17.Bölüm: Kefaret Kafesi

Keyifli okumalar...

***

Binlerce minik iğnenin üzerinde yuvarlanmışım gibi vücudumun her yanı sızlarken hoşnutsuzluğumu gösteren bir inilti ile gözlerimi araladım. Başlangıçta her şey çok parlak ve bulanıktı.

Zihnimi panik ele geçirince hızla doğrulmaya çalıştım. Mide bulantısı ve baş dönmesi aynı anda beni vurup geriye devirdi.

Ağzımı içi kum yemişim gibi hissettirirken zorla da olsa ''Lanet.'' demeyi başarabildim.

''Kendine geldiğinde ilk söylemeni beklediğim bu değildi ama yaşlı kulaklarımın kızarmasına neden olan küfürlerinden sonra çok da kaba değil.''

Gözlerimi hızla kırpıştırıp şekillerin zaman geçtikçe anlam kazanmasını sağlarken tanıdık gelen sese doğru dönüp tahminde bulundum. ''Hilda?''

Ripreus ile çorak arazide yol almaya başlamadan önce evinde kaldığımız orta yaşlı şifacının yanımda olmasına bir an için anlam veremesem de Hilda ''Ta kendisi.'' deyip kıkırdadı. Ardından dudaklarıma bir şişe dayandı.

İrkilip geri kaçmaya çalışınca vücudum hareketime itiraz edip kasıldı. Yüksek sesli bir inleme dudaklarımdan kaçınca Hilda ''Ağrın için içmen gerek kızım.'' dedi.

İkinci kez bana açıklama yapmasına gerek kalmadı. Ağzıma yaklaştığını bulanıkta olsa gördüğüm şişeyi kabul edip dudaklarımı araladım.

Kumlu hissi süpürüp tahriş olmuş boğazımı rahatlatan sıvı ile rahatladım. Hilda başımı destekleyip beni yeniden uzanmam için teşvik ettiğinde direnmedim. Gücümü konuşmak için toplamam biraz zaman alsa da ''Neden buradayım?'' diye sormayı ikinci denememde başardım.

Yarı şaşkın yarı anlayışlı çıkan sesiyle ''Hatırlamıyor musun?'' diyen Hilda'ya yapabilsem kaşlarımı çatardım. Bilseydim elbette sormazdım.

Konuşmak için yutkunmam gerekiyordu ve bu hareket canımı fazlasıyla yakıyordu. Aslında her şey şu an bana düzenlenen bir suikastın birbirini tamamlayan parçaları gibi acı vericiydi.

Neyse ki Hilda durumu hızla kavrayıp ''Ripreus seni bana getirdi.'' diye açıkladı.

Nedenini sormak istedim. Bir şifacıya ihtiyaç duyacak hale nasıl gelmiştim?

Ama sorularımı dile getirecek kadar enerjim yoktu. Hilda bana iki şişe daha –tatları kül ve nane gibiydi- içerip dinlenmemi söylediğinde onu dinledim. Sorular sonrayı bekleyebilirdi.

Tahta kapının gıcırtısı ve adım sesleri duyduğumda neredeyse uyumak üzereydim. Tanıdık bir erkek sesi ''Uyandı mı?'' diye sorduğunda başarabilseydim gülümserdim. İleticim beni hayatta tutmuş, şifacıya getirmiş olmalıydı.

Hilda'nın ''Zamana ihtiyacı var.'' dediğini boğuk bir fısıltı gibi duyduğumda beni kucaklayan karanlığa hazırlıklı değildim. Direnip konuşmaların devamını dinlemek istesem de başarısız oldum.

***

Sonraki günler kısa süreli uyandığım ve yeniden bayılıp karanlıkla sarmalandığım bir döngüde geçti. Uyanmaya kendime ikna edip anda kalmaya çalışsam da sürekli yenildim. Ta ki bir sabah gözlerimi açtığımda tepemdeki kara sedir ağacından çatıyı net şekilde görene kadar.

Üzerime örtülmüş koyun postunu ve çıplak kollarıma batan saman parçalarını hissederken başımı çevirip yabancı olmayan odayı süzdüm. Hilda'nın evinde var olan üç odadan en küçüğüydü. Ve tedavi için kullanılıyordu.

Açık pencereye ve döşeğimin yanındaki masaya yerleştirilmiş yanan muma bakınca Hilda'nın şafak sökerken temiz havanın şifa odasındaki bitkiler için gerekli olduğu ile ilgili bir şeyler dediğini hatırladım. İçgüdüsel olarak güneşin doğuşundan önceki en karanlık anda ayıldığımı hissettim.

Neyse ki mumun alevi odayı yeterince aydınlatıp bana bedenimi keşfetmem için ışık sağlıyordu. Şifacının hastalarını tedavi ederken kullandığı odaya yerleştirilmem bana ne durumda olduğum hakkında bir fikir vermese bile havaya kaldırdığım kollarımdaki derin kesikler her şeyi açıklıyordu.

Mermer Gül Meydanı'nda zanaatkarların mücevherleri kusursuz hale getirmeden önce şekil vermek için derin yarıklar ile parçaladığını görmüştüm. Şu an kollarım acemi bir zanaatkar etimi şekillendirmek için o yarıklar ile ayırmaya çalışmış gibi görünüyordu. On ile on beş santim arasında değişen kızıl çizgiler hakkında ne düşünmem gerektiğinden emin değildim.

Hiçbir zaman narin bir leydi olmamış, bedenimi süsleyen izler hakkında telaşa kapılmamıştım. Önceliğim hayatta kalmak, karnımı doyurmak ve para kazanmaktı.

Yakan acının yerine geçen hafif sızının yalnızca kollarımda değil, bacaklarımda, göbeğimde ve sırtımın sol tarafında olduğunu hissedince gözlerim istemsizce doldu.

Bir mücevherden çok grotesk bir heykele benzediğim kesindi.

Ruh halim beni daha karamsar bir moda çekip ağlamama sebep olamadan odamın kapısı açıldı. Kafamı çevirince başım dönmediği için şükrederken midem bulanınca gözlerimi yumdum. Hilda'nın bunun içinde bir şişeyi dudaklarıma dayayıp mideme göndermesini umarak ağzımı açmıştım ki dudaklarımdan planladığımın aksine inlemeli bir sesle ''Berbat haldeyim.'' cümlesi döküldü.

''Bilmediğim bir şey söylesene.''

Gözlerimi hızla açıp kapının eşiğine yaslanmış Ripreus'a baktım. Her zamanki gibi yüz ifadesi ciddi ve bedeni tetikteydi. Hatta kılıcı bile kemerindeki yerindeydi. Ya hiç uyumamıştı ya da uyanır uyanmaz savaşmaya hazır durumda yanıma gelmişti.

Kiminle savaşacaktı benimle mi? Peki neden?

Anlamsız sorular zihnimde koştururken Ripreus kollarını göğsünde kavuşturdu. Dikkatim gerilen gömleğiyle belirginleşen kaslarından suratına kayınca irkildim. Kara gözleri yırtıcı denecek bir ifade ile beni inceliyordu. Sanki gördüklerine karşı yenilmiş ya da öfkelenmiş gibiydi.

Bir anda nasıl göründüğümü hatırlayıp belime kadar kayan koyun postunu yukarı çektim. Onun beni böyle görmesi içimde hoş olmayan duyguların kabarmasına neden olurken sesim zorlama bir alayla perdelendi.

''Yatağımı ısıtacak bir adam bulamayacağım için endişelenmeli miyim?''

Sorum ile öfkesi bocaladı. Kaşları çatılıp erdemli ileticim yüzeye çıkarken ''Tek endişen bu mu?'' diye sordu.

Yan dönüp dudağımı bükerek ona baktım. ''Eh hayatta olduğuma göre geleceğim hakkında düşünmeliyim.''

Burnundan soluyup bana yaklaşmak için harekete geçince gözlerim büyüdü. Tepkimi yakalayıp odanın ortasında durdu. ''Sana zarar vereceğimi mi düşündün?''

''Hayır.'' Tek kelimeli cevabıma sonuna kadar inanıyordum, yalan değildi. Yine de şu an ona yakın durma düşüncesi bana iyi gelmiyordu.

Bu kurt saldırısına uğradığımda kabusların beni ele geçirip onunla mücadele ettiğim zamandaki gibi korku kaynaklı bir hareket değildi. Daha sığ ve aptalca bir şeydi.

Bakışlarımı ondan kaçırıp bacaklarımı karnıma doğru çekip bedenimi küçültmeye çalışınca yaralarım sızladı. Yüzümü buruşturmuş olmalıyım ki Ripreus aramızdaki mesafeyi kapatıp bana uzandı.

''Yaralarına bakmama izin ver.''

Cevabım en az onun bana zarar vermeyeceğine inandığım bir netlikte çıktı. ''Hayır.''

İleticimin esmer eli havada bocaladı. Sıktığı dişleri yüzünden boynundaki kaslar gerilirken kaşları çatıldı. ''Benden korkuyor musun?''

Sorusu öyle beklenmedikti ki gözlerimi şaşkınlıkla kırpıştırdım. ''Ne?''

Sanki ilk seferde onu net duyamamışım gibi tekrarladı. ''Benden korkuyor musun?''

Yüzüne bakıp ''Ne saçmalıyorsun sen? İlahlar aşkına senden neden korkayım?'' dediğimde bedeninin gevşediğini gördüm.

Sol elini dağınık saçlarının arasından geçirip ne yapacağını bilemeden başımda dikildiğinde ''Öyleyse neden benden sakınıyorsun?'' diye açıkça sordu.

Bir anda ağzımın içi kuruyup gözlerim yandı. Neden şimdi kadınsı endişelere takılıp kalmıştım ki? Daha çirkin görünmek neyi değiştirirdi? Bir aptal gibi davranmama sebep olan neydi?

Ben sessiz kalınca Ripreus aynı kabuslarımdan uyandığımda beni kollarının arasına alıp rahatlattığında çıkardığı şefkatli ses tonuyla konuştu. ''Tibertia.''

Döşeğin ortasında bir delik açılıp beni yutmasını isterken inledim. Gözlerimi yumup bayılmış numarası yapsam da Ripreus'un bu kadar yakınımdayken inanmayacağını biliyordum.

Gerçekler ile yüzleş, sen büyük bir kızsın.

Derin bir nefesi ciğerlerime doldurup sırt üstü döndüm. Tepemde kalan esmer yüzüne bakarken ''Sakınmıyorum.'' dedim. Tamam, kraliyet mahkemesinde beni Demir Zindan'dan kurtaracak bir savunma olmadığı kesindi. Ama Ripreus sessiz kaldı.

Dudaklarımı ısırıp devam ettim. ''Sadece canımın daha fazla yanmasını istemiyorum.''

Ne olmuş yani? Büyük kızlarda bazen yalanların arkasına saklanırdı.

İleticim bana inandı mı? Bilmiyorum ama yeniden koyun postuna uzanmak yerine odanın köşesinden bir sandalye çekip yatağımın yanına koyup oturdu. Yeniden bana sorular sormasından korktuğumdan önce davranıp konuştum.

''Ne zamandır buradayız?''

Başını pencereye çevirip söken şafağa baktıktan sonra ''Bugün altıncı gün.'' dedi.

Tepkim yüksek sesli bir ''Ne?'' oldu.

''Bugün altı-''

Bunayan bir kocakarıymışım gibi sözlerini tekrarlamaya başlayınca ona öfkeli gözlerler baktım. Elimi kaldırıp susmasını işaret ettim. ''Ben sağır değilim sen de bir papağan değilsin. Tekrar etmeni istemiyorum. Neden buradayız? Neler oldu?''

Kara gözleri mum alevinde parlayıp beni bir süre inceledi. Yüzümde ne bulmayı beklediğine emin değilim ama aradığını bulmuş olacak ki ''Hatırlamıyorsun.'' dedi.

Hilda'nın da bana aynı şeyleri söylediğini anımsayınca bu konuşmayı yatarak yapacak kadar sakin olmadığımı anladım. Dirseklerimden destek alıp doğrulunca Ripreus ben daha gözlerimi kırpamadan atılıp beni omuzlarımdan yakaladı.

''Dikkat et hala dikişlerin kapanmadı.''

Bu yeni bilgi için hazır değildim. Kollarımdaki kızıl kesikler yer yer koyu renkli bir lapa ile kaplı olduğundan durumlarını tam olarak algılayamamıştım. Dikişlerim mi vardı? Lanet olsun iz kalacaktı.

Ripreus oturmam için yastıklar ile sırtımı desteklerken ona karşı çıkmadım. Şok ile çarpılmış yüzümü görünce beni su içmeye zorladı. Durumu iyi idare edemediğimin farkında olduğu kesindi.

Parmaklarım koyun kıllarına gömülürken ''Ne oldu?'' diye sordum.

Ripreus'un ifadesi kararıp obsidiyen gözlerinin içinde parıltılar yüzerken sesi kızgındı. ''Seni kanlar içinde zehirlenmiş halde buldum.''

Nefesim tekledi. ''Zehir mi?''

''Kefaret kefesinin dikenleri zehirlidir.''

Korku, şaşkınlık ve inanamazlık beni aynı anda ele geçirdi. Ripreus'a papağan olmadığını söylerken onun her kelimesini tekrarlayan bendim. ''Kefaret kafesi mi?''

Ripreus'un kara gözleri nefret ile alev alırken sesi keskinleşti. ''Bundan beş nesil önce Vilpizoma Krallığı'nın kazananına bahşedilen yadigarın kalıntıları.''

İleticimin sözleri ile zihnimde bilgeler yüzeye çıkıp kendilerini sundu. Kara baron kapsamlı bir eğitim almamı sağladığından haritaları okuyabiliyor, yaşadığımız coğrafyada yer alan krallıkların hepsinin adını biliyordum.

''Vilpizoma, Jukkai ve Sotaina ile deniz sınırı olan ada krallığı.'' Ripreus'a bakıp sordum. ''Bundan üç yüz yıl önce bahşedilmiş bir yadigar buraya nasıl geldi?''

''Kendisi değil, kalıntıları.'' diye düzeltti beni Ripreus.

Merakla ona baktım. ''Farkı ne?''

İleticim bir an bana bakıp ''Dinlenmen gerek, bu uzun bir hikaye.'' dedi.

Ellerimi havaya kaldırıp isyan ettim. ''Dinlenmekten başka yaptığım bir şey yok. Beni kelimeler ile eğlendir.''

Reddetmesini beklesem de oturduğu sandalyede geri yaslanıp anlatmaya başladı.

''Vilpizoma Krallığı'nın kuruluşunun üzerinden yüz yıl geçtiği sene ilahların oyunlarına katılması için Prenses Dilenma, Tanrıça Hibesta'nın seçilmişi olarak işaretlendi.'' Kafamda tarih hesaplaması yapıp Sotaina Krallığı'nın o zamanlar daha kurulmamış olduğu ve Çember Oyunları'nın – hatta o zamanlar ismi bile farklı olsa gerekti- farklı topraklarda yapıldığını hatırladım. Şehri tepeden süzen altı devasa heykelin dikilişinden sonra neden ilahlar bu toprakları merkez olarak seçti bilinmez ama o zamandan beri Çember Oyunları hep Sotaina Krallığı'nda yapıldı.

Belki de sebebi haritadaki en genç krallık olmasıydı. İlahların tarih boyunca her krallığa kutsamalarını bahşettiğini bilinen bir gerçekti. Topraklar yeni olana ev sahipliği yapana kadar son durakları burasıydı.

Ripreus aklımdan geçenlerden habersiz konuşmaya devam etti. ''İlahların zorlu görevlerini yerine getirip galibiyetini tüm dünyaya duyurduğunda Prenses Dilenma kendi için ödül istemek yerine insanları için dilekte bulundu. Yaşadığı krallığı saran dalgaların tabiatından etkilenen tuzlu topraklarda kol gezen bir salgın toplu ölümlere neden oluyor, çaresi bulunamadığı için bütün yaşamı tehdit ediyordu. Bu yüzden Prenses Dilenma, yaşam ve zenginlik tanrıçası Hibesta'nın huzurunda eğilip şifa istedi.''

Dayanamayıp sordum. ''Ve tanrıça herkesi iyileştirdi mi?''

''Direkt değil.'' diyen Ripreus şüpheci tutumumu haklı çıkarıp devam etti. ''Tanrıça, prensese bir tohum verdi. Eğer Prenses Dilenma tohumu kendi elleriyle eker, gözyaşı ile besler ve bedeni ile onu gölgelerse tohum filizlenip büyüyecekti. Ve tanrıça şu şartı ekledi yalnızca masum olanın özü tomurcuklara can verecek şifayı çiçeklendirecekti. Eğer prenses merhametli amacından saparsa ya da kötü niyetler ile dolarsa çok istediği şifayı kaybedecek, zehirlenecekti.''

Hikayenin gittiği noktayı bilmesem bile bir anda aklıma başka bir yadigar ile olan bağlantım geldi. Optiana Kristali'ni yutup hayatta kalan Sammy'nin aynı kristal tarafından dileği yerine getirildikten sonra etiyle birleştiğini anımsayınca yarı alay yarı gerçekle ''Her zaman bir bedeli var desene.'' dedim.

Ripreus başıyla onaylamakla yetindi. Sonra sözlerine kaldığı yerden devam etti. ''Prenses Dilenma, ilahın sözlerine kulak verip tohum çiçek açana kadar gece gündüz onunla ilgilendi. Bedeni güneşten yandı, toprakla uğraşan avuçları kanadı, halkı için duyduğu kederi filizin köklerine gözyaşlarıyla akıttı. Sonunda kırmızı çiçeklerden ilki açtığında ise sevinçle haykırdı. Tanrıçanın vaat ettiği gibi halkına şifa dağıttı.''

Tek kaşımı kaldırdım. ''Ve mutlu sonla mı bitti?''

''Öncesinde halk prensesi bir azize ilan etti. Onun hakkında şiirler, oyunlar yazıldı. Gelecekteki kraliçeleri olduğunu, onun sayesinden krallıklarının kutsandığını haykırdılar.''

''Ve sonra?''

Ripreus yüzünü buruşturdu. ''Her zaman olan şey oldu. İnsanlar gücü kıskandı. Sonsuz şifa kaynağını sahip olanın tek bir krallık olması kabul edilemezdi. Hele ki prensesin tomurcuklandırdığı çiçeklerin her şeyi iyileştirebileceği keşfedildiğinde işler iyice kızıştı.''

Kaşlarım havalandı. ''Her şey mi?''

''Salgın hastalıklar, kılıç yaraları, sakat kalan uzuvlar...Ölüm hariç her şeyi.''

İstemsizce kollarımdaki izlere bakıp yutkundum. Böylesine bir yadigarı kim istemezdi ki?

Yeniden Ripreus'a odaklanıp sordum. ''Sonra ne oldu?''

''Vilpizoma'nın ve Jukkai'nın komşu krallığı Loqur ilk harekete geçen oldu. Prensesin saray bahçelerine sızıp şifalı çiçekleri çalmak istediler ama tanrıçanın da belirttiği gibi çiçekler yalnızca Prenses Dilenma'nın özverisi ile açtığından umduklarını bulamadılar. Bu yüzden onlar da yadigarın dallarını koparıp kendi topraklarında filizlenmesi için yanlarında götürdüler.''

''İşe yaradı mı?''

''Dalları en yetenekli bahçıvanlar kök salmaları için aşıladı, zenginlik ve yaşamın ilahının sözlerindeki gibi onu güneşten sakınıp, gözyaşıyla besleyip, kendi elleriyle diktiler. Kısa sürede dallar kök salıp toprağa tutundu ve büyüdü.''

Kaşlarım çatıldı. ''Ne yani öylece sahip mi oldular?''

''Sadece büyüttüklerini söyledim.'' dedi Ripreus.

Omurgamı dikleştirip oturduğum yerde kımıldanırken ''Çiçek açmadı.'' diye vardığım sonucu söyledim.

Başını eğip sözlerimi onaylayan Ripreus ''Çiçek açmasını sağlayamadılar.'' dedi.

''Neden?''

''Tanrıçanın da belirttiği gibi amaçları ne merhametti ne de iyi niyetlerinden filizleri beslemişlerdi. O yüzden şifa veren çiçekleri elde edemediler.'' Sonrasında iyi şeyler olmadığı kesindi. Ripreus parmaklarını kılıcının kabzasında gezdirip konuşmaya devam etti. ''Sonra savaş patlak verdi. Loqur Krallığı topraklarındaki demir madenleri yüzünden silahlar konusunda daha güçlüydü ama Prenses Dilenma'nın şifalı çiçekleri yüzünden Vilpizoma'nın ne kadar askeri yaralasalar da hemen iyileştirildiklerinden kazanmaları imkansızdı. Bunu fark ettiklerinde ise en büyük engeli ortadan kaldırmaya karar verdiler.''

''Prensese suikast düzenlediler.'' diye tahmin ettim.

''Evet, yenilgiyi kabul etmiş gibi gösterip kendi topraklarına geri çekildiklerinde yaralıların arasına karışan casusları Vilpizoma askeri gibi davranıp saraya sızdı. Ve prensesi kendi bahçesinde öldürüp yadigarı ateşe verdi.''

Olayın basitliği karşısında şaşırdım. ''Prensesin korumaları neredeydi? Saray muhafızları ne halt ediyordu?''

Ripreus iç geçirdi. ''İktidar tehlikeli bir oyun. Prensesin yükselişiyle tahtından olan varisin casusa yardım ettiği hiçbir zaman kanıtlanmadı ama Prens Cixja tahta geçtikten kısa süre sonra Loqur ve Vilpizoma arasında barış anlaşması sağlandı.''

Yakın zamanda Prens Kendor'un da kendi kardeşinin oyununa kurban gittiğini hatırlayınca yaşananlara pek de şaşırmadım. O yüzden Ripreus'a ''Peki yadigara ne oldu?'' diye sordum.

''Prenses ile birlikte yok oldu. Küllerinin birbirine karıştığını söylerler.''

Şifa için yalvaran prenses aynı şifa yüzünden ölümü kucaklamıştı. Halkı ona azize diyebilirdi, hayatları kurtardığı kesindi. Diğer yandan kardeşinin planlarını ön görememiş, iyimserliğinin kurbanı olmuş bir aptaldı. Dinlediğim hikaye ne kadar ilgi çekici olsa da trajik sonu benim istediğim bilgiyi vermiyordu.

Parmaklarımı sol bileğimin hemen üzerinden başlayıp çaprazlama dirseğime kadar kesen yara izinin üzerinde dolaştırdım. ''Peki ya kalıntılar?''

''İki krallık arasında barış sağlanıp güç dengeleri yeniden kurulduğunda çiçek açmayan dallar unutulmuş, senelerce kimse onlarla ilgilenmemişti. Ta ki bir gezginin eline yadigarın kalıntılarından bir parça geçene kadar.'' Ripreus'un hikayeyi anlatırken gerildiğini görünce tüm dikkatimi ona verdim. Sıkılı dudaklarının arasından öfkeli kelimeler döküldü.

''Tanrıçanın sözlerini benimseyip ona tapan gezgin, aslında seneler önce Prenses Dilenma'nın ileticisi Perfaz'dı. İlahların oyunundan sonra Tanrıça Hibesta'nın tapınağına dönmüş, savaş çıktığında ise yaşadığı krallığın topraklarını terk etmişti.''

Din adamlarının görevlerinden ayrıldıklarını daha önce duymamıştım. ''Neden bir rahip yadigar kalıntılarının peşinde olsun ki?''

''Perfaz, prensesin yadigarı kazanmak için neler yaptığını bilen, bitkiyi yetiştirirken ona eşlik eden ve en önemlisi Tanrıça Hibesta'nın sözlerini ileten kişiydi. Ve ilahın sözlerinde prensesin dikkat etmediği bir şey keşfetmişti. Kimsenin aklına gelmeyen bir lanetin başlangıcı olacak bir şeyi.''

Bedenim Ripreus'a doğru istemsizce eğildi. ''Ne?''

Ripreus'un kara gözleri hiddetle parlarken elleri yumruk haline geldi. ''Yalnızca masum olanın özü tomurcuklara can verecek şifayı çiçeklendirecekti. Tanrıça hiçbir zaman tohumu yetiştiren ile çiçeklendiren kişinin aynı kişi olacağını söylememişti.''

Aklımdan geçen olasılıklar ile zihnimde Şarlatan'ın görüsü parladı. Ardından şakaklarıma saplanan ağrı ile yüzümü buruşturdum. Günler önce yaşadıklarım yüzeye çıkıp beni unutmak istediğim sahnelerle boğarken gözlerimin arkası yandı.

Elim göğsüme yükselip kalbimi avuçlamak ister gibi kasılınca Ripreus ayağa kalkıp beni omuzlarımdan yakaladı. ''Sorun ne?''

Ona cevap veremedim. Tek düşünebildiğim yetişemediğim için umutla dolan gözlerdeki sönen hayatlardı. Bedenimdeki tüm kesikler yeniden açılmış gibi yanarken inledim. Başım döndü, midemdeki her şey ağzımdan çıkmak ister gibi boğazım yandı.

Ripreus beni sırt üstü yatırınca kara tavanın görüntüsü beni karşıladı. Hilda'yı bulmak için acele ile odadan çıktığını sert adım seslerinden anladım. Ama bu anda değildim. Yeniden korunun içinde, kollarımdaki minik bedenle kafesin zeminine kıvrılmış, kendi kanımın ılıklığı tenimi sararken kararan gözlerimin takıldığı lekeye odaklanmıştım.

Bilincimin beni koruyan yanı o an aradaki duvarı kaldırmış gibi kızıl bir lekeden ibaret gördüğüm şeyin aslını bana sundu.

Bir leke değildi.

Kefaret kafesinin tam tepesinde masum bir hayatın özüyle –kanı, gözyaşı ve gölgesiyle- açan bir tomurcuktu.

Şifalı çiçekti.

Perfaz çocukların hayatını kullanmıştı.

***

Kalbimin ritmik atışlarının arasında rahatlatan bir dokunuş hissettim. Bir şekilde Şarlatan'ın beni kutsadığını biliyordum. Öğrenmem gerekenleri perdeleyip zihnimi pusta bırakanın da o olduğunu bildiğim gibi.

Zamanı gelene kadar hatırlamamakla lanetlenmiş bir trajedide başrol olduğum düşüncesi normalde beni güldürür, ilahlara ve seçimlerine korkusuzca hakaret etmeme neden olurdu.

Şimdiyse kemiklerim etimin kucağından azat edilip tenimden dışarı çıkmış gibi hissediyordum. Midem bulanıyor, başım dönüyor, kulaklarım çınlıyordu. İleticimin tedirgin hareketleri ve bilinçsizce ondan uzak kalma çabam anlam kazanıyordu.

Hilda'nın da Ripreus'un da neden şaşkınca hatırlamamam hakkında konuştuklarını şu an da anlıyordum.

İleticimin bana anlattığı hikayeden adının kefaret kafesi olduğunu bildiğim dikenler ile kaplı kara dalların arasında kendi kanımın içinde yatarken bilincimi kaybettiğimde karanlığa gömülmüş ardından olanları anımsayamamıştım. Şimdiyse o andan sonra ayıldığımı hatırlıyordum.

Masum olanın özünün çiçeklendirmesi gereken şifa için yeterince iyi niyete ya da merhamete sahip olmadığım kesindi. Tam da bu yüzden Tanrıça Hibesta'nın Prenses Dilenma'ya dediği gibi zehirlenmiştim.

Beni felç edip ciğerlerimin yavaşlamasına neden olan his çok çarpıcı ve korkutucuydu. Bir şekilde göz kapaklarımın o an da açık kalmayı başardığını biliyordum çünkü olanları görmüştüm. Ve beni en çok korkutan da bu kısımdı.

Yaşadıklarım gerçek değildi.

Hiçbir zaman ulu ağacın izinden gidip bir alanda çocukları esir olarak bulmamış, kafesin içinden ölmek üzere olan bedenlerini kurtarmak için çabalamamıştım. Çünkü başından beri çocuklar orada değildi.

Yalnızca ben vardım.

Kendi bedenimi gördüğüm hayaller yüzünden kefaret kafesinin içine sokmuş, çırpınışlarım ile etime kalın ve zehirli dikenlerin saplanmasına neden olmuştum. Zihnim hızla çalışıp iletici Perfaz'ın düşüncelerini süzgeçten geçirip bana bilgileri sunduğunda bunun zekamın mı yoksa Şarlatan'ın mı işi olduğuna emin değildim ama öğrenmiştim.

Tüm gerçekleri.

İletici Perfaz, Prenses Dilenma'nın bu dikenli bitki ile ilgilenirken defalarca ellerini kestiğini, farkında olmadan kanı ile beslediğini gözlemlemişti. Ama süreç yeterince öz alamadığından aylar sürmüş, şifalı çiçekler çok uzun süre sonra tomurcuklarından azat edilmişti.

Tam da bu gözleminden çıkarımla masum olanların –çocuklar can alamayacak kadar temiz kalan tek varlıklardı, özellikle de yaşı küçük olanlar- kanını oluk oluk kalıntıların özüne akıtıp yaşamları karşılığında başka bir yaşamın doğuşunu –şifayı- elde etmişti.

Fakat kalıntılar, asıl tomurcuğun çarpık bir versiyonuydu. Tanrıçanın, prensese verdiğindeki hallerinde kalmamış, niyetlerden beslenerek değişmişti. O kadar çok masum yaşamı almışlardı ki sonunda masum olmayanları kucakladıklarında şifadan başka bir şeyi tomurcuklandırmış, ilahın öfkesinden doğan iyileştirmenin zıddına yarayan çiçeklere hayat vermişlerdi.

Kan gülü.

Bilincimi kaybettiğimi sandığım an da karanlığın içinde bulanık kızıl bir leke olarak gördüğüm çiçek, dikenlerin kesişimin de onu saran kozadan patlamış, bana sonumu kendi çiçeklendirdiği ölüm ile sunmuştu.

Gözlerimden yaşlar akarken kan gülünün parlak yapraklarına bakmış, karanlığın bu sefer bir daha aydınlıkla buluşmamak üzere beni kucaklamasını beklemiştim. Ama Ripreus yeminine sadık kalmış, korunun içinden fırlayıp beni kendi aptallığımdan korumak için kefaret kafesinin yanında bitmişti.

İleticimin sakin tabiatının arasındaki çatlaklardan öfkesini gördüğümü sanmış, hiddetinin doğasının ne kadar acımasız olduğunu algılayamamıştım. O an gördüğüm adam benim tanıdığım Ripreus değildi.

Gözleri deli gibi bakarken belinden çekip çıkardığı kılıcı ile haykırmış, kafesin kara dallarını gözü dönmüş bir öfke ile parçalamıştı. Benim de içinde olduğum kafesi yok edişi öyle korkutucuydu ki bir an beni de kılıcı ile keseceğini sanıp korku ile kaçmak istemiştim. Hareket edip konuşamıyor olmam işleri daha kötü hale getirip panikle dolmama neden olmuştu.

Bana zarar vermez. İleticim beni öldürmez.

Aklımdan geçen bu düşüncelere tüm inancım ile sarılmaya çalışırken kaybettiğim kan koyu renkli deri çizmelerine saçılıp ellerinde sıkıca tuttuğu kılıç dalların özü ile lekelenmişti. Yine de durmamıştı. Dudaklarından gökyüzüne salınan lanetler ve küfürleri daha önce ondan işitmemiştim. Tanıdığım adam ilahların hiçbirine lanetler yağdırmazdı.

Ama o an karşımda benim tanıdığımı sandığım erdemli kişi de yoktu. Tepemde bir katliam yaratıp her kopan parçanım etime çarpıp toprağa saçılmasına neden olan adam vahşi bir hayvandı.

Nefes alabiliyor olsam çığlık atardım. Fakat tek yapabildiğim şey öylece yatmak ve kan gülünü izlemekti.

***

Görüşlerinizi benimle paylaşır ve oylarınız ile destek olursanız sevinirim.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top