15.Bölüm: Lanetli Koru

Keyifli okumalar...

***

''Kasabaya geldik.''

Ripreus'un sözleri ile atımı durdurdum. Gözlerim bir uçtan bir uca kasabadan arta kalanları incelerken beklediğimin bu olmadığı kesindi. Ayakta kalmayı başarmış taş duvarlar, çökmüş sedir ağacından çatılar hatta hayvanları besledikleri artık kullanışsız olan ağıllardan arta kalan parçalar beklemiştim.

İnsanları yok etmek kolaydı. Etler ve kaslar çürür, kemikler toprağın altında toz olurdu. Ama yerleşim yerleri kaybolmamak için zamana kafa tutar, bir zamanlar var olanın izlerini ziyaretçilerine sunardı.

Gördüklerim ise bu gerçeği adeta reddediyordu. Kuruyan dudaklarımı ıslatıp hemen yanımda atıyla duran ileticim duysun diye ''Bir adamın kibri ne kadar korkutucu olabilir diye düşündüğümde aklıma gelen bu değildi.'' dedim.

Sotaina Krallığı'nın başındaki adamın egosunun acımasızlığı ile yarıştığı kesindi. Kasabada geçmişin gölgesini yansıtan tek bir kalıntı bile yoktu. Kurak toprağın ev sahipliği yaptığı alanda sanki hiçbir insan ev inşa edip yaşamamıştı.

Kral Zecta'nın öfkesi kasabayı yıkmakla kalmamış kelimenin tam anlamıyla haritadan silmişti. Bütün bu katliamın sebebi olan kırmızı volkanik taşların maden girişlerini bulmak bile imkansızdı. Her şey dümdüzdü.

Günlerdir yol aldığımız çorak araziden bir farkı yoktu. Ripreus bana önümüzdeki boşluğun bir zamanlar bir kasabaya ait olduğunu söylemese atımla üzerinden geçip giderdim.

Gözlerimle bir ipucu bulmak için etrafı yeniden tarasam da hiçbir iz bulamadım. En sonunda başımı çevirip Ripreus'a baktım. At sürerken ki duruşu her zamanki gibi dikti, onu görünce bükülmüş belim ve ağrıyan kalçalarımın farkına varıp eyerimde kımıldandım.

Tek elinde harita diğerinde ise yolumuzu bulmamız için kullandığı pusula vardı. Benim kraliyet ailesinin başındaki adam hakkındaki düşüncelerimi pek de hayati bulmuyor olacak ki bakışları ellerindeki araçlara odaklanmıştı.

Kürklü başlığını çıkardığı için alnına düşen saçlarının altında hesaplamalar yaparken sağa sola hareket eden gözlerini görebiliyordum. Sessizlik ve ben pek de dost sayılmazdık. Hele ki hedefimize yaklaştıkça Ripreus'un daha da suskun hale gelmesi sinirlerimi bozmuştu. Kasabaya vardığımızı söylediğini saymazsak son beş saattir ağzından sadece üç kelime çıkmıştı.

Hayır.

Duramayız.

Dayan.

Hepsi bir cümlenin içinde bile geçmemiş, sorduğum sorulara tek kelimelik cevaplar vermişti. Şimdiyse bana aldırmadan katlamaya başladığı harita ile atının başını çevirmişti. Pusulaya gözlerini dikip topuklarını atının bağrına vurup tırıs gitmesini sağladı.

Gözlerimi devirip ona eşlik etmek için dizginlerimi çektim. Ripreus iki metre önümde yol alırken öne doğru eğilip atımın duyarlı kulaklarına doğru fısıldadım. ''Sen de normalden daha katı olduğunu düşünmüyor musun?''

Atım kişneyince gizli bir komployu açığa çıkaran iki yoldaşmışız gibi gözlerimi kısıp ''Biliyorum.'' dedim. ''Dün gece gülen adamın o olduğuna inanmak güç.''

Yelesini sallayıp dizginlerin şaklamasına neden olan kısrağımın kahverengi tüylerini okşadım. ''Seninle sohbet etmek güzel Pampas.''

Ripreus atını durdurup başını çevirince hızla doğruldum. Atıma verdiğim ismin dikkatini çektiğini düşünüp neden püsküllü bir otun adını kısrağıma yakıştırdığımı açıklamaya başlayacaktım ki Ripreus birkaç metre ilerimizde yer alan tepeyi eliyle işaret etti.

''Koru bu tepenin ardında. Güneş batmadan önce varmak istiyorsak etrafından dolaşmak yerine tırmanmalıyız.''

Pampas ile ilgili açıklamamı yutarken Ripreus'un işaret ettiği yere baktım. Hiçliğin ortasına kondurulmuş minyatür bir dağ gibiydi. Yükseklikten çok genişliğe sahipti. Normalde kan ter içinde kalana kadar atımı yamaca tırmandırma fikrine şiddetle karşı çıkardım ama bizi neyin beklediğini bilmezken zaman kaybetme lüksümüz yoktu.

Etrafından dolaşmak bütün günümüzü alıp değerli güneş ışığını kaybetmemize neden olabilirdi. Tam da bu yüzden başımı eğip Ripreus'un teklifini onayladığımı gösterdim. Pampas'ın dizginlerini sıkıca tutarken varacağımız yerin buna değeceği umdum.

Hızlanan nefesim ve yüzümü ısıran soğuğun birleşimi hoş değildi. Bacaklarımı sıkıca atımın gövdesine yapıştırıp kasılan ellerim ile yol alırken etrafımızı tırmanışın yarısından sonra saran sis yüzünden huzursuzdum. İnsanların koruyu lanetli bulma nedenlerinin daha ona varmadan etraflarını saran yoğun gri tabaka olduğunu düşünmeye başlamıştım. Ripreus birbirimizi kaybetmememiz için yakınımda atını sürerken gergin gözeneklerimden sızan ter derimin üzerini kaplamıştı.

Tırmanışın hiç bitmeyeceğini düşünmeye başlamıştım ki eğim bir anda yön değiştirdi. Neyse ki Pampas'ın doğası adımlarını dengelemek konusunda benim olacağımdan daha iyiydi. Bu yüzden eyerden hafifçe öne kaydığımda ilerleyişini kesmedi.

Gri duman bulutlarını andıran eşlikçimiz bizi inişimizin sonuna doğru terk ettiğinde rahatlamıştım. Kara Alev Meydanı'ndan daha küçük bir ağaçlık alan görüş alanıma girince nefesimi tuttum.

Ciğerlerime hapsettiğim soluğun nedeni üzerime saldıran canavarlar ya da hayaletler değildi. Sebebi ağaçların koyu renkli gövdelerinden yükselen dallarının ev sahipliğini yaptığı kırmızı yapraklardı. Bu soğuk ve çoğunlukla solgun bir kahveyle sarmalanmış topraklara başkaldıran canlı rengi görmek beni şaşırtmıştı.

Ripreus'un da benim gibi atını durdurup ağaçları incelediğini görünce ''Renkleri normal mi?'' diye sordum.

Kara gözleri her ağacın üzerinden geçiyormuş gibi alanı süzerken ''Mineral damarları yüzünden olmalı.'' dedi.

Konuk evinde bana anlattığı hikayeyi hatırlayınca ''Kırmızı volkan taşları.'' diye mırıldandım.

''Öyle olmalı.'' Atını ilerlemesi için dürterken duruma hızla uyum sağlayan ileticimin arkasından baktım.

''İnsanların lanetlenmiş demelerine şaşmamalı.'' Yapraklar öyle parlaktı ki uzaktan havaya saçılmış kan damlaları gibi görünüyordu. Bedenim bu düşünce ile ürperince Derpia'nın geceleri anlatmayı sevdiği korkunç hikayelerden fazla etkilendiğimi düşünüp kendime kızdım.

Ripreus'un da dediği gibi sebebi minerallerdi. Yapraklar ister kırmızı isterse mavi olsundu, bir anda dallardan atlayıp etimize sivri dişlerini geçirecek falan değillerdi. Sadece farklılar diye korkmak saçmalıktı.

İrademe sıkıca tutunup atımı ilerlemesi için teşvik ettim. Ben tepenin eteklerine varana kadar Ripreus çoktan atından inip en yakın ağaç gövdesine dizginleri bağlamıştı. Korunun içine doğru ilerlediğini görünce dizginlerimi savurup hızlandım.

Ripreus'un bensiz devam etmesi fikri tenimde örümcekler geziniyor gibi hissetmeme neden oldu. Korunun kenarına varıp hızla atımdan indiğimde ne yapacağımı bilemedim.

Telaşla ileticime seslendim. ''Ripreus!''

Bir an cevap alamayıp paniklesem de Ripreus kalın bir ağaç gövdesinin arkasından çıkıp ''Buradayım.'' dedi.

Ona öfke ile bakıp ''Beni böyle korkutma.'' diye çemkirdim.

Başını çevirip suratımı incelediğinde ne gördü bilmiyorum – tahminen kocaman açılmış gözler ve rengi solmuş bir yüz- ama bakışları yumuşadı. ''Sadece etrafa göz atıyordum.''

Sesimin kızgın çıkmasını istesem de onu gördüğüm için öyle rahatlamıştım ki dudaklarımdan ''Beni geride bırakma.'' cümlesi istediğim kadar sert çıkamadı.

Başını eğip atının yanına doğru ilerledi. Bineğinin taşıdığı yükleri boşaltıp ardından eyerini çıkarıp en yakın ağacın gövdesine dayadı. Ne yaptığını anlamaya çalışırken Ripreus aklımdan geçenleri tahmin etmiş olacak ki ''Ağaçların kökleri kalın ve topraktan dışarı fırlamış, atlarla devam edemeyecek kadar sıklar.'' diye açıkladı.

Sözleri ile başımı zemine çevirince dediği gibi topraktan kabaran kökler yüzünden hayvanlar ile ilerlemenin imkansız olduğunu gördüm. Aslında biz bile ilerlerken zorlanacaktık. Zaman kaybetmeden ben de Pampas'ın yükünü boşaltıp eyerini çözdüm. Kahverengi tüylerinin zorlu tırmanış yüzünden nemli olduğunu fark edince tek terleyenin o olmadığını hatırladım. Koruyu gördüğümüz andan itibaren iniş yolumuzda hava ısınmış hatta kürklü pelerinim beni bunaltmıştı.

Başlığımı çıkarmak yeterli gelmeyince pelerini tutan bağlara uzanıp çekiştirdim. ''Neden bir anda hava ısındı?''

Ripreus koruya doğru başını eğip ''Yakında bir göl var.'' dedi.

Tek kaşımı kaldırıp ''Yani?'' diye sordum.

''Volkanizma yüzünden olsa gerek ki aynı son kaldığımız mağaradaki gibi suyu sıcak.'' diye açıkladı. Elini tepedeki yapraklara doğru savurdu. ''Bu kadar gür ağaçları-''

''Dur bir dakika.'' diyerek sözünü kestim. ''Ağaçlar umurumda değil.'' Ripreus'un kaşları çatılsa da ona aldırmadım. Hadi ama her kadının öncelikleri vardı. Mağaradan ayrıldığımızdan beri sıcak su ile yıkanmamıştım. ''Yani gölün içinde yıkanabilir miyiz?''

Çenesi gerilip bakışları sertleşti. ''Buraya bunun için gelmedik.''

Ellerimi belime koyup ona kafa tuttum. ''Kendi adına konuş ben her türlü temizlenme imkanını değerlendirmekten yanayım.''

''Yalnızca birkaç gün oldu.''

Gözlerimi kısıp çenemi öne çıkarırken elimi onu suçlayarak salladım. Servetini kaybeden bir lordun lüks düşkünü eşi edasıyla ''Beni lükse alıştırıp sonra da elimden alamazsın.'' dedim.

''Ne?''

Tamam, bu taktik işe yaramamıştı. Anlaşılan Ripreus, Güneş Meydanı'nda sergilenen Servet Tutkunu Düşeş'i de izlememişti. Atıfta bulunduğunuz karakter anlaşılmadığında her şey anlamsızdı.

Bu yüzden göz önünde olan sebeplere tutunup kürklü pelerinimi üzerimden hırsla çıkarıp ellerimi iki yana savurdum. ''Sıcak ve terledim. Ayrıca nasıl koktuğunu umursayan bir kadınım.''

Ripreus'un çenesi kasıldı. ''Beni göremedin diye paniğe kapılan kadına ne oldu peki? Koru tehlikeli olabilir.''

Ah ileticim hala mantık ile banyo arasında kaldığımda hangi tarafı seçeceğimi kavrayamamıştı.

Ne kadar üzerine atılıp onu yumruklamak istesem de mantığın sesine kulak verip onu ikna etmek için ''Gölün yakında olduğunu söyledin.'' dedim.

''Bu onu daha az tehlikeli yapmaz.'' diye ısrar etti.

''Sen beni korursun.''

Sesi itiraz kabul etmediğini sert şekilde belli ederken ''Buna zamanımız yok.'' diyerek konuşmamızı sonlandırdı.

Bir çocuk gibi ayaklarımı yere vurup tepinmek istesem de dişlerimi sıkmakla yetindim. Atların beslendiğinden ve sıkıca bağlı olduklarından emin olan Ripreus kılıcını çıkarıp ağaçların sınırına yürüdü.

''Gidelim.''

***

Enseme yapışan saçları çekiştirip boynumdan aşağıya süzülen ter damlalarını silmek için gömleğimin kolunu kullandım. Neredeyse iki saattir süren yürüyüşümüze son vermem için isyan eden kaslarım daha fazla ilerlemeyeceklerini ilan ederken sol ayağım takılınca tökezledim.

Kahrolası köklerden birine daha takılıp düşersem çığlık atmaya başlayacaktım.

''Yoruldun mu?''

Benden on adım önde ilerleyen ileticim başını çevirip hırpalanmış bedenime baktı. Kızaran suratım ve nefes nefese kalan halimle acınacak haldeydim. Elbette durumuma en büyük katkıyı yapan koruda ilerledikçe büyüyen köklerdi. Burasının lanetli olduğu kesindi.

Sorusuna gözlerimi devirip ''Asıl sen nasıl yorulmadın?'' diye cevap verdim.

Belindeki kılıca dokunup ''Bedenimi çevik tutmam gerek.'' dedi.

İşkence gibi iki saat geçirmemiş olsaydım bedeni ve çevik olması gereken noktalar hakkında onunla alay ederdim. Kıç üstü yere oturup sırtıma batan köklere aldırmadan geriye devrildim. ''Daha fazla devam edemem.''

Ripreus bana acımış olacak ki su matarasını uzatıp ''Biraz dinlenip geri dönelim.'' dedi.

Dudaklarıma dayadığım mataradan kocaman üç yudum alıp soluklanırken ''Burada hiçbir şey yok.'' diye isyan ettim. ''Şarlatan'ın bizi neden bu unutulmuş yere gönderdiğini bilmiyorum.''

Ripreus etrafı inceleyen kara gözleriyle ''Bir şeyi gözden kaçırıyor olmalıyız.'' dedi.

Alayla güldüm. ''Yaprakları mı yoksa kökleri mi?''

Sivri dilime aldırmayıp bana gözlerinde parlayan noktalar ile baktı. Sesinde ileticiliğin getirdiği yankılı ton vardı. ''Doğru yerdeyiz.''

Yutkunup onu ciddiye alırken istemsizce elim enseme gidip seçilmiş olduğumu belli eden sembolü okşadı. ''Hissediyor musun?''

''Evet.''

Tamam, bu zamana kadar Ripreus'un hislerine güvenerek yol almayı öğrenmiştim. Buralarda bir yerde bulmamız gereken bir şeyler vardı. Gözlerimi yumup Doğruluk Avlusu'nda bana verilen bilmecenin sözlerini yüksek sesle dile getirdim.

''Koklamaktan daha fazlasına yarayanın başını, benden kaçtıkları gibi sakındıkları yerde bulacaksın. Onu bana getir. Ama dikkat et yansımanın diğer yüzü bedel talep eder.'' Gözkapaklarımı aralayıp tepemde sallanan kırmızı yapraklara baktım.

''Olmamız gereken yerdeyiz.''

Başımı çevirip yanıma oturan Ripreus'a aşağıdan bakarken ''Peki bulmamız gereken ne?'' diye sordum.

Bilmecenin ilk kısmını tekrarladı. ''Koklamaktan daha fazlasına yarayanın başı.''

Umutsuzluk ile homurdanıp yüzümü ovuşturdum. ''Neden direkt bulmamız gereken şeyi söylemiyor ki? İlahların derdi ne?''

Ripreus isyanıma katılmak yerine ''Bir başı olduğuna göre bir bedeni de olmalı.'' diyerek mantık yürüttü.

Yattığım yerde ona doğru dönüp yanağımı çizen kökleri görmezde geldim. ''Koklanan ve bedeni olan bir şey.'' Tırnaklarımı en yakın kökün üzerinde gezdirip ilk aklıma gelen şeyi söyledim. ''Bir çiçek mi?''

İleticim bu olasılığı kabul edip ''Olabilir.'' dedi.

''Peki, bir çiçeğin başı güzel kokmaktan başka ne işe yarar ki?''

''Emin değilim.''

İç geçirip doğruldum. ''Saatlerdir yürüyoruz tek gördüğümüz ağaçlar, burada çiçek falan yok. Tabii ağaçlar birden tomurcuklar çıkarırsa başka. Gerçi o zaman çiçekler ağacın başı sayılır mı emin değilim.''

Ripreus ''Ağaçların olduğunu sanmıyorum.'' dedi.

''Birde yansıma ve talep edeceği bedel var.'' Ellerimle dizlerime vurup doğruldum. ''Ne yapacağız elimizde ayna parçaları ile çiçek mi kovalayacağız?'' Kızgın bir gülüş dudaklarımdan kaçarken ellerimi çevremi göstererek savurdum. ''Şansa bak yanımızda hiç ayna da getirmedik.''

Şarlatan'ın bize verdiği sözlerin açık olmamasına git gide öfkelenirken Ripreus da ayağa kalktı. Beni omuzlarımdan yakalayıp ''Şimdilik geri dönüp dinlenelim, hava yakında kararacak.'' dedi.

Tutuşundan silkelenip bedenimde yayılan öfkeden güç alıp kökleri ezmeye başladım. Ripreus yönümüzü kaybetmememiz için belirli aralıklar ile ağaçların gövdesine kılıcı ile kesik attığından onu beklemek yerine işaretlere odaklandım.

Ben homurdanıp küfür ederken Ripreus beni birkaç adım arkamdan takip etti. İki kere mola verip sonunda korunun sınırına vardığımızda nefes nefese ve yorgundum. Atımın yanına gidip bağlı olduğu ağacın gövdesine dayandım.

Ripreus'un ateş yakmak için malzemeleri topladığını gördüm. Başımı sert kabuklu gövdeye bastırıp beni seçen ilaha seslenirken parmak uçlarımı enseme bastırdım. ''Ne bulmamı istiyorsun?''

Geçen sefer olduğundaki gibi tenim ürpermedi. Anlaşılan Şarlatan sohbet etmek istemiyordu. Bitkinlikle gözkapaklarım ağırlaşırken direnmedim. Nasıl olsa Ripreus beni uyandırırdı.

***

Sonraki iki gün de verimli geçmedi. Ağaçların kapladığı alan çok geniş olmasa da sık kökler yüzünden yürümek zor olduğundan yeterince hızlı hareket edemiyorduk. Daha doğrusu ben edemiyordum. Keşif gezilerimizin sonunda yorgunluktan oturduğu yerde uyuyakalan yalnızca bendim.

Tam da bu sebepten üçüncü gün Ripreus yalnız başına koruyu araştırmayı teklif etmişti.

Günlerdir buradaydık ve bizden başka canlıya rastlamamıştık. Ripreus bile avlanmak için tepeyi aşmak zorunda kalmıştı. Tehlikede olmadığım konusunda bana güvence verince kamp alanında kalıp Şarlatan'ın bilmecesini düşünerek zaman geçirmeyi kabul etmiştim.

İki gündür tek gördüğüm bacaklarıma dolanmak konusunda hırslı olan kökler ve başımın tepesinde hafif rüzgarda sallanan kızıl yapraklardı. Çorak arazideki yolculuğun sıkıcı olduğunu düşünmekle yanılmıştım. At sırtında hareket etmekten daha fenası hiç hareket edememekti.

Güneş gökyüzündeki devinimin yarısına geldiğinde boynumdan süzülüp omurgam boyunca yol alan ter damlasının hissi ile gözlerimi yumdum. Yaslandığım ağaç gövdesinin sert kabuğunda parmaklarımı dolaştırıp en sonunda ense köküme dokundum.

Gözlerimi açmadan seçilmişi olduğum ilaha yakarıp ''Bana yol göster.'' diye mırıldandım. Bedenimden geçen bir ürperti, enseme dokunan bir sıcaklık beklesem de hiçbiri olmadı. Anlaşılan Şarlatan beni ileticim gibi bu bilmece ile baş başa bırakmıştı.

Her şeyi ciddiye alıp kelimelerin her birini irdeledim. Çiçek ve aynalardan başka bir şey aklıma gelmiyordu. En çok bedel kelimesi canımı sıkıyordu.

En sonunda pes edip ayağa kalktım. Korunun derinliklerinde saklı bir çiçek varsa Ripreus uzun bacakları ve yorulmayan bedeni ile sonunda bulacaktı. Geri kalanını o zaman düşünürdüm.

Zaman geçirmek için Pampas'ı besledim. Atıma daha fazla bağlandığımı hissedip – sözlerimi anladığına yemin edebilirdim- onu okşarken ileticimin suskunluğu hakkında hem fikir olduğumuz hoşnutsuzluğu paylaştık. Ripreus'un isimsiz atının yoldaşlığı hakkında sahibine benzediği dedikodusunu yaptık.

Başladığım noktaya geri dönüp yapacak bir şey kalmadığında kürkten yatağımı havalandırdım. Tepemde parlayan güneşin ve korunun yakınındaki sıcak havanında yardımıyla ter içinde kaldığımda homurdandım. Bedenime yapışan kıyafetleri daha temiz ve kuru olanlar ile değiştirmek için kıyafet çantasını yağmalamak için yere çökmüştüm ki Kırmızı Fener'in çıkmaz sokakları gibi kokan giysi yığınına denk gelince burnumu tıkadım.

Hiç temiz gömleğim kalmamıştı.

Hızla doğrulup dikildim. ''Tamam, buraya kadar.''

Pampas sözlerim ile kişneyince ona dönüp konuştum. ''Sıcak su ve temizlenme imkanını yeterince görmezden geldim.'' Çantanın içine kıyafetleri geri sokmadan önce en temiz görünen iki gömleği ve pantolonu ayırdım.

Ripreus'un banyo yaparken kullanmam için verdiği minik şişelerin olduğu çantayı kurcalayıp zafer narası ile sarımtırak sıvı ile dolu cam şişeyi havaya kaldırdım. Gömleklerden birini bir bohça gibi kullanıp her şeyi içine koyup bağlayıp omzuma astım.

Belimdeki hançerin yerinde olduğunu kontrol edip korunun sınırına kadar ilerlediğimde Pampas başını sallayıp yelesini savurunca ona gözlerimi devirdim. ''Beni geride bırakmak onun fikriydi.''

Yüksek sesli kişnemesi ile gözlerimi kıstım. ''Tehlikeli mi? Şu an en tehlikeli şey Kırlangıç Limanı'ndaki çirkin ve ayyaş balıkçılar gibi kokmam.''

Pampas serzenişim karşısında sessiz kalınca tek taraflı tartışmanın kazananı olarak sırıttım. Ripreus'un saatler önce kaybolduğu yöne baktım. Son üç gündür hep kamp alanının sol tarafındaki alandan koruya girip kuzeye doğru ilerlemişti.

Tepeden inip Ripreus'un beni geride bırakarak ağaçların arasında kaybolduğunu sandığım günü hatırlayıp başımı aksi yöne çevirdim. Günler önce arkasından çıktığı kalın gövdeye doğru bir adım atıp kendi kendime mırıldandım. ''Gölün yakında olduğunu söyleyen kendisiydi.''

O günden sonra o yöne hiç gitmemesinin nedeninin beni sudan uzak tutmak olduğuna emindim. Belki de bugün de aynı rotadan gider gibi yapıp gözden kaybolduğunda yönünü değiştirmişti. Bu düşünce beni farklı sebepler yüzünden ateşlerken bir ayağımı diğerinin önüne atmaya devam ettim.

Köklere takılıp dizlerimi berelemeden ilerlemek için başımı eğip ağaçların arasına daldım.

Kaşlarımın arasından akan ter gözlerime girerken sinirle parmaklarımı yüzümde dolaştırdım. Ripreus'un yakınlık anlayışı ile benim ki epey farklıydı ya da yanlış yöne sapmıştım. Hangisi olursa olsun bir saatten fazla zamandır yürüyordum ve en ufak su belirtisine rastlamamıştım. Elbette tenimi terk edip kıyafetlerimi ıslatan terim hariç.

Köklerin intikamcı bir hisle ezip çıkan sesten memnun kalırken başımı yukarı çevirip gökyüzüne baktım. Dallar ve yaprakların ördüğü desen değişken ve aralıklıydı. Bir an durup en iyi yaptığım şeylerden birini neden yapmadığımı düşündüm.

Eğer bir göl varsa elbette bir açıklıkta olmalıydı. Aşağıdan göremesem de yukarıdan keşfetmek daha kolaydı.

Kırmızı Fener'in çatılarında koşturan azılı hırsız yönüm sırıtmama neden olurken ''Kiremitler ve dallar ne kadar farklı olabilir ki?'' dedim.

Gömlekten yaptığım bohçayı açıp yıkarım diye yanıma aldığım kahverengi gömleği hiç düşünmeden dikiş yerlerinden yırttım. Kolları gövde kısmında ayrılan kumaşı avuçlarıma dolayıp koruyucu bir katman oluştururken başımı kaldırıp en alçak dalı bulmak için gözlerimi gezdirdim.

Benden on adım uzakta sağımda kalan ağaçta karar kılıp kalan eşyaları yeniden toplayıp omzuma astım. Sonra da damarlarıma yayılıp bedenimin heyecanla dolmasına neden olan adrenali kucakladım.

Dakikalar sonra nefes nefese kalmış, acıyan kol ve bacak kaslarım yüzünden huysuzdum ama başarmıştım. Zeminden üç metre kadar uzaktaydım ve göğüs kafesimi tırmalayan dalların ve kırmızı yaprakların arasındaydım. Tepeye ulaşmama çok az kalmıştı.

Omzum hizasına gelen daha ince bir dala tutunup test ettim. Dal eğilse de kırılmayınca risk almaya karar verip ellerimden güç alıp alt bedenimi yukarı çektim. Dal çatırdayıp beni her an başladığım noktaya hızla ulaştıracağının uyarısını verirken zamanımın az olduğunun bilinci ile hızla gözlerimle etrafı taradım.

Kırmızı yapraklardan bir denizin içinde salınıyormuşum gibi hissederken bakışlarım benden elli metre kuzey doğuda kalan açıklığı yakaladı. Kocaman gülümseyip zihnime kaydettiğim harita ile hemen bir önceki dala indim.

İki ayağımla daha kalın dala basıp ince olanı bırakmak üzereydim ki dal yüksek sesli bir çatırtı ile elimde kalınca dengemi kaybettim. Kollarımı havada savurup bedenimi dik tutmaya çalışırken sol ayağım daldan kaydı. Düşüş yönüme doğru devrilirken panikleyen bedenimin kontrolünü ele geçirip sağ ayağımı bastığım dala sarıp vücudumun boşlukta sallanmasına izin verdim.

Kalbim deli gibi çarpıp baş aşağı sallanırken bedenimi eğip hızla sağ elimi dala doladım. Ağırlık merkezinin kayışı ile dal sallansa da yerimde kaldım.

Beynimin köklerle dolu sert zemine saçılmayacağının farkına varınca kahkaha attım. Yıllar önce Yerka ile iddiaya girip bir sirkte akrobatlarla takılmak zorunda kaldığım için ilahlara şükrettim. Metrelerce yükseklikte bir ip üzerinde yürüyen Kliopce'nin bana ilk öğrettiği şey nasıl düşmekten kurtulacağımdı.

Kliopce'nin ince ve kısa bedeninden yapısına zıt boğuk çıkan sesi bir an kulaklarımda çınladı.

''Tutunmak için yalnızca ellerin yok bacaklarını da kullan.''

O gün beni defalarca ipin üzerinden itip tutunmamı sağlamak için canıma okumasına öfkelenmiştim. Aylar süren pratikle bedenim öğretilerini benimsemişti. Şimdiyse kas hafızası ile hareket eden vücudumu eğittiği için minnettardım.

''Teşekkürler Kliopce.'' diye mırıldanıp başıma basınç uygulayan kan akışımdan kurtulmak için kaslarımı gerip dalın üzerine çıkmak için tüm gücümü kullandım. Çabalarım sonuç verip yeniden dik durumda dalın tepesinde dikilince aşağı inmek için belirlediğim yola baktım.

İniş tırmanış kadar zorlu değildi. Sebebi tehlike hissi ile kaslarımın acısını unutmam mıydı yoksa akrobatik hareketleri hatırlayan bedenimin daha kararlı hareket etmesi miydi? Emin değildim. Kısa sürede yeniden kökleri ezen ayaklarım ile harekete geçmiştim.

Ağacın tepesindeyken belirlediğim rotaya göre ilerleyip yarım saat sonra göle vardığımda yüzümde kocaman bir gülümseme vardı.

Nabzım beklenti ile hızlandı. Suyun yüzeyinden yayılan hafif buhar yaprakların üzerinde neme neden olup görüş alanımı perdelerken adımlarım göle yaklaştı. Ateşe çekilen pervane böcekleri gibi tüm dikkatim banyo düşüncesi ile suya odaklandı.

Çizmelerimi ve omzuma astığım bohçayı el yordamıyla çıkarıp zemine koyduktan sonra tenimi saran heyecan ile suyun içine bir adım attım. Ilık mineralli sıvı tenimi karıncalandırıp iç geçirmeme neden olurken gözlerim önümdeki iki metrelik alanı taradı. Göl çok daha büyüktü ama daha fazla ilerlemeyi düşünmediğimden bu kadarıyla yetindim.

Su derin değildi. Ancak omuzlarıma kadar gelirdi. Üstelik öylesine temizdi ki gölün toprak zeminini görebiliyordum. Ripreus'un tehlikeli ile ilgili düşünceleri saçmalıktan ibaretti.

Burada bana zarar verecek hiçbir canlı yoktu. Ayağıma batıp kanımı akıtacak bir kaya parçası bile yoktu. Kıyafetlerimi çıkarmakla uğraşmadım – ne de olsa onları da yıkamak istiyordum- direkt suyun içine daldım.

Bedenimi saran sıcaklık ve bütün pisliğimi arındıran su bir kutsama olmalıydı. Şarlatan'ın bana merhamet ettiği düşüncesi ile suyun yüzeyine çıkıp derin bir nefes alırken gülümsedim.

Dudaklarım memnuniyetle kıvrıldı. ''Sonunda.''

***

Görüşlerinizi benimle paylaşır ve oylarınız ile destek olursanız sevinirim.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top