İntikam Ateşi -7-
Merhabalar!
Medya, Ahmet Kaya İçimde Ölen Biri Var
Nasılsınız?
Yeni ve harareti yüksek bir bölümle biz geldik.
Lütfen oy verip yorum yapmayı unutmayın.
Keyifli okumalar;,)
Bölüm.7. İntikam Ateşi
Bazen doğal akışa ne kadar müdahale ederseniz edin olacakların önüne maalesef geçemezsiniz. Çünkü intikamın ateşi içten yanmalı magma tabakası gibidir. İnsan kalbinin en derinlerine yerleşir ve sinsi bir uykuya yatarak zamanını gözler. İçten yanmalı bu ateşi söndürmeye hiç kimsenin gücü yetmez. Mutlak bir yolunu bulur ve intikamını alır...
"Yangın var!!!" tiz bir çığlık ve alevlere teslim olan pamuk yığını.
Hınzır bir yangın yeri göğü sarı kırmızı renge boyamıştı. Kızıl alevlerin yutmaya hazırlandığı geceye ikinci bir keşmekeş ev sahipliği yapıyordu. İnsanlar panik halinde sağa sola koşuşturuyor yanan pamuk yığınından sıçrayan ateş topları, havai fişek gibi patlayarak semada minik yıldızlar oluşturuyordu. Kimileri için bu, görsel bir şölene dönüşürken kimileri için yokluğa davetti. Büyük bir homurtuyla yanan ateşin yalımı Ferhat'ın yüzüne vurdukça sıcaklığın sarmalında soğuyordu ruhu.
Ömer Çavuş, güya çıkacak bir yangını önlemek amacıyla Ferhat'ı tek kişilik çadırına göndermişti. Fakat asıl yangın insanın kalbindeyse işte o yangını söndürmeye hiç kimsenin gücü yetmez. Gücü yetmediği gibi kalp atışındaki her kasılış zaten yanmakta olan ateşi körükler. Her nefes ateşin hararetini şiddetlendirirken; bir fiskelik dokunuşa, çıtkırıldım bir çöpün ucuna bulanan bileşimin aynı bileşime sürtünmesine bakar. Üstelik intikam hırsıyla bilenen ateşin hükmü kılıç kadar keskin, insan ruhunda açtığı yaralar ise derin çiziklerden oluşur.
Namertte boyun eğmek istemeyen Ferhat'ın yapmak istediği de tam olarak buydu; Musa'ya ağır bir kayıp vermek ve hayat dolu iki gencin ruhlarında açtığı oyuktan daha derin oyuklar açmak. Önce Musa'nın çadırını yakıp ondan temelli kurtulmak istemişti ama o çadırın içinde başkaları da vardı. Tam bir kıyım yapmak üzereyken babası gelip uçurumun kenarından almıştı onu. Öfkeyle hareket etmiş sağlıklı düşünememişti lakin hala aynı duygular içindeydi. Musa'ya bir şeklide erişmek ve ümüğünü kendi elleriyle sıkmak istiyordu.
Peki, ama kendi çadırının içinde tutsak kaldıkça Musa'ya nasıl zarar verecekti? Bir yolunu bulmalı ona en ağır cezayı vermeliydi. Her şey iyi güzeldi de zaman ilerliyor ve bu Ferhat'ın aleyhine işliyordu. Eğer şimdi olmazsa başka bir zaman ona zarar verme imkânını bulamayabilirdi. Belki de sabah olunca insanlar hep birlik olur Musa'yı bu topraklardan sürerdi. Onun bir cüzamlı gibi bu topraklardan sürülmesini ne kadar çok isterdi. Acilen bir çözüm bulmalıydı ama nasıl? Kafası bu kadar karışıkken ve zaman kendi aleyhine işlerken düşünemiyordu...
Üç adımlık çadırın içinde ileri geri yürürken tıkanıp kalmıştı amma velakin işini şansa bırakmak istemiyordu. Ne olursa olsun gün ağarmadan ve intikamını harlayan ateş küllenmeden eylemini gerçekleştirmeliydi. Neden düşünmesi gerekiyordu ki; küçük bir çakı işini görürdü. Çadırın ön tarafında babası nöbet tutuyordu. Babasının uyuyup uyumadığını kontrol etmek amacıyla başını usulca kapı aralığından uzattı. Uykunun esareti altındaydı göz kapakları ama inadına kapanmıyordu. Madem babası hala uyumamıştı o zaman ikinci planını yürürlüğe koymanın zamanı gelmişti ve yapması gereken belliydi.
İnsan bedeninin kolaylıkla sığabileceği büyüklükte çakıyla keserek bir yırtık açtı. Babası ön tarafta olduğu için kendisi yırtığı çadırın arka tarafından açmıştı. Kararlı ve sessiz adımlar artarken parmakları arasında tutuğu dikdörtgen kutuyu sıktıkça sıkıyordu. Yaptığının büyük bir suç olduğunu biliyordu ama hırsı eylemine ayna tutuyordu. Hem ortada bir suç varsa o suçun cezası da olmalıydı. Hiç kimsenin yaptığı yanına kâr kalmamalıydı.
Çünkü biliyordu çok geçmeden Musa, elini kolunu sallaya sallaya ortalıkta boy gösterecekti. Mantık buydu; kol kırılır yen içinde kalır. Mesele aile meselesine dönüşecek ve olay hasır-altı edilecekti. Onun içindi suçlunun bir şekilde cezasını çekmesini istemesi. Fakat yaptığı eylem büyük yıkımlara neden olabilir bir yangın bütün ovayı yakıp kül edebilirdi. İblisin oğlu şimdi mantıktan uzak kendi içinde iç hesaplaşma yaşayan gencecik bir insanı eyleme zorluyordu. Sormuyor. Sorgulatmıyordu.
Minik bir ateş topu Ferhat'ın sonunu hazırlıyordu ve bundan hiç kimsenin haberi yoktu. Belki de bir daha bu topraklara ayak basmayacaktı. Ya da firari bir suçlu gibi her yerde aranacak ve kaçak göçek yaşamak zorunda kalacaktı. Belki de tahsil hayatı yarıda kalacak o çok istediği hukuk fakültesini hiçbir zaman okuyamayacaktı. Bir hiç gibi yaşamaktansa ölmeyi yeğlerdi insanoğlu ve kendi elleriyle kendini ateşe atabilirdi.
Ferhat, büyük bir zevkle Musa'nın pamuk yığınına bir dal kibrit çöpünü yakıp attı ve belli bir uzaklığa geçip seyretmeye başladı. Pamuk yığını önce içten içten yanmaya başladı sonra dakikalara içinde alevler göğün göğsünü yarıp fezaya ulaştı. Yangın kısa sürede Musa'nın pamuk yığının yalayıp yutmuştu ama çadırlara ve diğer pamuk yığınlarına sıçraması an meselesiydi. Çünkü küçücük bir kıvılcım devleşerek büyümüştü. Ferhat kendi yaktığı ateşi seyrederken kıpırtısızdı. Bakışları donuk hisleri ruhsuzdu. Her şeyi görüyordu ama kılını bile kıpırdatmıyordu.
Ömer Çavuş, yangını görmüş görür görmez de "Yangın var!" diye basmıştı çığlığı. Tabii ilk aklına gelen Ferhat olmuştu. Hisleri tahminden öteye geçmişti çünkü yangını çıkaranın kim olduğunu kesinlikle biliyordu. İnsanlar ne olduğunu anlayamadan sersem sepelek çıkıyordu çadırlarından. Ömer Çavuş, bir yandan insanları yönlendirirken diğer yandan da oğlunu arıyordu. Kimse fark etmeden onu bulmalıydı yoksa oğlunu herkes birlik olup ipe çekerlerdi.
Kızıl alevin alazı suratına vuruyor aldığı keyif ruhunu ısıtıyordu. "Ferhat!" sesiyle varlığı zelzeleye tutulmuş gibi ileri geri sarsıldı. Boş bakışlar sesin geldiği yöne evrildi. "Oğlum, ne yaptın sen?" Babasına cevap vermek yerine yoğun bir şekilde duman yuttuğu için öksürmeye başladı.
"Oğlum çabuk uzaklaş buradan. Yoksa!" derken çevresine bakındı "yoksa senin yaktığını herkes anlayacak." Babasının uyarısıyla geri geri adımlamaya başladı. Yeterince uzaklaştığını anladığında duraksadı. Yüzüne sinsi bir gülüş oturdu ve ruhunun yükünden arındığını hissetti. Sanki sırtından ağır bir yük kalkmıştı ve manen rahatlamıştı.
Bağrış çağrış sesleri arasında insandan bir zincir oluşturulmuş kovalar elden ele taşınarak yangını söndürme telaşına düşmüşlerdi. Tutundukları ve şükür ettikleri tek olgu, su kanalını çadırlara yakın olmasıydı. Yangın diğer pamuk yığınlarına sıçramadan söndürülmüştü ama Musa'nın bir yıllık emeği yanarak kül olmuştu.
Yangın sönmüştü söndürülmesine ama asıl hoyratlık şimdi başlıyordu. Yangını kim çıkarmıştı? Tarihte böyle bir yangın görülüp işitilmiş bir şey değildi. İnsanların bir suçlu aramaması için ahmak olması lazımdı çünkü suç belli suçlu belliydi.
Ayşe, ilk etapta bir yıllık emeğini kurtarma derdine düşmüş lakin başarılı olamamıştı. Bir yıllık emek ve onun getirisi olan hasılat gözlerinin önünde ıslak küle dönmüştü. On dönümlük tarladan aldıkları mahsul tek geçim kaynaklarıydı başka da bir şeyleri yoktu. Beş çocuklu Ayşe, akşamüstü yaşanan hadiseyi henüz içselleştiremezken şimdi ikinci hadise patlak vermişti. Her kafadan bir ses çıkıyordu. Kimi yangının çadırlara sıçramadan söndüğü için şükrederken kimi kendi emeğinin yanmamasına içten içten seviniyordu. İnsan sesinden oluşan uğultu kulaklarında dehşet bir çınlamaya sebep olmuştu, hararetle ayağa fırladı Ayşe...
"Siz yaktınız, benim bir yıllık emeğimi siz yaktınız!" Onun gözünden bakınca gerçekleşen hadiseye suçlu ayan beyan ortaydı; kayını Mehmet. Kocasını herkesin önünde öldürmek istemişti, bunu başaramayınca da kendilerini açlığa mahkûm etmek için pamuklarını yakmıştı. Kendi kardeşine acımayarak öldürmek isteyen biri aç kalarak sefillik çekmelerine üzülür müydü heç? Üzülmezdi elbette...
Ayşe, ayağa kalkar kalkmaz Mehmet'i suçlamış ve kendi çadırlarına koşmuştu. Çadırdan çıktığında ise şahbaz parmakları arasında tuttuğu metal başlıklı plastik bir çakmak vardı. "Siz benim rızkımı yaktınız ben de sizin rızkınızı yakacağım!" Sesi gibi elleri de titriyordu. Ezbere bildiği yere doğru koşar adımlarla yürümeye başladı. Öyle güçlü adımlar atıyordu ki, şeytana uşaklık ettiği ve gücünü onun vesvesesinden aldığı belliydi.
Hepi topu yirmi otuz kişilik bir gruptular... Gün boyu çalışıp bir nebze dinlenebilmek için akşamın olması iple çekmişlerdi. Fakat daha işe paydos saatti gelmeden "Mülayim" ailesiyle uğraşmak zorunda kalmışlardı. Şimdiyse yorgun bacakları Ayşe'nin peşinden koşuyordu. "Ayşe bacı, olan olmuş etme eyleme!" Engel olmak istemeler, yalvarıp yakarmalar kadına, fayda etmiyordu. Eşinin çıngar çıkardığı yetmiyormuş gibi Musa'da kendi yaptığını unutmuş malının derdine düşmüştü. "Yak Ayşe, kimseyi dinleme yak!"
İnsanlar etten duvar olmuş Mehmet'in çadırının ve pamuk yığınının etrafını korumaya çalışıyordu ama nafile kadının, öfkesi dinmek biliyordu. "Yakarım da yakarım," diyor başka da bir şey demiyordu. Tamam, Mehmet akşamüstü bir niyet etmiş kardeşini öldürmek istemişti fakat insanlar bu niyetine engel olmuşlardı. Gece geç saatlere kadar Ömer Çavuşla hâlleştikleri için öldürme fikrinden caymıştı. Cidden Musa'nın mahsulünü kimin yaktığını bilmiyordu ama içten içe de sevinmişti. Belki kızına yaptığının diyeti bu değildi ama en azından yıl boyu sefillik çekerken ne yaptığını hatırlatırdı. "Ayşe!" diye yaralı bir aslan gibi kükrerken tam karşısına geçti. "İster inan ister inanma ama ben, yakmadım. Şimdi çekil oradan beni katil etme!"
Musa, saatler önce Ayşe'nin eteğinin altına saklanmayı tercih ederken şimdi yürek yemiş gibi ağabeyinin karşısına geçmişti. Yüzü gözü is pas içinde, sağ gözü balon gibi şiştiği için korkunç bir canavarı andırıyor, konuşmak isterken patlak dudağından ötürü ağzından salyalar sıçratıyordu. "Siz yakmadınız da kim yaktı? Sen değil miydin beni öldürmek isteyen?"
Mehmet, koca bir adım atarak Musa'ya bir adımlık mesafe kala durdu. Sağ elini açabildiği kadar büyük açıp okkalı bir tokadı Musa'nın yüzüne indirirken, "Keşke oracıkta öldürseydim seni." dedi.
Musa yediği tokadın şiddetiyle geriye doğru sendeledi fakat yere düşmekten kıl payı kurtulmuştu. Ayakta durmakta zorluk çekerken eli anında önceden açılmış dudağına gitti. İkinci kez patlayan dudağından akan sıvı oval çenesinin bitim yerinden damlayarak iman tahtasına düşüyordu. Kendi canı yanınca yaptığı rezilliği unutarak bir de utanmadan ağabeyinin karşısına dikilmişti. Sanırım hem suçlu hem güçlü tarifi tam olarak Musa'ya uyuyordu.
Ayşe, sorgusuz sualsiz eşini sahiplenirken; hayatla tek başına mücadele edememenin korkusunu mu yaşıyordu, yoksa ikinci kez eşini kaybetmenin korkusunu mu yaşıyordu? Bilinmez...
Bilinmez bilinmesine lakin kocasını herkese karşı cansiparane korumaya çalıştığına göre yaşanmışlıkların ve geçmişin bunda büyük rolü vardı... Ayşe, kocasını ikinci tokadın olasılığından korumak için kolundan tuttuğu gibi arkasına attı. Şimdi kendisinden yaşça büyük olan kayını Mehmet'in burunun dibine girecek kadar yakın mesafedeydi. "Madem sen yakmadın bu çakmak her yeri yakmadan önce benim malıma kim zarar verdi, söyle o zaman."
"Bir suçlu mu arıyorsun? Arkana dönüp bakman yeter. Her şeyin müsebbibi senin namussuz kocan!" Sözlerin sahibi Dudu idi. Oysa Mehmet ve Dudu herkesle birlikte yangını söndürmek için uğraş vermişlerdi. Çünkü yangının büyüyüp herkesin emeğini yok edeceğinin bilincinde insanlardı. Dudu öne doğru bir adım atarak, "Bak!" derken kapkara ise bulanmış ellerini gösterdi. "Ben yaksaydım eğer kendi yaktığım ateşi söndürmek istemezdim."
"Ben sizin yapmadığınızı nereden bileceğim? Hiçbirinizin pamuğu yanmazken bir tek benim malım yandı!" Sabit fikirli Ayşe'ye ne deseler inanmıyordu. Bu kez diklenen Mehmet, oldu. İşaret parmağını öne arkaya sallarken yüzüne olanca ciddiyetini takınmış gözleri ateşlenmiş bir fitil gibi kıvılcımlar saçıyordu. "Eğer o çakmak çakılırsa emin ol, o çakmağı çakan elleri kırarım. Şimdi edepsizlik yapma da yıkıl karşımdan."
İki ailenin dalaşı devam ederken konu komşu da onların yanında yer alıyor ellerinden geldiğince çıkacak olumsuzluğa karşı tedbirli olmaya çalışıyorlardı. Ömer Çavuşun tok sesi karanlığın gizemine ışık tutmak isterken yalanla gerçeği harmanlayarak bir araya getirdi. "Belli ki birileri garez edip yakmış, şimdi ne desek boş. Ayşe bacı, sende yok yere Mehmet'i suçlama. Hem..." dedi kelimeler yumru olum boğazını tıkadı.
"Ömer Çavuş dilinin altındaki baklayı çıkar." Edepsizliği dibine kadar yaşayan Musa'dan başkası değildi. Ona cevap vermek bile ağırına gidiyordu. Silik kişiliğini yok saymakta olmuyordu çünkü sürekli kendini yeniliyordu. İki dudağını birbirine bastırıp sıkarken gözleri kapandı ve içinden sekine'ye sığındı. "Edepsiz, yıkıl karşımdan... Her şeyin sebebi senken bir de kalkmış utanmadan hesap mı soruyorsun? İnsanda birazcık hayâ olur."
Ayşe'nin bakışları önce kocasının yünde gezindi sonra utangaç başını toprağa çevirdi. Onun bakışlarında koyu bir karanlık ve kocaman bir bilinmezlik vardı. Hayâ perdesinin yırtık olduğunu zaten özel yaşamlarından bilirdi. İpe sapa gelmez isteklerinden gına gelmişti ama kocasıdır deyip katlanırdı. Ayşe'nin asıl canını yakan cevap soruların içinde gizliydi. "Ya doğruysa?" Eğer doğruysa işte o zaman bu utançla nasıl yaşanır bilmiyordu. Musa'nın karşısına geçip hesap sormak kolaydı fakat onu asıl korkutan alacağı cevaptı. "Ya doğruysa?" İşte tam da bu yüzden soru sormaya cesaret edemiyor inanmamayı yeğliyordu. Çünkü gerçekle yüzleşmektense bir yalanla yaşamak daha kolaydı.
Kabaklı gözleri birkaç kez kapanıp açıldı. Kendisinin bile aklı ikircik yaşarken yüzüne takındığı maske sahteydi. "Hepiniz birlik olup kocama iftira atıyorsunuz. Şimdiye kadar kocamın ne kötülüğünü gördünüz?" Konu komşuya sorusunu sormuş fakat sorduğu sorunun cevabı bekleme sabrı göstermeden hızını alamayıp adımlarını hızlandırmıştı. Hedefi belliydi Mehmet'in pamuk yığını...
Neredeyse şafak sökmek üzereydi lakin hala olayın nabzı düşmemişti. Bütün bunlar yaşanırken Teslime kendi çadırlarında ve oturur porsiyonda ruhu, karanlığa teslim olmuş ileri geri sallanıyordu. Bir ara babasının suretini görür gibi oldu ama aldırmadı. Herkes kendi nefsinin peşine düşmüş asıl sebep unutulmuştu. Oysa genç kız, dipsiz bir kuyunun karanlığında boğuluyordu. Bir tutam ışık yoktu o kuyunun dibinde. Bir nefeslik hava da yoktu. Işıksız, havasız, renksiz bir dünyanın girdabına doğru son hızla ilerliyordu. Geri dönüşü olmayan yolda ilerlerken özüne kilit vurulmuş gibi ağlamıyordu artık. Gözyaşı tükendiğinden ağlak gözleri sadece biber gibi yanıyordu.
Teslime, kendi iç dünyasıyla hemhalken Ferhat, çadırların kıyına bile yaklaşmıyordu. Oysa ne çok isterdi onun ellerini tutup gözlerine bakmak ve benim kalbim seninle demek. Ferhat, bütün kalbiyle görüşmek istiyordu amma Teslime'nin bundan sonra bir erkeğe güvenmeyeceği su götürmez bir gerçekti. Kendisi onu görmek istese bile bakalım Teslime, görüşmek isteyecek miydi? Maalesef yine gerçekler ve yine gerçeklerle örülü yüksek duvarlar sarıyordu etraflarını...
Zaten Musa'nın yangını çıkaranın kendisi olduğunu anlaması uzun sürmeyecekti. Teslime'nin başına bela olduğu gibi bu kez de kendilerinin başına bela olacaktı. Her şeyden öte bu bir suçtu. Gerçi yangın çıkarmanın suç olduğunu bile bile bu işe kalkışmıştı. Genç bir kızın hayatına damga vuran kişiliksizin yaptığının bedelini bir şekilde ödemesi uğruna böyle bir eyleme başvurmuştu. Yine başa dönseler yine aynı şeyi yapardı lakin sular durulana kadar ortalıkta görünmemesi kendi yaranına olurdu.
Öte yandan Ayşe, taşkınlığına bir yenisini daha eklemek için Mehmet'in pamuk yığının oraya gelmişti. Çakmağı çaktı ateş topunu kin kusmak için hazırladı. "Çek elini yoksa..." Peş peşe ateşlenen tüfeğin uğultusu şafak vaktini kana buladı...
Bölüm bitti...
Ayşe'nin yerinde siz olsaydınız?
Ferhat'ın yerinde olsaydınız?
Mehmet'in yerinde olsaydınız?
Teslime'nin yerinde olmak istemeyeceğiniz malum... Bu soruyu sormamış farz edin.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top