmüş ateş gibi sönerken ''O acı gerçekti.'' diye mırıldandım.
Dikkatle bana bakıp hareketlerimi incelerken ''Ne gördün?'' diye sordu.
Fazla sarsılmış olmalıyım ki o anda gördüklerimi ona anlattım. ''Karlı bir günde üşüyordum ve sırtım acı yüzünden yanıyordu. Kanım akıyordu ve ben ağlamamak için direniyordum çünkü başarmak zorundaydım. Sonra o geldi.''
Çenesindeki bir kas gerilirken sesinde memnuniyetsiz bir ton vardı. ''İraden olduğunu söyledi.''
''Ve beni almalarını.'' diyerek gördüğüm sahneden sözleri tamamladım.
Bir bataklığa adım atmış, siyah balçık tarafından yutuluyormuşum gibi hissetmiştim. Bütün o duygular öyle parlak ve keskindi ki hatırlamak istemiyordum.
Ripreus sol elini saçlarının arasından geçirip gergin eliyle kılıcının kabzasını sıkıca kavradı. Yeniden çalışmaya başlayan beynimle bir an için ona bakıp ''Sen nereden biliyorsun?'' diye sordum.
Bana cevap vermedi. Onun yüzünden acı çekmişken, iletici saçmalıkları ile peşimi bırakmazken birde gizemli ayaklarına yatmaya başlamıştı.
Tam ağzımı açıp onun erdemli kulaklarını kıpkırmızı yapacak küfürleri sıralamaya başlayacaktım ki bana tepeden bakıp önümde dikildi. ''Kuzgun Tüy'ünde kargaşa yaratıp kaçmanı sağlayan kızın adı Derpia mı?''
Bocalayıp boş boş ona baktım. ''Ne?''
''Kör olan kızdan bahsediyorum.'' dedi. ''Senin yüzünden yıllar önce yaralandı ve abisini de senin yüzünden kaybetti.'' Bir kartalın yırtıcılığı sesinde yankılanırken ''Adı neydi o çocuğun?'' diye sordu.
Duyduklarım ile sarsıldım. Yine de beni etkilemesine izin vermemek için alaycılığımı bir zırh gibi kuşanıp ''Ne, beni daha da mı araştırdın?'' dedim.
Ripreus, Timorta kardeşlerle anlaşma yapıp beni İnci Yatağı'ndan baygın halde kaçıracak kadar yetenekliyken geçmişim hakkında başka şeyler öğrenmesi de pek zor olmasa gerekti.
Zaten yıllar önce Kırmızı Fener'de yaşanan kargaşayı bilmeyen yoktu. Herkes Kara Baron'un peşine düştüğü Optiana Kristali'nin hikayesini bilirdi.
Birkaç nesil önceki Çember Oyunları'nın yadigarı olan bu değerli kristali kim ele geçirirse güç elde edeceği söylendiğinden yalnızca Kara Baron değil, kraliyet ailesi bile peşine düşmüştü. Yıllar süren aralamaların sonunda –hiç değilse bana Kara Baron'un onu farklı kıtalarda bile aradığı söylenmişti- Optiana Kristali bulunmuş, şafak vakti gelen bir sevkiyat gemisi ile Ortanca Meydanı'ndaki tüccarlardan birinin koleksiyonuna eklenmek için taşınmıştı.
Her şeyden bihaber tüccar, morun en açık tonundaki parlak kürenin asıl değerini bilmeden onu Kara Baron'un ulaşabileceği yere kendi elleriyle getirmişti. Ve Kırmızı Fener'in efendisi en yetenekli üç hırsızını yollayıp onu çalmıştı.
Sonrasında anlatılanlar ise bir avuç saçmalıktı. Bu üç hırsız güya güç sarhoşu olup birbiri ile savaşmış, galip gelen kızıl saçlı kız arkadaşlarından birini öldürüp diğerini kör ettikten sonra yadigarın gücünden korkup onu Durgun Su Körfezi'nin dibine atmıştı. O zamandan beri Optiana Kristali'ni kimse karanlık sulardan çıkarmaya cesaret edememiş, Kara Baron bile gücünden vazgeçmişti.
Halkın dilinde dolaşıp çocukları uyumadığından kızıl saçlı hırsızın gelip onları öldüreceğini söyleyen korku masallarının farklı versiyonlarını dinlemiştim. Kiminde çocukları kendisi ile Durgun Su Körfezi'nin dibine sürüklüyor, kiminde ise onları canlı canlı yiyordu.
Bir korku figürüne dönüştüğüm gerçeği en başta bana eğlenceli gelse de bu saçmalığı duyduğum her anda içime yerleşen dikenli his beni boğuyordu.
Gerçekte yaşananları ise yalnızca bir avuç insan biliyordu. Kara Baron'un yetenekli üç hırsızı yoktu. Optiana Kristali'nin peşinden de kimseyi göndermemişti.
O yaşımda dünyaları yerinden oynatabileceğimi, yadigarın gücü ile Kırmızı Fener'in hanımefendisi olabileceğimi düşünüp tüccardan çalmaya karar veren bendim. Bu delice fikirden beni vazgeçiremedikleri için benimle gelmeye karar verenler ise Derpia ve Sammy'di.
Ortanca Meydanı'ndaki zengin bir tüccarın korumalarını atlatmak benim için o yaşta bile kolaydı. Hızla eve girmiş, hünerli parmaklarım ile değerli yadigarın saklandığı kasanın kilidini kırmış ve tüccar tatlı uykusunda rüyalar görürken evinin çatısında sessiz adımlarım ile yürümüştüm. Kısa süre sonra ise yürüttüğüm yadigar ile Kırmızı Fener'e doğru koşmaya başlamıştım.
Kırlangıç Limanı'nda beni bekleyen Sammy ve Derpia ile buluşup tüm aptallığım ile hazineme odaklandığımdan takip edildiğimi fark edememiş, kraliyet muhafızları etrafımızı sarana kadar arkadaşlarıma kocaman gülümsemiştim.
Her şey çok hızlı olmuştu. Gafil avlanan bir hayvanın şaşkınlığı ile donakaldığım o kısa anda Sammy harekete geçip benden kristali almış, ardından Derpia ve benim kaçmam için muhafızları başka yöne çekme umuduyla koşmaya başlamıştı. Aldığım hızlı nefeslerin arasında kısacık bir an olsa da Sammy'nin başaracağına inanmış, Derpia'nın kolundan çekip yaşanan sahneye sırtımı dönmüştüm ki yüzüme sıçrayan kan ve ard arda kulaklarımı tırmalayan çığlıklar ile yerime çakılıp kalmıştım.
Kaçışımızı engellemeye çalışan muhafız, benim Derpia'yı çekeceğimi hesap edemeyip kılıcını savurduğundan yüzünü kesmişti. Tam da gözlerinin üzerinden kayan çelik Derpia'nın iri mavi gözlerinin yeteneğini o anda sonsuza kadar almıştı.
Bedenim buz kesip uzuvlarımın kontrolünü kaybedip yere yıkılmadan saniyeler önce başımı çevirdiğimde ise Derpia'nın yaşadığı dehşet sahnesinden kaçmayı umarken Sammy'nin çoktan Kırlangıç Limanı'nın pis ahşap iskelesinde yattığını görmüştüm. Onu kolundan çekip sürükleyen muhafızın diğer elindeki kılıcı kanla ıslanmıştı.
Sonra ben de durmaksızın çığlık atan Derpia'ya katılmak için dudaklarımı aralamıştım. Ama tek bir ses bile çıkaracak fırsatım olmadan ense köküme inen darbe ile bayılmıştım.
Ripreus'un da dediği gibi benim açgözlü aptallığım yüzünden Derpia kör kalmış ve abisini kaybetmişti.
Geçmişin kabuk bağlamayan yaralarına göz atmak yerine silkelenip olduğum ana odaklandım. Ripreus mimiklerine yerleşen avcı ifadesi ile beni incelerken beynimdeki çarklar birbiri ardında dönüyordu.
Ripreus gerçek hikayeyi nerden öğrenmişti?
Aklımdan geçenlerden habersiz olan Ripreus sorduğum soruya cevap verdi. ''Hayır.''
Deponun zeminine tırnaklarımı geçirirken boğazım daraldı. ''O zaman ne saçmalıyorsun?'' Mantık yürütüp benimle bağlantı kurmasını sağlayan kişiyi düşününce devam ettim. ''Antion sana anlaşma yaparken fazla mı bilgi verdi?''
Ne de olsa bana kini olduğu belli olan Antion, bağlantılarını kullanıp geçmişimi kurcalayacak kadar güç sahibiydi. Ripreus bana daha çok eziyet etsin diye Ripreus'a bu hikayeyi anlatmış olabilir miydi?
''Antion mu?''
Gözlerimi devirdim. ''Hani seninle anlaşma yapan piç kurusu. Cılız, hastalıklı, kinci herif.''
Bu sefer kullandığım sıfatlara kaşlarını çatmadı. ''Hayır, bana o anlatmadı.''
Ona inanmadım. Ripreus bu kadar kısa zamanda bu bilgiye ulaşacak kadar güçlü biri ile iletişime geçemezdi. Kırmızı Fener'e uyum sağlamakta zorlanan, yıkıntı varoş sokaklarında mermer bir sütun gibi dik duran bu adam bunu başaramazdı.
Öyle mi? Başaramaz mı?
Zihnimde şüphe filizleri büyürken dudağımı ısırdım.
Beni gözetleyen kara gözlerine bakıp sordum. ''O zaman kim?''
''Kimse anlatmadı.''
Ahşabı sıyıran tırnaklarımın arasına kıymık batınca hızla elimi çektim. Yüzük parmağımdan süzülen kanı bir süre çok önemliymiş gibi izledim. Beyaz kar örtüsünün üzerine damlayan kırmızı lekeler gibi önemliydi. Ama nedenini bilmiyordum.
Bilgi sahibi olmadığım gerçeği beni kızdırdı. Yetenekli oyunbaz benken neden herkes benden rol çalmaya çalışıyordu?
Öfke ile elimi üzerimdeki gömleğe silip ayağa kalktım. Hiç değilse artık dizlerim beni taşıyabiliyordu. Ripreus'a kibirle bakıp ''O zaman ne? Kehanetler mi görmeye başladın?'' diye alayla sordum.
İfadesi hiç değişmedi. Sanki taştan bir duvarla konuşuyormuşum gibi tepkisizdi.
Tam bacaklarının arasını tekmelersem ondan oldukça çarpıcı bir tepki alabileceğimi düşünüyordum ki aralanan dudaklarından irkilmeme neden olan tek kelime döküldü.
''Gördüm.''
''Ne?''
Elini havaya kaldırıp konuştu. ''Ensene avucumu bastırdığımda gördüm.''
Kahkaha attım. ''Bu saçmalık! Delirmişsin sen!''
''Öyleyse nasıl bildiğimi açıkla.'' diye mantıklı çıkarımı ile beni köşeye sıkıştırdı. Daha birkaç saniye önce onun bilgi alacak bir kaynağa ulaşamayacağını kendime söylememiş miydim?
Birkaç adım geriye kaçıp bağlı olduğum sandalyeye takıldım. ''Yine de saçmalık.''
Ripreus açmaya çalıştığım mesafeyi uzun bacakları ile kapattı. ''Kara ilahın işaretine dokunduğumda gördüm.'' İçinde yıldızların parladığı gözleri ile üzerime eğilirken sesi boğuk çıktı. ''Senin en büyük pişmanlığını.''
Beni kovalaması, inandığı saçmalıkları dinlemem için zorlaması hatta beni kaçırması bile sorun değildi. Her şeye gülüp geçebilir, alaycılığım ile üzerlerini örtebilirdim. Ama dudaklarından çıkan sözlerle kendimi tutamadım.
Küçük depoda yanağıyla buluşan avucumun çıkardığı ses kulaklarıma çok gürültülü geldi. O an dudaklarımdan çıkan sesi ben bile tanıyamadım. ''Sakın.''
Esmer teni hafifçe kızarırken çenesini sıktı. Kendime bile itiraf edemediğim gerçeği onun dudaklarından duymak ağır gelmişti. Ani öfkemin bana mal olacaklarını düşünüp pişman olmaya başlamıştım ki hala havada olan elimi yakalayıp avucunun içine hapsederken ''Öyleyse kendin bak.'' diye tısladı.
Ben karşı koyamadan beni arpa çuvallarının yanına sürükleyip savurdu. Darbe ile çuvallardan havalanan toz bir an görüşümü kapatıp öksürmeme neden olsa da Ripreus'un bana karşı gücünü kullanmadığını biliyordum. İsteseydi canımı yakardı.
Deponun bir ucundan bir ucuna dolaşıp elinde iki parça ayna ile önümde eğildi. İkiz aynalardan birini elime tutuşturduktan sonra saçlarımı hırsla çekip ensemi açığa çıkardı. Parmaklarımın arasındaki serin parçayı gözlerimin hizasına kaldırdığımdan emin olup boştaki eli ile diğer ayna parçasını arkama uzattı. Böylece ondaki parçadan yansıyan görüntü ile ensemi net şekilde görebilecektim.
Yarı kapalı göz kapaklarım ile gözlerimi kapatmaya başlamıştım ki saçlarımı çekip kafa derimin sızlamasına neden oldu. ''Eğer bakmazsan yeniden işarete dokunurum. O zaman ne göreceğimi ben bile bilmiyorum.''
Sert avucunun yeniden enseme kapandığını hayal edince içimde panik alev aldı. Kocaman açtığım gözlerimi aynadaki yansımaya diktim ve gördüm.
Tenimden bile beyaz renkteki küçük noktaları, suratıma fazla güneşte kaldığımda yayılan çiller gibi enseme yayılmışlardı. Ama çillerin düzensiz dağılımı onlarda yoktu. İnce bir sanatçının fırçasından çıkmış gibi aynı boyuttaki her küçük nokta alt alta dizilip kıvrılıyor, saç diplerime doğru uzanıyordu.
Her birinin üzerinden geçip oluşturduğu şekli zihnime kazımak istesem de adlandırabileceğim bir sembol elde edemedim. Zihnim ne zaman mantıklı bir çıkarım yapsa gözlerim sulanıp minik noktaların gözümün önünde bulanıklaşmasına neden oluyordu.
İşareti çözmeye çalışmak parmaklarımın arasından kayan kum taneleri yakalamaya çalışmak gibiydi. Yani boşunaydı.
İç çektim. Bütün bu zaman boyunca –incelerken sanki saniyelerden çok dakikalar geçmiş gibiydi- sessiz kalan Ripreus'un sesi ile irkildim. ''Şimdi gördün mü? Kara ilahın işaretini?''
Gözlerimi aynaya diktiğimden beri sakin olan bedenim bir anda canlanıp paniğe kapıldı. Kalp atışlarım göğüs kafesimi hızla döverken nefesim kesik kesik çıktı. Zihnimin sığındığı son savunma duvarı parçalanmış, gerçekler ile aramda onlardan gizlenecek bir yer kalmamıştı.
Bana zaferle bakan obsidiyen gözlerden bu sefer kaçmadım. Onların içinde de aynı ensemdeki gibi beyaz noktalar vardı. Sanki ilahi bir güç o karanlıktan göz kırpıp benimle dalga geçiyordu.
Sanki adını verdiğim, kendim gibi olduğunu düşündüğüm düzenbaz ilah benimle oyun oynuyordu.
Sanki Çember Oyunları'nda yapacaklarımdan zevk alacağını bana göstermek için uğraşıyordu.
Reddetmenin boşuna olduğunu kabul edip sersemlemiş halde ''Gördüm.'' dedim. Ripreus'tan çok kendimi ikna etmek için mırıldandım. ''Kara ilah beni seçti.''
***
Kabullenmenin ardından inkarın geldiğini kim söylediyse doğru söylemişti. Başıma gelen olayların bazılarını kabul edebilirdim. Lanet olası tenimdeki beyaz sembolü görmezden gelemez, Ripreus'un her seferinde gözlerinde parlayan ışıltıları hayal ettiğimi kendime söyleyemezdim.
Tamam, yüzlerce yıl sonra kara ilah beni seçilmişi olarak işaretlemişti ve ben nasıl yaptığımı bile bilemeden Ripreus'u ileticim ilan etmiştim.
Ve Çember Oyunları şafakla birlikte başlayacaktı.
Bunların hepsini kabul etmiştim. İnkarın geldiği nokta ise ilahi oyunlara katılma konusundaki isteksizliğimdi.
Yani unutulmuş bir ilah sizi seçtiyse ve kazandığınız takdirde istediğiniz dilekler yerine getirilecekse ne olmuştu?
En son açgözlü davranıp küçük dünyamın efendisi olmayı kafaya koyduğumda neler olduğu ortadaydı. En değer verdiğim iki insandan biri kör diğeri ölüydü.
Üstelik Sotaina Krallığı'nın en çok aranan dolandırıcılarından biri olarak kraliyet ailesinin de bulunduğu avluda dikilip ilahi oyunlara katılacak bir seçilmiş olduğumu itiraf edecek kadar delirmemiştim.
Hadi ama lanetli ilah bunca yıl sonra beni mi seçmişti?
Daha seçildiğimi söylediğim an beni düzenbazlıkla suçlayıp enselerler, üstelik ellerindeki kadının Kırmızı Fener'in kızıl saçlı gizemli hırsızı olduğunu keşfettikleri anda beni idam etmeye karar verirlerdi. Tüccarlar ve denizcilerin bellerindeki keseleri hafifletmemi affetseler bile pek çok asili soymuş, çok gizli bazı anlaşmaları baltalamıştım. Oyunlar yüzünden beni oracıkta öldüremeyeceklerinden suçlarımdan daha fazlası ortaya çıkarken beni Demir Zindan'ın en kötü hücresine atarlardı. Genç ölmekle ilgili sorunum yoktu ama kalan hayatımı özgürce yaşamaktan taraftardım.
Oyunlar bitene kadar o karanlık hücrede ellim kolum bağlı –mecaz olarak da değil- sonumu bekleyemezdim.
Kara ilahın lanetli olduğu kesindi çünkü seçilmiş olduğum gerçeği ancak bir lanet olabilirdi. Onun izlememi istediği yol hapsolmaya ve hayatın sonuna çıkıyordu.
O yüzden bana umut ve geleceğin ışığını taşıyan gözlerler bakan Ripreus'a birazdan söyleyeceğim sözler inkar dolu olacaktı.
Kim beni yaşamak istediğim için suçlayabilirdi ki?
Boğazımı temizleyip küçük bir depoda, tek ayağı kırılmak üzere bir sandalyenin üzerinde değil de Güneş Meydanı'nın ortasına kurulmuş yüksek bir sahnedeymiş gibi elimi ileriye doğru uzatıp konuştum. ''Beni dinle kudretli ileticim.''
Ripreus kaşlarını çattı. ''Ne yapıyorsun?''
Gözlerimi devirip sahnemden – yani sandalyemden- atlayıp omuzlarımı düşürdüm. ''Haklısın halka sesleniş olayları bana göre değil.''
''Bu soruma cevap vermiyor.'' dedi.
Onunla konuşurken ağzımdan dökülenlere iyice kulak versin diye yaklaşıp kaslı kollarına parmaklarımı sardım. Tamam, belki de öfkelenip bana vurmaya kalkmasın diye önlem almıştım.
''Ripreus her şeyi kabul ediyorum. Seçilmiş ve iletici yoldaşlığımız her ne kadar içimi gökyüzünde süzülen güneş kadar ısıtıp bir çocuğun neşesi ile doldursa da...'' Bana kafamı bir yere sertçe çarpıp saçmalıyormuşum gibi baktığını görünce aralık dudaklarımı kapatıp derin bir nefes aldım. Sol koluna teselli için bir iki kere vurup kollarının uzanacağı mesafeden geri çekilip ellerimi sırtımda kavuşturdum.
Tüm dikkatinin bende olduğu gerçeği gerilmeme neden olsa da açık yaraya alkol döker gibi hızlı ve keskin bir acının oyalamaktan daha iyi olacağına karar verip ''Üzgünüm yakışıklı ben oyunlara falan katılmıyorum.'' diye ilan ettim.
Bana doğru bir adım atınca ben de bir adım geriledim. ''Sen seçildin.''
Omuzlarımı silktim. ''İnkar etmiyorum zaten.''
Şaşkınca bana baktı. ''O zaman ne?''
Ripreus hakkında pek bir şey bilmesem de onurlu ve erdemleri olan bir adam olduğunu biliyordum. Benim gibi çocukluğunun varoşlarda geçmediği kesindi. Büyüdüğüm bu bataklıkta yılların beni daha çok içine çektiği, yüzeyi göremezken kaçışı dibe batmakta bulduğumu bilemezdi. O yüzden onun gibi saf umutlarla yol alamazdım. Bunu ona açıklasam da anlayamazdı ama yine de denedim.
''Kraliyet avlusuna adım atıp birkaç nesildir oyunlara katılmamış, dışlanmış bir ilahın seçilmişi olduğunu iddia eden bir hırsıza kim inanır?''
İtiraz eden sesiyle ''İşaretin var.'' dedi. ''Benim gibi.''
''İşareti kim takar. Ben sadece önemsiz insanları değil asilleri kandırdım. Lordlardan çaldım. Hiç ortaya çıkmayacaklarından emin oldukları sırları ortalığa saçtım. Kahrolası kraliyet ailesinin bile başına bela açtığım oldu.'' Ellerimi iki yana açıp anlaması için ona baktım. ''Ne yapacaklar sanıyorsun? Beni kabul edip rahat bırakacaklarını mı?''
''İlahi oyunlara kimse müdahale edemez.''
Kahkaha attım. ''Saf umudun midemi bulandırıyor tatlım.'' Sözlerimle eli gerginken olduğu gibi kılıcının kabzasına dolanıp sıktı. Ne kadar bağırıp çağırmak istesem de onu ikna etmek için delice bir istek duydum. ''Başlangıçta seçilmiş olduğumu kanıtlayıp oyunlara katılmama izin verdiklerini varsayalım.'' Tek kaşımı havaya kaldırdım. ''Daha ilk görevde peşime suikastçı takıp beni indirirler sonrada böylesine ilahi bir oyuna dahil olan lanetlenmiş tanrının seçilmişinin hak ettiğini bulduğunu söylerler. Hatta bunu bir kutlamaya bile çevirirler.''
Kollarını göğsünde kavuşturup şişen pazılarının gömleğini germesine neden olurken sesinde kararlılık vardı. ''Seni korurum.''
Çığlık mı atsam gülsem mi bilemeyip ikisinin karışımı bir ses çıkardım. ''Ah!''
Ayağımı yere vurup bir süre tepindikten sonra aklıma gelen düşünce ile ona dik dik baktım. ''Prens Hezmian.''
Öfke ile yüzünü buruştururken bana doğru tehdit dolu bir adım attı. ''Ne olmuş ona?''
İçgüdülerim alarma geçip Ripreus ile arama mesafe koymamı söylese de dik durmaya devam ettim. ''Onun gibi zeki ve cani bir rakibe kafa tutabilir miyim?'' Ağzını açmıştı ki tek kelime edemeden hızla konuştum. ''Daha geçenlerde kendi kardeşini Çember Oyunları'na katılmak için saf dışı bırakan bir adam, veliaht ilan edilmesini sağlayacak oyuna hakaret ettiğim için ilk o peşime düşüp boynumu kırar. Sen bile beni kraliyet ailesinden koruyamazsın.''
Argümanımın yeterli geleceğini düşünüp şişirdiğim göğsümle ona bakıyordum ki Ripreus hırladı. ''Elime şans geçtiğinde neler yapabileceğim hakkında hiçbir fikrin yok.''
Pes edip deponun kapısına doğru yürümeye başladım. ''Dediğim gibi katılmakla ilgilenmiyorum, mantığını anlaman için vaktimi boşa harcadığım için bir aptalım.''
Beni ürkütecek kadar hızla hareket edip önümü kesti. ''Zamanımızı boş yere harcayan sensin.''
Bezgince ona baktım. ''Kararımı değiştiremezsin.''
Bana tepeden bakıp konuştu. ''Anladım hapsedilmek ya da ölmek istemiyorsun, dilekler ya da ödüller seni cezbetmiyor, ilahi oyunlar ya da ilahlar umurunda bile değil.''
Ellerimi neşe ile çırptım. ''Sonunda başının yanındaki delikler işlevini yerine getirdi.''
Alaycılığıma aldırmayıp ''O oyunlara katılmak için her şeyi yapmaya yemin ettim.'' dedi. Obsidiyen gözleri büyürken bana doğru eğildi. ''Ne kadar oyunbaz olsan da kara ilahın görmeme izin verdiği anıda senin bile değer verdiğin insanlar olduğunu gördüm.'' Ellerim tehdidi ile yumruklara dönüşürken Ripreus'un ağzından ilk isim döküldü. ''Derpia.''
''Ona dokunabileceğini sanıyorsan tam bir aptalsın.'' dedim. Kara Baron'un Pembe Göz'ünü kimse incitemezdi.
Yüzlerimizin arasında iki santim kalacak kadar yaklaştı. ''Ona zarar vermekle ilgilenmiyorum.''
''Öyleyse ne?''
Dudakları acıyan bir ifade ile kıvrıldı. ''Dedim ya senin en büyük pişmanlığını gördüm.''
Ensemde bir işaret olmasa ve Ripreus'un geçmişime dair o anı bilmesinin başka bir yolu olsa ona karşı çıkabilirdim. Ama sözlerine karşı kendimi savunamadım.
Sessiz kaldığımı görünce devam etti. ''O çocuğun adı Sammy.''
Gözkapaklarımın ardında iskelenin pis ahşabına yığılan beden belirip içimi acıyla yaktı. O çoktan ölmüştü. Derpia ile yaptığım gibi onun yanında kalıp aptallığım için hiç özür dileyemeyecektim.
Gözlerimin arkasında istemsiz bir batma hissi oluşurken ''Ölü bir çocuğun adıyla beni nasıl ikna edeceksin?'' diye alayla sordum.
Ripreus bir süre bana baktı. Sanki mimiklerime gizlenmiş anlamları çözmeye çalışıyormuş gibiydi. Sıcak nefesi yüzüme vururken kulaklarım ''O ölmedi.'' kelimeleri ile sınandı.
Öfke ile elimi göğsüne koyup onu itmeye çalıştım. ''Boş umutlarını alıp kıçına sok.''
Bedeninin üzerindeki parmaklarımı yakalayıp sıkarken diğer eliyle çenemi tutup kaldırdı. Yüzük parmağı boğazımla çene çizgimin arasında bir noktayı kısacak okşarken ''Tam burada bir yara izi var.'' dedi.
Bütün kaslarım kitlenirken Ripreus devam etti. ''Sırtında kürek kemiklerinin arasında teninden birkaç ton koyu bir doğum lekesi var. Ve sol böbreğinin olması gereken yerde de bir şifacı kesiği.''
Suratına bakarken ifademi kontrol edemedim. Sammy'e ait ufak detayları bana sunan adama inanmak isterken boğazım düğümlendi. ''Bunları bilemezsin.''
Dudağım titremeye başlayıp gözlerim dolarken ''Biliyorum.'' dedi. ''Çünkü gördüm.''
Ağlamamak için dişlerimi sıkarken sordum. ''Ne zaman dokuz yıl önce mi?''
Umut etmemek için son tutunduğum dalı elimden alan Ripreus cevap verdi. ''Bundan üç ay önceydi.''
Nefesim kesildi. ''Nerede?''
''Köken Mabedi'nde.''
Beynim hızla bilgileri işleyip bu ismi arasa da mantıklı bir sonuç bulamadı. ''Orası neresi bilmiyorum.''
''Kraliyet ailesinin özel zindanı.''
Bir anda ona tokat atmak istedim. ''Beni kandıracaksan daha iyi yalanlar uydur.''
Çenemi tutan elinden kurtulup yeniden onu itecektim ki ''Konuşurken r harflerini yutuyor ve yalan söyleyince gözlerini kısıyor.'' deyince ellerim havada kaldı.
Sadece ''Nasıl?'' diyebildim.
''En büyük pişmanlığının sebebiyle aynı sebepten.''
Bilmece gibi konuşması içimde sürekli yükselip alçalan duyguları iyi etkilemiyordu. ''Ne demek bu?''
Biraz önce neden mimiklerimin ardında anlamlar aramaya çalıştığını şimdi biliyordum. En çok acıtan sözleri sona saklamış, kalbime sapladığında nasıl görüneceğimi hayal etmiş olmalıydı.
''Sammy o gün Optiana Kristali'ni yuttu.''
O kadar şaşırdım ki resmen carladım. ''Ne?''
Ripreus bağırarak karşılık vermeme aldırmadı. ''Öldüğünü sandığın çocuk, yadigarın gücünü bedenine kabul etti. Bu yüzden hala hayatta.''
Duygusal yanım bütün düşüncelerimi bastırıp mutluluğu tatmak istese de mantıklı olan yanım beni ağzımdan çıkacak sözlere zorladı. ''O zaman neden dönmedi?''
''Çünkü Optiana Kristali çok değerli ve gücünü kaybetmeden Sammy'nin bedeninden çıkarmanın bir yolunu hala bulamadılar.''
''Bedeninden çıkarmak da ne demek?''
Ripreus kaşlarını çattı. ''Kristal etle birleşip tenini yiyor.''
Daha fazla şaşıramayacağımı düşünürken duyduklarım ile afallamıştım. ''Bu ne saçmalık! Hani yadigarlar dilekleri yerine getiriyordu?''
Yüzümün rengi solmuş olmalı ki düşeceğimden endişelenen Ripreus göğsündeki elimi bırakıp belimi tuttu. Onu itecek gücü kendimde bulamadım. Ayakta kalabileceğimden ben de emin değildim.
Ripreus konuşmaya devam etti. ''Zaten yadigar dileği yerine getirdi.''
''Ne demek bu?''
''O gün onu yakalayan muhafız kılıcını kalbine saplamıştı.'' Kanlı kılıçlı muhafızı ve tek eliyle sürüklediği Sammy'nin bedenini hatırlayınca gözlerimi yumup önümdeki bedene dayandım. Ripreus sözlerini sakınmadan konuştu. ''O anda Sammy yaşamak istedi ve yadigarda dileğini yerine getirdi.''
Sinirle güldüm. ''Ve onu yemeye mi başladı?''
''Optiana Kristali'nin gizemini bunca zaman çözebilen yoktu. Birinin onu yuttuğunda ne olacağını kimse bilmiyordu.''
Gözlerimi kapatıp inledim. ''Öldüğünü düşünmek bile bu kaderden daha iyi. Şimdi benim yüzünden acı çektiğini, bedenini bir hayvan gibi kesip kristalden ayırmak istedikleri için onu hapsettiklerini biliyorum.''
Ripreus'un sesi yumuşadı. ''Oyunlara katılmak için her şeyi yapacağıma yemin ettim. Seni bu yükün altında vicdanınla ezilmek zorunda bıraksa bile, seni ikna etmek için her şeyi yaparım.''
Bir an beni güzel sözler ile ilahların oyununa sürükleyip ölmemi sağlasaydı daha iyi olurdu diye düşündüm. Şimdiyse kafese tıkılıp zincire vurulmuşken kaçmak için çırpınamazdım.
Şarlatan'ın bana bahsettiğini boktan bir lanetin içinde olmalıydım. Deli gibi gülmek istesem de dudağımı ısırıp Ripreus'tan uzaklaştım.
İleticim olduğunu haykıran gözlerindeki ışıltıya nefretle bakıp ''Bana ne teklif ediyorsun?'' diye sordum.
Ripreus da ifadesini sertleştirdi. ''Benimle oyunlara katıl, seni her türlü suikasttan koruyacağıma yemin ederim. Benimle işbirliği yaparsan bende arkadaşının Köken Mabedi'nden kaçmasına yardım ederim.''
Ona şüpheyle baktım. ''İyi de sen oraya nasıl ulaşacaksın?'' Bir an durup ona merakla baktım. ''En başında oraya girip Sammy'yi görmeyi nasıl başardın?''
Ripreus acı bir sesle güldü. ''Bir zamanlar kraliyet için önemli bir adamdım.''
''Ne yani oyunlara katılıp neyi kaybettiniz diye gözlerine mi sokacaksın?''
Mimikleri sertleşip gözleri uzakta göremediğim bir noktaya dalarken çenesini sıktı. ''Çok daha fazlasını yapacağım.''
Ona daha çok soru sormam gerektiğini biliyordum. Karşımdaki adamı hiç tanımıyordum. Hayatımı ellerine emanet edeceğim ilahların bana sunduğu yoldaşıma güvenmek için nedenlere ihtiyacım vardı.
Bütün bunları biliyordum ama Sammy hakkında anlattıkları yalan olamazdı. Ripreus gibi bir adamın bu kadar geniş ve yalan dolu bir hikayeyi yumurtlaması imkansıza yakındı. Erdemli bir adam olduğu için teklifini kabul edersem sözünde duracağına da sahip olduğum son rizzenin üzerine bahse girerdim.
Tüm bunları bilmesem bile seneler önce benim yüzümden yakalanan arkadaşımı ardımda bırakamaz, Kırmızı Fener'e dönüp Sammy'nin hala hayatta olduğunu bilirken Derpia'nın yüzüne bakamazdım.
Ripreus bir konuda haklıydı. Benim bile değer verdiğim insanlar vardı.
Ve ben en büyün pişmanlığıma sırtımı dönemezdim.
Bu yüzden Ripreus'un yüzüne bakıp dudaklarımdan beni kaosa sürükleyecek kelimelerin dökülmesine izin verdim.
''Çember Oyunları'na Şarlatan'ın seçilmişi olarak katılacağım.''
***
Görüşlerinizi benimle paylaşır ve oylarınız ile destek olursanız sevinirim.❤
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top