Illegal
Ümit verici sözlerinin ardından bir süre daha yanımda durmuş fakat masasının tarafından değişik bir sesin gelmesiyle ayağa kalkmıştı. Duyduğum ses merakımı çekmişti. Kulak tırmalayan bir sesti. Acil durumlarda çalınan sirenleri anımsatıyordu. Adımlarını ahşap masaya yönlendirirken – bu sırada yumuşak kuyruğuna bakabilme şansı elde edebilmiştim – ben de kafamı hafifçe önce uzatarak ortamda neler döndüğünü anlamaya çalışmıştım. Bu konuda pek başarılı olduğum söylenemezdi ama en azından deniyordum.
Masanın arkasındaki sandalyeye ulaştığında bir yere dokundu ve ses kesildi. Ses kesildikten sadece birkaç saniye sonra masanın üzerinde hologram bir bilgisayar ekranı belirdi. Ekranın arka kısmında kaldığım için her şeyi tersten görüyordum fakat düzden görsem de bir şeyler anlayabileceğimi sanmıyordum. Ekrandaki yazılar değişik şekillerde çubuklar halindeydi. 'Herhalde alfabeleri bu,' diye düşündüm.
Kim Taehyung – adını çok sevmiştim, durmadan söyleme isteği uyandırıyordu bende – havada asılı duran ekranda her iki eliyle de bir yerlere dokunuyor, bazen bir şeyleri büyütüp bazen de kenara iterek o anda ekranda ne yapıyorsa onunla uğraşıyordu.
Arkada kaldığım için hiçbir şey göremiyordum ve bu da merakımı körüklüyordu. En sonunda merakıma yenik düşerek sessizce kalktım oturduğum yerden. Masaya yaklaşırken adımlarım yavaştı, ses çıkarıp da bu sarı gözlü oğlanın dikkatini dağıtmak istemiyordum. Ayrıca şu anda gizli ve izinsiz bir şekilde işini izlemeye çalışıyordum. Eminim ki bunu fark etse fena kızardı. Daha yeni yardım elini elde etmişken onu kızdırıp da kendimden uzaklaştırmak istemiyordum. Sonuçta, ne olursa olsun, ona ihtiyacım vardı. Buran çıkış biletimdi.
'Altın bilet' im.
Masanın yanına geldiğimde hafifçe kafamı öne ittim ve ekranda yazanları görmeye çalıştım. İçeriye yansıyan ışıktan dolayı ekrandaki hiçbir şeyi görememiştim. Bu sebeple biraz daha yaklaştırdım bedenimi. Şimdi vücudum masaya dokunur, başım da ekranı görebilmek için öne eğik halde duruyordu. Hologram şeklindeki haberleri görebiliyordum. Haberin alt kısmında bir yazı yazıyordu fakat dediğim gibi, alfabeleri birkaç çubuktan oluştuğu için hiçbir şey anlamıyordum. Bir süre köşede gözüken haberleri izledim. Sunucu mor tenliydi, bir de alnının ortasında damla şeklinde, kırmızı kırmızı parlayan bir taş vardı. Garip bir şekilde ne konuştuğunu anlayabiliyordum. Nasıl anlayabilirdim ki? Kyuuwa dili bilmediğim kesindi. Peki ya onlar mı Korece biliyordu? Saçmalama Hoseok. Dil konusundaki değişik deneyimimin bir açıklaması olmalıydı. Bu kafamı kurcalayan sorulara bir cevap bulabilmek için bakışlarımı Taehyung'a çevirdim.
Tam da o an, gözlerinin üzerimde olduğunu fark ettim. Güzelim esmer yüzü yine yakınımdaydı. Sağ tarafında kaldığım için yanağından kulağına kadar ulaşan değişik dövmesini görebiliyordum. Bakışlarımı gözlerine çevirdim. Kaşları kalkık bir şekilde bakıyordu yüzüme. Bir an neden böyle baktığını anlamadım. Fakat nerede durduğumu ve neyle uğraştığımı hatırlayınca hızlıca geri çekildim. İzinsizce yapmaya çalıştığım bu dikizleme işinde suçüstü yakalanmanın verdiği utancı yaşıyordum.
Kafam hafifçe öne eğikti. Tepkisini görebilmek için siyah tutamlarımın arasından ona çevirdim bakışlarımı. Gözleri hala üzerimdeydi, odağını yüzümden hiç ayırmamış gibi duruyordu. Ne diyeceğimi bilemeyerek durdum orada. Gözlerimi etrafta gezdiriyordum fakat birkaç saniyede bir ondan yana bakıyordum. Elimde değildi!
Şu an ortama sahip çıkan gergin havayı bozmalıydım. Ama ne diyebileceğimi de tam olarak bilemiyordum. Sırf bir şeyler söylemiş olmak için ağzımı açtım.
"E, selam?"
Tamam, pekâlâ, söylenecek en iyi şey kesinlikle bu değildi.
Ah, kimi kandırıyorum ki, söylenecek en son şey bile değildi bu. Hem dikizliyordum hem de abuk sabuk şeyler söylüyordum. Aptal kafam!
Fakat Taehyung'un – ona içimden böyle seslensem bir sıkıntı olmazdı herhalde – yüzünde yeşeren ufacık bir tebessüm görmüştüm. Dudaklarının kenarları hafif bir şekilde yukarı kalkmıştı. Yüzüne dikkatlice bakmıyor olsaydım bir hayal ürünü olduğunu düşünebilirdim. Ama hayır! Oradaydı işte, görmüştüm. O küçücük tebessümün vermiş olduğu cesaretle masaya biraz yaklaşıp elimi ahşap zeminin üzerine yerleştirdim. Kafam minik bir açıyla sola eğikti. Kendimce, özür dileme pozisyonuna geçmiştim.
"İzinsiz baktığım için üzgünüm fakat merakıma yenik düştüm. Lütfen beni mazur gör."
Tam olarak gözlerinin içine bakıyordum. Parlak sarıları değişik pırıltılara ev sahipliği yapıyordu. Kafasını sağa sola hafifçe sallayıp sorun olmadığını belirtti. Başka bir harekette bulunmadan bakışlarını ekrana, yaptığı işe çevirdi.
O öyle bir şeylerle uğraşırken ben de biraz etrafa bakmaya karar verdim. Odaya girdiğim andan itibaren bakışlarım hiç sağda solda gezmemişti. Kafam o kadar doluydu ki etraftaki değişik nesneleri bile fark etmemiştim.
Odanın tasarımı tam olarak şu şekildeydi: Büyük süslü kapıdan içeri girildiğinde yine büyük ve kapıya oranla daha az süslü bir oda bizi karşılıyordu. Kapının sol tarafında bacaklarım iflas ettiği için bedenimi bırakmak zorunda kaldığım kahverengi koltuk yer alıyordu. Çok bir süsü yoktu fakat deriydi ve fazlasıyla pahalı gözüküyordu. Koltuğun önünde minik bir sehpa vardı. Şekli bir değişikti, havada duruyormuş gibi gözüküyordu. Belki de bacaklarında aynalı paneller vardır, kim bilir. Odanın sol tarafı büyük bir harita kaplı duvar olmakla birlikte, sağ tarafı tamamen cam ile kaplıydı. Camın önünde çeşitli bitkiler yer alıyordu – sizi temin edebilirim ki hiçbiri normal bir bitki gibi gözükmüyor. Değişiklerdi fakat aynı zamanda güzellerdi de. Ahşap, büyük masa camın yanındaydı. Az önce elimi yüzeyinde gezdirdiğim için özel bir parça olduğunu söyleyebilirdim. Tamamen el işçiliğiyle yapılmış gibi duruyordu. Masanın arkasındaki duvar ise boydan boya kitaplarla kaplıydı. Odanın tavanı yüksekti, gerçekten öyleydi. Bu sebeple kitaplık gereğinden fazla uzundu. Öyle ki, yukarıdaki kitaplara yetişebilmek için kaymalı düzeneğe sahip bir merdiven bile koyulmuştu.
Kitaplar fazlasıyla dikkatimi çekmişti, bir anda okuma isteği ile dolmuştum. Fakat bu istek kısa sürede sönüp gitti çünkü büyük ihtimalle kitapların hepsinde bu milletin alfabesi kullanılıyordu. Yani istesem de okuyamazdım.
Kitaplar hakkındaki hayallerim suya düştüğünde camdan dışarı bakmak için adımlarımı sol tarafa yönelttim. Etrafa hafif bir göz attığım an 'Vay be,' dedim.
'Bina cidden yüksekmiş.'
Kaçıncı katta olduğumuzu bilmiyordum. Evet, evet, gelirken o çakal kafalı adamlardan biri söylemişti ama aklımda mı kaldı sanki!
Sanki şehre bulutların üzerinden bakıyormuşum gibi hissettim bir an. Aşağıdaki kyuuwalar – adlarını öğrendiğim için artık onlara böyle seslenmem gerekirdi – birer karıncadan farksız görünüyordu. Tabii bazılarının o garip renkleri ve şekilleri ta bu yükseklikten bile kendini belli ediyordu, o ayrı. Ben etraftaki yüksek binalara bakadururken tam önümden bir araba, uçan araba, hızlıca geçti. Bu ani hareket karşısında elimde olmadan birkaç adım geriye sendeledim. Buranın trafik kuralları falan yok muydu? Neredeydi trafik polisi?!
Sinirle cama yaklaşırken az önce gözden kaçırdığım bir ayrıntıyı gördüm. Havada titreşen dalgalar vardı ve arabalar bu dalgaların arasında ilerliyordu. Gerçekten değişik şeyler vardı. Elbette kendi dünyamda da bunlara benzer buluşlar vardı fakat buradakiler çok daha başkaydı.
Bir süre camın önünde durup önümde akıp giden şehri izledim. Belli bir alan boyunca yüksek binalardan başka bir şey yoktu. Fakat bir yerden sonra ağaçlık alanlar başlıyordu. Tarlaları görür gibi oldum uzaktan.
Ne kadar süre etrafı inceledim bilmiyorum ama omzumda hissettiğim ufak bir dokunuşla odağımı şehirden çekip arkamda yer alan adama çevirdim.
"Burada işim bitti, eve dönüyorum. Gidecek başka bir yerin olmadığı için sen de benimle geliyorsun."
Eh, söylediği şey gayet mantıklıydı. Ondan başka tanıdığım yoktu. Evet, onu da tanıdığım söylenemezdi ama en azından biraz zaman geçirmiştik. Gidecek başka yerim de olmadığı için tıpış tıpış takip ettim adımlarını.
Odadan çıkıp asansöre ilerlerken ortam bayağı sessizdi. Asansöre bindikten sonra hiçbir kat numarası söylemeden bana döndü.
"Bak Jung Hoseok, burada kaldığın süre boyunca benim sözlerimden çıkmaman lazım. Ayrıca uyman gereken birkaç kural var."
İşaret parmağını kaldırarak "Kural bir, kimseye görünmemen gerek. Yasal olarak senin burada olman kurallara aykırı. Seni gördükleri yerde içeri alırlar ve ondan sonra sana neler yaparlar bilemiyorum," dedi.
İşaret parmağının yanına orta parmağını da ekledi. "İki, benim dışımda kimseyle konuşmamalısın. Biriyle konuşmaya kalkar da kendini yakalatırsan sadece senin başın değil, benim de başım belaya girer. Burada bulunduğunu ihbar etmeyip bir de üstüne seni kendi himayem altında tuttuğumu duysalar vatana ihanetten dolayı senden önce beni öldürürler."
Tek elini saçından geçirdi, önüne gelen siyah tutamları geriye attı. "Eğer ikimizin de ölmesini istemiyorsan bu dediklerime harfiyen uymalısın."
Asansöre '0. Kat' komutunu verdikten sonra aklına son bir şey gelmişçesine hemen benden yana döndü. İşaret parmağını tehditkâr bir şekilde bana doğru tutuyordu.
"Ayrıca ben nereye gidersem oraya geleceksin. Seni hiçbir yerde, ne evimde ne de merkezdeki binamda, tek bırakamam. Üzgünüm ama sana o kadar da güvenmiyorum. Zaten yalnız başına kaldığında, yanında ben yokken birileri evime ya da odama gelirse durum çok kötü olur."
Ağzımı açıp da tek kelime edemedim. Sadece anladığımı belirten bir şekilde kafamı salladım. Eh, her bir sözcüğünde haklıydı. Peki, sabah gözümü burada açtığımda beni merkeze getiren kişiler ne olacaktı? Beni görmüşlerdi, insan olduğumu bilmiyorlardı belki ama onlara göre değişiktim. Belki de bu yüzden bir duyuruda bulunmuştular bile, nasıl bilebilirdim ki?
Sorularıma bir cevap alabilmek için Taehyung'a baktım fakat kafası birçok şeyle doluymuş gibi dümdüz bir şekilde önüne bakıyordu. Dikkatini çekebilmek adına kolunu dürttüm. Sarı harelerini anında bana döndürdü. Boğazımı temizledikten sonra söze girdim.
"Burada olmamın yasal olmadığını söyledin. Ama bu sabah gözlerimi sokakta açtığımda tepemde dikilen bir sürü insan-"
Tek kaşını kaldırarak baktı.
"-pardon, kyuuwa vardı. Üzgünüm, ağız alışkanlığı. Her neyse, ne diyordum?"
Resmen bıkmış gözlerle izliyordu beni.
"Hah, kyuuwalar. Beni gördüler, hatta beni buraya getirenler de onlardı, en azından birkaçı. Gördükleri an hakkımda 'Bu değişik şey de ne?' diye konuştular. Sence hakkımda bir ihbarda bulunurlar mı?"
Dediğim şeyleri bir süre düşündü. Bir çıkış yolu bulmaya çalışıyor gibiydi. En sonunda, güven verici bir sesle "Sen dert etme, o işi bana bırak," dedi.
O sırada asansör kata geldiğimizi belirten bir ses çıkardı. Kapılar, sabah sürüklenerek geçtiğim girişe açıldı. Etrafta çok fazla kişi yoktu fakat öğrendiğim bilgilerden sonra bu kadar kişinin varlığı bile beni tedirgin etti.
Taehyung bir kolunu omzuma sarıp asansörden çıkmama yardım etti. "Gerilme," diye fısıldadı kulağıma.
Sen böyle yakınımda durup da kulağıma fısıldarken nasıl gerilmeyeyim be adam!
"Başını eğ, kimseyle göz teması kurmamaya çalış. Buradan çıktıktan sonra direkt arabaya bineceğiz o yüzden sorun olmayacak."
Sözleri biraz da olsa endişelerime su serptiğinde kafamı sallayıp dediğini yaparak başımı öne eğdim.
Omuzlarıma sarılı kolları eşliğinde dikkat çekmeden binadan dışarı çıktığımızda rahat bir nefes aldım. Taehyung beni hemen önümüzde duran aracına bindirdiğinde gerginliğimin yarısı kaybolmuştu bile.
Kendisi de sürücü koltuğuna bindiğinde yine sabahki gibi emniyet kemerleri kendiliğinden kapanmıştı. Fakat bu sefer o kadar da şaşırmadım.
"Nereye gidiyoruz?" diye sordum.
Gaz pedalına basmadan önce hemen yan koltukta oturan bana baktı. Araba yükselip hızlandığında koltuğuma yaslandım.
"Açlığımızı gidermeye."
***
bahsi geçen alfabe medyada bulunmaktadır.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top