18.Bölüm: Kan Gülü
Keyifli okumalar...
***
Kaburgalarıma tekme yemişim gibi omurgam katlanıp bedenimin küçülmesine neden olurken yana doğru devrildim. Midemdeki her şey oldukları yerden memnun olmadığını belirtip boğazımdan yukarı çıkarken birileri bana bir kova uzattı.
İçimde hiçbir şey kalmayana kadar kustum. Gözlerim sulanıp boğazım yanana kadar durmadım.
Yatıştırıcı bir elin saçlarımı yüzümden çekerken sırtımı sıvazladığını hissettiğimde kulaklarım işlevini kazınıp beynime ulaşması için kelimeleri algıladı.
''Geçti kızım, her şey yolunda.''
Hilda'nın sözlerine tutunup gözlerimi yumdum. İsyankar midemin ateşkes ilan ettiğinden emin olunca doğrulup bana uzatılan şişeyi dudaklarıma dayadım. Kekik, bakır ve yosunlu su tadındaki karışıma yüzümü buruştursam da hepsini yuttum.
Kısa sürede bedenim sakinleşip işlevlerini geri kazandığında Hilda'nın evindeki şifa odası yerine ana girişin ve mutfağın olduğu alanda olduğumu fark ettim. Yemek pişirmek için kullanılan ocağın önünde seyahat ederken kullandığımız kürklü pelerinlerden birinin üzerine yatırılmıştım.
Tenimi karıncalandıran sıcaklık gözlerimi dans eden sarı-turuncu alevlere çevirmeme neden olurken göz ucuyla pencerede bir hareket seçtim. Dikkatim o yana kayınca basit ahşap çerçevenin ardındaki bedenin Ripreus'a ait olduğunu fark ettim. Hilda için bahçedeki kuyudan su çekiyordu.
İleticimin çılgın hali gözümün önüne gelince bedenimdeki kaslar ilkel bir dürtü ile kasılıp beynim kaçmam gerektiği düşüncesi ile sarsıldı. Hilda avuçlarımın arasına dumanı tüten bir yahni kasesi bıraktığında neredeyse yerimden sıçrayacaktım.
Ürkekliğimi fark edip anlayışla gülümserken elime tahta bir kaşık tutuşturup ''Önce mideni dolduralım.'' dedi. Bakışlarım sulu yemeğe çevrilirken yiyebileceğimden emin olmasam da şifacının talimatlarını dinlemem gerektiğine kendimi ikna edip kaşığımı yahniye daldırdım.
İlk lokma dilimi yaktı. Hilda bana bir parça ekmek uzatıp yanıma oturdu. ''Nasıl hissediyorsun?''
Dudaklarımı ıslatıp ifade edebileceğim kelimeler arasam da bulamadım. Nasıldım?
En sonunda ''Emin değilim.'' demekte karar kıldım.
Şifacı anlayış ile başını eğdi. Pencerenin dışından toprağa sertçe vuran kovanın sesi gelince irkildim. Hareketimi yakalayan Hilda ''Hatırlamaya başlamışsın.'' dedi.
Anlaşılan zihnimin benden gizlediği parçadan habersiz olup sonradan öğrenen sadece bendim. Bakışlarımı yer yer gri tellerin süslediği koyu renkli saçlarına çevirip yeşil gözlerini süzdüm. ''Nasıl anladın?''
Elini gelişi güzel Ripreus'un olduğu yöne doğru salladı. ''Seni getirdiğinde kan içinde ve bitkindin, çok geç olduğunu düşünmek için nedenlerim vardı.''
Ona merakla baktım. ''Seni aksine ikna eden neydi?''
Gözleri gölgelenip hoş olmayan hatıraların içine süzülmüş gibi kısıldı. ''Ondan kaçmaya çalışıyordun.'' Kelime seçiminden memnun kalmamış gibi dudaklarını aralayıp düzeltti. ''Ripreus ile canını alacakmış gibi mücadele ediyordun.''
Duyduklarım yutkunmama neden oldu. Nedense bu kısım hala zihnimde sisliydi. Açıkçası hatırlamak istediğimden emin değildim.
Hilda devam etti. ''En sonunda sana bakabilmek için seni bayıltmam gerekti.''
Hislerimi alaycılığım ile perdelemeye çalıştım. ''Ben de kan kaybından bayıldım sanmıştım.''
Sözlerimi ciddiye alıp ''Öyle çırpınmaya devam etseydin evet, çok uzun sürmeden bayılırdın.'' dedi.
Pekala. Öğrendiklerim pek de hoş gelişmeler değildi. İleticimden kaçmaya çalışmıştım. Beni şefkatle kabuslarımdan çekip alan, hayatımı kurtaran adamın diğer yüzünü görüp paniğe kapılmıştım.
Tedavi odasına girdiğinde bana yaklaşmakta tereddüt etmesine, tepkilerim karşısında korktuğumu düşünmesine şaşmamak gerekti. Daha zihnim aydınlanmadan önce bedenim hatırlayıp tepki vermişti.
Yoldaşım hakkında ne düşüneceğimi bilemedim. Bir an her şey çok fazla geldi. Omuzlarım ağırlıkla öne doğru eğilip belim büküldü.
Neyse ki Hilda kaseme hafifçe vurup yemem gerektiğini hatırlattı. Böylece sözler yerine dilimle sıcak et parçaları buluştu.
***
Sonraki iki gün yemek yemek, uyumak ve yaralarıma kötü kokulu merhemler sürülmesine isyan etmemle geçti. Hilda huysuz doğama karşı sabırlıydı. Uzun zaman sonra misafirlerinin olması yüzünden neredeyse neşeli bile sayılırdı.
Ripreus'un gün içinde ağır işler yapıp avlanması, evin çevresindeki ormanlık alandan şifalı bitkiler toplarken Hilda'ya yardım etmesinin etkisi de elbette büyüktü.
Bugün taş sepeti- bitkinin adı buydu- toplamak için birlikte kulübeden şafak vakti ayrılmışlar, beni ateşin başında uyurken bırakmışlardı. Hilda tenimdeki zehir temizlense bile vücudumun ısınmakta zorluk çekeceğini söylediğinden beri üşüyordum. Ellerim ve ayaklarım buz parçaları gibiyken dikiş izlerinin olduğu kesiklerimse tam aksine yanıyordu.
Hala çirkin olsalar da dün Hilda dikişleri aldığından artık daha az kabaydılar – on beş santimlik derin kesikler ne kadar zarif olabilirse artık – ve kızıl rengi kaybedip soluklaşmaya başlamışlar, tenimden birkaç ton açık hale gelmişlerdi.
Parmaklarımı üzerlerinde gezdirmek moralimi bozmaya devam etse de tahmin ettiğimden daha az iz kalacağı hakkında şifacının onayını almıştım. İlahlara şükürler olsun ki suratım bu derin yaralardan payına düşeni almamış yalnızca sol kaşımın üzerinde dört santimlik hafif bir kesikle yetinmişti.
Hilda'nın yetenekli elleri her geçen gün onu daha az belirgin hale getiriyordu.
Kürküme daha sıkı sarınıp ateşi izlerken hala yanıtlanmamış soruların içinde boğuluyordum. Cevapların sahibi ileticim, hafızamdaki değişimi fark edip mümkün olduğunca yalnız kalmamı sağlarken bilinmezlik denizinden kıyıya çıkacak gibi değildim.
Ellerimi dizlerime dolayıp başımı üzerlerine dayadım. Bedenimi saran sıcaklık ile ateşin karşısında otururken çocukluk anılarımdan birinin içine çekildim.
Kara Baron bizi bir araya getirip kaderimiz olan dostluğun başlamasına neden olduğunda hepimiz küçük çocuklardık. Bize zarar verecek her şeyden korkar ama gülüşlerimizin arkasına saklanıp cesur rolü yapardık. Tam da böyle hissettiğimiz anlardan birinde Martia'nın mutfağına gizlice girmiş, kaynayan yemeğin kokusu midemizin guruldamasına neden olurken ocağın etrafında hilal şeklinde oturmuştuk.
O gün Derpia'ya zorbalık yapan çocuklar düşüp dizlerini berelemesine neden olunca Sammy, kız kardeşini savunmak için aralarına dalmıştı. Ondan en az beş yaş büyük, üç çocuk kaburgalarını tekmeleyip yüzünü yumrukladığında ağladığı gerçeğini hepimiz görmezden geliyorduk. Yaralı arkadaşlarıma yardım edememenin utancı ve dayak yemenin korkusu arasında bocalarken Sammy bizi neşelendirmek için konuşmuş, hepimizin cesaret için kutsal olana yemin etmesini söylemişti.
O kısacık an da Sammy bize umut vermiş, inancımıza sarılmamızı sağlamıştı. Üç küçük çocuk tüm cesaretimizle ateşe vaat eden sözlerimizi fısıldamıştık.
Şimdi o yemine ihtiyaç duyacağım hiç aklıma gelmemişti. Aynı Sammy'nin onu kurtarmam için beni beklediğinin düşüncesinin zihnimi işgal etmesi gibi. Korkak davranma lüksüm yoktu. Kurtarmam gereken biri –Sammy-, dönmem gereken biri- Derpia- hatta beni bulmak için uğraştığına emin olduğum biri –Yerka- vardı.
Çenemi sıkıp kararlılığımın bedenimi sarmasına izin verdim. Ripreus biraz korkunçsa ne olmuştu? Aptal bedenim gerginliğinden vazgeçmeliydi.
Biraz acı biraz umutla dudaklarım aralanıp çocukluk yeminimizi dile getirdim. ''Her zaman ileriye gidecek, beni esir eden korkudan kaçmayı başaracağım. Ne olursa olsun güçle dolduğumda ezen taraf bu sefer ben olacağım.''
Tamam, yeminimiz daha çok bize zorbalık eden çocukları pataklamak için bir sözdü. Ama hissettirdiği güven aynıydı.
Zihnen kendimi ateşlediğim, oyuncu yanımla beslediğim düşüncelerimden saatler sonra Ripreus ve Hilda eve döndüğünde bakışlarımı kaçırmak yerine ileticime diktim. Beden dilimdeki değişimi hemen yakalayıp bana merakla baktı.
Oturduğum yerden doğrulup sarındığım kürkün yakalarını avuçlarımla sıkarken çenemi öne çıkarıp bir kraliçe edasıyla emrettim. ''Konuşmalıyız.''
Ripreus ne konuştu ne de bana yaklaştı. Kırılgan cesaretimin parçalanmasından endişe eder gibi yavaşça başını eğdi. Hilda ortamın havasını okuyup topladığı bitkileri öğütmesi gerektiği hakkında bir şeyler geveleyip bizi yalnız bıraktı.
Ateşin başına geri dönüp oturunca yanımda kalan alana elimle vurdum. İleticim talebimi anlayıp yanıma geldi. Ürküp kaçmamdan korkar gibi yavaş hareketler ile eğilip yanıma oturduğunda omurgam istemsizce dikleşti.
İçimden kendimi azarlayıp gözlerimi obsidiyen kürelere diktim. Önce ne diyeceğimi düşünüp konuşacaklarımı prova etmiştim ama dudaklarımdan dökülenler planladığım sözler yerine ''Özür dilerim.'' oldu.
Ripreus'un gözleri biraz irileşti. ''Ne için?''
Tüm dürüstlüğüm ile ''Yalan söyledim.'' dedim. Dudağımı ısırıp ekledim. ''Korkmadığım konusunda sana yalan söyledim.''
Gergin çizgiler mimiklerinde can bulurken ''Benden korkmakta haklıydın.'' dedi.
Beni ne cesaretlendirdi emin değilim. Ripreus'un yüzündeki kırgın ifade miydi yoksa sesindeki acı ton muydu? Bilmiyorum. Ama elimi uzatıp kılıç tutan nasırlı parmaklarına dokundum. ''Değildim. Beni kurtardın.''
Temasım ile irkilse de geri çekilmedi. ''Seni en başında yalnız bırakmamalıydım.''
Güldüm. ''Fikirlerimi değiştirme konusunda başarılı olacağını düşünmen ne hoş.'' Omuzlarımı silktim. ''Ben baş belasının tekiyim.''
''Yine de-''
Elimi havaya kaldırıp susmasını sağladım. ''Yıkanmak istiyordum, canım sıkılmıştı. Tehlikeyi görmezden gelmek konusunda aptaldım. Beni kendimi daha fazla aşağılamak zorunda bırakma.''
Geçmişte olduğu gibi mizacımı benimseyip gülümsemedi ama bana itiraz da etmedi. Buna tutunup konuşmaya devam ettim. ''Sorularım var.''
Kasları gerilip bedeni yanımda gerginliğini belli etse de ''Sor.'' dedi. Öylesine öfke ile dolmasının sebebini soracağımı düşündüğünden emindim. Ben de bunu merak ediyordum ama her şeyin başından başlamak mantıklı olandı.
O yüzden beklediğinin aksine dudaklarımdan şu soru döküldü. ''Neden hayal gördüm?''
Bir an şaşkınca bana baktı. ''Hayal mi gördün?''
Son bayılışımdan sonra zihnimde kavradıklarımı ileticime anlatmadığım o an fark ettim. Bu yüzden durumu kısaca özetledim. Konuk evindeki görüdeki ulu ağaca çekildiğimi, onun bana seslendiği için koştuğumu, o askerleri oyalarken benim çocukları kurtarmak için harekete geçtiğimi ve kefaret kafeslerinden kurtarmaya çalıştığım hayatlardan bahsettim.
Çenem kapanık etrafımızı sessizlik kuşatınca Ripreus ''Ben bunların yaşandığını bilmiyordum.'' diye açık olanı dile getirdi.
Omuzlarımı silktim. ''Hepsi gerçek gibiydi.''
''Peki, hayal gördüğünü nasıl anladın?''
''Açıkçası iki gün önceye kadar zihnim karma karışıktı ama Şarlatan'ın kutsaması olanları anlamam konusunda yardım etti.'' İleticim ilahlar ve kutsamaları konusuna takılmak yerine başka bir soru sordu.
''Yani her şey göle girmenden sonra başladı?''
Sözünü dinlemeyip yıkanmak için kamp alanından ayrıldığım gerçeğiyle yüzümü buruşturdum. ''Evet.'' Sonra merakla ekledim. ''Neden gölün tehlikeli olduğunu düşünüp uzak durmamı istedin?''
Eliyle çenesini sıvazladı. ''Bunu somut nedenlerle açıklayamam ama bir nedenden orası beni huzursuz etti.''
Gözlerimi kırpıştırdım. ''Bütün koruyu lanetli benimseyen insanların aksine orda olmak sorun değildi ama göl mü huzursuz hissettirdi?''
''Etrafındaki hava daha ağır gibiydi.'' dedikten sonra ileticimin gözleri anlayış ile parladı. ''Ah sebebi bu olmalı.''
Merakla ona döndüm. ''Ne?''
Kaşları çatılırken bana açıklama yaptı. ''Bunu düşünmemek benim ihmalim.''
Gözlerimi devirdim. ''Hata kimde oyunu oynamıyoruz, sadece açıkla.''
''Sıcak suyun kaynak noktasında gaz çıkışı olmalı, gölün yüzeyinden havaya yayıldığından etrafındaki atmosferi etkiliyordu. Hatta bu yüzden korudan canlıları uzak duruyor olmalı.''
Ripreus'un çıkarımındaki mantığı yakalayınca gözlerim büyüdü. Bunca zaman yemek için avlanması gerektiğinde tepeyi aşmıştı. Çevredeki tehlikenin az olmasına sevinmiş, sebebini sorgulama gereği duymamıştık.
''Ah.'' diyebildim. Sonra aklıma gelen şeyle alnıma vurdum. ''Tam bir aptal gibi suyun içine dalıp durdum.''
Hesaplayan gözleri bana odaklanırken ''Bu daha hızlı etkilenmeni açıklar.'' dedi.
''Yani sıcak su kaynağında hayal görmemi sağlayan gaz vardı.'' Ağzımdan yüksek sesli bir kahkaha kaçtı. Bütün o insanların duyduğunu iddia ettiği çığlıklar ve daha fazlasının gizemi de böylece çözülmüştü. Korunun içinde göle çok fazla yaklaşan herkes hayaller görmüş olmalıydı. Burun kemerimi sıktım. ''Şansızlık ve ben kardeş gibiyiz.''
Ripreus'un dürtüleri ile yol alıp krallığın bir ucuna geldiğimiz de onun hislerine güvenip sıcak suya sırtımı dönmeliydim. Ama yapmamıştım sonunda suyun üzerindeki yansımam da... Düşünce akışım birden kesildi. Yüksek sesle ''Yansıma.'' dedim.
Bilmecenin kayıp parçasından biri aydınlanırken Ripreus ''Ne oldu?'' diye sordu.
Ona bakıp geç fark ettiğim detayı açıkladım. ''Gölde yansımama bakarken ulu ağacın yapraklarını gördüm. Ondan sonra da peşine düştüm.''
İleticim Şarlatan'ın bahşettiği kelimeleri dile getirdi. ''Dikkat et yansımanın diğer yüzü bedel talep eder.''
Kendimi yumruklamak isterken ''Yansımanın diğer yüzü, aslı olan. Gerçek olan.'' diye mırıldandıktan sonra devam ettim. ''Ulu ağacı gerçekten gördüğüme inanıp kendimi kefaret kafesinin içine attım.''
Düşünce akışımı yakalayan ileticim ''Bedel ise zehirlenmendi.'' dedi.
Parmaklarım kollarımda gezinip tenimde hoş olmayan bir his bırakırken ''Şarlatan'ın sözleri direkt söylemek yerine bilmeceye çevirmesine şaşmamalı.'' diye alayla konuştum. Ardından öfkem küllerinden yavaşça alevlenip sesimin yükselmesine neden oldu.
''Ah şanslı seçilmişim! Zehirli havayı soluyup hayallerin peşinden koş. Önüne keskin dikenleri olan bir yadigarın kalıntısı çıktığında hiç tereddüt etme. Direkt kanını alsın diye içine dal çünkü bana getirmen gereken çiçek ancak o zaman açacak. Ölürsem diye düşünüp bekleme, bir ara ileticin seni kurtarır.''
Kızgınlıkla yumruk olan ellerimi havada savurup hayalimde Şarlatan'ı döverken Ripreus bileklerimi yakalayıp beni sakinleşmeye zorladı.
Hareket edemeyince öfke ile tısladım. ''Sıçtığımın ilahı.''
Ripreus'un resmen rengi attı. ''Sözlerine dikkat et.''
Ona en kötü bakışımı atıp kafa tuttum. ''Etmezsem ne olur?''
İlahların gazabına uğramaktan çekinen erdemli yanı onu ele geçirirken sinirim arttı. Kafamı savurup çenesine isabet ettirme nedenimin tek açıklaması da buydu.
O an eğildiği için çenesi alnım yerine kaşımla buluşsa da darbe ile irkildi. Bense yüzümü buruşturdum. Bileklerimi tek eliyle tutup diğer elini boynuma götürüp sıkarken ''Sakinleş.'' diye emretti.
Bir çocuk gibi bağırdım. ''İstemiyorum!''
Ripreus'un kara gözleri hoşnutsuzlukla dolsa da sesini bana yükseltmek yerine parmakları ense kökümü sıkıp gücü ile beni baskılamaya çalıştı. ''Tibertia saldırmaktan vazgeç.''
Beni sakin tutma çabası ters tepip içimdeki alaycı yanı beslerken sinirle soludum. ''Ne yapacaksın beni cezalandıracak mısın?''
Ripreus'un çenesi kasılınca dişlerini sıktığını anladım. ''Elbette hayır.''
''Tüh.'' dediğimde Ripreus tepkime şaşırdığını belli etti. Bense erdemli ileticimi uyuz etmek için devam ettim. ''Birkaç şaplağa hayır demezdim.'' Gözlerini kısıp bana baş edemeyeceği bir şeymişim gibi bakması beni eğlendirdiğinden konuşmayı sürdürdüm. ''Dizine yatırıp koca avuçların ile saymamı söylersen ikna olabilirim.''
''Tibertia.'' Ses tonu uyarır cinstendi.
''Ne?'' Sanki sözlerimde eksik bulmuş gibi gözlerimi kocaman açıp ona bakarken ''Yanımda kırbaç getirmedim.'' dedim.
Boğazından hırıltılı bir ses kaçıp sinirini belli etse de bedenimde yarattığı tepki farklı oldu. Beni sıkıca tutan parmaklarının farkındalığı titrememe neden oldu. Ripreus'tan korkan ve ona çekilen yanlarım birbiri ile savaşırken ileticim beni mutfak tezgahına doğru sürükledi.
Ensemdeki eli geri çekilip su taşıdığı kovanın yanında duran temiz kumaş parçalarından – Hilda yaralarımı sarmak için kullanıyordu- birini alıp çatılmış kaşları ile gözlerimin hemen üzerine odaklanırken ''Kanıyorsun.'' dedi.
Bileklerimi tutan eli yükselip zapt etme çabası ile değil de merhametle çenemi avuçladığında gözlerimi kırpıştırdım. Kovaya batırıp ıslattığı kumaşı canımı yakmaktan çekinir gibi hafifçe kaşıma bastırdı.
Anlaşılan ona kafa attığımda suratımda sahip olduğum tek yaraya denk getirip onu kanatmayı başarmıştım. Dediğim gibi şansızlık ve ben kardeştik.
İleticimin kararlı ama can yakmayan dokunuşlarını kabul edip yaramı temizlemesine izin verdiğimde bedenimdeki gerilim de yavaşça beni terk etti. Yüzlerimizin yakın olması kalp atışlarımın sebepsizce hızlanmasına neden olunca geriye çekilip elinden kumaş parçasını kaptım.
''Sadece ufak bir kesik kendi kendine kapanır.''
Kara gözleri kesiğe şifalı bitkilerden merhem sürse mi yoksa öylece bıraksa mı diye düşündüğünü belli ederken öfkeli çırpınışım sırasında dağılan kıyafetlerime çeki düzen verdim. Kanama kısa sürede durduğundan beni rahat bırakmaya karar veren Ripreus iç geçirip uyurken kullandığı odaya gitti.
Tam olarak bir tartışma kazanmış gibi hissedemeden elinde tuttuğu bir sepetle geri döndü. Yeniden ateşin karşısında yan yana oturunca da sepeti kucağıma koydu.
Örtüyü kaldırmadan önce ''Bu ne?'' diye sordum.
''Bedel ödediğin şey.''
Solgun kumaş parçasına avuçlayıp çektim. Sepetin içindeki kan kırmızısı tek gülü görünce ne hissetmek gerektiğinden emin olamadım.
Ripreus'un dediği gibi Şarlatan'a bu çiçeği götürebilmek için bedel ödemiştim. Zehirli dikenlerin açtığı yaralar benimse hayatım boyunca kalacaktı.
Sağ elimin işaret parmağını gülün taze yapraklarından birinde dolaştırıp mırıldandım. ''Kan gülü.''
''Neden ona bu ismi verdin?''
Başımı çevirip Ripreus'a baktım. ''Ben vermedim. Adı bu.''
İsabetli bir tahminde bulunup ''Şarlatan mı gösterdi?'' diye sordu.
Diğerleri gibi bir görü ile gelmediğinden daha çok zihnime eklenmiş bir bilgi olduğunu ona söyledim. İkimiz de ilahların hareketlerini sorgulamayıp kabul ettik.
Ripreus sessizliği bozup konuşmaya başladı. ''İletici Perfaz çiçeğe tanrıçanın lütfu adını vermişti.''
Gerçekleri kavradığımda bayıldığım için Ripreus'un anlattığı hikayeyi bitiremediğini o an fark ettim. ''Bana kalanını da anlat.''
''Perfaz keşfi ile yanına müritler topladı. Tanrıça Hibesta'yı onurlandırdığını, inançsız olanların cezalandırılması için yaşam ve zenginlik ilahının bu kalıntıları ona bahşettiğini söyledi.''
Olayın akış yönünü yakalayınca burnumdan soludum. ''Masum çocukları kurban etmenin bir yolunu buldu.''
''Öyle. Gezdiği topraklarda önce sözlerini yaydı sonra şifaya en çok ihtiyaç duyanları çevresinde topladı. Sakat doğan bir dilenci, uzuvları kopmuş bir asker, salgın yüzünden ölmek üzere olan bir asil. Yeni bir başlangıca ihtiyacı olan herkesi. Güç, para ve bağlantılara sahip olduktan sonra tanrıçanın cezalandırmasını istediği ve ona inanmayan herkesi avlamalarını istedi.''
Vaatlerinin cezbedici olduğu kesindi. İnsanlar kendileri için ağza alınmayacak kötülükler yapmaya dünden razı olduğunda kaos patlak verirdi.
''Komşu krallıktan göç etmiş bir aile, batmış bir tüccar, eğlence evlerinde kendini satan bir cariye...''
Kafa karışıklığı ile sordum. ''Ama bunlar çocuk değil.''
''Başta dikkat çekmemek için önüne gelen herkesi listesine ekledi. Sonra çocukların büyüdüğünde yaratacağı kötülüğü kulaklarına fısıldayıp onların canları ile kefaretlerini ödemeleri gerektiğini duyurdu. Böylece tanrıça lütfunu sunup onları ödüllendirecekti.''
Bu sapkın adamın kurduğu sistemin sorunsuzca işlemesi fikri ürpermeme neden oldu. ''Kafeslerin adı buradan mı geldi?''
''Evet.''
''Sonra ne oldu?''
''Perfaz senelerce yandaş topladı, tanrıçanın lütfu için sapkın bir topluluğun lideri oldu. Utanmazca ilahın adını kullanıp bütün krallıklarda adını duyurdu. Hibesta'nın Eli. Şifa ya da ölüm bu elin ürünüydü.''
Perfaz'ın kendisine taktığı isim bana bir yerden tanıdık gelse de zihnim bilgiyi çekip bana sunmadı. Önemli bir detayı hatırlayamıyor gibiydim.
Ripreus anlatmaya devam etti. ''Perfaz kurnazdı. Bir krallıkta kök salmanın onu aynı Prenses Dilenma gibi hedef haline getirebileceğini bildiğinden yadigarların kalıntılarından elde ettiği kafesleri oradan oraya taşıdı. Gizli köşelerde saklanıp yalnızca istediğinde ortaya çıktı.''
Bir caninin zekasını takdir etmek istemesem de Perfaz'ın bakış açısı geleceği ön görmüştü. Bir kralın kibrine sahip eski iletici kendini ulaşılmaz kılmıştı.
Bütün bunların yüzlerce yıl önce yaşandığını hatırlayınca ''Yine de ölümsüz değildi.'' dedim. ''Sonunda öldü.''
''Şifalı çiçek ölümsüzlük veremediği için ilahlara şükürler olsun.'' Ripreus'un sözlerine içtenlikle katıldım. Böyle bir adam hala hayatta olsa dünyayı ele geçirmiş olurdu.
İleticim konuşmaya devam etti. ''Ölümünden sonra ona inananlar, görevleri olduğunu söyleyip Perfaz'ın vizyonunu krallıklara yaymaya devam ettiler. Topluluğun başındaki kişi Perfaz'ın unvanını aldı. Kefaret kafeslerini oradan oraya taşıyıp masumların canı karşılığında şifa sundular.''
''Ne yani Sotaina'nın unutulmuş bir korusunda hala kurban mı veriyorlar?''
''Hayır, liderleri son yetmiş yılda kibirlerine yenilip aptallaştığından müritlerini kaybedip topluluğun zayıflamasına neden oldu.''
''Ne yaptı?''
''Kutsallığının bir seçilmişten daha fazla olduğunu iddia edip Jukkai Krallığı'nın prensesini gelin istedi.''
Kahkaha attım. ''Pekala, kendi canına susadığı kesinmiş.''
Sonuçta Jukkai'nin sert hava koşullarına sahip buz düzlüklerinden oluşan topraklarında Barbar ve Leydi'deki gibi vahşi savaşçılar yaşıyordu. Kraliyet ailesi zarafetleri ya da inançları ile bilinmiyordu. İlahlar geniş tundraları en son ne zaman kutsamıştı bilen yoktu. Böylesine bir krallıkta kutsallığı öne sürüp prenseslerini istemek ancak bir aptalın kibri ve hayallerinin eseri olabilirdi.
''Öyle de denebilir. Kral Yiilfa –Jukkai eski kralı-, lideri topraklarına davet edip sonra da ziyafet sırasında kellesini aldı. Kefaret kafeslerinden birkaçı o gün yok edildi.''
''Kalanlar peki?''
''Liderlerinin aptallığını kabul etmeyen bir kesim krallığın sınırında kalıp sonuçları görmek istemişti. Hibesta'nın Eli'nin kafasının kesildiği haberi bütün topraklara samanlıktaki alevler gibi hızla yayılınca kaçıp saklandılar.''
Ripreus'un liderin unvanı hakkında dedikleri ile zihnimde bir ışık parladı. ''Şimdi hatırladım. Bundan on yıl önce Hibesta'nın Eli'ni yakalayan prensti.''
Ripreus'un karanlık duygular ve öldürme arzusu ile çarpılmış ifadesi bir an da yumuşadı. ''Evet, Prens Kenyon son lideri yakalayıp kellesini Kraliyet Sarayı'nın surlarında sergiledi.''
Derpia'nın sevdiği hikayelerden biri olan Altın Kalpli Prens'in hikayesinin detaylarını hatırlamak için burun kemerimi sıkıp düşündüm.
Prens Kenyon on yıl önce verasetini kanıtlamak için bir göreve çıkmış, dönüşte ise topraklarında yakaladığı bu sapkın topluluktan esirler ile gelmişti. Her birinin Güneş Meydanı'nda Iondora'nın asaleti için idam edilmesinin ardından prens, Hibesta'nın Eli'ni yakalayacağına bütün halkın önünde yemin etmişti. Sonraki üç yılda krallığın topraklarını gezmiş, Beyaz Boynuz Ormanı'nda yakaladığı müritlerin her birini kılıçtan geçirmiş, Semerder Yolu'na adım atmaya cüret edenleri dar ağaçlarında sergilemiş, Mercan Tepeleri'nin sınırında saklananları uçurumdan aşağıya atmıştı. En önemlisi ise tutsak tutulan onlarca masum çocuğu her seferinde özgür kılmıştı. En sonunda liderlerini Remgia Krallığı ile Sotaina Krallığı'nın sınırı olan Yüzen Yarımadalar'da yakaladığında ise kellesini bir mızrağın ucuna takıp saraya varana kadar bütün yol boyunca sergilemişti.
Derpia'nı bu hikayeyi bana her anlattığında prense aşık olduğunu söyleyip onunla dalga geçtiğimi hatırlayınca yüzümde buruk bir tebessüm oluştu. Yüzü gözümün önünde şekillenip genç hali ile bana bakarken hikayenin devamında havalanan ince kaşları ve kızaran yanakları ile eklediği sözleri hatırladım.
Prens, kara zırhlı koruyucusu ile döndü.
Prens Kenyon, paladinini bu seferde bulmuştu. Döndüğünde savaşçının Iondora tarafından ona yollandığını, birlikte olmaları için kaderin onları kutsadığını söylemişti.
Halk onu coşku ile karşılamış ismi şenlikler ile dilden dile dolaşıp başarıları yayılmıştı. Prensin varis ilan edilmesi ise çok uzun sürmemişti.
O yüzden dahil olduğum Çember Oyunları'nda onun seçilmiş olmasını beklenmiş, asiller tarafından destek görmüştü. Ta ki Prens Hezmian tarafından rolü çalınana kadar. Onu Altın Kalpli Prens yapan olaydan, birlikte döndüğü paladini tarafından öldürüldüğü oyununu sunan kurnaz prens bütün dengeleri değiştirmişti.
İkilinin ölümle kucaklaşmasını düşünmek bende acıma hissi yaratsa da arkalarından yas tutacak zaman değildi. Hala cevaplanması gereken sorularım vardı.
Hibesta'nın Eli'ni yakalayıp idam eden prensin hikayesinde kafeslerin ya da şifalı çiçeklerin isminden bahsedilmediğinden Ripreus'un anlattıklarını - elbette Ripreus sarayda görevli olarak gizli arşivlere erişim sağladığından benden daha fazlasını biliyordu- başta hatırlayamamıştım. Şimdi ise her şey yerine oturmuştu.
Ripreus'a ''Prens bütün topluluğu yakalayıp idam ettiğinde kafesleri de yakmadı mı?'' diye sordum.
''Elbette yaktı.''
Tek kaşımı kaldırdım. ''O zaman ben neden birini kucakladım?''
Bana ters bir bakış attı. ''Hiberta'nın Eli ve yoldaşları kurban bulabilmek için her zaman insanlara yakın yerlerde konumlanmak zorundaydı. Kral Zecta, kırmızı volkan taşları yüzünden bu kasabayı haritadan sildiğinden prens bu topraklarda saklanan bir kafes olacağını düşünmedi.''
Eh haksız da sayılmazdı. Kurban verecek insanlar yokken neden buraya gelsinlerdi ki?
''Yani kefaret kafeslerinden sonuncusunu mu bulduk?''
Ripreus düşünüyormuş gibi çenesini kaşıyıp dalgın bakışlarını ateşe dikti. ''Artık müritler yok, kafes burada terk edilip unutulmuş olmalı.'' Sonra başını çevirip bana Şarlatan'ın işareti ile parlayan gözleri ile baktı. ''Belki de Moalkica bizi buraya tam da son kafesi yok etmemiz için gönderdi.'' Ardından dalgınca ekledi. ''Yarım kalanı tamamlamamız için.''
Seçilmişi olduğum ilahın eğlence anlayışı beni hep zor olaylar ile sınasa da böyle bir amaç için krallığın bir ucuna sürüklendiğim fikri tenimin karıncalanmasına neden oldu. Normalde seçilmişler ve kutsal amaçları hakkında alaycı sözler söyler, kazanmak için çırpınan bu insanları asiller için birer eğlence olduğunu öne sürerdim.
Lanetlenmeye layık bir kabusu temizlemek için mi buradaydım?
Masumları onlarca yıl tehdit edip canını alan bir aracı yok etmekten daha kutsal ne olabilirdi?
Başımı iki yana sallayıp Ripreus'un erdeminin bana bulaştığına karar verip silkelendim. Kendi özümü bulmak için kucağımdaki sepette yer alan kan gülünü avuçlarımın içine aldım.
''Öyleyse bunu ne yapacağız? Dekorasyon olarak saraya mı vereceğiz?''
''Hayır.'' dedi Ripreus. ''Seçilmişi olduğun ilaha bir gül sunacaksın.''
Parmaklarımı yumuşak yaprakları üzerinde gezdirip ölüm anlamına gelen çiçeğe baktım.
Ancak Şarlatan, yaşam ve zenginliğin özü olan tanrıçanın yadigarının sonunda ölüm doğurmasının ironisini anlayıp bunu bir bilmeceye çevirebilirdi.
Ve bütün bu oyun için seçilmişi olarak beni işaretlemişti.
***
Görüşlerinizi benimle paylaşır ve oylarınız ile destek olursanız sevinirim.❤
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top