son kez Lara'dan

LARA'dan

Can Koç - Gökyüzünü Tutamam

Bıçaklar, silahlar, Kağanlar ve yaralar...

Elimdeki telefonu kendime çevirip müziği kapattım. Kulaklığımı çıkarmakla oyalanırken Kağan'a da şaşkınlığının geçmesi için biraz süre vermiş sayılırdım. Ne kadar zor olduğunu en az onun kadar iyi biliyordum. Yaklaşık iki saattir otel odasında başımıza gelenleri anlamaya çalışırken ben de tıpkı böyle kıpırtısız durmuştum.

"Tekrar merhaba," dedim, konuşmamızı devam ettirebilmek adına.

"Yeniden merhaba," dedi ilk şaşkınlığından kısmen sıyrıldığında. Ürkekliğinin perde arkasından zorlukla gördüğüm bir misafirperverlikle, biraz da çekingenlikle geriye kaydı. "Gelmek ister misin?"

Kalbine indirecek bir hamle daha yaparak evine girdim.

Kağan uzaklaştığı için kapıyı kendim itekledim ama tamamen örtmedim. Koridora ilerlemek yerine de girişte durdum ve bavulumu bırakmadım.

"Bu gece otele önemli bir konuk geliyormuş ama oda kalmamış," diyerek durumu açıkladım. "Kafeteryaya indiğimde istemeden kulak misafiri oldum. Kızcağızı eğer bir geceliğine personel yatakhanesinde uyumayı idareten kabul etmezse, mecburen müdür ofisinde ağırlayacaklarını öğrendiğimde odamı vermeyi teklif ettim. Ortalık biraz da benim gecikmem yüzünden karışınca çekinmeden kabul ettiler."

"Teşekkür ederim," dedi ağır ağır. "Yani ederiz."

Dinlediği kesindi ama anladığından pek emin olamadığım için konuşmaya devam ettim. "Kendi odamı verince de ben açıkta kaldım. Aradan bu kadar zaman geçmemiş olsa İskele'de çalacak birkaç kapım olurdu ama artık kimlerin burada yaşadığını bilmiyorum." Sonra sen geldin aklıma. Sonra değil, önceden beri. Sonra tekrardan senin yanında olmayı, ne kadar zamandır beklediğimi hatırladım. "Evinin nerede olduğunu hatırladım sonra."

"Lütfen gel," dedi, elini salona doğru uzattığında.

Parmaklarım bavulun kulpundan kayarken ayaklarımı da bu harekete uydurarak yavaşça yürüdüm. Kağan da kapıyı kapatmak için benim tamamen geniş bir alana, ölçebildiğim kadarıyla salonun eşiğine ulaşmamı bekledi. Orada durdum çünkü birinin merdivenden çıktığını duydum.

Birini mi bekliyordu yoksa? Yanlış zamanda mı gelmiştim? Fakat bizim için bundan doğrusu olamazdı ki. Şimdiyi, şu anı, bizden daha çok hak eden olamazdı.

Kapatmaya gittiği kapıyı açtığında, bir zamanlar bizim yaşlarımızda olan çocuktan bir paket aldı ve ısrarına bakılırsa ödeme yapmak yerine bahşiş uzatmıştı. "Siparişim gelmiş," dedi bocalayarak. "Hemen arkandaki oda salon, istersen biraz oturalım." Arkamı döndüğüm an, "Dağınıklık için kusura bakma," diye hızla ekledi.

Sanırım bu yüzden ayakları, benim adımlarıma çabucak yetişmişti. Küçük salon, dışarıdan bakıldığında minik görünen evin gerçekten de ne kadar şirin olduğunu ispatlıyordu. Biraz daha renkli olabilseydi, eşyalı bir şekilde kiralamak yerine mobilyaları daha modern seçebilseydi ve en azından yemek masasına örtü serebilseydi.

"Dağınık değil. Daha çok yaşanmayan bir yer gibi."

"Öyle de denebilir. Genelde geceleri bile ofiste uyurum."

"Özel değilse neden?"

"Her gün işten çıkıp eve gelme nedenim yok."

Kasılıp kalmayalım diye koltuğun ucuna oturdum. Diğer koltuğa baktı ama ayakta kalmaya devam etti.

"Kahve içer misin veya..." Başka seçeneğimiz var mı diye düşünürken bakışları eline kaydı. "Yaban mersinli dondurma?"

"Yaban mersinli dondurma," diye tekrar ettim.

"Tesadüfün bu kadarı. Sen gelmeden önce sipariş vermiş sayılırım. Yer miyiz?"

O epey hızlı konuşsa da ben tek kelimeyi olabildiğinde yavaş dile getirdim. "Olur."

Beni burada bırakıp mutfağa gittiği an, bulunduğum yeri iliklerime kadar hissetmeye başladığım için yine o ucu kaçık stres dalgasına kapıldım. Küçük bir kız değildim artık. Güçlenmiş, iyileşmiş ev en önemlisi büyümüştüm. Kağan savunmasız hâlime zarar vermiş değildi, düşününce bana bir kötülüğü dokunmuş bile sayılmazdı. Belki de bu sefer içimi kaplayan gerginlik, sadece saf bir heyecandı.

İki kase ve tatlı kaşıklarıyla döndü. Yakınımdaki koltuğun, benden yakın tarafına oturduğunda bütün dikkatini dondurmayı eşit parçaya ayırmaya odaklandı. Elleri öyle titriyordu ve saklamayı öyle beceremiyordu ki, bana bir zamanlar olduğum hâlimi hatırlatıyordu. Tıpkı onun yaptığı gibi, bu her ne kadar bir dondurmayı bölüştürmekten ibaret de olsa, ona yardım etmek istiyordum.

"Karnın aç mıydı?" diye sordu aniden.

Yeşil gözlerini böylesine yakından görmeye hazırlıksız yakalanmıştım. Bakışlarımı hemen önümdeki kaseye çevirdim. "Değil. Bu yeter."

Kaşığı elime almak yerine sabit kaldığımdan olsa gerek, "Başka çeşitlerden almamı ister misin?" diye sordu.

Dondurmayı beceriksiz bir hızla karıştırmaya koyuldum. "İstemem. Bu yeter."

İlk lokmamı bir anda aldım. Bu bizim için önemli günün en önemli anlarından biriydi ve mahvetmiştim. Paniğimden, sadece ona yakıştığını sandığım heyecanımdan, acelemden...

"Tadı güzel mi?"

Beynimi uyuşturan bir yutkunmanın ardından, "Güzel," dedim. Sonra bana eşlik etmek yerine, kollarını dizlerine yaslayıp dikkatle baktığını fark ettim. "Peki sence?

Benden çok daha iyi bildiği kesinse de hayatında ilk kez yiyecekmiş gibi kuşkuyla baktı kaseye. Uzanıp kendine çektiğinde, ne kadar büyüdüğünü bir kez daha fark ettim. Parmaklarının arasında minicik kalmıştı kaşık, oraya sığan dondurma miktarıysa bu koca adamı asla doyurmazmış gibi geliyordu.

Bir lokma aldı, sanki sorumdan kaçmak için bir lokma daha. "Tadı..." Güçlükle yutkunurken dişlerini sıktı. Daha da yakınıma gelmesini istediğim yeşil bakışları orta sehpaya kenetlendi. Dudakları öldürücü darbeyle büküldüğünde, "Eskisi gibi," dedi.

O an ağladı.

Kağan, gözleriyle konuşmamı ister gibi ağladı.

Dondurma kutusu başımdan aşağıya dökülmüş gibi kasılıp kaldım. Yüzü ellerinin arasındaydı. Onu neredeyse göremiyordum, dünyadaki başka hiçbir sesi neredeyse duyamıyorum. Fakat bir şeyler yapmak zorunda olduğumu da biliyordum. Ellerimi, bir noktada ona dokunurum umuduyla boşluğa uzattım.

"Seni özledim," dedi boşlukla konuşur gibi. Kollarımı, hayaliniz bir anda karşınızda belirince sıçramanız gibi korkuyla geri çektim. "Çok özledim. Seni çok özledim."

Ağzımı açtım ama dilim hareketsiz kaldı. Nutkum tutulmuştu ama süratle düşünmeliydim. Konuşma güçlüğümü, beni yenik kılan aşırı heyecanımı, tutulup kalmamı atlamak için eğitimler almıştım. Çabucak, tekrardan anımsamalıydım.

Kağan gözlerime neredeyse hayal kırıklığıyla bakınca nasıl yaptığımı hatırladım. "Ben de." Aslında gülmediğimi, yanaklarımın ıslak olduğunu fark edince anladım. "Özür dilerim, ben de."

Bir anda birbirimizin boynuna atlamadık ama uzak kalmak da istemiyorduk. Az önce benim yapmaya çalıştığımı göremediği için bu kez o ellerini uzattı. Güvenli görünen, henüz küçüklerken de öyle olan avuçlarına titrek parmaklarımı yasladım.

Dokunuşumuzdan sanki bir ışık yükseldi. Sıcaklığımız öyle eşit ki, bu neredeyse gözle görülebilen bir şeydi. Belki de yıllar sonra birbirimize aynı saf duyguyla bakabildiğimiz içindi.

"Ölmeden tuttuk sözümüzü," dedi sessizce. "Çok geç olmadan. Şimdi ne yapacağız?"

Bir düşünme refleksiyle dudaklarımı büktüğümde bakışları aşağıya kaydı. Beni ilk öpüşü bile bu kadar heyecanlandırmamıştı.

"Birbirimizi hatırlayacağız," dedim. "Uzun, epey uzun bir zaman oldu." Sanırım gizli bir hesapla kötü mesajlar attığım günlerdeki yazışmalarımız veya Mavi Tepe'deki son kavgalı buluşmamız bir kavuşma sayılmazdı.

Belki de heyecandan, birden söyleyivermiştim ama Kağan bu fikrimi epey ciddiye alarak ayağa kalktı. Kenara kayıp ona yer açtığımda yanıma oturdu. Ellerimizi henüz ayrılmamıştı. Hareket ederken bile ellerimiz ayrılmamıştı.

"Haklısın. Konuşmamızdan çok, hatırlamamız gereken şeyler var. Çünkü en güzel anılarımız onlar."

Gözlerimiz buluştuğunda bu kez, ilk kez gerçekten gülümsüyorduk. Bakışlarımızı aynı anda utançla kaçırınca tekrardan ellerimize baktık.

"Böyle kalmak..." Ellerimize bakarak konuşuyor, temasımızı kastediyordu. "Seni rahatsız ediyor mu?"

Bu soruyu duyunca elimi kendime doğru çekerek dokunuşumuzu sonlandırdım. İstemeden. Yine bir şeyleri yanlışlıkla yapmıştım. Bir an, rahatsız olduğunu ima ediyor sanmıştım.

"Neyse," diyerek avuçlarını kapattı.

O söylediğine, bense yaptığıma pişman olmuştum ama ikimiz de düzeltmeye çalışmak yerine her şeyi bir kez daha doğal akışa bırakmayı seçtik.

"Okulun bitti mi?" diye sordu.

Halının kırmızı etnik desenlerine kenetlenirken başımı salladım. "Bu yaz bitti."

"Mezuniyet tatili için güzel bir şehri tercih etmişsin."

Tatlı imasını görmezden gelerek, "Aslında kendime ödülümdü," diye itiraf ettim. "Epeydir buraya gelmeyi istiyordum."

"Zamanlaman o kadar güzel ki."

Bunu saçlarıma bakarak söylediğini fark ettiğim için bileklerimi kaşıdım. "Peki biraz daha geriye gidecek olursak, en erken ne zaman gelseydim yine iyi bir zamanlama olurdu?"

"Ne zamandan beri burada yaşadığımı mı soruyorsun?"

"Evet."

"Önceki yaz gelseydin yine güzel bir karşılaşma olurdu."

"Eh, çok bir şey değilmiş."

"Ama burada yaşayışım sadece bir sene, gelip gitmelerimse her yaz."

Duraksadığımda kendimi ona bakma mecburiyetinde hissettim.

"Beni terk ettiğini düşündüğüm... öyle olduğunu sandığım yazdan sonrakinde bile. Kıbrıs'a uçmaktan, Larnaka'ya uğramaktan, İskele'de soluklanmaktan hiç vazgeçmedim. On altı yaşımdan beri, her yaz. Bir günlüğüne olsa bile, mutlaka, her yaz."

Tüm duygularını ortaya seren yeşil gözlerine pür dikkat izlerken, "Yalan söylüyorsun," deyiverdim.

"Ben mi?" dedi kekeleyerek.

"Evet, sen. Sen yalan söylüyorsun." Duyguya dair ne var ne yok ortadan kaldırmak için sertçe yutkundum. "Çünkü seni takip ediyordum. Yalnızca o mesajları atmaya başladığımda değil, her zaman, her yaz. İskele'ye gitmediğin her yaz. Sen bütün yazlarını, tatillerini, eğlencelerini arkadaşlarınla geçirdin. Sayısını hatırlamadığım başka başka kızlarla. Ben yoktum Kağan, ben senin hayatından alındım, kabul. Biliyorum, tamam. Ama sen de yoktun, sen İskele'de benden sonra hiç var olmadın. Bir kez bile yer vermedin o kalabalık sosyal medya hesaplarında. Yediğini içtiğini, gezdiğini gördüğünü, sarıldığını öptüğünü paylaştın insanlara ama İskele'nin sende bir tek karelik hakkı bile olmadı."

Ondan uzun olduğumu anladığımda fark ettim hararetlenip ayağa kalktığımı. Bana aşağıdan, çatık kaşlarının altından kuşkuyla bakıyordu.

"Sen İskele'de olmadın çünkü olsaydın görürdüm, ben de buradaydım." Sustu. "Demek yerine, hiç fotoğraf paylaşmama nedenime mi sığınıyorsun?"

"Tabii ki öyle yapıyorum. Sonuçta ben senin gibi İskele'ye uğradığımı ima etmeye çalışmıyorum, bunu yapmadığımı hatta travmaları omuzlarımda taşımaya devam ederken buna asla kalkışmayacağımı da her zaman kabul ediyordum."

Sakin kalmaya çalışır gibi dudaklarını ıslattı. "Lara bak, kendin söylüyorsun sosyal hayatımın ne kadar da berbat göründüğünü. Ben bu yüzden..."

"Berbat görünmek mi? Bundan hoşlandığını ve böyle görünmesi için de epey çabaladığını sanıyordum."

"Konuşacak tek şeyimizin beni yargılamak üzere bir sohbet olacağını bilmiyordum," dediğinde artık o da ayaktaydı. "İçini dökmeye ihtiyaç duyduğun ne varsa anlat, bir kez daha bıkmadan dinlerim." Ona rahatsız edici mesajları yazdığım dönemde, aslında içimi bayağı döktüğümü de şimdi hatırladım. "Benimle ne yapmak istiyorsan yap ama bomboş geçen günlerimin anlamını sorma. Bilmiyorum ki ne anlatayım, hiçbiri mantıklı değildi. Ben de bu yüzden eskiden olduğum Kağan değilim."

Mavi Tepe'deki son yüzleşmemizin Kağan'da bıraktığı etkiyi yüzünde görebiliyordum. Baktıkça derinlerine inebiliyordum. Sosyal medyayı artık gizli bir hesaptan kullanmasına, değil fotoğraf paylaşmak profil resminden bile yoksun kalmasına bakılırsa o neşeli hayatından arınmıştı.

"Madem anlatması gereken benim, öyleyse sen de otur ve dinle."

Hareket etmeye can attığımdan koltuğa tekrar oturdum. Kendimi berbat hissettiğim için bacaklarımı utanıp sıkılarak yukarı çektim ve bağdaş kurdum.

"İlk soruna gelelim," dediğinde gözlerine odaklanabilmek için başımı yukarı kaldırmıştım. Bir bana, bir kendisinin durduğu noktaya baktı. "Böyle de adaletli olmuyor."

Halıyı bozmamak için orta sehpanın konumunu kaldırarak değiştirdi. Yere, hemen önümde açılan yeni boşluğa oturduğunda bağdaş kurdu. Ben yine ondan uzun ama bir o kadar da Kağan'a yakın kaldığım için parmaklarımı utangaç bir gerginlikle kımıldatırken o da konuştu.

"İskele'yi paylaşmadım çünkü onlar görmeye ve anlamaya değer insanlar değillerdi. Burayı önce merak, sonra talan edeceklerinden korktum. Seni kaybettikten sonra elimde kalan son şeydi İskele, onu koruyabilirim sandım. Eğer beni gizlice izleme ihtimalin aklıma gelseydi," demişti ki konuşmaktan birkaç saniyeliğine vazgeçti. "Sanırım hayır, İskele'yi yine de paylaşmazdım. Gözüne girmeye çalışmaktansa İskele'yi ve o iki küçük masum çocukların hayaletlerini korumayı tercih ederdim."

Konuşma sırasının bende olduğunu anladığımda, "Böyle düşündüğünü tahmin etmemiştim," dedim.

"Aslında bilirdin," diye fısıldadı alınganlıkla.

Gözleri yine salonu aydınlatan loş ışıktan ya da ağlamayı ertelemekten dolayı parlıyordu ama ben bu kusursuzluğa fazla derin bakmayayım diye saçlarının, âşık olduğum kıvrımlarına dalıyordum.

"Fakat sen de, sana ihanet edecek kadar beter biri olduğuma inandırıldığın için benden artık her şeyi beklerdin. Bu yüzden anlattıklarım yerine sadece gördüklerine inanmanı anlıyorum ve evet, başka başka kız arkadaşlarımın olmasının da bununla açıklanacak bir tarafı olmadığını kabul ediyorum. Sadece gerçek bir ilişkiyi, defalarca ve beceriksizce denedim. Aynı zamanda başkaları tarafından denendim." Konunun bu kısmında hâlâ alıngan durduğum için, "Senin sevgilin olmadı mı?" diye sordu.

"Olmadı."

"Benden ayrılanın sen olduğunu düşündüğüm için, hep olur sanmıştım."

"Ama hiç olmadı."

"Ya Çağrı?"

"Çağrı ne?"

"Sen ve o işte."

"Arkadaştık."

"Sonra?" diye sordu korkuyla.

"Daha az görüşmeye başladık."

"Sana karşı bir şeyler hissettiği için mi?"

"Ne biliyorsun ki," diye sordum. Bence Çağrı o kadarını Kağan'la paylaşmazdı.

"Bilmiyorum, Mavi Tepe'de onun arkasına saklandığından beri sadece hissediyorum."

Çağrı'nın benden hoşlandığı doğruydu ama ben aşkın değil, şefkatli yanının eseri olarak masum bir sevgi duygusunun ortaya çıktığını düşünüyordum. Bir yıla yakın zamandır yakın arkadaşlar olmuştuk ve konusunu tekrar açmamıştık. O malum günde, beni Kağan'a yaklaştıran Mavi Tepe, Çağrı'yı da yavaş yavaş almıştı. Belki benimle ilgili hayallerinin gerçekleşmeyeceğini anlamıştı ya da gerçekten kariyer hedeflerine ulaşmak için Londra'ya, ailesine dönmüştü.

"Onu mu düşünüyorsun?"

"Hayır," dedim cevap evet olduğu hâlde. "Aynı şeyi ima edip durma."

"Çağrı'yı değil, Ayaz'ı kastetmiştim. "

Bir katilin adını duyduğunuzda ne hissederdiniz? Ya da bir katilin adını duyduğunuz oldu mu daha önce? Canıma dokunmamasına rağmen beni ölü bir yaşama hapseden katilin, savunmasız anımda aniden anılması tüylerimi diken diken etmişti.

"O... İskele'de mi?"

Ben yaşadıklarımızı anımsayınca hep ürpertiyle dalardım ama Kağan kinle bakıyordu uzaklara. "Bir daha geri dönmemiş. Ailesini kendisine hasret bırakma pahasına kasabaya adım atmamış. Onları Kıbrıs'ın merkezine taşınmaya ikna etmiş."

"Öyle bir utançla dolaşamazdı buralarda."

"Bence o yüzden değil. Bence o, buralarda dolaştığı bir anda bizimle karşılaşmaktan korkuyordu."

"Ben o günden sonra hiç gelmemiştim," dedim çekinerek.

"Merak etme ben senin yerine de gelmiştim," dedi gülümseyerek.

Bakışlarımı kaçırdığımda burnunu çekti. Onu suçlayıp azarladığım için artık pişmanlık duyuyordum. Bir koluyla yüzünü silerken diğerini de masaya uzatıp dondurma kaselerinden birini aldı.

"Tamam, neyse. Neyse ney. Erimiş bunlar, yiyelim, hararetimizi alır."

O dondurmayı kaşıklarken ben de orta sehpaya baktım. Dudaklarım, siniri bozulmuş biri gibi istemsizce yukarıya kıvrıldı. "Ben yiyemem."

"Nedenmiş?" diye sordu kaşığı ağzında tutarken.

"Çünkü yanlışlıkla benim dondurma kasemi aldın."

Kaseyi tekrardan masaya yolcularken kaşığı da utançla çekti. Yutkunmak mı daha iyi olurdu yoksa boğulmak mı kararsızlığındayken dudaklarını yaladı. "Özür dilerim ve şey..." Cümlesini tamamlayamadan güldü.

"Ne oldu?"

On altı yaşına yeni girmiş hâlindeki gibi gözlerini kıstığında, "Şimdi biz bu kısmen değiştirdiğimiz dondurmaları yerken öpüşmüş mü sayılıyoruz?" diye sordu tekrar.

"Hayır!" dedim heyecanla. Ağzım kulaklarımdaydı. "Dondurmalarımızı değiştirmedik, sen yanlışlıkla benimkini aldın. Ben diğerinden yemedim."

"İyi," diye mırıldandı dalgınlıkla. "O zaman özür dilerim."

Bakışlarının dalgınlaşmasından tıpkı benim yaptığım gibi geçmişe kapılıp gittiğini anlamıştım. "Önemli değil," dedim Kağan gibi ana teslim olarak. "Yaban mersinli dondurmanın tadını zaten biliyorum."

"Bana kızmadın mı?"

Başımı sağa sola yavaşça sallarken ağzım istemsizce aralandı. "Dedim ya, yaban mersinli dondurmanın tadını biliyorum."

"Hım," derken dizlerinin üstüne yükseldi, benim başım da Kağan'a ulaşmak için aşağıya doğru inmek üzereydi. "Nereden biliyorsun?"

Dudaklarının üstüne doğru konuştum. "Buralardan..." Biraz daha yaklaştığımda yüzümü yana eğdim. "Bir yerlerden."

Hayallerimi süslerken bile beni tıkayan eşsiz anın içinde, onunla birlikte süzülüyordum. Her hücremin içinde hissediyor, bizi tekrardan birbirimize bağlayan somut dokunuşun tadını çıkarıyordum. İlk kez öpüşüyordum.

Beni dudağımın kenarından masumca öptüğü ama bir süre yüzüme bakamadığı o çocuksu mazi günlerimizde, öpüşmenin bu olduğunu sanıyordum. Filmlerde denk geldiğim, dizilerde bölüm bölüm izlediğim bu yakınlaşmanın nasıl hissettirdiğini ise bu zamana dek bilmiyordum. Belki de bildiğim her şeyi, o beni tutkuyla öptükçe unutuyordum.

Kağan beni kendine çektiğinde artık yerde, onun kucağındaydım. Gözlerimi açarsam kaybolacağından, sırf gözlerimi açtım diye her şeyi mahvedeceğimden korkuyordum. Nefessiz kalmaktan ya da ölmekten değil, rüya görmekten.

"Seni seviyorum." Yalvarırcasına kurmuştu bu cümleyi. "Seni seviyorum. Seni seviyorum. Seni seviyorum. Seni seviyorum."

"Bu yüzden olabilir miyiz tekrar?" diye sordum. Islak gözlerim kapalı, dudaklarımsa hâlâ ağzına yaslıydı.

"Tekrar mı? Neyin tekrarı, Lara. Burada bir döngü yok, burada eskisinden daha fazlası var. Ben seni sevmekten bir an bile vazgeçmedim, sadece sen geri geldin."

Başımı tatlı bir yorgunlukla göğsüne yasladım. O kadar iyi hissediyordum ki, daha iyi olamam gibi geliyordu. Her şey tam da şimdi cidden bir rüya olsa ve Kağan ortadan kaybolsa, ağlamak yerine gülümseyerek dudaklarımı yalardım.

"Kalacaksın, değil mi? Benimle kalacaksın."

Mahmurlukla mırıldandım. "Ne kadar?"

"Ne zamana kadar mı? Her zamana kadar. Tüm alternatif evrenlerde ve zaman dilimlerinde."

Yüzüne bakmaya çekindiğim için sadece küçük salonda dolandırdım bakışlarımı. "Yani burada mı?"

Gözlerimi takip etmektense bana hasretle odaklanmıştı. "Hayır, tabii ki hayır. Burası o kadar güzel değil. Hatta hemen gidelim, hemen şimdi."

Belimden tutarak ayağa kalktığında öyle afallamıştım ki başım dönmüştü. Ne demek istediğini bile soramadan beni koridora sürükledi, ayakkabısını da heyecanla giydi. Elimden, Kağan'a uyum sağlamak dışında bir şey gelmedi.

"Nereye gidiyoruz?" diye sordum karanlık sokağa el ele girerken.

"Seninle her yere. Benimle gelirsen her yere. Nasılsa artık beraberiz." Geriye dönüp sadece bir kez arkasına baktı. "Artık burada takılıp kalmak zorunda değiliz."

Hayal kırıklığına uğrasam da belli etmedim. Yeniden biz olabildiğimiz için mutluydum ama bizi tekrardan kavuşturan İskele'nin anlamı da başkaydı. Kağan bile sırf bu hatır uğruna kasabaya taşınmıştı. Benimse en azından bir haftalık tatil planım vardı.

Otele uğrayıp ofisinden eşyalarını almak için tercih ettiğimiz yollar, eski günlerimizi anımsayacağımız noktalardı. Birbirimize daima hatırlıyor musun şurada, hatırlıyor musun burada diye başlayan cümleler kuruyorduk.

"Peki burayı hatırlıyor musun?"

"Unutmam mümkün değil," dedim onarılmış villaya bakarken. "İlk öpücüğümü aldığım yer."

"İlk öpücüğümüzü," diye düzelttiğinde kilitli olmayan kapıyı itekleyerek bahçeye girdi.

Yanaklarım kzıarmıştı. onunla aynı özel hisleri paylaşmak hoşuma gidiyordu. Üstelik bu özel hissi ilk denediğimiz mekandaydık. Birkaç sene önce önünden geçtiğimde burada bir ailenin yaşadığını görmüştüm, şimdiyse ışıklardan eser yoktu. Yine de birilerine yakalanmaktan, tıpkı o günkü gibi korkuyordum.

"Kağan bence burada dursak yeter, fazla kurcalamayalım. Ev sahipleri tatsızlık çıkarabilir."

Beni geride bıraktığını fark edince tekrardan yanıma geldi, neredeyse hasretle sarılacaktı. "Tatsızlık falan çıkarmam." Bunu bana ilk kez söylediğini unutmuş gibi şaşkındı. "Burası bizim evimiz."

Olduğumuz yeri tekrar tekrar incelemek yerine Kağan'ın gözlerine kenetlendim. "Bizim derken? Manevi olarak, değil mi?"

"Manevi, maddi, hukuki..." Güldü. "Bizim için almıştım. Belki bir gün mümkün olur diye."

Zengin olduklarını biliyordum ama yüzündeki gurur ifadesine bakılırsa kendi kazancıyla almıştı. Şaşkınlığım sevincimi baskıladığı için, "Ama diğer daire?" diye sordum.

"Orası sensizken yaşadığım yerdi. Burasıysa, hak ettiğimi düşünüyorsan artık seninle yaşayacağım yer."

Bana beklentiyle baktığını fark edince boynuna atıldım. Onu geriye tökezlettiğim için güldü. Havalı çocuk yerine büyük adam gülümsemesi... Sadece bu kıkırtıyı duymak için bile Kağan'la yaşayabilirdim.

Utanıp sıkılarak girdiğim bahçede, sahibi olduğumuz çatıya heyecanla baktım. "Bize bu kadar çok inanman öyle değerli ki."

"Senin varlığın zaten o inancı sağlayan. Bu yüzden sen her şeyden daha değerlisin." Beni öpmek için yüzüme eğilmesinden birkaç dakika sonra saçlarımı geriye itekleyip konuştu. "Bugün güneşin doğuşunu Mavi Tepe'de izleyelim. Mavi Tepe'yi ise evimizden."

Dudaklarım titrerken başımı salladım. Gün doğumuna saatler olduğu için önce eve girdik. Anahtarı bile dairesinde ya da yanında taşımıyordu, kapının önündeki saksının dininden çakıl taşlarını karıştıra karıştıra bulmuştu. Evde eşya namına hiçbir şey olmadığı düşünülürse, sakin bir kasabada güvenliğe pek önem vermemesi normal karşılanabilirdi.

"Burası salon," dedi alt katı tamamen oluşturan geniş alanı dolandığımızda. "Bir de mutfağımız var." Mutfağa geçtiğinde oranın penceresinden eğilip elimi tuttu. "Sen bana buradan tabakları uzatırsın ya ben, diğerimiz de masaya taşır."

"O zaman birimiz yemek yapmayı öğrense iyi olur."

Mutfaktan çıkarak tekrardan yanıma geldi, bu kez ikinci kata ilerledik. Çocuk odasının ayıcıklı duvar kağıdına utana sıkıla yorum yapsak da, hemen sonraki gittiğimiz yer yatak odasıydı.

"Güzelmiş."

"Bayağı güzelmiş."

"Günün en önemli zamanı uykudur, dinlenmek için. Burası da o yüzden önemli, bunun için."

"Ben de aynısını düşündüm," diyerek onayladım. Heyecanlı bana da bulaşmıştı. "Balkonu bile varmış."

Zaten karşımızdaki duvarın büyük bir kısmı camdan oluşuyordu ve perde olmadığı için odaya girdiğiniz ilk an fark ediliyordu.

"Mavi Tepe manzaralıymış," dediğinde elimi tuttu.

Dışarısı çok güzeldi. Sakinliği, serinliği, esintisi ve hissettirdikleri. Ev yüksek bir kesimde kaldığından ve balkon ikinci katta olduğundan, diğer evlerin aralıklı yapılmasının da katkısıyla Mavi Tepe'yi görebilmemiz kolaylaşıyordu.

Her yeni sabaha burada başlayabilirdim, geceyi yine burada sonlanabilirdim.

Bunları düşünürken Kağan'a bakıyordum.

"Beğendin mi?" Yanağımı okşadı. "Beğendin. Ben de ilk gezdiğimden daha çok beğendim."

"Başka hiçbir çatının altını buradan daha çok sevemem. Öğrenci evimden kalan bir sürü eşya var. Hepsini getiririz."

"Nasıl istersen öyle yaparız." Bana tekrar sarıldığında gözlerimi kapattım. "Teşekkür ederim Lara, tüm kalbimle teşekkür ederim. Bana günün sonunda eve gelmem için sebep verdiğin için teşekkür ederim."

"Asıl ben, bu eşi benzeri olmayan davetin için teşekkür ederim. Doğru yerde bekleyip, doğru yere gelmemi sağladığın için de."

"Beni kibrimden sıyırdığın için de teşekkür ederim."

"Yoktu öyle bir şey. Var olduğunu sandığım kibrin, seninle alakası olmayacak kadar eskidi."

Sarılmaya devam ederek arkama geçti, yüzü kısmen boynumdaydı. Kollarını ileriye uzatıp balkon korkuluklarını tuttuğunda, beni tamamen kendi hapsine almış ve yönümüz sebebiyle de tekrardan Mavi Tepe'yi izleme mecburiyetinde bırakmıştı.

"Deniz halkına ve senin tarafından kurtarılmayı bekleyen kahramanına hoş geldin, su perisi."

-sonsuza kadar son-

Bana daha belirgin bir son yazmamı tavsiye eden, bu sonu kararlılıkla bekleyen ve aynı istekle okuyan okurlarıma sonsuz teşekkürler 🐚🖤

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top