6. Bölüm
Mösyö de Mortsauf, yurtdışında geçirdiği günlerin güçlüklerinden sonra, önünde rahat bir gelecek görmenin memnunluğu içinde, bir ruh iyileşmesine kavuşur gibi olmuştu; bu vadide çiçeklenmiş bir umudun sarhoş edici kokularını çekmişti içine. Servetini düşünmek zorunda kalarak tarımcılık yapmak üzere hazırlıklara girişmiş, ilk başta bir sevinç de duymuştu; ama Jacques'ın doğuşu bugünü de, yarını da yıkan bir yıldırım düşmesi olmuştu: Hekim bebeğin yaşamayacağını söylemişti. Kont bu yargıyı anneden özenle gizlemişti; sonra kendisi için başvurmuştu hekime, Madeleine'in doğumunun da doğruladığı, umut kırıcı yanıtlar almıştı. Bu iki olay, kaçınılmaz yargı üzerinde bir tür iç kesinlik, göçmenin hastalığa yatkınlığını artırmıştı. Bir daha yanmamak üzere sönmüş ocağı, yanı başında dertli, analığın hazlarını duymadan bunalımlarına adanmış, kusursuz, temiz bir genç kadın; eski yaşamının yeni acılar filizlenen toprağı yüreğine oturmuş, yıkılışını tamamlamıştı. Kontes bugüne bakarak dünü anlamış, geleceği okumuştu. Kendisini suçlu bulan bir insana mutluluk vermekten daha güç bir şey olmasa bile, Kontes bu meleklere yaraşır işi başarmaya çalışmıştı. Bir gün içinde, her şeye katlanan bir insan olmuştu. Dibinden gökyüzünü hâlâ görebildiği uçuruma indikten sonra, ömrünü yoksullara, hastalara yardım etmeye adamış bir kadının herkes için aldığı göreve bir tek insan için adamıştı kendini, onu kendi kendisiyle uzlaştırmak için de, kendisinin bile bağışlamadığı kusurunu bağışlamıştı. Kont cimrileşmiş, o da benimsemeye zorlandığı yoksunluklara boyun eğmişti; Kont aldatılmaktan korkuyordu, kibar çevre yaşamını tanıyıp da tiksintiden başka bir şey duymayanlar gibiydi: Kontes de yalnızlık içinde kalmış, kocasının kuşkularına hiç ses çıkarmadan boyun eğmişti; o iyi şeyleri istesin, diye kadın kurnazlıkları kullanmıştı; böylece Kont, kendine özgü görüşleri bulunduğunu sanıyor, hiçbir yerde erişemeyeceği üstünlüğün hazlarını tadıyordu evinde. Kontes, evlilik yolunda epeyce ilerledikten sonra, kocasında böyle bir kötülük ve dedikodu memleketinde çocuklarına zarar verecek isterik bir ruh bulunduğunu anlayınca, Clochegourde'dan hiç dışarı çıkmamaya karar vermişti. Mösyö de Mortsauf'un gerçek yetersizliğini kimsecikler aklından geçirmiyordu böylece, Kontes onun yıkıntılarını kalın bir sarmaşık mantosuyla süslemişti. Kont'un değişken, hoşnutsuz olmasa bile, hoşnutluktan uzak huyu, karısında uysal ve kolay bir alan bulmuş, merhemlerin serinliğiyle gizli acıların yumuşadığını duyarak buraya uzanıvermişti.
Bu açıklama, Mösyö de Chessel'in gizli bir küskünlükle söylediği sözlerin en basit anlatımıdır. Görgüsü yardımıyla, Clochegourde'da kefenlenen gizlemlerin bazılarını sezmişti. Ama Madam de Mortsauf yüce tutumuyla herkesi aldatsa bile, aşkın anlayışlı duyularını aldatamadı. Küçük odama geldiğim zaman, Tanrı vergisi gerçek sezgisi, beni yatağımdan sıçrattı, odasının pencerelerini görebilirken Frapesle'de bulunmaya katlanamadım; giyindim, sessiz adımlarla aşağıya indim, içinde sarmal biçimde bir merdiven bulunan bir kulenin kapısından geçip şatodan çıktım. Gecenin soğuğu beni ferahlattı. Kırmızı değirmen köprüsünden Indre'i geçtim, Clochegourde'un karşısındaki mutlu keleğe geldim, Clochegourde'da, Azay tarafındaki son pencerede bir ışık parlıyordu. O eski düşlemlerim yeniden başladı, ama şimdi sakindi düşlerim, yalnız aşk gecelerinin ozanının sesleri, bir de su bülbülünün tek notalı sesi karışıyordu içlerine. İçimde düşünceler uyanıyor, o zamana değin güzel geleceğimi elimden almış olan yas kreplerini kaldırarak hayaletler gibi kayıyorlardı. Ruhum da duyularım da aynı biçimde büyülenmişti. İsteklerim ne büyük bir şiddetle yükseldi ona kadar! Aynı nakaratı yineleyip duran bir deli gibi kaç kez, "Benim olacak mı?" dedim kendi kendime. Önceki günler boyunca evren benim için, büyümüştü, ama bu kez bir gece içinde bir merkez kazanıverdi. İsteklerim, hırslarım ona bağlandı, yaralı yüreğini yeni baştan iyileştirip doldurmak için, onun için her şey olmayı diledim. Onun pencereleri altında, değirmenlerin savaklarına sızan suların, Saché çan kulesine vuran saatlerin sesiyle kesilen mırıltısı içinde geçen bu gece güzeldi! Bu yıldızsı çiçeğin yaşamını aydınlattığı, ışığa batmış bu gece boyunca, Cervantes'i okurken alay ettiğimiz zavallı Kastilya şövalyesinin aşka başlangıç olan inancıyla nişanladım ruhumu. Gökteki ilk parıltı, ilk kuş sesi üzerine, Frapesle'in bahçesine kaçtım; köyden hiç kimse beni görmedi; sıvışmamdan kimsecikler kuşkulanmadı, çıngırağın öğle yemeğini haber verdiği dakikaya dek uyudum.
Yemekten sonra, sıcağa aldırmadan, Indre'i ve adalarını, vadiyi ve tepeciklerini bir daha görmek için çayıra indim, buraların tutkulu bir hayranıymış gibi davrandım; ama ipini koparmış atın çabukluğuna taş çıkaran bir ayak çabukluğuyla, kayığımı, söğütlerimi, Clochegourde' umu yeniden buldum. Burada her şey sessiz, titrekti, öğle vakti kır nasıl olursa öyle. Göğün maviliği üzerinde kımıltısız yapraklar kesinlikle belli oluyordu: Işıkla yaşayan böcekler, yeşil yusufçuklar, kuduzböcekleri, dişbudaklarına, kamışlarına uçuyorlardı; sürüler gölgede geviş getiriyor, bağın kırmızı toprakları yanıyor, yılanlar eğimler boyunca kayıyordu.
Uyumamdan önce öylesine serin, öylesine çekici olan bu görünüm ne büyük bir değişikliğe uğramıştı. Birdenbire, kayıktan dışarıya atıldım, kapısından Kont'un çıktığını görür gibi olduğum Clochegourde'un çevresinde dolaşabilmek için yolu tırmandım. Aldanmıyordum, Kont bir çitin yanından ilerliyor, hiç kuşkusuz ırmak boyunca uzanan Azay yoluna açılan bir kapıya gidiyordu.
"Bu sabah nasılsınız, Sayın Kont?"
Mutlu bir yüzle baktı bana, kendisine böyle seslenildiğini pek sık işitmiyordu.
"İyiyim," dedi, "bu sıcakta dolaştığınıza göre, kırı seviyorsunuz herhalde?"
"Beni buraya açık havada yaşamam için yollamadılar mı?"
"İyi ya, benimle gelip çavdar biçimini görmek ister misiniz?"
"Memnuniyetle. Ama, ne yalan söylemeli, inanılmaz derecede bilgisizim," dedim. "Çavdarı buğdaydan, kavağı akçakavaktan ayıramam; ekinler konusunda olsun, toprağı işletme biçimleri konusunda olsun, hiçbir şey bilmem."
"İyi ya, gelin," dedi, neşeyle geri döndü. Yukarıdaki küçük kapıdan çıktı.
Çit boyunca, o içerden yürüdü, ben dışarıdan.
"Mösyö de Chessel'in yanında hiçbir şey öğrenemezsiniz," dedi bana, "kâhyasından hesap almaktan başka bir şeyle ilgilenemeyecek ölçüde büyük beyzadedir."
Bana avlularını, yapılarını, oturup gezinmek için yapılmış bahçelerini, meyve bahçelerini, bostanlarını gösterdi. En sonunda, beni o akasyalı, Japon cennetağaçlı, ırmakla çevrili uzun, ince yola doğru götürdü, burada öbür yanda bir kanepe üzerinde iki çocuğuyla ilgilenen Madam de Mortsauf'u gördüm. Bu küçük, titrek, girintili çıkıntılı yaprak toplulukları altında bir kadın çok güzeldir! Benim bunca aceleme şaşırmıştı belki de, nasıl olsa kendisine gideceğimizi bildiğinden, rahatını bozmadı. Kont bana vadinin görünümünü gösterdi, hayran kaldım; buradan bakılınca, başka tepelerden görüldüğü gibi değil, farklı bir biçimde görünür vadi: İsviçre'de bir köşecik dersiniz. Indre'e dökülen derelerin geçtiği çayır, uzunlamasına görülür, buğulu uzaklıklarda silinip gider. Montbazon tarafında, uçsuz bucaksız bir yeşil alan serilir gözler önüne, bütün öbür noktalarda tepelerle, ağaç kitleleriyle, kayalarla bakışların önü kesilir. Madam de Mortsauf'a bir merhaba demek için ilerledik. Madeleine'e okuttuğu kitabı birdenbire yere bıraktı, sarsıntılı bir öksürüğe tutulan Jacques'ı kucağına aldı.
"Ne o, ne var?" diye atıldı Kont, sararmıştı.
"Boğazı ağrıyor," diye yanıtladı anne, beni görmez gibiydi, "bir şey değil."
Hem başını, hem sırtını tutuyordu, gözlerinden bu zavallı, zayıf yaratığa can boşaltan iki ışın çıkmaktaydı.
"İnanılmaz ölçüde tedbirsizsiniz," dedi Kont sertçe, "ırmağın soğuğuyla karşı karşıya bırakıyorsunuz onu, taştan bir kanepeye oturtuyorsunuz."
"Ama, baba, kanepe ateş gibi," diye atıldı Madeleine.
"Yukarıda bunalıyorlardı," dedi Kontes.
Kont bana bakarak, "Kadınlar her zaman haklı çıkmak isterler," dedi.
Bakışımla ona hak verip vermemekten kaçınmak için, Jacques'ı izliyordum, boğazının ağrımasından dert yanıyordu. Annesi alıp götürdü. Bizden ayrılmadan önce, kocasının sözünü duydu:
"İnsan dünyaya böylesine sağlıksız çocuklar getirmişse, onlara bakmasını da bilmeli."
Çok haksız sözlerdi bunlar; ama onur zoruyla karısı zararına kendini haklı çıkarmaya çalışıyordu. Kontes ufak yokuşlardan, merdivenlerden uçarcasına çıkıyordu. Camlı kapıdan geçip silindiğini gördüm. Mösyö de Mortsauf kanepeye oturmuştu, başı eğik, düşünceliydi; durumum katlanılmaz oluyordu, ne bana baktığı vardı ne de bir şey söylediği. Sevgisini kazanmak için bel bağladığım gezinti, uğurlar ola! Yaşamımda bundan daha korkunç bir çeyrek saat geçirdiğimi anımsamıyorum, içimden, "Gitsem mi, gitmesem mi?" diyerek terliyordum, iri iri damlalar boşanıyordu bedenimden. İçinde kim bilir ne hüzünlü düşünceler yükseldi de gidip Jacques'ın nasıl olduğunu sormayı unuttu! Birdenbire kalktı, yanıma geldi. Geriye dönüp güleç vadiye baktık.
"Gezintimizi başka bir güne bırakırız, Sayın Kont," dedim tatlılıkla.
"Çıkalım!" diye karşılık verdi. "Yazık ki bu türlü nöbetleri sık sık görmeye alışkınım, bu çocuğun yaşaması için gözümü bile kırpmadan kendi canımı verirdim."
"Jacques daha iyi, uyuyor, dostum," dedi altın ses.
Madam de Mortsauf birdenbire yolun ucunda görünmüştü; hınçsız, kedersiz, geldi, selamıma karşılık verdi.
"Bakıyorum, Clochegourde'u seviyorsunuz, buna sevindim," dedi.
"Ata atlayıp Mösyö Deslandes'ı getireyim ister misiniz, canım?" dedi Kont, böylece haksızlığını bağışlattırmak istediğini ortaya koydu.
"Hiç üzülmeyin," dedi Kontes. "Jacques bu gece uyumadı, hepsi bu. "Çok sinirli bir çocuk, kötü bir düş görmüş, onu yeniden uyutmak için öyküler anlatıp durdum. Öksürüğü tümüyle sinirden, bir pastil verip yatıştırdım, yeniden uyudu."
"Zavallı kadın!" dedi Kont, elini ellerine alıp ıslak bir bakışla yüzüne baktı, "Bundan haberim bile yoktu."
"Bu denli önemsiz şeylere ne diye üzülürsünüz? Çavdarlarınıza gidin. Biliyorsunuz, siz bulunmadınız mı bucağın yabancısı olan başakçı kadınları ekin demetleri kaldırılmadan tarlaya bırakırlar."
"İlk tarım dersime başlayacağım, Madam," dedim ona.
O da Kont'u göstererek, "İyi bir öğretmen buldunuz," diye yanıtladı.
Kont, halk arasında "şirinlik" denilen hoşnutluk gülümsemesiyle gülümsemek üzere dudaklarını gerdi.
O geceyi korkunç sıkıntılar içinde geçirdiğini, oğlunun kuşpalazı olmasından korktuğunu iki ay sonra öğrendim. Bense o kayıktaydım, aşk düşünceleriyle ağır ağır oyalanıyor, ölümcül tehlike belirtileriyle altüst olan alnını aydınlatan bu mum ışığını hayranlıkla izleyişimi penceresinden göreceğini düşlüyordum. Kuşpalazı Tours'u kırıp geçirmekteydi o sırada, korkunç yıkımlar yaratıyordu. Kapıya geldiğimiz zaman, Kont üzgün bir sesle, "Madam de Mortsauf bir melektir," dedi.
Bu söz beni sarstı. Bu aileyi yüzeyden tanıyordum daha, böyle bir durumda genç bir ruhun kapıldığı alabildiğine doğal pişmanlık bana, "Bu derin huzuru ne hakla bulandıracaksın?" diye bağırdı.
Kont, her dediğini kolayca alkışlayabilecek, genç bir dinleyici bulmanın mutluluğu içinde, bana Bourbonların dönüşünün Fransa'ya hazırladığı gelecekten söz etti. Konuşmamız daldan dala atladı, gerçekten çocuksu şeyler işittim bu konuşmada, bunlar beni çok şaşırttı. İki kez ikinin dört ettiği türünden açık gerçeklerden habersizdi; bilgili insanlardan korkuyordu; üstünlükleri yadsıyordu; ilerlemelerle, belki de haklı olarak, alay ediyordu; en sonunda gönlünde pek çok dertli teller bulunduğunu anladım, bunlar onu kırmamak için çok önlemli davranmak zorunda bırakıyordu insanı, bu da sürekli bir konuşmayı bir kafa çalışması durumuna sokuyordu. Kusurlarını yoklayıp anladıktan sonra, bunları okşama yolunda Kontes'in gösterdiği uysallığı kendim de göstererek boyun eğdim. Yaşamımın başka bir çağında olsa, hiç kuşkusuz kırardım onu; ama bir çocuk gibi çekingendim, hiçbir şey bilmediğimi, ya da yetişmiş insanların her şeyi bildiklerini sanıyordum, bu sabırlı tarımcının Clochegourde'da elde ettiği büyük başarılar karşısında şaşırıp kalıyordum. Tasarılarını hayranlıkla dinliyordum. Kısacası, bana yaşlı beyzadenin sevgisini kazandıran, istemdışı bir pohpohlamayla, bu güzel toprağı, yerini, bu yeryüzü cennetini, göklere çıkarıyor, Frapesle'i çok aşağılarda bırakıyordum.
"Frapesle ağır bir gümüş takımı," dedim ona, "ama Clochegourde değerli taşlardan yapılmış bir mücevher kutusu."
Bundan sonra ilk söyleyenin adını da anarak sık sık yineledi bu tümceyi.
"Öyle ama, biz gelmeden önce çok acıklı bir durumdaydı," diyordu.
Fidanlarından söz ettiği zaman, kulak kesiliyordum. Kır çalışmalarında acemiydim, nesnelerin fiyatlarına, işletme yollarına ilişkin sorular yağdırıyordum ona, bana bunca ayrıntıyı öğretmekten mutlu görünüyordu.
"Peki, size ne öğretiyorlar?" diye soruyordu şaşkınlıkla.
Daha o gün, eve dönünce, Kont karısına, "Mösyö Félix çok sevimli bir genç!" demişti.
Akşam, anneme Frapesle'de kalacağımı bildirerek giysi ve çamaşır yollamasını yazdım. O sırada tamamlanmakta olan büyük devrimden habersizdim, alınyazıma ne etkileri olacağını bildiğim yoktu, hukuk öğrenimimi tamamlamak için Paris'e döneceğimi sanıyordum. Okulda da dersler ekim ayının ilk günlerinde başlıyordu; demek ki önümde iki buçuk ayım vardı.
Burada geçen ilk günlerimde, Kont'la sıkı fıkı dost olmaya çalıştım, bir acı izlenimler dönemi oldu bu. Bu adamda öyle nedensiz bir öfkeleniverme, umutsuz durumlarda öyle bir çabuk davranma eğilimi buldum ki, tüylerim ürperdi. Bazı bazı bu adamda Condé Ordusu' nun çok yiğit beyzadesinin, önemli günlerde, politikayı gülleler gibi delebilen, doğruluk ve yiğitliğin kötü bir oyunuyla, konağında yaşamaya yargılı bir insanı bir d'Elbée, bir Bonchamp, bir Charette yapan istemlerin çok şeyler anlatan şimşeklerinin birdenbire yeniden belirdiği görülüyordu. Kimi varsayımlar karşısında, burnu kasılıyor, alnı aydınlanıyor, gözleri hemen sonra sönüveren bir yıldırım saçıyordu. Mösyö de Mortsauf'un birdenbire gözlerimin dilini anlayıp da beni hiç duralamadan öldürmesinden korkuyordum. O sıralarda, çok yumuşak bir insandım. İnsanları öyle garip bir biçimde değiştiren istem, bende yeni yeni filizlenmeye başlıyordu. Aşırı isteklerin korku sarsmalarına benzeyen şu hızlı duyarlık sarsıntılarını geçirmişti bana. Çarpışma beni titretmiyordu, ama paylaşılmış bir aşkın mutluluğunu tatmadan can vermek istemiyordum. Güçlükler ve isteklerim birbirine koşut iki çizgi üzerinde büyüyordu. Duygularımı nasıl anlatayım? Can yakıcı şaşkınlıklara tutulmuştum. Bir rastlantı bekliyor, çevremi gözetliyor, sevgilerini kazandığım çocuklarla içli-dışlı oluyor, evin girdisini çıktısını iyice anlamaya çalışıyordum.
Fark edilmez bir biçimde, Kont benim yanımda eskisi kadar kendini sıkmamaya başladı. Beklenmedik davranış değişmelerini, nedensiz, derin kederlerini, sert ayaklanışlarını, acı, kırıcı yakınmalarını, kindar soğukluğunu, bastırılan çılgınca davranışlarını, çocuksu inleyişlerini, umutsuzluğa düşmüş insan haykırışlarını, umulmadık öfkelerini tanıdım. Ruh dünyası, hiçbir şeyinin saltık olmayışıyla madde dünyasından ayrılır; etkilerin, şiddetli huyların ya da bir olay çevresinde bir araya getirdiğimiz düşüncelerin gücüyle oranlıdır. Benim Clochegourde'da durumum, yaşamımın geleceği, havaya göre değişen bu isteme bağlıydı. Kapıdan girerken kendi kendime, "Beni nasıl karşılayacak?" dediğim zaman, o sıralarda daralması gibi açılması da kolay olan ruhum nasıl bir bunalımla sıkılırdı, anlatamam. Bu karlı alın üzerinde bir fırtına hazırlanırken, ne büyük bir yürek sıkıntısıyla ezilirdim birdenbire. Sürekli bir "diken üstünde oturma"ydı bu. Böylece bu adamın zorbalığının tutsağı oldum.
Acılarım Madam de Mortsauf'un acılarını sezdirdi bana. Anlamlı bakışlarla bakmaya başladık birbirimize, o gözyaşlarını tutarken bazı bazı benim gözyaşlarım akıyordu. Böylece Kontes ve ben birbirimizi acıyla denedik. Gerçek kederlerle, sessiz sevinçlerle, kimi zaman batıp kimi zaman yüzeyde kalan umutlarla dolu bu ilk kırk gün boyunca neler, neler anladım! Bir akşam onu bir günbatımı önünde dindarca düşünür buldum, güneş vadiyi bir yatak gibi göstererek dorukları öyle bir şehvetle kızartıyordu ki, doğanın yaratıklarını aşka çağırmasına aracılık eden şu durasız ilahiler ilahisini duymamak olanaksızdı. Genç kız uçup gitmiş düşlerini mi yakalıyordu? Duruşunda ilk açılmalara elverişli bir kendini bırakmışlık görür gibi oldum.
"Kimi günler pek çetin oluyor," dedim.
"Ruhumun içini okudunuz," dedi, "ama nasıl?"
"Onca noktada birbirimize benziyoruz ki!" diye yanıtladım. "Acı ve haz konusunda ayrıcalıklı olan, duyarlılıkları büyük iç yankılar doğurarak hep birden titreşen, sinirli yaradılışları nesnelerin özüyle sürekli uyum içinde bulunan ender yaratıklardan değil miyiz biz? Bu insanları her şeyin uyarsızlık olduğu bir çevreye koyun, korkunç acı çekerler, kendilerine sevimli gelen düşüncelere, duyulara ya da yaratıklara rastladıkları zaman, zevklerinin coşkuya dek varması gibi tıpkı. Ama bizler için bir üçüncü durum vardır, ancak aynı hastalığa tutulmuş olan, birbirlerini kardeşçe anlayan ruhlar bilir bunun mutsuzluklarını. İyilikten de, kötülükten de etkilenmediğimiz olabilir. O zaman içimizde bütün incelikleri belirten, içli bir org boşlukta ses vermeye başlar, nedensiz yere coşar, ezgi olmadan ses çıkarır, sessizlikte yitip giden uyumlar çıkarır: hiçliğin yararsızlığı karşısında ayaklanan ruhun bir korkunç çelişkisi; gücümüzün besinsiz bir durumda, bilinmedik bir yaradan kanın boşanması gibi akıp gittiği dayanılmaz oyunlar. Duygular seller gibi akar, korkunç zayıflamalara neden olur bu, anlatılmaz hüzünlere neden olur, konfesyonal bunları işitmez. Ortak acılarımızı belirtmedim mi?"
Titredi, batan güne bakmaya ara vermeden yanıtladı sözlerimi:
"Bu genç yaşta bunları nasıl biliyorsunuz? Yoksa bir zamanlar kadın mıydınız?"
"Ah!" dedim içli bir sesle, "Çocukluğum uzun bir hastalık gibiydi."
"Madeleine'in öksürdüğünü duydum," dedi, çabucak ayrıldı yanımdan.
Kontes sürekli olarak evinde gördü beni, ama iki nedenden dolayı hiç kuşkulanmadı. Bir kez bir çocuk gibi saftı, düşüncesi hiç yolundan sapmıyordu. Sonra Kont'u eğlendiriyordum, bu pençesiz ve yelesiz aslanın yemi olmuştum. Tavla oynamasını bilmiyordum, Mösyö de Mortsauf öğretmeyi önerdi, ben de kabul ettim. Anlaşmamızın yapıldığı anda, bana, "Ama siz kurdun ağzına atılıyorsunuz!" demek isteyen acıyan bir bakışla bakmaktan kendini alamadı. İlkin bundan hiçbir şey anlamadım ya, üçüncü gün üzerime nasıl bir yük aldığımı öğrendim. Çocukluğumun meyvesi olan, hiçbir şeyden yılmayan sabrım, bu zorlu deneyimler sırasında olgunlaştı. Bana açıkladığı bir ilkeyi ya da kuralı uygulayamadığım zaman, acımasız alaylara girişmek Kont için bir mutluluk oldu; düşündüm mü, ağır bir oyunun uyandırdığı sıkıntıdan yakınıyordu; çabuk oynadım mı, acele oynamama kızıyordu, yanlışlık yapacak olursam, bunu fırsat bilip fazla acele ettiğimi söylüyordu. Bir köy öğretmeni baskısı, bir kamçılı zorbalıktı bu, ancak kendimi kötü bir çocuğun eline düşmüş Epiktetos'la karşılaştırırsam aydınlatabilirim sizi bu konuda. Parasına oynadığımız zaman, sürekli kazançları onur kırıcı, bayağı sevinçler uyandırdı onda. Karısının bir sözü bu konuda gönlümü alıyor, onu da hemen incelik ve görgü duygusuna kavuşturuyordu. Çok geçmeden umulmadık bir işkencenin közleri içine düştüm. Param da bu uğurda tükendi. Bazı bazı çok geç saatlere kadar evlerinde kalıyordum, ama ayrıldığım dakikaya dek, Kont hep karısıyla aramda kalıyordu, yine de yüreğine kayıvereceğim bir an bulma umudunu hep besliyordum. Ama, avcının acılı sabrıyla beklenen bu saati elde edebilmek için, ruhumu durmadan yaralayan, paramı da alıp götüren bu alaylı partileri sürdürmek gerekmiyor muydu? Daha önce de kaç kez çayırda güneşin yarattığı bir görünüşe, kül rengi bir gökte bulutlara, buğulu tepelere, ırmağın mücevherleri içinde ayın titreyişlerine bakmaya dalarak öyle sessiz sessiz kalmamış mıydık, şunlardan başka bir şey söylemezdik birbirimize:
"Gece çok güzel!"
"Gece kadındır, Madam."
"Her şey ne denli durgun!"
"Evet, insan burada büsbütün mutsuz olamaz."
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top