Kızılca Kıyamet - 4-
Bölüm.4. Kızılca Kıyamet.
Medya, Halil Sezai "İsyan"
Merhabalar, efendim.
Yeni bir bölümle biz geldik. Musa'nın kim olduğunu merak ettiğinizi biliyorum. Belki bu bölümde öğrenirsiniz. Gerçi öğrenmeseniz daha iyiydi.
Oy verip yorum yapmayı unutmayın, lütfen...
Bazı insanların varlığı zuldür insana, yok yere başınıza musallat olur göz açtırmazlar. Musa, kendi vuslatına giden yolda Ferhat'ı engel sayarak kedinin fareyle oynadığı gibi oynuyordu. Bu oyun gün geçtikçe Ferhat'a zül olurken Musa için hedefe giden yolda ufak tefek çakıl taşlarıydı. Onun için ayağına takılan çakıl taşlarını kenara itmek çocuk oyuncağıydı, bunu başarıyordu da...
Çünkü Ferhat, kanı bozuk Musa'nın maksadını anlayamayacak kadar toydu. Onun oyununa gelebilecek kadar toy. Ferhat'ın kolay lokma olduğunu biliyor ve ona göre gardını alıyordu Musa. Aslına bakarsanız O'nun tek amacı Teslime'yi yalnız yakalamaktı. Başka da hiçbir şey umurunda değildi. Ferhat'la uğraşıp durmasının asıl sebebi de buydu zaten...
Bir gün öncesine dönecek olursa eğer Ferhat, durduk yere ortadan kaybolmuştu. Bu kayboluşun nedenini merak eden Teslime, bir arayış içine girmiş tam da Ferhat'ı bulup hesap sormak üzereyken Musa, soysuzu karaçalı gibi aralarına girip eylemini gerçekleştirmişti. Ferhat, kendisine verilmek istenen mesajı anlamıştı amma velakin güdük Musa'nın kendisiyle derdi neydi? İşte onu anlayamamıştı. Küçük bir olayı neden bu kadar büyütüyordu? Teslime'den uzak durmasını istemişti uzak duruyordu işte.
Bu adamın işi gücü yok muydu da kendisini takip ediyordu. İçinden küfürler yağdırmaya başlamıştı. "Şerefsiz, harese dikeni gibi sürekli burnumun dibinde bitiyor." Haklıydı... Musa'nın çölde yetişen harese dikeninden farkı yoktu. Kime musallat olsa ruhunu kan revan içinde bırakarak ölüme mahkûm ediyordu.
Şimdi musallat olma sırası Ferhat'mış gibi görünse de asıl hedef Teslime idi. Evet, genç kızın diri vücudu Musa'nın kursağını tıkayan iri bir lokma gibiydi. Aç nefsini cezbeden lokmayı çiğneyip kursağından aşağı yutmak ve midesinde öğütmek için yanıp tutuşuyordu. Şehvetin esiri olmuş zihni gözünü karartıyor sulanmış beyni her türlü pisliğe sahne oluyordu. Nitekim istediğini alacak ve doyumsuz nefsini doyurmak için birilerinin ruhunu karartarak durmaksızın besleyecekti.
Musa, kendi nefsini doyurma peşinde adım adım ilerlerken bundan böyle cümle âlem Teslime'nin katre katre yok oluşunu seyredecekti. Musa, uslanmaz nefsinin kölesi olurken, bundan böyle cümle âlem Teslime'nin sessiz çağlalarını duymazdan gelecekti. Onun sessiz çığlıkları ruhunda kocaman yaralar açacak ve kangren olmuş yaralarına hiç kimse neşter atmayacaktı.
Musa'nın birkaç dakika önce gerçekleştirdiği eylem Teslime'nin kanını dondurmuş yaşadığı şokun etkisinden ayakları mıh gibi toprak zemine çakılı kalmıştı. Ne bir adım ileri ne de bir adım geri gidebiliyordu. Olduğu yerde kalakalmıştı. Bakışlarındaki bariz korku başına gelebileceklerin kaygısındandı. Acaba ikisini birlikte gördüğünü ailesine anlatır mıydı? Şimdiye kadar Musa'nın kimseye acıdığını görmemişti, işine gelmeyeni muhatabının gözüne soka soka anlatır ve bundan büyük haz alırdı. Teslime, yakıcı sıcağın bağrında uyanıktı ama korkulu rüyalar görüyordu. "Teslime!" sesiyle irkildi ve koyu kahve gözlerini sesin geldiği yöne çevirdi.
Göz kapakları bir kereliğine kapanıp açılırken, bakışları birbirine değmişti ama iki yabancı gibiydiler. İkisinin de göz bebeklerine hissizlik hâkimiyet kurmuştu. İkisinin de bakışları soğuk ve ruhsuzdu. Biri sevdiğinin başına iş açtığını düşünürken diğeri ispiyonlanmanın korkusunu yaşıyordu. Bu korkunun pençeleri kalbini yerinden sökecek kadar güçlü kaburga kemiklerini kırıp parçalara ayıracak kadar darbeliydi.
"Teslime, sen git istersen!" Bakışları toprak zemini döverken aralık dudaklarından dökülen kelimeler sadece koruma içgüdüsüyle sarf edilmişti. Elinde değildi genç kızın hatta kalben sevdiği kızın başına işler açtığının farkındaydı. İşler çığırından çıkmak üzereydi ve olacakların önüne geçemeyebilirdi. "Tamam!" derken başını hafif bir açıyla kaldırmış görmemesi gerekeni görmüş sesi soluğu kesilmişti genç kızın, çünkü Ferhat'ın kanı kurumuş patlak dudağını fark etmişti. İçinde tuttuğu nefesini hoyratça dışa üflerken, "Ne oldu sana?"
Boğazını yırtıp kanatan sert bir yutkunuş her şeyin üstünü kalın bir yorganla örtmek ister gibiydi. "Yok, bir şeyim! Sen şimdi git ben sana sonra anlatırım!" Muhtemelen hiçbir şeyi anlatmayacaktı ama şimdi Teslim'inin buradan gitmesi gerekiyordu. Musa, her an gittiği yerden geri dönebilirdi. Tekrar ona yakalanmak istemiyordu. Çünkü burası beş on çadırın bir araya gelerek küçük bir yerleşke oluşturduğu bir alandı. Burada herkes birbirini tanır herkes birbirini sahiplenerek korumak isterdi. Kocaman bir aile gibiydiler, onun içindir ki ahlaksızlığa hiçbir şekilde müsamaha gösterilemezdi.
Ola ki, Musa'nın tabiriyle bunları bir arada fingirdeşirken gördüm derse bu kez babası Ömer Çavuş bile kurtaramazdı kendisini. Teslime, ister istemez söz dinlemek zorunda kalmıştı çünkü Ferhat, haklıydı buradan acilen ayrılması gerekiyordu zaten yeterince gecikmişti. "Görüşürüz!" diyerek geldiği yoldan gerisin geri yürümeye başladı fakat kafası karmakarışıktı.
Ferhat'ın başına ne gelmiş olabilirdi ki? Bu soru zihninde kocaman bir muammaya dönüşürken, asıl mesele tarumar etti benliğini. Meselenin aciliyeti yakıcı sıcağın altında kavrulan çilli yüzünün çillerini daha bi koyulaştırdı. Bıkkınca nefesini yeniledi. Zati benim şansım olsaydı bu topraklarda doğmazdım. Kendi kaderine sitem ederken, serseri adımları arasındaki mesafeyi büyüttü ve anası gillerin yanına yaklaştığını görünce durup soluklandı. Anası giller yengesi ve kuzenleriyle yemeklerini yemiş işlerinin başına geçmişti.
Amik ovasının uçsuz bucaksız topraklarında bir katre bile sayılmayacak kadar küçük on dönümlük parçası kendilerine ait, kendi tarlalarıyla sınır komşusu olan diğer on dönümlük parçası da ortanca yengesi gillere aitti.
Gidişat olması gerektiği gibi selametle ilerliyordu ama havaya bir sinsilik hâkimdi. Amik ovasını ikiye bölen "asi nehri" gibi asi bir his kol geziyordu genç kızın damarlarında. Sinsilik sessizliği boğuyor, yalayıp geçtiği yerleri zehir gibi yakıyordu. Neden durduk yere yüreği sıkışıyor, kalbi küt küt atıyordu? Göz kapakları hafifçe kapanırken güneşi perdeledi ve ruhunu karanlık kuyuya doğru itekledi. "Teslime!" sesiyle irkildi karanlıkta kalmış ruhu.
Kuzeni Zeliş'in sesiydi bu. Teslime' den iki yaş büyüktü ama yaşıt gibi birlikte takılırlardı. Kuzeninin sevecen sesi zihnini esareti altına alan bütün kötülükleri kocaman bir silgiyle sildi ve buna müteakip dudakları belli belirsiz aralanırken gülümsetmişti. Hamarat kuzeni kendisinden yirmi adım kadar uzaktaydı. Sesini duyduğunu belirtmek için el salladı. "Teslime, bana yardım eder misin?" Herkes kendi tarlasının mahsulünü topluyordu ama birbirlerine yardım etmekten de hiç gocunmazlardı. "Tamam, birazdan gelirim," derken içinden kıs kıs güldü. Kızım hangi ara yemeğini yedin de sepetini doldurdun?
Zeliş'e yardım etmeden önce anasının yanına varmak zorundaydı. Kuzeni Zeliş'i şimdilik pas geçerken anası gilin olduğu alana doğru kararlı adımlarla yürümeye başladı. Yürürken ayağına giydiği mavi renk lastik pabuçların altında kalarak ezilen pamuk dallarından çıtırtılı sesler duyuluyordu. Birkaç adım attı birkaç adım daha. Şimdi anasının yamacındaydı. Bir taraftan pamuk kozalarından faslalar avuçlarken diğer taraftan etrafını kolaçan ediyordu çünkü biraz önce Musa'ya yakalanmıştı. Yakalanmanın verdiği tedirginlik bütün benliğini yalayıp yutuyordu.
Bütün olumsuzluğa rağmen küfe büyüklüğündeki sepeti bir solukta doldurdu. "Ana ben sepeti boşaltmaya gidiyorum hem de Zeliş'e yardım edeceğim." Belki kuzeniyle biraz sohbet etmek içine düştüğü karmaşadan sıyrılmasına yarardı.
"Tamam, git ama fazla oyalanma. Ben bilirim sizin yardım işlerinizi. Şimdi gider bir saat çene çalarsınız," derken doğrulmak istedi kadın. Hey gidi eski günler, diye geçirdi içinden ne kadar da çabuk tutuluyordu beli. Eskisi kadar dinç olmadığının kendisi farkındaydı ama kara boğazı doyurmak için çalışmak zorundaydı. Hem çalışıp çalışmamak kendi inisiyatifine kalmış bir şey değildi ki; çalışmaya mecburdu. Mecburiyetler hâsıl olunca da bu topraklarda yaşam süren insanların alın teri hiç kurumazdı. Hakkını vererek kazandıkları ekmek tam anlamıyla alın teriyle kazanılmış olurdu.
Kadın, kendi iç sesiyle kendi yaşamını sorgularken Teslime, dolu sepeti bel boşluğuna dayayarak kaldırınca vücudu biraz yana doğru kavislendi. Kızının hantal adımlarla gidişini izleyen kadının yanık teni güneşin yakıcı ışıklarına maruz kalmaktan dolayı daha bir koyulaşmıştı. Zaten ten rengi siyahın en koyu tonuna sahipti. İlk defa gören başka ırktan sanırdı ama değildi. Sülalece ten renkleri siyahiydi. Teslime ise anasına tezat bir şekilde çok farklıydı. Ana-kız iki zıt kutup gibiydiler.
Öğle üzerinin yakıcı sıcağı dayanılmaz boyuta ulaşınca yemek molası verdiler. Azık çıkınları birer birer açıldı akşamdan kalan yemeklerle koca bir sofra donatıldı. "Teslime, bugün yemek yapma sırası sende!"
Maaile yan yana çadırlarda kalıyorlar, zamandan tasarruf etmek için de yemek yapma işini sıraya koyuyorlardı. "Biliyorum yenge, ikindi üzeri olunca gider yaparım."
Zeliş'in hem hamarat hem de şakacı bir kimliği vardı. "Teslime, bizi zehirlemezsin umarım!" Üfleyerek dil çıkardı kuzenine. "Senin dibine yanık yemeklerinden zehirlenmediysek benim yaptığım yemekten hiç zehirlenmeyiz..."
"Yemek yapmayı öğrenene kadar kocaya vermek yok, ona göre." Ayşe'nin kızlara gözdağı verir gibi konuşması Musa'nın hoşuna gitmiş yana kaymış çatlak dudaklarıyla gevrek gevrek gülmüştü. Hi hi hi...
Musa'nın gevrek gülüşleri Teslime'yi ister istemez rahatsız etmişti. Onun yana kayık dudaklarından çıkan gülüşlerde bir sinsilik vardı. Acaba diye geçirdi içinden herkes bir arya gelmişken, ağzındaki baklayı çıkarır mıydı?
Yüreğini gizli bir el sıktı nefesinin kesildiğini hissetti. En iyisi gidip çalışmaktı. Hem böylelikle ortamdan uzak kalmış olurdu. Musa'nın pişkin bakışları altında ayağa kalktı üstünü başını düzeltti. "Bugün ne pişireyim?"
"Kızım bugün canım domatesli bulgur pilavı çekiyor, yanına da bol sarımsaklı cacık olursa ne güzel olur." Teslime, eğildi ayakları dibinde duran testiden bir tas su doldurdu. Tastaki suyu içmek için dizlerini kırarak çömeldi. İçindeki yangını söndürmek ister gibi bir tas suyu kana kana içti. Tekrar ayağa kalktı biraz ileride duran sepeti eline aldı. "Babam yemeğin adını koyduğuna göre ben gideyim."
Teslime, henüz birkaç adım atmıştı ki, "Kızım baban pilav istiyor ama bizim bulgur kalmamış, sen yengen gilin çuvalından alıver; sonra helalleşiriz".""
"Eltim, nasıl olsa birlikte yeyip içiyoruz. Allah aşkına senin benim mi olur?"
Teslime, aynı ortamda kaldıkça yüreğinin mengene arasında sıkıldığını hissediyordu; belki biraz uzaklaşsa kendini daha iyi hissedecekti. "Teslime beni de bekle." Zeliş, bir koşu arkasından yetişmişti. "Neyin var Teslime, biraz durgun görünüyorsun?"
Elinden geldiğince kuzeni Zeliş'in yüzüne bakmaya gayret ederek yürüyordu. Bacaklarına dolanan pamuk dalları biraz hızını kesiyordu ama Teslime yürümeye devam ediyordu. "Hey... Teslime Hanım, sana diyorum. Bakıyorum da tenezzül edip bir cevap bile vermiyorsun? "
Hiç istifini bozmadan umarsızca omuz silkti, "Yok bir şeyim," derken.
Birkaç mesafesi büyük adımdan sonra bir pençe gibi omzunu avuçladı. "Kızım ne diye yüzüme bakmıyorsun? İstemeden ters bir hareket mi yaptım?"
Zihnini tarumar eden kaygıları kuzenine açmak istiyordu ama çekiniyordu. Kim bilir belki de her şey boş bir kuruntudan ibaretti. "Biraz başım ağrıyor."
İki adımda Teslime'nin karşısına geçti. "Hasta mısın, yani şu bildiğimiz hastalıktan? Sen söylemeye utanıyorsan ben anana söylerim. Hadi sen git çadırda dinlen biraz."
"Sağ ol ama hasta değilim sadece biraz başım ağrıyor. Hava fazlasıyla sıcak ondan sanırım."
İki kuzen birbirinden ayrıldı ve herkes kendi işinin başına geçti. Çok geçmeden yemek molası verenlerde geldiler ve amansız bir mücadeleyle gözleri kamaştıran yoğun bir sıcağın altında çalışmaya başladılar.
Saliseler dakikaları dakikalar saatleri kovaladı ve gün dönmeye başladı. Güneş, dağların ardına doğru yavaş yavaş evrilirken sıcağın nabzı da düşmeye başlamıştı. Gölgeler uzamış uzayan gölgelerin eşiğine meltem yelleri otağını kurmuştu. Meltem yelinin ferahlattığı yorgun bedenlerin üstüne tatlı bir rehavet çökmüştü.
"Ana ben yemek yapmaya gidiyorum." Günün yakıcı sıcağında pişmiş bu da yetmezmiş gibi yorgunluktan bacaklarında derman kalmamıştı. Kadın, konuşmak yerine tamam anlamında kızına elini salladı.
Teslime, çadırların oraya giden ince patika yolda ilerlerken hiçbir şeyden habersizdi. Habersizdi çünkü Musa, gevşeğinin kendisinin takibe aldığını bilmiyordu.
Musa, önü sıra uzayıp giden patika yolda ilerlerken pamuk dalları bacaklarına takılıyor orasını burası çiziktiriyordu ama umursamıyordu. İhtirasının kurbanı olmuş öylesine gözü dönmüştü ki, ne yaralanan bacağı umurundaydı ne canının acısı. Onun gözü birkaç metre uzağında pamuk dolu sepeti taşıyan Teslime' de idi.
Genç kız, gün boyu pamuk tarlasında çalışmaktan iflahı kesilmiş, yetmezmiş gibi bir de topladığı pamuğu taşımak zorundaydı. Eli kolu dolu hantal adımlar atarak ilerliyordu kendisini takip edenden habersiz. Arada bir durup soluklanıyordu ama arkasına dönüp bakmak aklına bile gelmiyordu. Hoş baksa ne olurdu ki, siner bir köşeye bugün olmazsa belki yarın fırsatını bulduğu anda dizginlenemez isteğini eyleme geçirirdi.
Beş on metre uzağında ilerleyen henüz çocuk yaşta sayılabilecek kızın, her hareketi sapkın ruhunun uyanıp azmasına neden oluyordu. Onun için genç kızın kim olduğunun hiçbir önemi yoktu. Onun için önemli olan kanını kaynatan hücrelerini uyuşturup hayvani dürtülerini ortaya çıkaran arzularıydı.
Fırsat kolluyordu yeni yetme kızın üstüne çullanmak için. Tek düşündüğü şey uygun anı kollamaktı. Pamuk işçileri ve kızın ailesi epey uzaklarında kalmıştı bu arada ikamet ettikleri çadırların oraya da gelmişlerdi.
Sapkın ihtirasını tutkuyla perçinleyen Musa azmanı pamukların arasına gizlenmiş kızın her bir hareketini hırıltılı nefesler alıp vererek izliyordu. Çakallık bazı insanın ruhuna işlemiştir ne yaparsanız yapın Onun ruhuna kazınmış kirli emellerini silemezsiniz. Başkalarına zarar vermekten büyük haz alırlar, babaları olsa karşılarına çıkan onların körelmiş duygularına gem vuramaz.
Arzularının hedefine koyduğu Teslime, pamuk dolu sepetle yürüdüğü için baya yorulmuştu biraz durup soluklanmak istedi. Birkaç dakikalık dinlenmenin ardından pamukların istiflendiği alana geldi. Gecikmek istemiyordu bir an önce sepetini boşaltıp yemek yapmaya başlamaktı niyeti. Anası bulgur bitti yan taraftaki çadırdan al demişti. Küfe büyüklüğündeki sepeti zor bela büyük çuvala boşalttı ve yan taraftaki çadırın yolunu tuttu.
Günlerdir adım adım Teslime'yi izlemişti. Zaten fazla uzağa gitmesine gerek yoktu ki, akşam sabah bir aradaydılar. Pamuk işçisi değil kendi mülkleriydi ürün yetiştirdikleri topraklar çünkü ebeveynleri aynı babanın evlatlarıydılar. Yan yana bez çadırlarda kalıyorlar, akşam sabah birlikte yeyip birlikte içiyorlardı.
Güneş, inişe geçmiş dağların ardına gizlenmeye hazırlanırken vakit ikindi üzeriydi. Günlerden kahpe bir gün saatlerden kör bir saatti. Sinsice kurduğu tuzağa çocuk yaştaki genç kızı düşürmek üzereydi. Hayvani dürtüleri azgın ruhuna yem olmuş, iblisin uşaklığını yapan nefsi şehvetinden kudurmuştu. Hiçbir değer umurunda değildi çünkü kanı bozuk cismi belden aşağı düşünür başka da bir şey düşünmezdi. Zaten oldum olası aynıydı şimdi değişen neydi ki, sadece kızla yakından kan bağının olması dışında.
Soranlara bahanesi de hazırdı. İkindi vaktini eda etmek için girmişti çadıra. Be hey gafil Allah'tan kork derler adama ama senin korkun olsaydı zaten uçkurunun peşine düşmez, kendi kanından olan bir kızın iffetine göz-dikmezsin.
Fındık kadar beyniyle kurduğu plan kusursuz işliyordu. Yapması gereken sadece Teslime'nin kendi çadırlarına girmesini beklemekti. Biliyordu erzak almanın yolu kendi çadırlarından geçiyordu ve bugün yemek yapma sırası ondaydı. Yavru ceylan kendi ayaklarıyla gelerek avcının kurduğu tuzağa düşmüştü ve avcı iş başındaydı.
Edepsiz arzuları yalın ruhunu kamçıladıkça zıvanadan çıkıyordu kanı bozuk. Her yanını ateşler basmış gözlerinin akı şehvetinden kana susamış bir vampir gibi kızarmıştı. Heyecandan göğüs kafesi kalaycı körüğü gibi şişip iniyor, aldığı her nefesi geri verirken hırıltılı sesler çıkartıyordu. Yuvasında fırıldak gibi dönen mucuk gözleri hazzın doruğunu yaşayan hislerine ayna tutuyordu.
Avına odaklı bir aslan gibi pençelerini kızın körpe bedenine geçirmek için hazırdı. Çadırın kapı görevini yapan bez parçasını araladı sinsi bir boz yılan gibi çadırın içine adım attı. Bulgur çuvalının başında plastik kaba bulgur dolduran Teslime'nin hiçbir şeyden haberi yoktu, gerçi olsaydı da böyle bir eyleme ihtimal vermezdi...
Ayak parmaklarının ucuna basa basa ilerledi. İşte burası son duraktı ve aradığı pozisyondaydı kızın körpe bedeni. Arkadan saldırmak onu nakavt etmeye yeterdi; hiç vakit kaybetmeden bir ahtapotun kolları gibi genç kızı kıskıvrak yakalayıverdi.
Neye uğradığını şaşıran kızın çatlak dudaklarından peş peşe çığlıklar yükseliyor, saldırganın kim olduğunu anlamak için başını geriye doğru döndürmeye çalışıyordu ama bu nafile bir çabaydı çünkü adamın göğsüne yapışmış başını milim dahi oynatamıyordu.
Bir taraftan bedenini mengene gibi saran güçlü kollardan kurtarmak için çırpınırken diğer taraftan bir ödlek gibi arkadan saldıran şahsiyetsizin kim olabileceğini deli gibi merak ediyordu. "Kimsin sen? Bırak beni..."
"Kıpraşma rahat dur!" duyduğu ses damarlarında akan kanı dondurmaya ve kalbini yerinden sökmeye yetmişti. Savunmasız bedenini ayakta tutan bütün bağlar çözülmüş dünya gözünde değerini yitirmişti. Vücudunda gezinen nasırlı ellerin sahibini öğrenmek genç kızın bütün değerlerini yerle yeksan etmişti. Madem adamın ar damarı çatlamıştı yapması gereken belliydi, mücadele edip ondan kurtulmak.
Kızın derdi içine düştüğü kirli tuzaktan kurtulmak iken gözü dönmüş ırz düşmanının derdi kimseler gelmeden kıza sahip olmaktı ve yapması gereken çok basitti. Şalvarının cebinde sakladığı bez parçasını kızın çığlık atmak için fırsat kollayan ağzına tıkayıverdi.
Sesi soluğu kesilen kızın beyhude çırpınışları hiçbir işe yaramıyor adamın güçlü kolları arasında çırpınıp duruyordu. Belki ağzındaki tıkacı çıkarabilse sesini duyururdu ama onu da yapamıyordu. Kız kurtulmanın düşünü kurarken adam ince belinden tuttuğu gibi hızla kendi bedenine yapıştırdı.
Kanı bozuk Musa'nın yaptığı her hareket Teslime'nin ruhuna derin çizikler atıyor, çiziklerin açtığı derin yarıklar ığıl ığıl kanıyordu. "Yapma!" İnilti şeklinde çıkan sesini kimseciklere duyuramıyordu ama bir yay gibi kasılıp gevşeyen vücudu her şeyi anlatmaya yetiyordu. "Yalvarırım yapma!"
İnsan azmanının kemikli iri pençeleri Teslime'nin başındaki yazmayı sıyırıp aldı. Yazmanın esaretinden kurtulan kıvırcık ve uzun saçları özgürlüğüne kavuşmuş gibi sağa sola savruluverdi. Koyu renk çilleri misketi andıran koyu kahve gözleri vardı. Saçları gibi kaşları da anadan doğma kızıl renge sahipti. Kimine göre çirkin ördek yavrusuydu kimine göre güzellik abidesi. Güzellik göreceli bir şeydir bunu herkes bilir o ayrı bir mesele ama saldırgan Musa'ya göre kadın kadındı ve başka açıklaması yoktu. Esmeri sarışını hiç fark etmezdi çünkü namussuzun aklı sadece midesiyle uçkuru arasında çalışırdı.
Teslime'nin başından sıyırarak aldığı yazmayla kollarını bağlamak isterken boş bulunmuştu. Irz düşmanı Musa'nın gevşeyen kollarını hissederek bunu fırsata çevirmiş kurtulmak için çadırın diğer köşesine atmıştı kendini. Bu kez sapığıyla yüz yüze gelen Teslime'nin aklı başından gitmiş eli ayağı tutmaz olmuştu çünkü karşısında duran adam özbeöz emmisi idi. Onunla yüz yüze geldikçe kanı çekiliyor, beyni uyuşuyor, külçe gibi yığılıp kalmamak için var gücüyle direniyordu amma velakin bu nafile bir çabaydı çünkü bütün direnci kırılmıştı. Ağır adımlarla kendisine doğru yaklaşıyordu, üstelik kapı tarafını da tutmuştu. Fırsattan istifade ederek ağzındaki tıkacı çıkardığı gibi sürünerek çadırın en ücra köşesine doğru ilerledi, hem emekleyerek sürünüyor hem de ellerini siper ederek emmisinden korunmaya çalışıyordu. "Gelme üstüme, nolur gelme!"
Teslime'nin yalvarmaları ve perişan hali umurunda değilmiş gibi pişkin pişkin otuz iki diş sırıtıyordu bi' de... "İstersen bağır, seni duyacaklarını mı sanıyorsun?"
Musa'nın niyeti Teslime'nin bütün umutlarını kırıp onu çaresiz bırakmaktı; bunu başarıyordu da. Korkudan büyüyen göz bebekleri elektrik akımına kapılmış gibi titreyen bedeni açık ve seçik bunun deliliydi.
Kızın acınası hali ortadaydı ama acımasızlığı sapkın ruhuna kazıyan Musa'nın acelesine bakılacak olursa beklemeye tahammülü kalmamış gibiydi. Uzanıp Teslime'nin kolundan tuttuğu gibi ayağa kaldırarak gömleğinin yakasına yapışmış ve tek hamlede "cart" diye yırtmıştı. Yırtılmayla birlikte gömleğin düğmelerinden birkaçı da kopmuştu. Teslime, açıkta kalan iman tahtasını kollarıyla kapatmak istedi ama azgın bir boğa gibi burnundan nefes alıp veren Musa için bu bir engel değildi.
Ani bir hamleyle Teslime'nin körpe bedenini kendi bedenine yapıştırdı ve incecik belini kavrayarak sert bir hareketle belden yukarısını geriye doğru ittirdi. Kızın güçsüz kolları her defasında adamı kendinden uzaklaştırmaya çalışıyordu ama maalesef girişimleri başarısız kalıyordu. "Yalvarırım yapma!" çırpınmaktan sesi soluğu çıkmaz olmuştu.
Hem yalvarıyor hem de adamın saçını başını yolarken yüzünde tırnak izleri bırakıyordu. Hedefine odaklanan tıynetsiz uğraşmaktan sıkılmış olmalı ki, "Ee, yeter be!" Okkalı bir tokat kızın yere savrulup düşmesine neden olmuştu. Yere düşmüştü ama bilinci açık ve kendindeydi. Sırt üstü sürüne sürüne çadırın çıkış noktasına doğru ilerlemeye başladı.
Yediği tokadın acısı burnunun direğini sızlatıyor ve ılık bir sıvı patlayan dudağından çenesine doğru akıyordu ama bu umurunda bile değildi. Gerekirse ölümü göze alır ama kan bağının olduğu bu adamın altına yatmazdı. "Yetişin!" Avazının çıktığı kadar bağırdığını sanıyordu ama boğuk çıkan sesi çadırın dışına kadar anca gidebiliyordu.
İnsanlıktan uzak alaycı bir kahkaha çınladı kulaklarının dibinde. "Cidden sesini duyacaklarını mı sanıyorsun? Gel buraya!" derken ayaklarından tuttuğu gibi yerde sürüklemeye başladı. Eylemini gerçekleştirmeden önce şüpheye düşmüş olmalı ki, aceleyle çadırın kapısının oraya gitti başını dışarı uzatıp sağa sola bakındıktan sonra tekrar geri döndü. Meymenetsiz yüzüne yılışık bir ifade oturmuştu. Şalvarının uçkurunu çözmeye başlayınca kızın korkudan gözleri pörtlemişti. Bacaklarını karnına doğru çekip geri geri sürünerek uzaklaşmaya denedi fakat adam dizlerinin üzerine çöküp yakaladığı gibi kızı altına almıştı. "İmdat yetişin!!!"
Yüzüne ikinci tokadı yemeden önceki son çığlıklarıydı...
İkinci tokat tükenmiş ruhuna inen son darbeydi...
Gözleri kapanmıştı ama bilinci açıktı. Bedenine yapılan haksızlığı duyuyor hissediyor fakat tepki veremiyordu. Sanki bir rüyanın içindeydi; oysa rüya olmasını ne kadar çok isterdi lakin bu bir rüya değildi.
Gençliği, hayalleri ve namusu bir anda elinden alınmış geriye ruhsuz donuk bakışlı bir kız çocuğu kalmıştı.
Adam alacağını almış olmanın verdiği dinginlikle kızın üzerinden kalkmaya hazırlanıyordu ki, çadırın bezden kapısı aralandı...
"Amanın vay başıma gelenler!" derken tırnaklarıyla yüzünü sıyırdı. İri cüssesini çadırın dışına attı yerden avucunun alabileceğinden daha büyük bir taşı avuçladı. İki adımda tekrar kaldırdı bez parçasını. Elindeki taşı Musa'nın kuluncuna var gücüyle savurdu. Kuluncuna yediği taşla Teslime'nin üzerinden kayarak yana doğru düşerken dudakları aralandı ve kocaman bir "Ahhh!" sesi yayıldı çadırın için.
Dudu, iri cüsseli güçlü kuvvetliydi. Kızı Teslime'yi yerde yarı baygın yatarken görünce on parmağının tırnağını tekrar geçirdi yüzüne. Yüzü çizilmiş ığıl ığıl kanıyordu ama acısını hissetmiyordu. Eğildi Teslime'nin dizine kadar inen şalvarını yukarıya çekerek açıkta kalmış baldırlarını kapattı. Oduna öyle bir ateş düşmüştü ki kadının; patlamak üzere olan yanar dağ gibiydi.
"Allah belanı versin senin deyyus!" derken koca bir tekmeyi kıçına basmıştı. Tekmeyi kıçına yiyen Musa'nın ağzında kopan feryat iniltili bir "Ahhh!" oldu. Kadın gözünün gördüklerine inanamıyordu. Bunca yıldır omuz omuza çalışmışlar gerektiğinde kızını emmisidir diyerek onlara emanet etmişti. Şaşkındı kadın. Bir o kadar da öfkeli. Hepsinden öte çıldırmış gibiydi. Kulakları uğulduyor, yoğun bir ses dalgası öldür onu öldür diyordu...
Şalvarı dizine kadar sıyrılmış kuluncuna yediği darbeyle hareketsiz yatıyordu Musa...
Dudu'nun yuvasında fıldır fıldır dönen gözleri bir kızına bakıyordu bir Musa'ya... Beyni uyuşmuş gibiydi ve hiçbir şey hissetmez olmuştu. Yapabildiği tek şey, yeri göğü inletecek güçteki çığlığıydı. "Hayııır!"
Musayı defalarca tekmeledi hırsını alamadı yerdeki taşı aldı ve vurmaya başladı. Bir daha. Bir daha. Sen kızımı yaşarken öldürdün ben de seni öldüreceğim...
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top