Kül Oldum -6-

Merhabalar!

Medya, Öykü Gürman Kül Öldüm

Yeni bir bölümle biz geldik.

Bakalım neler olmuş? Keyifli okumalar dilerim.

Oy verip satır arsı yorum yapmayı unutmayın lütfen. Seviliyorsunuz;,)

Bölüm. 6. Kül Oldum

Öyle anlar gelir ki; cümle âlem önünüzde set olur ve siz o seti aşamazsınız. İçinizde koca koca yangınlar vardır ama hiç kimseye meramınızı anlatmazsınız. Her bir azanız kurşundan birer asker olur ama hiçbir zırhı delip geçemezsiniz. Gök kubbenizde kızılca kıyamet kopar ama yağmurlar yağdıramazsınız. Tek bir damla suya hasret kalır yüreğinizi yakan ateş ama o ateşi söndüremezsiniz. Çünkü hep birlik olur elinizi kolunuzu bağlarlar ve siz mecburiyetlerin esareti altında inim inim inlersiniz...

Musa'nın dışarı çıkması için Mehmet, bas bas bağırıyordu ama Ayşe, kocasının önüne set olmuş geçit vermiyordu. "Kurbanın olayım Mehmet abi, bir kez daha evimi başıma yıkma benim. Kulun kölen olayım çocuklarımı babasız koyma!"

Mehmet, şuursuzdu ve benliği mantıktan yoksundu onun için Ayşe'nin ağzından çıkan hiçbir sözü algılamıyordu. Belki şuuru yerinde olsaydı yengesinin yakarışlarını duyar ve çocuklarını ikinci kez babasız koymak istemezdi ama Ayşe'yi duymuyordu. Mehmet'ten normal bir davranış beklemek zaten ahmaklık olurdu. Olmayacak duaya âmin demek gibi olurdu çünkü cinnet geçiren bir adama laf anlatmak beyhude bir çabadan ibarettir. "Ayşe, çekil önümden seni de ezer geçerim bunu bilmiş ol!"

Mehmet'in zihnine yerleşen inat kırılacak gibi değildi. Onun haklı inadını kıramayacağını biliyordu kadın, lakin birazdan gerçekleşmesi muhtemel bir infazı durdurmak gerekiyordu. Onun içindi yakarışları. Onun içindi küçücük bir umuda tutunmak istemesi. Kocasını koruma içgüdüsüyle hareket eden Ayşe, çadırın kapısını tutmuştu. Ayşe'nin yaptığı hareketler bencillikten öteye gidemezken Ömer Çavuşun derdi öfkenin getirdiği yıkımları önlemekti. Kırçıl saçlı adamın içindeki iyilik duru bakışlarına yansımıştı. Mehmet'tin yüzüne öyle içten ve anlamlı bakıyordu ki, sanırsın göz bebeklerinden geçip kalbine nüfuz edecek. Belki vazgeçer umuduyla ellerini Mehmet'e doğru uzattı. "Hemşerim, ver o silahı bana."

Yaşça kendisinden daha büyüktü elindeki silahı almaya çalışan adam. Belki hayat tecrübesi de kendisinden çok daha fazlaydı. Gel görelim ki, ateş düştüğü yeri yakıyordu. İnsan ne kadar duygudaşlık yaparsa yapsın oduna ateş düşen kişiyle aynı ateşte yanar aynı acıyı hissedebilir miydi? Elbette hissedemezdi...

Ateşin düştüğü yer Mehmet'in göğüs kafesiydi. Göğsünün sol yanında kızılca kıyamet kopuyor varlığını tarumar ediyordu. Onun içindir ki cinnet geçiren Mehmet'e söz işlemiyordu. Kafasının içi alabora olmuş bir sandal gibi sağa sola yalpalarken bakışları saliselik zaman diliminde kızını buldu. Teslime, anasının kolunun altına sığınmış babasına melül mahzun bakarken, sanki öldür onu öldür diyordu.

Kızının bakışlarında gördüğü ölüm isteği iblisin oğlunu harekete geçirmiş Mehmet'in ruhuna kanın kokusunu usulca üflemişti. İblis çığırından çıkmış bir âdemoğluna kendi ruhunu üflerken Mehmet'in öfkesini harlayan ateş tekrar alevlendi. Harlanan ateşin gücü arşıâlâya yükselirken fezanın ihtişamından feyiz alan Mehmet'in kardeşine olan kini katbekat büyüdü. Katbekat büyüyen kini önüne kim çıkarsa çıksın yok edecek güce erişti. "Çekli önümden Ayşe, sana da acımam bilesin." Kardeşine olan garazını Ayşe'ye kusmaktan geri durmamıştı.

Ömer Çavuş, yaralı bir aslana dokunmanın getirisini biliyordu ama bir kez daha şansını denemek ve Mehmet'in elinden silahı almak istemişti fakat bu girişimi de koca bir fiyaskoyla sonuçlanmıştı. "Mehmet, gözünü seveyim Ayşe'nin bu işte bir suçu günahı yok. Hadi ver o silahı bana!"

Silah doluydu ve hiç kimse dolu silahın önüne kendini atmak istemiyordu. Mehmet, elinde dolu bir silah olduğu için kendisini hiç kimsenin durdurmayacağını sanıyordu ama hesaba katmadığı şey etrafına etten duvar ören ve onun zayıf anını kollayan insanların varlığıydı.

Saliseler dakikalara dem vuruyor zaman ilerledikçe Mehmet'in sabrından sabır çalıyordu. Mehmet'in sabrı tükeniyordu çünkü kalbini sıkıştırıp nabzını yavaşlatan bu işkence seansının bir an önce bitmesini istiyordu. "Eee yeter be, çekilin önümden!" derken silahına sarılmış ve art arda tetiğe basmıştı. Patlayan silahın sesi düz ovada halkalar halinde yankılanırken ortalık ısız bir liman gibi sessizliğe boğuldu. Mehmet, tetiğe bastı; konduğu daldan uçmak için havalanan yüzlerce kuş kanat çırptı. Mehmet, tetiğe bastı; barutun yanık kokusu genizlerde kekre bir tat bıraktı. Saliseliğine kapandı gözlerin perdesi.

Silahın patlamasıyla kimileri her şeyin bittiğini sanırken kimileri patlamanın sesiyle korkudan yığılıp kalmıştı. Ayşe, bek beklediği çadırın önünde korkudan yığılıp kalırken Mehmet'in çevresine etten duvar örenler de birer adım gerilemişti.

Yalnız herkesin gözden kaçırdığı bir nokta vardı. Mehmet'in beklemeye tahammülü kalmadığı için silahını havaya ateşlemişti. Stresten titreyen eller boşalan tüfeğe fişek basmak için tekrar fişekliğe uzanmıştı ama Ömer Çavuş, bunu fırsata çevirerek Mehmet'in elinden tüfeği kıvırıp almıştı. Mehmet'in elinden silahını almışlardı lakin geriye pimi çekilmiş patlamaya hazır bir bomba bırakmışlardı. "Aaaaa!!!" Sesinin desibeli öyle şiddetliydi ki, küçük bir zelzeleye sebep olmuştu.

Mehmet, intikamını alamamanın yaşattığı hayal kırıklığıyla dizleri üstüne kapaklanmış ve ağlamaya başlamıştı. "Allah, seni kahretsin... İnandığım bütün değerleri yerele yeksan ettin." Tükenmişliğin dibe vurduğu anları yaşıyordu bir baba... Özünden akan yaşlar sağanak olup yağarken nasırlı elleri toprağı avuçladı. Tırnaklarıyla kazarak topraktan bir yığın oluşturdu ve sahan büyüklüğündeki avuçlarına doldurduğu toprağı ufalayıp rüzgâra karşı savurmaya başladı. "Yemin içiyorum, bundan sonra senin bastığın toprağa ayak basarsam."

Ömer Çavuş, dizlerini kırarak Mehmet'in tam karşısına gelecek şekilde çömeldi. Mehmet'in isyanı arşa yükselirken, kendince teselli vermek istedi. "Yapma hemşerim, it ürür kervan yürür. Asıl bu topraklara ayak basmayı hak etmeyen şu çadırın içine saklanan namusuz."

İçindeki zehri kusamayan Mehmet, bundan böyle iflah olur muydu bilinmez. Geçici bir çözüm olarak belki ortamdan uzaklaşmak yaralı ruhuna iyi gelecekti. Ömer Çavuş da aynı düşünceyi aklından geçirmiş olmalı ki devrik gözleri muhatabının kine bulanmış gözlerine bakarken, "Kalk hemşerim, istersen biraz yürüyelim seninle."

Mehmet'in ne yürüyecek mecali vardı ne de ayağa kalkacak. İnsana olan güven duygusunu kaybetmiş sadece nefes alıp veren bir adamdı artık. Sahi bundan sonra kime güvenecekti? İnsan kendi karındaşına bile güvenmeyecekse kime güvenecekti? Güven duygusunu kaybeden ve sürekli arkasını kollamak zorunda kalan bir insan yaşıyorum, diyebilir miydi?

Zamanın kavramını yitirdiği dakikalarda güneşin dağların ardına çekilmesiyle birlikte gökyüzü koyu bir kızıllığa bürünmüştü. İnsanların kararmış yürekleri gibi amik ovası da karanlığın yorganını üzerine çekmeye hazırlanıyordu. Hafif bir meltem esiyor; beyaz gelinliğini kuşanmış pamuk kozaları bir oraya bir buraya nazlı nazlı salınıyordu. Birazdan beyaz örtünün üzerini siyahın asil rengi kaplayacak ve geceye hükmünü ilan eden soysuzluk kim bilir nelere şahitlik edecekti.

Mehmet, gitmek istemese de koluna yapışan iyi niyetli el, onun gönlüne bırakmamış toza toprağa bulanmış engebeli yolda ağır aksak yürümeye başlamışlardı. Yürek yakıcı bir nefesi koyverirken sesindeki yırtık canını yakıyordu. "Neden bırakmıyorsun öldüreyim? Kardeş benim kardeşim. Kızımın iffetini elinden alan da benim kardeşim." Ağlak gözlerinden bir damla yaş torağa doğru düşmeye meylederken sağ elini tam yüreğinin üstüne bastırdı. "Benim yüreğimin yangını ancak onu toprağın altına gömersem soğur!"

"Musa'yı öldürmek belki senin yüreğini soğutacak ama ya kaybettiklerin? Musa, toprak altına girecek sen mahpus damına. Hadi namus davası dedin cezam neyse çekerim dedin peki, ondan sonra ne olacak? Yani çoluk çocuğuna ne olacak?"

Musa'yı öldürmek niyetiyle elindeki tüfeğe fişeği basarken bütün bunlar elbette zihninden geçmişti. Belki kasten adam öldürdüğü için müebbet bile yerdi. Bilakis her şeyi göze alarak tüfeğe fişeği basmıştı. Eşi Dudu'ya her türlü güvenirdi. Çalışır çabalar çocuklarını hiç kimseye muhtaç etmezdi. Peki, eşini yokluğa mahkum etmeye hakkı var mıydı? İşte tam da orada bütün sorular iç içe geçiyor zihni bulanıyor ve her yanını kopkoyu bir sis tabakası sarıyordu.

İntikam hırsı insanın basiretini bağlıyordu bu aşikardı ama çoğu zaman sağduyu kazanıyordu. Bu kez sağduyu sahibi Ömer Çavuştu. "Hemşerim, içindeki yangının uzun zaman soğumayacağını biliyorum lakin bir zaman sonra salim kafayla düşününce beni anlayacağını umuyordum."

Mehmet'in adımları yavaşladı başını kaldırıp Ömer Çavuşun yüzüne baktı. Hüzünlüydü göz bebeklerine yerleşen his. "Belki dediğin gibidir amma velakin kızımın yüzüne her baktığımda intikamını alamadığım için benim yüzüm kızarmayacak mı? Kızıma yapılanı sineye çektiğim için ben kendimden utanmayacak mıyım?" Sorduğu soruların içinde kendi cevaplarını ararken mahzundu kalp atışları.

"Haklısın belki yerden göğe kadar haklısın fakat Musa'dan intikam almadığın için kendini kaybetmiş sayma, inan bana kaybettiklerin karşısında kazandıkların daha değerli. Bir kere sen intikam almayarak iki ailenin dağılmasını önledin. Bunun için hiç tasa etmeyesin," derken sükutu çağırmak için sustu adam. Yoksa diline dolanan gazabın hadi hesabı yoktu.

Menzili belli olmayan bir yürüyüş ve rastgele atılan adımlar olay yerinden baya uzaklaştırmıştı onları. Mehmet'in yürümeye halinin kalmadığı sık nefes alış verişinden belli oluyordu. Yemyeşil çimenlerle kaplı tümsekçe bir alanı gösterdi. "Hemşerim, şöyle geçip oturalım istersen."

Oturmak için zaten bahane arayan Mehmet, boş bir çuval gibi attı kendini yere. İç dünyasını karartan yaşanmışlık henüz dumanı üstünde tütüyordu. Belki zamanla hafiflerdi yaşadıklarının etkisi ama şimdi midesi kasılıyor kasılmanın verdiği acı canını yakıyordu. Eliyle midesine baskı uygulayarak birkaç derin nefesler alıp verdi ama pek işe yaramamıştı. Hala kaburga kemiklerinin alt boşluğunda dayanılmaz bir sancı vardı.

Yanı başında oturan adamın sıkıntılı halleri onunla aynı duyguları paylaşmaya itiyordu ama ne yapsa aynı hisleri yaşayamayacağını biliyordu. Onu teselli edecek cümleler kurmak istiyordu. Onu rahatlatmak için en doğru kelimeyi bulmak istiyordu lakin sözcükler boğazına takılıyor ve oradan dışarı çıkmıyordu. "Hemşerim, biliyorum katlanılması zor bir durum ve sana diyecek söz bulamıyorum. Umarım zelil kardeşin layığını bulur."

Mehmet'in intikamın pençesinde kıvranan sesi tıslar gibi çıkmıştı. "Kardeşin deme bana, benim bundan sonra öyle bir kardeşim yok!""

Hava iyiden iyiye kararmaya başlamış, havanın kararmaya başlamasıyla da ovaya derin bir sessizlik çökmüştü. Ömer Çavuş ise elinden geldiğince yanındaki adamı rahatlatmaya çalışıyordu. Gömleğinin döş cebinden bir paket filtreli sigara çıkardı. Birini kendi dudakları arasına kıstırırken diğerini Mehmet'e uzattı.

Mehmet, istemem manasında başını sağa sola sallarken, "Ben sigara kullanmıyorum!" dedi.

"Her şeyin bir ilki vardır hemşerim, yak bir tane de içinin hararetini söndürsün!"

Mehmet, kendisine uzatılan sigarayı aldı burnuna doğru götürüp kokladı. Burun deliklerinden geçerek genzine dolan tütün kokusu hoşuna gitmişti. Elinde tuttuğu sigarayı önce parmakları arasında gezdirerek yumuşattı sonra iki dudağını arasına götürüp kıstırdı. "Madem her şeyin bir ilki var, yak bakalım!"

Çakmak çakıldı sigara üstüne sigaralar içildi. Sigara paketi boşaldı bir yenisi açıldı. Öyle çok sigara içtiler ki, ikisinin de dimağında acı ve buruk bir tat oluşmuştu. Mehmet'in bünyesi sigaraya alışık olmadığı için fazlasıyla etkilenmiş sarhoş gibi başı dönmeye başlamıştı. İçtiği sigaralardan dolayı kafası güzel olunca Mehmet'i evine yani çadırına götürme zamanın geldiğini düşündü Ömer Çavuş. Hem olay yerinden uzaklaştıktan sonra neler olup bitmişti bilmiyorlardı. Gidip bakmak daha doğru olurdu. Hem ikinci bir vukuat bugün için fazla olurdu. "Hemşerim, kalkalım istersen. Konuştuğumuz gibi en iyisi sizin buradan uzaklaşmanız. Sen hiç merak etme ben, ne gerekiyorsa yaparım."

Olay yerine geldiklerinde herkes çadırlarına çekilmiş in cin top oynuyordu. Herkes çadırlara çekilmişti çekilmesine ama gerginlik ve derin sessizlik ürkütücü boyuttaydı. Tıpkı fırtına öncesi sessizlik gibi...

Mehmet'i kendi çadırına girene kadar bekledi. "Allah rahatlık versin hemşerim." Bunca hengameden sonra iyi dilek dilemek bile anlamını yitiriyordu ama ağız alışkanlığı olmuştu işte. Ömer Çavuş, henüz birkaç adım atmıştı ki, gözüne çarpan karaltı kafasında soru işaretlerine neden oldu. Bu saatte onun çadırların arasında ne işi vardı? Anlaşılan oydu ki bu geceyi ayık geçirmesi gerekiyordu.

Üstelik öğle yemeğinden sonra kursağından tek lokma taam geçmediği için midesi açlıktan guruldamaya başlamıştı. Mehmet'e eşlik edeyim derken sayısı belirsiz sigara içtiği için ağzının içinde zıkkım gibi acı bir tat vardı. Kendi çadırlarına geçti bir parça ekmeğin arasına akşamdan kalmış patates kavurmasından koydu. Lavaş türü ekmeği sıkı bir dürüm yaptı ve çadırdan çıktı. Kuytu bir köşe buldu ve dürümünde koca koca ısırıklar alarak yemeye başladı. Hem dürümünden ısırıklar alıyor hem de bütün olasılıkları göz önünde bulundurarak gönüllü bekçilik yapıyordu...

Biraz önce gözüne çarpan karaltı şimdi kendisine doğru geliyordu. Gardını aldı ve beklemeye başladı. "Afiyet olsun baba!"

"Seni de uyku tutmadı anlaşılan?" Hiç ses etmeden gelip babasının yanı başına oturdu. Bu zamana kadar gece matemin karasını kuşanmış her yer zifiri karanlıktı ama şimdi dolunay şeklini almış Ay, tepelerin ardından kendini göstererek ışıldayarak parlıyordu. Dolunay simli ışıltılarını yeryüzüne yağmur gibi yağdırırken baba-oğlun kuytu bir köşe seçmeleri gözlerden uzak olmak içindi. "Baba o çadırın içinde ne yaşandı?"

Oğlunun sorusu çiğnemekte olduğu lokmayı boğazına tıkmıştı. Güçlü bir yutkunuşla boğazını tıkayan lokmayı yutağından göndermeye çalışırken zorlandı ve öksürmeye başladı. Öksürük nöbeti geçince yüzünü buruşturarak oğluna döndü. Biraz önce öksürdüğü için göz çeperleri kızarıktı adamın. "Olmaması gereken olmuş. Ben seni Musa'nın şerrinden korumak isterken gencecik bir kızı korumasız bırakmışız."

Ferhat, ani bir kararla ayağa kalktı ve karşısındaki adamın babası olduğunu unutarak "Nasıl?" diye sordu.

Babası eliyle kalktığı yeri göstererek oturmasını işaret etti. Ferhat, kalktığı yere tekrar oturdu. Elleri koca bir yumruk olmuş tırnakları avuç içlerine saplanmıştı. "Kızı dövmüş gibiydi?"

Ömer Çavuş, devasa bir nefesi ciğerlerine doldurdu ve oraya hapsetti. "Evet, dövmüştü. Keşke dövmekle kalsaydı. Şiddetin izi bir şekilde silinir ama kendi soyundan kendi kanından birine yapılan iffetsizliğin izi bir ömür silinmez."

"Ne?" diye sorarken gizli bir el boğazına yapışmış şah damarını sıkmaya başlamıştı. Nefes almıyordu. Ayağa da kalkamıyordu. Olduğu yerde kalakalmış taş kesilmişti. Sanki varlığı bir girdabın içine çekilmiş hızla döndürülüyordu. Etrafını saran çember öyle hızlı hareket ediyordu ki tutunacak yer aradı. Göz kapakları kapandı kendini fırıldak gibi dönen anaforun kollarına bıraktı. "Ferhat!" Babasının endişe yüklü sesiyle perde tekrar araladı. "Oğlum sen iyi misin?"

Silkelendi kendine gelebilmek için. "İyiyim baba," derken bile sesindeki hiçlik kendini açık ara belli ediyordu. Hiç olmak bir gölgeden ibaret miydi? Yoksa yaşadığın halde varlığının yok sayılması mıydı? Şimdi varlığını işe yaramaz değersiz bir hiç gibi görüyordu. Çünkü kendisi gözünden bile sakınırken; sevdiğini hiç etmişlerdi. Bu coğrafyada yaşamak ve fani bedenlerin gözünde bir hiç olmak; ölümlerden ölüm beğen demekti...

Sıkkın bir nefesi iki dudağı arasından üflerken kapadı gözlerini. Yer çekimine karşı koyamayan iki damla yaş düştü toprağa. Anlık bir hisle ölmeyi diledi. Bu çirkinliği duyup bilmektense ölmek "pak" bir duyguydu. Ellerini dizlerine koyarak kalkmaya yeltendi ama başarılı olamadı. Ne olursa olsun bir şekilde ayağa kalkmak ve olabildiğince uzağa gitmek istiyordu. Avazının çıktığı kadar bağırmak göğsünü tıkayan nefesi dışarı atmak istiyordu. "Uykum geldi ben gideyim!"

Sessizce ayağa kalktı boşluğa doğru bir adım attı, bir adım daha, bir adım daha. Yeterince uzaklaşınca koşmaya başladı. Koştu, koştu, koştu... Nefesi tükeninceye kalbi duruncaya kadar koştu. Bacakları dermansız kalmış artık vücudunu taşıyamaz olmuştu, duraksadı. Beli öne doğru eğim kazandı ve elleri titreyen dizlerine gitti. Sağ ve sol karın boşluğuna şiddetli bir ağrı saplanmış şimşek olup çakıyor nefes aldırmıyordu; daha fazla ayakta durmadı.

Üzerine çiğ düşmüş ıslak çimlerin üzerine bıraktı peltesi çıkmış işe yaramaz varlığını. Evet, işe yaramazın tekiydi çünkü kendini işe yarmaz hissediyordu. İnce uzun parmakları yukarıdan aşağıya doğru yüzünü ovuşturdu ve çenesine gelince durdu. "Bunu nasıl yapar?" sorusu bir kez daha dalgalandı hücrelerinde ve titreyen elleri saçlarını tutulamadı. Her bir telini ayrı ayrı çekiştirdi ama yaşadığı acıya tercüman olmadı.

🔥🔥🔥

Herkes gibi Ferhat'ta olay yerine koşanların arasındaydı. Herkes gibi çadırın içinde ne olup bitiyor bilmiyordu. Babasının orada olduğunu görmüştü. Mehmet'in çadırın içine girmesiyle çıkması bir olmuştu; onu da görmüştü. Mehmet, ne görmüştü de tüfeği kaptığı gibi çıktığı çadırın önüne tekrar gelmişti. Üstelik birlerini öldürmek istediğini bas bas bağırıyordu. Genç adam, kendi kendine sorular sorup gerçeği merak ederken dışarıya Teslime, çıkmıştı. Üstü başı parçalanmış perişan bir vaziyetteydi. Hem yüzünde dayak yemiş gibi kan izleri ve morluklar vardı.

İlk aklına gelen Musa'nın tehditleri olmuştu. Bugün burada ne yaşanmışsa Musa'nın başının altından çıktığı çok belliydi. Bunu uzun uzun düşünmeye bile gerek yoktu çünkü çadır Musa'nın çadırıydı. Herkesler burada olmasına rağmen bir tek Musa, yoktu ortalarda. İçin için kendini suçlamaya başladı. "Kızın peşinde dolanma demişti."

Onları birlikte gördüğü için Teslime'yi dövmüş olabilir miydi? Kızın yaralı yüzüne bakılacak olursa muhtemelen dövmüştü. İyi de amcası yeğenini dövdüğü için neden babası onu öldürmek istemişti ki? Yaşadıkları coğrafyada böyle şeyler olağan karşılanır üstelik kızlarına sahip çıktı gözüyle bakıldığı için neredeyse bu kişi alkışlanırdı. Yok, bu işin içinde başka işler vardı. Olay dayak olayı değildi...

Ferhat, her olasılığı gözden geçiriyor fakat sevdiği kızın amcasının iffetine göz dikebileceğini aklından geçirmiyordu. Ne olduğunu öğrenmek istiyordu fakat kime nasıl soracağını bilmiyordu. Musa'nın çadırı dışında kalanların çoğu da ancak kendisi kadarını biliyordu. Muhtemelen babası ne olduğunu biliyordu ama o da Mehmet'ti alıp olay yerinden uzaklaştırmıştı. Onalar uzaklaşınca toplanan kalabalıkta yavaştan dağılmaya başlamıştı.

Kalabalıktan sıyrılan iki yürek birbiriyle çarpıştı. Teslime, anasının kolunda kendi çadırlarına doğru götürülürken Ferhat, bir adım ileri atılmıştı. İşte anlık bir zaman diliminde hisler birbirine ayna tutmuş; gözler birbirine denk gelmişti. Bir bakış yakıp kül eder miydi insanı? Ferhat, onun gözlerinde yanıp kül olmuştu...

🔥🔥🔥

Kindar bir adam, yüreğindeki ateşi söndürmek istiyordu. Peki, ama yürekteki ateşi söndürmek için ateşi ateşle mi yumak gerekirdi? Yoksa ateşi suyla mı yumak gerekirdi? Pençeleri arasında sıktığı küçücük karton kutuyu işaret parmağıyla ileriye doğru ittirerek açtı. Kutunun içinden bir çöp çekti. Çektiği çöpü dikdörtgen kutunun yan tarafındaki bileşime hızla sürterek yanmasını sağladı. Şimdi elinde minicik bir ateş topu vardı ve yüreğini soğutmak için ateşi ateşle yıkayacaktı. Ateş topunun sarı ve titrek gölgesi bez çadırın üzerine düştü. "Yapma oğlum, orada masum insanlar var..."

İçinden koca bir *si...* çekerken kolunu sıkan elin hükmü vicdanına dokunmuş intikam yeminini ertelemek zorunda kalmıştı. Babasının gözetiminde tek kişilik çadırına geçerken öyle bedbahtı ki...

Uykusuz gözler uykuya hasret kalırken geceyi ikiye bölen tiz bir çığlık duyuldu... "Yangın vaaar!!!"

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top