Öpücük


Ağrıyı illaki tarif etmem gerekirse regl ağrısını andırıyordu. Dayanabileceğim bir acıydı. Kendime gelmeye mi başlıyordum? Belki de ölüyordum, bedenim son kez bir şeyleri hissediyor olabilirdi. Boğazım acıyordu, yutkundum. Etrafımdaki sesleri yeni yeni duyabiliyordum, sürekli öten bir makinenin sesi kulaklarımda yankılanıyordu. Nefes alışım gitgide hızlanıyordu, üzerimde çok ağır olmasa da bir ağırlık vardı, sanırım battaniyeydi.

Zorlanarak gözlerimi açmıştım, tam olarak kulenin neresinde olduğumu ayırt edemesem de hastane bölümünde olduğum kesindi. Işık gözümü acıtmıştı, birkaç damla yaş yanaklarımdan aşağı aktı. Üç-dört saniye bekleyip yeniden gözlerimi açtım, hasta odalarından birindeydim. İlk gördüğüm açık olan pencereydi, hava kararmak üzereydi. Önündeki kargalar bana bakıyordu, sanırım kuzgundular. Simsiyah tüylerinin bazı kısımları yolunmuştu, korku filminden çıkmış gibi gözüküyorlardı. Sanki mesaj vermeye çalışıyorlardı, kötü bir şeyin habercisiydiler.

Henüz başımı yan tarafa çevirmemiş olsam da saçlarımla oynayan kişiyi az çok ayırt edebilmiştim, uyandığımı fark etmemişti. Etrafımı incelemeyi sürdürdüm, odanın çoğu yeri açık mordu. Aslında dizaynı oldukça hoş olmasına rağmen berbat gözüküyordu, galiba hastane olduğu için otomatik olarak vücudum berbat bir yermiş gibi görüyordu. Masanın üstündeki çiçekler solmaya başlamıştı, neredeyse her  on saniyede bir yaprağı yere düşüyordu. Işıklandırma kesinlikle yeterli değildi.

Kuzey'e doğru dönmeyi denedim, olmadı. Yeterince gücümü toparlayamamıştım. Nasıl yanıma geldiğini bilmiyordum, hastane bölümüne öğrencilerin girmesi yasaktı. Birinin oraya gidebilmesi için ölmek üzere olması lazımdı. Aksi halde önce beklemeye alırlar, sonra minik bir muayene yaparlardı. Gizli gizli girmiş olmalıydı, umarım hemşireler yaptığını görmezdi. İkimizin başı yeterince beladaydı, daha fazlasını katlanamazdık.

Eli saçlarımın ucuna geldiğinde ansızın durdu. "Jaha? Uyanık mısın?" Ayağa kalktı, olabildiğince yakınlaştı. "Uyanıksın."

Saçlarımı okşamaya devam ettiğinde yavaşça hareket eden eline baktım. Ne tür bir tutum sergilemem gerektiğini çıkaramıyordum. Gülümsüyordu, yüzüne baktıkça gülümseyesim geliyordu. Sinirim geçiyordu, kendime hakim olmaya çalıştım. Defalarca kez onu öldüreceğimi söylemiştim, kendime söz vermiştim. Sözümün arkasında durmak istiyordum. Yumuşayamazdım, yapmamalıydım. Sürekli aynılarını yaşamaktan bıkmıştım.

Alnıma bir öpücük kondurduğunda kafasına vurdum. Sert şekilde vurmamıştım, durdurmak için yapmıştım. Canının acısını önemsemeden gayet yavaş bir şekilde geriye çekildi. Gözlerime odaklanmıştı, hayır lütfen bunu yapmasın diye dua ediyordum. İki hafta önce Kuzey'in yakışıklı olup olmadığını sorsalar küfür dahi edebilirdim, şu ansa gözleri sarhoş olmama yetiyordu. Demek diğer kızlar da böyle düşünmüştü, onları yargılamıştım, aynı hatayı yapacağımı sanmazdım.

"Güzelim canın acıyor mu?"

"İyiyim." Güzelim mi dedi? Güzeli miydim cidden? "Canım acımıyor." Bana neler oluyordu böyle? Başka noktaya doğru baktım, beş saniye anca gözlerimi ayırabilmiştim. Parmakları saçlarımın arasında dolaşıyor, adeta minik masajlar yapıyordu. "Lanet! Sen beni gerçekten seviyorsun."

Kahkaha attı. "Ya öyle mi?" Hızla hamle yapıp dudaklarıma öpücük kondurmaya çalışmıştı, neyse ki son an da kafasını itmiştim. Mecbur olarak öpücüğünü burnuma kondurmak zorunda kalmıştı. "Eh, en azından geç de olsa anladın Küçük Hanım."

Artık Küçük Hanım demesinden rahatsız olmuyordum. "Gitmen gerekmiyor mu?"

"Evet." Saçlarımla oynamayı tamamen bıraktı. "Sonsuza dek seninle kalabilirim, gitmek istemiyorum ama yapmak zorundayım. Dwan senin de uyuman, dinlenmen, yemek yemen lazım. Akşam yemeğinde yeniden gelirim."

Konuşmayı kısa kestim, cevaplamadım. Fazla yüz vermemeliydim. Görüşürüz anlamında elimi sallamak istesem de yapmadım, son kez beni baştan aşağı süzdü. Dışarı çıkmadan önce yakınlarda birilerinin olup olmadığını kontrol etmiş, hemen ardından da gözden kaybolmuştu. İşaret parmağımı burnumun üstüne koydum, minik öpücüğü düşündükçe içim hoş oluyordu. Yüzümdeki aptal gülümsemeyi fark etmiştim, kendime lanetler okuyordum.

Kolayca aşık olamazdım, kesinlikle bu ben değildim. Yerime başkası geçmiş gibi hissediyordum. Zihnim daha karanlık yerlere doğru giderse beni vurduğu kurşun yüzünden olduğunu dahi düşünebilirdim. Burnuma iğrenç hastane kokusu geliyordu, camın neden açık olduğunu anlamıştım. Dibimde ötüp duran makine olmasaydı daha da iyi olabilirdi, yine de halimden memnundum.

Acaba görevdeyken kulede neler olmuştu? Yeni bilgiler toplayamamıştım, Diana ile dahi konuşamamıştım. Oyunun sonuna doğru geliyorduk, sayımız epey azalmıştı. Ya katil hayatta kalacaktı ya da biz kazanacaktık. Başladığımızdan beridir birçok kişi ölmüştü, ölmeye de devam edecekti. Katil tatil yapıyor olamazdı, plan yapıyordu. Hissedebiliyordum, çok yakın bir zaman da oyuna yeniden devam edecekti. Küçük bir ihtimal de olsa kulenin yaptığı oyunda ölmüş olabilirdi, o zamandan beridir hiç kimsenin cesedi bulunmamıştı.

Battaniyeyi -artık adı her neyse- üzerimden çekmeye çalıştığımda sanki biri kolumu bastırmıştı. Hareket edecek halimin olmadığını bir kez daha anlamıştım. Yer çekimine karşı koyamıyordum, karnım sargı bezleriyle sarılmıştı. Etrafı yoğun bir tentürdiyot kokusu kaplamıştı. Bileğimdeki iğnenin hortumu saniyelik olarak yorganıma takılmış, korkmama yol açmıştı. Şükürler olsun ki yerinden çıkmamıştı. Kan damlaları yavaş yavaş akıyordu, çok kan kaybetmiş olmalıydım.

Kuzey'le doğru düzgün görevi hakkında konuşamamıştım, Asker takımına dilekçe yazma konusunda da kararsızdım. İkimizin arasında sır kalabilir miydi? Sanmıyordum, o sırlarımı hiçbir zaman korumamıştı. Dünyada bu kadar çok kişi varken aşık ola ola ona olmuştum! Gelip geçici bir duygu değildi, gitgide katlanılmaz bir hal alıyordu. Hem... Yanımdan kaçmış gibiydi. Tamam, korkmuş olabilirdi ama uyandığım an da gitmesi tuhaftı. Davranışlarından bıkmıştım, ergen bir vampir kurgusunda yaşamıyorduk. Garip hareketler havalı gözükmüyordu.

Yorgunluğuma yenik düşüp uyumaya karar verdim. Zaten yemek saatine de çok kalmamıştı. En fazla üç saat daha Kuzey'i beklemem gerekecekti. Katille olan işimiz sona erdiğinde Kuzey'le gerçek bir buluşmaya çıkabilirdim, tabii yine gizemli çocuk hallerine bürünürse arkadaş kalmaya karar vermemiz en iyisiydi. Kimsenin nazını çekemezdim, özellikle de ne yaptığı beli olmayan bir oğlanınkini. Hissettiklerimden rahatsız oluyordum.

Görevlerini harfiyen yapan, kurallara tamamen uyan kız gitmişti. Yerine umursamaz kız gelmişti, sonum ne olacaktı? Babamla aram bozulmuştu, beni korumayı bırakması an meselesiydi. Gerçi pek koruduğu söylenemezdi, her oyuna katılmıştım. Onun da parmağı yok muydu? Diyelim ki son oyunu gerçekten bilmiyordu, peki ya Kanada'da olanlar? Orada kendisi de vardı, bizi ölüme terk etmişti. 

Rüyamda yine o berbat kabuslardan görüyordum: Annemle birlikteydim, bahçemizdeki salıncakta sallanıyordum. Kaybolan bir denizci ile ilgili şarkılar mırıldanıyordu, bir yandan çamaşır asarken bir yandan da beni sallıyordu. Önümdeki oyun kumunun üstünde bir kedi yatıyordu, nefes almıyordu. Ölmüş olduğunu anlamak zor olmamıştı, ikimiz de onu görüyorduk ama yokmuş gibi davranıyorduk. Yağmur bulutları yavaş yavaş da olsa üzerimize doğru yaklaşıyordu. Arada sırada güneş ışınları gözüme çarpıyordu.

Azar azar yağmur taneleri yere düşmeye başlamıştı. Sallanmaya devam etmiştim, oldukça eğleniyordum. Yağmur hızlandığında da durmuştum, anneme dönmüştüm. Neden çamaşırları asıyordu ki? Islandıklarında kuruyamazlardı, bembeyaz devasa boyuttaki -normal boyuttaydı ama minik ellerime göre oldukça büyüktü- kelebeği tutmuştum. Zarar vermemeye çalışarak anneme döndüğümdeyse çamaşırları neden astığını anlamıştım.

Üzerindeki kanlar temizlensin diye asmıştı, bir nevi yıkayacaktı. Kelebek yağmurdan dolayı uçamamıştı. Ahşap merdivenleri çıkarak verandanın oraya götürdüm. Babam kelebeklerin kanatları ıslandığında bir daha uçamadığını söylemişti. Uçamamak onlar için ölüm demekti. Yine de yaşamasını diliyordum, kanatlarını ikide bir açıp duruyordu. Moralim bozulmuştu, o yaştaki çocuklar minik bir hayvanın ölümü yüzünden haftalarca ağlayabilirdi.

Susadığımı fark etmiştim. Mutfağa doğru ilerledim, ayaklarımı yerde sürüyordum. Biraz midem bulanıyordu, salıncakta sallanırken üşütmüştüm. Saçlarım yine ikiye ayrılmış, örülmüştü. Küçükken saçlarımı öyle güzel yapamazdım, anlaşılan babam örmüştü. O an fark ettim, öz babamı çok özlüyordum. Bana ihanet etmeyen, canını verecek kadar seven tek kişiydi. Keşke konuşma şansım olsaydı, iyi olduğunu bilmek isterdim. Biricik kızını korumaya çalışırken öldüğü gün hala aklımdaydı, zihnimden silemiyordum.

Yüzüme düşen su damlacığıyla başımı kaldırdım. Yine tavan mı sızdırıyordu? O yılı çok iyi hatırlıyordum, evin bakımlarını yaptırmamıştık. Maddi durumumuz olsa da babam önem vermemişti. Annemle yaptıkları kavgalar yüzünden sık sık işlerini unutuyordu. Kafamı yeniden aşağı çevirdiğimde çığlık attım. Evet, utanç verici olsa da küçükken çığlık atıyordum. Annem tam karşımda dikiliyordu, beni korkuttuğunu diyemeden konuşmaya girdi.

Dudaklarını hiç hareket ettirmemişti. "Uyan." Karşımda dikiliyordu, hareket etmiyordu.

"Ne?" Aramızdaki boy farkı yüzünden zar zor yüzüne bakabiliyordum. "Anlamıyorum anne." Yüzümde daha da çok damla hissettim, su miktarı artıkça nefes almakta zorluk çekiyordum.

"Uyan."

O an evdeki tüm kapılar, pencereler patladı. İçeriye su dolmaya başlamıştı. Normal bir zaman da olsa evimizin olduğu bölgeye su dolması için ancak deprem olması gerekirdi. Şimdiyse yakında baraj patlamışçasına su doluyordu. Annem eski yerindeydi, bense gelen su yüzünden sürüklenmiştim. Uyanmamı söylemeye devam ediyordu. Nefes almayı tamamen bırakmıştım, su altında kalmıştım. Gözlerimi açtığımda yüzüme bastırılan yastığa karşı koymaya çalışıyordum.

Tüm gücümle çekmeye çalışıyor, uzaklaştırmayı deniyordum. Karşımdaki kişi çok güçlü, neredeyse insanüstü bir gücü var veya aşırı derecede yorgun olduğum için bana öyle geliyor. Eğer bir yastığı yüzünüze bastırırsanız nefes alabilirsiniz ama o yastık yüzünüzü bastırılıyorken hiç olmadığınız kadar panik halinde olursunuz, dolayısıyla da nefesiniz yetmez. Şu an kelimenin tam anlamıyla aynısını yaşıyordum.

Birkaç saniye boyunca hareket etmeyi tamamen bıraktım. Muhtemelen cihazın ekranında kalp atışım hâlâ ölçülüyordu, saldırgan durmamıştı. Eskisine göre iki kat daha da sert bastırıyordu. Nefes almayı geçtim, yüzümdeki acıyı tarif bile edemiyordum. Burnum ya kırılmıştı ya da kırılmak üzereydi. Bu kadar güçlü şekilde bastıran kim olabilirdi? Kafamı yan tarafa çevirdim, anlık olarak nefes alabilmiştim. Artık yastığın yan taraflarını da bastırıyordu.

Sakin kalıp hızlı bir şekilde plan yapmalıydım. Nefes almadan uzun süre kalamazdım. En fazla yirmi saniye daha devam ederdim, sonrasında vücudum gitgide gücünü kaybederdi. Yanılmıyorsam katil sol tarafımdaydı, vurmaya çalışmıştım. Tabi ki de vurmam bir işe yaramamıştı, güçsüzdüm. Tek bir çözümüm vardı, ikimizden biri ölecekti. Sağ kolumdaki iğneyi ona doğru savurdum, tıpkı bıçak saplar gibi ustalıkla saplamıştım.

İğneyi geri çıkaramamıştım, saplandığına emindim. Kolundan çıkarmak için saniyelik olarak durmuştu, o an kendimi sağ tarafa atmıştım. Bedenim yere düştüğünde daha önce maymuncuk saplanan bölgeme büyük bir acı girmişti, inlememi bastırmıştım. Yataktan destek alarak yerden kalktım. Başkaları için şu an yaptıklarım çok basit gelebilirdi, gerçekten yaşasalar ne kadar zor olduğunu anlarlardı. Avazım çıktığı kadar bağırıyordum.

Koşamıyordum, hızlı bir şekilde yürüyebiliyordum. Arkam saldırgana dönük değildi, ona bakarak ilerliyordum. Yaklaşık on saniye boyunca olduğu yerde öylece kalakalmıştı, ardından da peşime takılmıştı. Sanırım bağırmam korkmasını sağlamıştı. Odam kapkaranlıktı, katilin yüzünü görememiştim. İşin tuhaf yanı salon da öyleydi. Adımımı attığımda sensörlü lambalar yandı, lambaların normalde sensörlü olmadığına yemin edebilirdim. Sanki bu ana özel değiştirilmişlerdi, acaba hâlâ rüyada mıydım?

Yerler daha yeni silinmişti, insanlar şok uzakta olamazdı. Kayıp düşmemek için özen gösteriyordum. Saldıran her kimse hâlâ odadan çıkmamıştı, kapının eşiğinde duruyor öylece benim koşuşumu izliyordu. Garip hareketleri daha da ürkmemi yol açmıştı. Kuzey neredeydi? Hani beni ziyaret edecekti? Adımımı attıkça lambalar yanıyor, bembeyaz duvara ışık çarptıkça gözüm acıyordu.

Üzerindeki kıyafetlerden anladığım kadarıyla erkekti, dizlerinin iki karış üstünde bir mont giymişi. Bol kot pantolonu, kafasına taktığı kasket bir şapkası vardı. Gözlerinin altına kadar bembeyaz bir atkı çekmişti. Montunun bazı kısımlarına bulaşmış kanlar kurumuştu. Tüm ışıklar kapatılmadan çıkmalıydım. En gerideki lambalar sönmeye başladığında neredeyse hastane bölümünün sonuna gelmiştim. Artık onu göremeyecek olmam telaşımı üçe katlamıştı. Acaba yine görevlilerin oyunlarından mıydı? Kuzey'in yapamadığı işi bitirmek için yerine başkasını da göndermiş olabilirlerdi, bu da beyefendinin neden ortalıktan kaybolduğunu açıklıyordu.

Genelde bu kapı kullanılmazdı, sürgüsünü açtım. Paslandığından dolayı kolay açılmamıştı. Çıkan ses yankı yapmıştı. Dışarı çıktığımda koşuşturmayı sürdürdüm. Telefonum bozulmamış olsaydı Savaş'ı arayabilirdim, telefonsuz kalmanın bu boyutta tehlikeler yaratabileceğini düşünmezdim. İletişim cihazları büyük önem taşıyordu. Bacaklarım bana ihanet ediyordu, yürümekte zorlanıyordum. Yere yığılmak üzereydim, duvardan destek alıyordum. Kimse beni önemsememişti, sinirliydim.

Yaptığımın bencilik olduğunu düşündüm, haklıydılar. Kimse kimseyi korumamalıydı, aptallık yapan bendim. Sürekli kendi oyunlarıma göre oynamaya çalışıyordum. Her insan aynı olmadığı gibi her oyunun da aynı kuralları olamazdı. Etrafıma bakınıyor, birilerini arıyordum. Kimsecikler yoktu, herkes kuleyi bırakıp gitmiş gibiydi. Hastane bölümünün boş durmaması gerekiyordu, kurallar öyleydi. Peki ya hemşireler neredeydi? Yine yeni bir oyuna başlamıştık.

"Neler olduğu hakkında en ufak fikre sahip değilim." Yere düşmeden önce duvardan son an da destek almıştım. "Tek bildiğim ne zaman bir olay olsa sağlığımın yerinde olmaması."

Etraf hiç olmadığı kadar sessizdi, havalandırmalardan dahi ses gelmiyordu. Asansöre girdiğimde yemekhanenin olduğu katı tuşladım, orası en kalabalık bölgeydi. Yardım alma ihtimalim varsa tek şansımdı. Sürekli etrafıma bakıyordum, peşimde olup olmadığını kontrol ediyordum. Korku filmlerindeki ana karakterin neler yaşadığını anlayabiliyordum. Madem görevliler ortalıkta değildi o zaman binadan da çıkabilirdik. Tüm öğrenciler kaçabilirdi, gerçi benim haricimde başkalarının kalıp kalmadığını bilmiyordum.

Kapı açıldığında adeta içeri atlamıştım. Diana da aynı asansördeydi. Ben konuşamadan söze girdi. "Lütfen bana zarar verme!"

"Merak etme, sana zarar vermem. Sanırım aynı şeyden kaçıyoruz." Artık kulenin geri kalanında da işlerin ters gittiği kesinleşmişti. "Neler oldu?"

Ne önünden çekilmiştim, ne de tuşa basmıştım. Yüzü kıpkırmızıydı, ter içinde kalmıştı. Saçları dağılmış, dudağı patlamıştı. Biriyle kafa kafaya dövüşmüş gibiydi. Korkusu gözlerinden okunuyordu, hızla nefes alıp veriyordu. Panik atak geçiriyordu, titriyordu. Normalde asansörlerde müzik olmasa da piyona ile gerilim müziği çalınıyordu, resmen konuşmalarımızı bastırıyordu. Karşımdaki aynadan tipimi inceledim, berbat görünüyordum. Cesetten farksızdım, tenim bembeyazdı.

"Savaş... Sıla'ya saldırdı, bıçak sapladı." Ağlamaya başladı, kesik kesik konuşuyordu. Ne dediğini anlamama rağmen duymak istememiştim. "Toprak yanında."

Toprak'ın yanlarında olması demek yanlarında kimse olmaması demekti, o kimseyi durduramazdı ki! "Neredeler? Diğer insanlar nerede?"

"Bilmiyorum." Dizlerinin üstüne çöktü, elleriyle gözlerini kapamıştı. "Dışarı çıkma yasağı başlamıştı, yaklaşık iki veya üç saat sonra siren çaldı. Hiç kimse yoktu."

Savaş neden Sıla'ya saldırmıştı ki? O durduk yere kimseye zarar vermezdi ya da verir miydi? Kumsal da ona saldırmaya çalışmıştı, ikisine de aynı derece de güveniyordum. Bir arkadaşım diğerine saldırıyorsa geçerli sebebi olmalıydı. Asıl mesele hangisinin doğru söylüyor olduğuydu. Diana ikisini de görmüştü, Kuzey hakkında bir şey dememişti. Hayatta kalanlar sadece bizlerdik, öyleyse katil Kuzey'di.

"Kuzey'i gördün mü?" Lütfen görmüş ol, yalvarırım. Başını iki yana olumsuz anlamda salladı. "Evet çünkü ben gördüm." 

Kulaklarımı tıkadım, artık müzik rahatsız edici bir hale gelmişti. Öte yandan zihnimdeki ses haricinde hiçbir şeyi duymak istemiyordum. Kırk yılda bir aşık olup onu da katile denk getirmiştim. Cidden de berbat biriydim, kendimden nefret ediyordum. Nefretim her saniye büyüyordu. Keşke fırsatım varken boğazını kesseydim. Canım yanıyordu, nasıl bu kadar çok kandırılabilirdim? Her zaman zeki olan olduğumu sanmıştım, meğerse kandıran taraf oydu. En başından beridir oyun oynamıştı. Ölsem de yaşasam da unutmazdım artık, kalbim hep acıyacaktı.

Asansörün bir zamanlar beyaz olan yaslanma yerlerine baktım, şu an sapsarıydılar. Özellikle üstündeki kirlere baktım, birçok iğrenç insan attığı görmek mümkündü. Bilerek kendime bunu yapıyordum, böylece düşüncelerimden uzaklaşabilirdim. Yeteri kadar kendimi rahatlatamayınca karşımdaki aynaya baktım, göz altımdaki morluklar artmıştı ve fark etmediğim onlarca yeni yaram vardı. Saçlarımın bazı kısımları birbirine girmiş, topak topak bir görünüm elde etmişti. Üstümde hastane kıyafeti vardı, masmaviydi. Üzerime oldukça bol olmuştu, diz altıma kadar uzanıyordu.

"Sakin ol Diana." Yanına oturdum, sakin kalmazsa kendi açısından daha da kötü olacaktı.

Koluna dokunmak için elimi uzattığımda çığlık attı. "Dokunma bana!" Ayağa fırladı. "Benden uzak dur! Hepiniz bana zarar vermeye çalışıyorsunuz."

Deliriyordu, yavaş yavaş aklını kaybetmeye başlamıştı. "Sana asla zarar vermem, söz veriyorum."

Sakinleşmesine yardımcı olamamıştım, daha da çok paniklemişti. Olabildiğince ondan uzak durmaya çalıştım, görevliler tarafından hızlı bir şekilde yardım yapılmazsa daha da kötüleşecekti. Gerçekten de akıl sağlığını kaybedebilirdi. Kulede birçok kişinin akıl sağlığı yerinde olmasa da Diana'nın ki geri dönülmez derecede değişiyordu, acele edilmeliydi. Aklını yitiren kişiler başkalarına da saldırabilirdi, bu tarz bir durum içerisindeyken onunla savaşmak zorunda kalmamalıydım, katil saldırırsa koruyamazdım da.

Sıla düşmanımdı, Savaş'sa dostum. Yanlarına gidip birbirlerini öldürmeden durdurmalıydım. Katile karşı birlikte savaşmak zorundaydık, Kuzey oldukça güçlüydü. Odama gidip çanta dolusu kemik alabilirdim fakat tek başıma kalırsam katile yeniden karşılaşabilirdim. Ağlamak istiyordum: Katile aynı oda da defalarca kez kalmış, birlikte uyumuş, sohbet etmiş, öpüşmenin kenarından kıl payı dönmüştüm. Ne aşka ne de sevgiye inanıyordum. Yalnızca kalp kırıkları gerçekti.

Kapı açıldığında arkamda kalan kızı önemsemedim, diğerlerinin nerede olduğunu bilmediğini söylemişti. Herkesi bir araya getirmeliydim, görevliler olmadığına göre kamera odasına rahatça girebilirdim. Tabii kapıları kilitlemedilerse... Görüntüleri başa sarıp olup bitenleri izleyebilirdim, bazı odalarda ses kayıt cihazları olduğunu da biliyordum. Şansım varsa kavganın nasıl çıktığını da öğrenecektim, öncellikle yemekhaneye gidip bıçak vb. kendimi koruyabileceğim bir alet almalıydım.

Kuledeki bazı çocukların özel güçlerinin ateş, su, görünmezlik gibi yetenekler olduğunu duymuştum. Yeteneğimi kontrol edebilmek için keşke kemiklere ihtiyaç duymasaydım. Aslında benimki özel güç sayılmazdı, genetik olarak geliyordu. Bana has değildi, tıpkı sarı saç geni gibi normaldi. A.S.K.E.R'in bize sunduğu listeyi düşündüm, artık kim olduğumuz önemsizdi. Çoğumuz ölmüştük, sağ kalanların da katil olma ihtimali yüksekti.

Diğerlerinin güçleriyle karşı karşıya gelirsem ne yapabilirdim ki? Muazzam derecede yetenekli olabilirlerdi, kendi gücüm de dahi gelişememiştim. Kuleden kaçma yolu bulabilir miydim? Muhtemelen yapamazdım, oyun hazırladıklarına göre savaşmama ihtimalimizi de ele almış olmalıydılar. Kat tamamen aydınlıktı, sanki her şey yolunda gidiyordu. Geceden kalan yemek kokuları burnuma geliyordu, acıkmıştım. Masadaki tabaklar dahi toplanmamıştı, yerler süpürülmemişti. Hatta çorba kazanlarından biri dökülmüş, her yere saçılmıştı. 

Koridoru geçip mutfak bölümüne geldim, arkamdan birilerinin gelip gelmediğini kontrol ettim. Neredeyse her yer dağılmıştı, yerler yemek artıklarıyla kaplıydı. Masalar, sandalyeler ters düşmüştü. Nereye gidersem gideyim ışık açmıyordum çünkü kamera odasında birileri varsa açık şekilde hedef olarak gözükecektim. Her yerin karanlık olması işimi zorlaştırıyordu, bazen adımımı attığım yeri göremiyordum. Ayağım bir şeye çarpıyor, cisim birkaç metre uzağıma gidiyordu. Girmemiz yasak olan bölüme, bıçakların bulunduğu yere ilerledim. Duvarda asılı duran kasap bıçaklarından iki tanesini aldım, kemerime doğru düzgün yerleştirdim. 

Bıçağın simsiyah, geniş sapı elime birebir uyuyordu. Her an avlanacakmışım gibi hissediyordum. Kalan bıçakları da dondurucuların içine, fırına sakladım. Sadece kendimi korumak için bıçakları kullanırdım, başkalarınınsa ne için kullanacağı beli değildi. Ahşap tezgahların üstünden atladım, izleniyormuşum gibiydi. Etrafıma bakıyor, birilerini arıyordum. Açık kalmış buzdolaplarından gelen ışıklar olmasa gerçekten de karaltıların biri olduğunu sanabilirdim. Yemekhane normal zamanlarında bitkisiz piknik alanı gibi gözükse de şu an da zombi filmlerindeki sahnelerden farksızdı.

Herhangi bir düşme, çarpma durumunda bıçakların saplanmayacağından emin olmaya çalışıyordum. Maymuncuk olayının aynısını yaşayamazdım, daha eski yaram kapanmamıştı. Muhtemelen de yara mikrop kapmıştı, keşke ilk oluştuğu zaman hemşirelere gösterme şansım olsaydı. Silahlandığıma göre kamera odasına gidebilirdim, Kuzey özel gücümü öğrenmiş olabilirdi. İkinci işimse kendi odama gitmek olacaktı, ilk olarak kamera kayıtlarından kimin nerede olduğunu bulacaktım.

Özet geçmek gerekirse yine asansörü kullanıp o kata gelmiştim. Duvarların kenarlarından geçiyor, arkamı sürekli olarak kontrol ediyordum. Yanıp sönen ışıklar ödümü koparıyordu. Katil olması beni korkutmuyordu, katilin bu kadar zeki olup uzun süredir yanı başımda dolaşmasından korkmuştum. Gözlerinde beni sevdiğine dahil izler bulabilmiştim, numara olacağını bilemezdim. Doğru ya... Onlarca kızla flört eden popüler çocuk benden mi hoşlanacaktı? Kibrim yüzünden kaybetmiştim, zeki olduğumu sanmıştım.

Aşk gibi salak bir olayla kandırılabileceğimi düşünemezdim. Onca sarışın varken onları bırakıp benimle flört etmesinin sebebiyse aklımı karıştırmaktı. Düşünemememi sağlamıştı, sürekli aklımı dolu tutmuştu. İpuçlarını yakalayamamıştım. Keşke Kanada'dayken yanımda Savaş varken işini bitirmiş olsaydım, birçok kişinin ölümüne engel olmuş olurdum. Çoğu arkadaşım hâlâ hayatta olurdu. Başımıza bunlar gelmeseydi yıllar geçse dahi muhteşem kalabilirdik.

Kafamı kapıya yasladım, içerideki sesleri dinledim. Açık bırakılmış bilgisayarların sesleri dışında ses duyamıyordum, yani içeride saklanan kişiler de olabilirdi. Derince nefes aldım, attığım her adım daha da çok ölüme yakınlaştırıyordu. Kulede aldığım her nefes mezarımı kazıyordu. Bugün ölmeyecektim, arka arkaya kendime defalarca kez söz verdim. Tüm düşmanlarıma inat yaşamalıydım, madem herkes ölmemi istiyordu o zaman karşı gelecektim. Kapı kolunu aşağı çevirdim, çıkan gıcırtı karşısında tüm koridoru süzdüm. Henüz tehlikeyle karşı karşıya kalmamıştım.

İçeri adımımı atmadan birkaç saniye boyunca bekledim. Kapı aralığından içeriyi süzdüm, biraz daha kapıyı açtım. Son kez arkamı kontrol ederek içeri girdim. En yakınımdaki sandalyeyi alıp kapının koluna yasladım, kaçmam gerekirse kolayca açabilecektim. Dışarıdan da biri girmeye çalışırsa başaramayacaktı. Dolapların arkasını, masanın altını da inceledikten sonra kilidi çevirdim. Sandalyeyi yine de çekmemiştim.

Oda kırmızı led ışıklarla aydınlatılıyordu, bu ışıklar normal oda ışığından daha çok göz alıyordu. Birçok boş sandalye, içi boş karton koli vardı. L şeklindeki upuzun masanın köşesinde bembeyaz bir kedi uyuyordu. Geldiğimde gerilerek uyanmış, yere atlamıştı. Öğrencilerin evcil hayvan bakması yasaktı, görevlilerin de bakabileceğini sanmıyordum. İçeri gizli gizli sokmuş olmalıydı. Uzun süredir buradaydı, yerdeki krem rengi kilimin üstü tüy yumaklarıyla kaplıydı. Vantilatör çalıştıkça tüyler hareket ediyordu, ağzıma girmemeleri için tişörtümün yakasını burnumun üstüne kadar çekmiştim.

Neredeyse tüm yeri kaplayan kablolara basmamaya özen göstererek masanın karşısına geçtim,   sandalyelerin üstü kraker kırıntısıyla kaplıydı. En temiz olanını seçer seçmez oturdum. Dışarıdan çığlık sesi gelmişti, muhtemelen başka kattaydılar çünkü ses yüksek gelmemişti. Kedi kucağıma atlamış, uykusuna devam etmişti. Bir elimle bilgisayarın faresini aldım, diğer elimle de hayvanın kafasını okşamaya başladım. Çıkardığı mırıltı iyi hissettirmişti.

Bilgisayarların açık bırakılması işime gelmişti, aksi halde sadece nasıl açacağımı bulabilirdim. Teknolojiden anlayan kişilerden değildim. Klavyedeki hareket tuşlarına bastıkça sağ tarafımdaki ekranda olan görüntü büyük şekilde sol tarafımdaki bilgisayarda çıkıyordu. Eh, en azından bunu da bulabilmiştim. Hızlı hızlı görüntüleri geçiyordum, çoğu oda boş olduğundan önemli şeylere rastlamak imkansız sayılırdı. Çığlık sesleri artmıştı, daha da hızlandım.

Neredeydiler? Odaları geçerken Savaş'a rastlamıştım, hemen geri geldim. Sonunda arkadaşımı bulduğumu düşünürken yanıldığımı fark etmiştim, o Kuzey'di. İkinci kez birbirine çok benzediklerini anlamıştım. Önünde de Sıla duruyordu, asansör duvarına yaslanmıştı. Gayet normal şekilde sohbet ediyorlardı, öyle ki kahkaha da atabilmişlerdi. İnsan sevdiği kişinin yanında gülerdi. Daha önceden okuduğum bir metinde: Aslında hiçbir kişinin aldatma eylemine üzülmediğini fakat sevdiğini başkasıyla gülerken gördüğünde üzüldüğü yazıyordu.

Ne demek istediklerini daha yeni yeni anlayabiliyordum. Benimleyken neredeyse hiç gülmüyordu, onunla defalarca kez sohbet etmeye çalışmıştım. Hepsinde de aynı tepkileri vermişti. Kuzey kolunu duvara yasladığı esna da biraz da kafasını eğdi. Görüntüler net olmasa da neler olduğunu çok rahat çözmüştüm, dudaklarının kıvrılışını dahi görmüştüm. Hele ki Sıla'nın dudaklarına doğru inişini aklımdan çıkaramıyordum.

Öyle kısa bir öpücük de olmamıştı, gayet uzun bir öpücüktü. Dudaklarının birbirine değiş şeklini, bedenlerinin hareketini istesem de istemesem de aklıma kazımıştım. İçim alev alev yanıyordu. Ayağa kalkıp önüme gelen her nesneye vurabilir, küfür edebilirdim ama öyle kalmayı tercih ettim. İzlemeye devam ettikçe nefrettim artıyordu, adeta güçleniyordum. Acı gerçeklerle yüzleşiyordum. Kucağımdaki kedi yuvarlanarak yere düştüğünde yeniden kucağıma aldım, bacaklarımı kendime doğru çekip yüzümü dizlerime yumdum.

Ağlayabilir, pes edebilirdim. Yapmayacaktım, savaşmaya devam edecektim. Beni kandırmak gerçekten de kolaydı, neredeyse hiç uğraşmamıştı. İç çektim, derince nefes aldım. Sayfaları geçmeye başlamadan önce son kez baktım, bu sefer Sıla onu öpmüştü. O kadar zaman varken şu an öpüşmeyi tercih etmeleri utanç vericiydi. Araştırmaya devam ettim, henüz en yakın arkadaşımı bulamamıştım. Artık onun haricinde hayatımda önemli bir şey olamazdı.

Neredeyse tüm sayfaları geçmiştim. Hâlâ ikisinden başka birilerini görememiştim. Bulundukları odaya gelene kadar başka odaya geçmiş olduklarını umdum. Zaten geriye kimler kalmıştı ki? Toprak, Diana, Savaş beni de sayarsak dört kişiydik. Savaş kolay kola çığlık atmazdı. Sesini duyduğum kişi ya Diana'ydı ya da Toprak. Bir yerlerde mi saklanıyorlardı? Belki de birileri cesetlerini saklamıştı, görememiş olabilirdim. Kediyi kucağımdan çekip masanın üstüne koydum. İşimi ciddiye almalıydım, oyunun sonundaydık.

Yan taraftaki bilgisayara geçtim, buralar normalde kilitli olan yeleri gösteriyordu: Ceza odası, toplantıların yapıldığı salon (sadece görevliler girebilirdi) örnek verilebilirdi. Hizmetli odalarına dahi bakıyordum, o kat tamamen boştu. Bakmadığım odalar azaldıkça stres seviyem artıyordu. Avcumun içiyle masaya vurdum, çıkan ses yüzünden pişman olmuştum. Aslında sorun yaratacak kadar da yüksek bir ses değildi, yine de korkumu ikiye katlamaya yetmişti.

Toplantı salonuna geldiğimdeyse halüsinasyon gördüğümü sandım. Muazzam bir kalabalık vardı, neredeyse herkes sıkışıktı. Masalar süslenmiş, yemek servisleri yapılmıştı. Sahnedeki masalar ana A.S.K.E.R yöneticileri için ayrılmıştı, hepsi aralarında sohbet ediyordu. Önlerine ve yanlarına ikişer kamera konulmuş, yukarıyaysa mikrofon asılmıştı. Konuşmaları dinleyebilir miydim? Ekranın sağ alt köşesindeki ses simgesine tıkladım, kulaklığı taktım. Tahmin ettiğim gibi ses gelmiyordu. 

Ne konuştuklarını fazlasıyla merak ediyordum. Bu kadar eğlence gerekli miydi? Sanki bize kurdukları oyunlar yetmemişti. Diğer öğrencilere ne olmuştu? Yaşı küçük olanları göreve götüremezlerdi. Kolay kolay da kuleden çıkaramazlardı, yer değişikliği olalı daha bir hafta olmuştu. Atacakları her yalanı çocuklar kolayca anlardı. Afişlerde yazanları okumaya çalıştım, çok küçük yazılmıştılar. Yazı stili hem italikti hem de kargacık burgacıktı. 

Yaklaştım, okumayı başarmıştım. "Birinci olan kazansın yazıyor. Aman ne hoş..." diye fısıldamıştım. 

Amaçları ne katili bulmamızdı ne de katilin bizi öldürmesiydi. Birinciyi istiyorlardı, en iyi olanı alacaklardı. Bazı ülkelerin elçilerini de ayırt edebilmiştim, açık artırma yapacaklardı. Kim daha yüksek verirse hayatta kalanı alacaktı. Hepimiz oldukça değerli çocuklardık, iyi birer koruma sağlayabilirdik. Düşününce sisteme itaat etmeyen herkes ölmüştü, kalanların kurallara uyacağından emindiler. Başından beridir her oyunumuzu alıcılara göstermiştiler. 

Sırf itaat etmediğim, herkese yardım ettiğim için beni de defalarca kez öldürmek istemiştiler. Kanada'daki görev tamamen benim ölmem içindi, hastalığımı biliyorlardı. Listede direkt olarak hastalıklı kız olarak yer almıştım, yaptıkları doğal seçilim olarak düşünülebilirdi. Güçlü olan, etrafa uyum sağlayan hayatta kalıyordu. Refleksle ellerime baktım, titriyorlardı. Direniyordum, boğazım ağrıyordu, yutkunamıyordum. Gücüm tükenmek üzereydi. 

Ses sistemiyle birkaç kez daha uğraştım, olmuyordu. Sanırım televizyondan canlı yayın yapıyorlardı veya poposunu kaldırıp toplantıya katılmaya dahi tenezzül edemeyen başka kişilere bizleri sunuyorlardı. Gitgide ümidim azalıyordu. Aynı odayı çeken diğer kameraları da inceledim, daha fazla bilgi toplayamıyordum. Ellimden gelen buydu, ses sistemine ihtiyacım vardı. Burada rahat olsam da dışarıda birileri ölüyordu, zamanım gitgide azalıyordu. Sıra bana da gelecekti.

Hiç silah sesi de duymamıştım. Kuzey'in hâlâ bir mermisi, iki saçması olmalıydı. Kalan üç kişiye yeterdi, birini de kendi elleriyle boğarak öldürebilirlerdi. Kemerime takılı olan diğer bıçağı da masanın üstüne koydum. Silah karşısında bıçak ne  işe yarardı ki? Asansörün olduğu kamerayı kontrol ettim, gitmişlerdi. Aslında... Sıla ile düşman olan bendim. Yani Kuzey onu da kandırmış olabilirdi, belki de katile yardım eden kişi ummadığım  biriydi. 

Kilitli alanların son kalan kısımlarını da geçtiğimde saniyelik olarak birinin bacaklarını gördüğüme yemin edebilirdim. Ekranda ceza odası açıktı, odanın kapısı da açıktı ama içeride ışık yanmıyordu. Sadece koridordan içeri giren ışık sayesinde görebilmiştim, hızla yok olmuştu. Tam olarak anlatmam gerekirse sanki bacaklarını biri yerde sürüklemişti. Bağcıkları açılmış botlar kulenin öğrencilere düşük miktarda sattıklarındandı. Savaş'ı bulmuş olabilirdim, onun tarzına uyuyordu. 

Neden ceza odasındaydı? Asla kurallara uymayacak davranışlar sergilemezdi, yani yanında ben olmadığım sürece sergilememişti. Birlikte yaptığımız yaramazlıklar olmuştu, ikimiz de bunu çok severdik. Eğer feci halde yaralanmamışsa katile karşı koyardı. Öldürülmüş olma ihtimali çok yüksekti, işte şu an feci halde kalbim acımıştı. Sandalyede oturmuyor olsaydım yere yığılmıştım. Ne yapacaktım? Yardım etmek için gitmeli miydim?

Gücüm yerinde olsaydı hiç düşünmeden koşuştururdum fakat adımımı dahi zar zor atıyordum. Kuzey normal insanlardan daha güçlüydü, karşı koyamazdım. Bu durumdayken küçük bir çocuk dahi beni devirebilirdi. Acaba odasındaki silahı almış mıydı? Almamışsa dahi kasayı kilitlediğini tahmin etmek zor olmamıştı. Bıçağımı savuramayacak kadar güçsüzken nasıl savaşabilirdim ki? Beni vurmasına izin vermeseydim arkadaşımı kurtarabilirdim. 

"Pekala pisicik elimizde iki seçenek kalıyor." Neler olduğunu merak edercesine miyavlamıştı. "Güzel, aynı takımda olduğumuzu biliyordum." 

Ya bu oda da kalıp ölmeyi bekleyeceğim ya da dışarı çıkıp önce odama gidecek, kemiklerimi alacaktım. Kemiklerimi alırsam hayatta kalma şansım yüksekti (tabii Kuzey'in özel gücü beni durdurmaya yetmezse). Doğruca önüme gelene saldırtabilirdim, üstelik canavarlarım kamera görevi görüyordu. Onlar nereleri görüyorsa ben de aynılarını hissediyordum, ayrıca bilgi taşıyabilirlerdi de. İşim kolay olmayacaktı, kolay zaferler anlamsız başarılardı. Şimdiden yeni kırıklara, kesiklere hazırlanıyordum. 

Kediye uzandığım esnada da biri kapıyı yumruklamıştı. Aniden tüm dikkatim o yöne dönmüş, şaşkınlıkla küfür etmiştim. Hayır, yerimi anlamış olamazlardı. İnanamıyordum, ilk vuruştan sonra ses sona ermişti. Kapının kolunu indirmeye çalışıyor, sandalye yüzünden yapamıyordu. Dışarıdaki her kimse kapıyı açmam için ağzına gelen tüm kaba lafları söylüyordu. Yeniden kapıyı yumruklamaya başladığında atağa geçmem gerektiğini fark etmiştim, kapı uzun süre dayanmazdı. 


Final'e son bir bölüm kaldı.

Bölümü okurken neler hisettiniz?


Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top