1.Bölüm: Şarlatan
Herkese merhaba!🥰
Biraz ara vermiş olsam da fantastik, romantizm türünde eğlenceli ana karakterimiz ile yol alacağımız yeni bir macera ile geri döndüm!💞
Tibertia'yı şimdiden çok seveceğinize eminim.😉
Güzel habere gelecek olursak hikaye çoktan bitti!🤩
Tüm bölümleri birkaç gün içinde yayınlayıp kesintisiz bir okuma deneyimi için sizi davet ediyorum. 💫
Şarlatan'ı umarım en az benim kadar seversiniz. Yorumlarınızı ve desteklerinizi eksik etmemeniz dileğiyle. ❤️
Yol alacağımız Şarlatan evrenin haritasını da aşağıya bırakıyorum.😉
Keyifli okumalar...
***
Tünediğim çatı kirişinden etrafı gözlemleyip Kırlangıç Limanı'nın serin havasını içime çektim. Görüşümü kapatan uzun saç tutamlarının yokluğunda, başa çıkılmaz buklelerimi Derpia'nın ellerine teslim edip adam ettiğim için bir kez daha gülümseyip tenimi okşayan rüzgarın tadını çıkardım. Kalabalığının neşeli koşturmacasının sahip olduğu ter ve tuz kokularından uzakta olduğuma bir an için memnun olsam da asıl amacımı hatırlayıp gözlerimi birkaç metre aşağımda kafalarının üstünde saklandığımdan habersiz insanlara çevirdim.
Şehrin her köşesinde süren ve tüm hızıyla devam eden hazırlıklar burayı da es geçmemişti. Kraliyet sarayının olduğu Güneş Meydanı'ndan yeraltı baronlarının yuvası olan Kırmızı Fener'e kadar şehrin her köşesi renkli bayraklarla donatılmış, beş ilahın sembolleri her kapı pervazına kazınmış, her kıyafetin köşesine kutsal olanların sözleri işlenmişti. Ne de olsa altmış yılda bir meydana gelen ilahların seçilmişlerinin oyunu birkaç gün içinde başlayacaktı.
Çember Oyunları.
Sotiana halkının taptığı beş ilahın şehrin içindeki konumlarını göz önüne alınarak kraliyet ailesinin oyunlara bu ismi verdiğini bilmeyen yoktu. Bana sorarsanız yamuk bir beşgenden ibaretti. Ama ismi koyan da bu saçma oyunlara dahil olmaya hevesli olan da ben değilken kimin umurundaydı.
Tam da o anda umursadığım şey görüş alanıma girince sırıttım. Mor cübbesi ve belindeki altın işlemeli kemer ile bütün dünyaya kendinin soyulmak üzere olan bir aptal olduğunu ilan eden tüccara ulaşmak için saklandığım kirişten aşağıya atladım.
Düşüşün yarattığı baskı ile bacaklarım bükülüp, kaslarım kilitlenirken tenime yayılan hafif acıyı umursamadım. Benim gibi on beş sene Kırmızı Fener'in çatılarında dolaşan bir hırsız, dolandırıcı, oyunbaz -unvanlarımı ben değil kurbanlarım bana verdiğinden hangisini seçerseniz seçin- olduğumdan saklanmaya, yüksek çatılardan atlarken bileğini burkmadan ya da kırmadan hareket etmeye alışkındım.
Hedefine kitlenen iri kahve gözlerim ile insanların arasından sıyrılarak ilerledim. Kapüşonumu başıma geçirirken adımlarımı bir topalın aksak adımlarına çevirip belimi büktüm. Ciğerlerim denizci soğuğundan mustaripmiş gibi şiddetle öksürüp duvara dayanırken acıyan birkaç bakışın bedenimi sıyırmasına aldırmadım. Benim istediğim de buydu.
Belimde sakladığım eski matarayı çıkarıp dudaklarıma dayayıp sıcak brendiden kocaman bir yudum alırken eski cübbemin bedenimi saklayan kumaşı sıyrılıp miçoların giydiği salaş gömlek ve paçaları yırtık pantolonumu ortaya çıkardı.
Şimdi beni görenlerin gözünde genç yaşta hizmet ettiği gemide hastalığa yakalanan zavallı bir delikanlıydım. Kimse Kara Baron'un yeni gelen sevkiyatından mal almaya gelen tüccarı gözetlediğimi anlayamazdı. Ne de olsa denizci soğuğuna yakalanan herkes bir hafta içinde kendi ciğerlerinin yetersiz hava sağlaması yüzünden ölürdü. Böyle birinin son anlarında içip sarhoş olması sonra ara sokakların birinde ölü bulunması pek de şaşırtıcı değildi.
Bu sebeplerden liman muhafızları bile kısacık hayatı kalan birini görmezden gelmeye meyilli olurdu. İşimi ne kadar kolaylaştırdıklarından bihaber insanlar önümden acıyan bakışları ile geçerken tüccarın deri kesesini çıkardığını, baronun gemisinin getirdiği ipek kumaş toplarını kendi adamlarına taşımaları için emir verdiğini gördüm.
El değiştiren rizzeler ve memnun gülüşmelerin ardından tüccar yönünü değiştirip yürümeye başladı. At arabasına yüklenen değerli kumaşlarını bir an önce Ortanca Meydanı'na taşıyıp Çember Oyunları için ilahlara dua ederken güzel görünmek isteyen zengin lordlara satmak istediğine emindim. Tüccarın aklından geçen kazanç düşüncesi ile fazla güneşte kalmaktan esmerleşmiş yüzündeki derin izler memnuniyet dolu bir gülüşü doğururken, gri keskin gözleri parladı. Tam zamanıydı.
Duvardan uzaklaşıp tüccarı at arabasına varmadan önce yakaladım. Yalpalayıp değerli mor cübbesinin üzerine kalan içkimi dökerken yeni bir öksürük krizine yakalanmışım gibi sarsılan bedenimle üzerine yığıldım.
''Dikkat etsene be çocuk!''
Cevap vermek yerine daha çok öksürüp dişlerimin arasına gizlediğim boya kapsülünü ısırdım. Kırmızı boya avuçlarımdan taşıp tüccarın yüzüne fışkırınca bir an için görüşünü kaybedip dengesini sağlayamadı. Olabildiğince tiz ve hastalıklı çıkan sesimle ''Üz-gün-üm.'' dediğimde beni duyduğundan emin değildim.
Daha çok yüzüne bulaşan sıvının kan olduğunu zannettiğinden rengi solmuş, elleri ona hastalık bulaştıracağım fikri ile titremeye başladığından bana odaklanmamıştı. Denizci soğuğunun ona bulaşacağından korkup bir an önce en yakın şifacıya gitmek istediğinden o anda belindeki ağırlığı ustalıkla hafifleten parmaklarımı fark etmeyip bedenimi hızla geriye itti.
Kıçımın üzerine kasıtlı şekilde sertçe düştüğümde, dişlerim birbirine vurup omurgam boyunca yayılan acıyla inlemem için bana sebep verdiğinde dudaklarımdan dökülen ağlamaklı hıçkırıkla ''Özür dilerim efendim.'' dedim. Ardından kalkmaya çalışıp kasıtlı olarak iki kere yere düşen bedenimden itina ile uzak duran insanların acıyan bakışlarının arasından sıyrılıp aksak adımlarım ile ara sokaklardan birine daldım.
Tüccarın lanetler eden sesini duysam da tam da Çember Oyunları'nın arifesinde tüccarların taptığı Tanrıça Hibesta'nın öğretilerine karşı gelip beni öldüresiye dövdüremeyeceğini fark ettiğinden elinden gelen tek şeyin öfkeyle kızıla dönen yüzünü – gerçi benim kırmızı boyamın da etkisi olabilirdi- serinletmek için insanları kendisinden uzaklaştırmaktı.
Bir an önce en yakın şifa dükkanına gitmek için adamlarına emirler yağdırırken çoktan limanın serin iskelesini terk etmiş, elimdeki keseyle kahkahalar atarak Kırmızı Fener'e doğru koşmaya başlamıştım.
***
Oturduğum soğuk mermerin üzerinde çantama uzanıp kaliteli şarap ile meydandaki satıcıdan yürüttüğüm elmaları çıkarırken belimde ağırlık yapan kese ile sırıttım. Aptal adamın soyulduğunu fark ettiğinde yüzünün alacağı şekli hayal edip kıkırdarken elmadan kocaman bir ısırık alıp ağzımın içine dolan tatlı suyu ile keyifle gözlerimi yumdum.
Bugünün hasılatı beni bir süre idare ederdi.
Buraya gelirken yolumun üzerine sakladığım çantamı alıp üzerimdeki kirli miço kıyafetlerinden kurtulduğumdan kolyalıkla esneyip sırtımı büktüm. Bacaklarımı sarıp rahat hareket etmemi sağlayan deri pantolonumun tadını çıkarırken, parlak tokalı çizmelerimi çaprazlayıp sırtımı oturduğum platformun üzerinde yükselen kara mermerden heykelin ayaklarına dayadım.
Şarap şişesini kaldırıp adaklar için olan havuza birazını döktükten sonra kafama dikip tadını çıkardım. ''Birlikte içelim. Bugün ikimiz de eğlenmeyi hak ettik ha?''
Şehrin dört bir yanını süsleyen renkli bayraklar, neşeli sesler ve sembollerden nasibini almamış tek yer olan Kara Alev Meydanı'nda ayaklarının dibinde oturduğum tanrı heykeliyle konuşmaya devam ettim.
''Fazla gürültülüler.'' Kaşlarım memnuniyetsizlik ile çatılırken dilime yayılan üzüm aromasıyla yutkunup konuşmaya devam ettim. ''Bütün bu telaşlı koşturmaca, ilahların Çember Oyunları, hepsi koca bir saçmalık.''
Bana katıldığını söylemiş gibi heykele doğru bakıp başımı eğdim. ''Sen de benim gibi düşünüyorsun biliyorum. Sonuçta onlar seni, benim bir köşeye atılmam gibi fırlatıp attı.'' Kahkaha atıp şişeden kocaman bir yudum daha aldım. ''Hayatta kalmak için yaptığımız saçmalıklara kesin gülüyorlar, adaklar ile insanların kendilerine tapınıp kutsamalarını isterken ne kadar ikiyüzlü olduklarını görüp alay ediyor olmalılar. Para için yalvaranın zengin, güç için yalvaranın otoriteye sahip olması ikiyüzlülük değil de nedir?'' Dizlerimin üzerinde doğrulup ayağa kalkmak için heykelin bacaklarına dayanıp destek aldım. Bir an başım dönüp sendelesem de ayakta kalmayı başardım.
Martia'nın bana ne kadar güçlü bir şarap verdiğini anlamak için bir iki saniye şişenin cam yüzeyine baksam da üzerinde bir anda ilahi yazılar ya da semboller belirmeyeceğinin kesin olduğunu fark edip omuzlarımı silktim. Aslında böylesine iyi bir şarabı takdir etmemek ayıp olurdu. Bu yüzden peş peşe yudumlar alıp midemi ısıtan sıvıyla sallandım.
Dudaklarım şişede uzaklaşınca hıçkırdım. Ardından kıkırdayıp gülmeye başladım.
''Ah kesinlikle iyi.''
Sonra içki arkadaşımın benden az içtiğini fark edip sunağa biraz daha şarap dökmek için eğildim. Kızıl sıvı dün geceden kalan yağmur suyuna karışırken gözlerimi kırpıştırıp durdum. Bulanıklaşmaya başlayan görüşüm ile durmam gerektiğini, Kırmızı Fener'e çıkan ara sokaklardan geçerek evime dönerken ayık olmam gerektiğini kendime söylerken duraksasam da iki sunak görmediğim için –ne de olsa çift görene kadar içmek Kırmızı Fener'in adetiydi- sarhoş olmadığıma karar verip içmeye devam ettim.
Tüccardan çaldığım rizzeler ile aldığım mor ipek pelerine sarınıp yarısını yediğim elmaya uzanıp yeni bir ısırık alırken dışlanmış tanrı arkadaşıma da bir tane ikram etmeyi ihmal etmedim. Kırmızı elma şarap dolu sunağın içinde yuvarlanınca gülüp ''Afiyet olsun.'' dedim.
Sonra daha çok içtim. Eve gitme fikri çok uzak görünmeye başladığında ise bacaklarımı kendime çekip ipek pelerinin beni sıcak tutacağına inanıp uyuyakaldım.
***
Kemiklerime kadar işleyen soğuk ve tutulmuş kaslarla uyandığımda inledim. Göz kapaklarımı iki mil gibi yakan güneş ışığı şakaklarıma saplanan ağrı ile birleşince inlemem homurtuya dönüştü. Neyse ki isyan eden midemdeki savaşı kazanıp dün gece yediğim elmaları ve şarabı içimde tutmayı başarmıştım.
Her ne kadar Kara Alev Meydanı'na kimsenin lanetleneceği korkusu ile gelmediğini bilsem de dün gece çaldığım keseyi ve çizmemdeki hançeri kontrol ettim. Birileri beni sarhoşken soymuş olsaydı epey sinirlenirdim. Neyse ki inançla birleşen korku kadar etkili bir silah yoktu. Benden başka kimse yanmış tanrı heykelinin ayaklarının dibinde uzanacak kadar deli değildi. Gerçi ben cesur denmesini tercih ederdim.
Omurgamı doğrultup kemiklerim çatırdayana kadar esneyip bedenimdeki kasların uyanmasını sağlarken çantama uzanıp akşamdan kalmışlığa iyi gelecek toniği çıkardım. Martia'nın neden şarap şişesi ile ısrarla toniği almamı tembihlediği şimdi anlaşılmıştı.
Yaban mersini, kül ve buğday güvesinin karışımı gibi bir tada sahip olan toniği – aslında yapılırken içine bunların katıldığına yemin edebilirdim ama kimse bana inanmıyordu. Martia'yı çocukken buğday güvesi yediğim için tadını bildiğime ikna edememiştim.- içmek hoş olmasa da beni yarım saat içinde ayık hale getireceğini bildiğimden tıpasını açıp koklamadan kafama diktim.
Boğazımı yakan aynı zamanda midemi bulandıran sıvıyı içeride tutmak için dudaklarımı mühürleyip yardımcı olacakmış gibi gözlerimi yumdum. Midemdeki kasırga durulana kadar öylece oturdum ta ki meydanlardan yükselen çan seslerini duyana kadar.
Bir kere, iki kere, üç kere... Tam yedi kere çan çalmıştı.
Havada yankılanan çan sesleri sessizliği kucaklayınca gözlerimi devirmek istedim ama görüşümün ani kayışının mideme iyi gelmeyeceğini fark edip kendimi frenledim.
Yedi çan.
Birileri idam edilecekti.
Ama ilahların oyunları birkaç gün sonra başlayacakken herkes yalancı bir affedicilik maskesinin ardına gizlenmişti. Muhafızların hırsızları ve dolandırıcıları görmezden geldiği, elleri kesilmek yerine özgür bırakılması emri aldıklarını bilmeyen yoktu. Kraliyet ailesi bile Demir Zindan'da var olan suçluları özgür bırakmış, ölümle yaşamın takas edildiği yücelikleri ile herkese taptıkları Tanrıça Iondora'nın yanlarında olduklarını ilan etmişti.
Böylesine mutlu bir ortamı bozabilecek tek bir şey vardı. Birileri asil kanı akıtmıştı.
Kraliyet ailesinden biri öldürülmüştü.
Merakla dolup başımı gökyüzüne kaldırdım. Güneşin tam tepede yer almasına birkaç saat vardı. Böylesine özel bir idam ancak Güneş Meydanı'nda yapılırdı. Çantamı ve ipek pelerinimi geride bırakıp kararmış taş ve tahtalardan oluşan evlerin arasına daldım.
Sağlam olduğunu önceki denemelerimden bildiğim demir merdivenin olduğu duvara kadar koşup hızla tırmandım. Göçüklerin olduğu çatıda bir kedi gibi ilerleyip bütün şehri ve meydanları görebileceğim bacanın üzerine tünedim.
Bu mesafeden insanlar koşturup duran sıçanlar gibi görünseler de Güneş Meydanı'na kurulan idam platformunu seçmek mümkündü. Dalgınca yükselmeye başlayan sütunlara bakıp ''Iondora'nın hangi asil çocuğu öldü acaba?'' diye mırıldandım.
Bu düşünce beni birkaç gün sonra başlayacak oyunların sahipleri olan ilahların heykellerine bakmaya itti.
Şehrin merkezinin etrafında beş köşeli yamuk bir düzlemde yer alan heykellerin her birinin gökyüzüne uzanan beş metrelik mermer gövdelerinden şehri gören manzara göz alıcıydı. Biliyorum çünkü daha gençken Sammy ile iddiaya girip her birine tırmanmıştım. Onun başaramayıp benim başardığım ilk zaferin tadını o gün gibi hissedince kalp atışlarım bir an için hızlanıp tatlı anıya çekilmek istese de başımı güneye çevirip olduğum anda kaldım.
Bakışlarım kızıl mermerden güçlü bir savaşçı tasvirini sahip heykele takıldı. Üzerine giydiği zırh ve başını koruyan miğfer yüzünden suretinin yakışıklı mı yoksa bir canavara mı ait olduğunu söylemek zordu. Sol elinde taşıdığı kalkanın yüzeyine işlenen ateş kızılı armanın üzerinde iki hançerin birbirini çaprazlama kesen yüzeylerinin tepesinde yükselen bir kurt başı vardı. Rekabetin ve Gücün Tanrısı Aeromas'ın anlatılan hikayelerde bazen armasında yer alan ulu kurda dönüştüğünün ve düşmanlarını parçalayıp kanlarıyla yıkanırken aya doğru uluduğu söylenirdi. Belki de bu yüzden yüzü gizlenmişti. Görünüşü nasıl olursa olsun eli kılıç tutan her erkeğin özellikle de askerlerin Aeromas'tan güç almak için tılsımını üzerinde taşıdığını biliyordum. Ne de olsa birkaç tanesini yürütüp tüccar kılığında tapınağa satmıştım.
Aeromas'ın tapınağından Yukarı Sedir'e doğru ilerleyince daha zengin hale gelen caddelerin hepsinin ortasında kalan, sarı mermeri gün ışığından gözünüzü kanatacak kadar parlayan en büyük tapınağında yer aldığı Güneş Meydanı'nda Asalet ve Bilgeliğin Tanrıçası Iondora'nın zarif heykeli yükseliyordu. Başında taşıdığı güneş ışınlarını temsil eden tacının ortasında yer alan altın rengi armanın merkezinde kocaman bir güneş ve hemen altında onu avucunda tutan bir el vardı. Krallığın soyunun Iondora'nın rahminden geldiğine inanılıyordu. Sarı saçları ve solgun tenleri ile krallar Iondora'nın oğullarıydı.
Aeromas gibi daha çok kaba güç ve erkeksiliğe dayanan bir ilahı benimseyen askerlerin yerine krallığın asil kanını taşıyan herkes ve soylular Iondora'nın altın güneşini göğüslerinde bir şeref madalyası gibi taşırdı. Güç yerine bilgeliği benimsediklerini söylemek istesem de hepsi bir avuç kendini beğenmiş soytarıydı. Birilerini kendilerinden aşağı görme imkanını asla geri çevirmezlerdi.
Gülüp başımı çevirdim. Güz Meydanı'nın sınırında Durgun Su Körfezi ile kesişen tuz ve içki kokan sokakların ortasında asaleti ve gücü bir arada almak isteyenlere kollarını açan ve size umut vaat eden Nezaket ve Güzellik Tanrıçası Orpinja'nın gök mavisi tapınağı vardı. Ellerinde tuttuğu zarif aynanın yeryüzüne bakan yüzeyindeki aynı renkli ambleminde birbirine kenetlenmiş üç gül fidesinin dikenli gövdelerinin sardığı bir çember vardı. Bana her zaman nezaketin bile bir bedeli olduğunu, güzelliğin arkasında dikenleri gizlediğini hatırlatırdı.
Orta sınıf asillerin yaşadığı sokaklardan aşağı inince tüccar ve alt sınıf zenginlerin yaşadığı Ortanca Meydanı'nı çevreleyen ağaçların arasında onlarla aynı yeşil renkte yükselen Yaşam ve Zenginlik Tanrıçası Hibesta'nın heykeli vardı. Yaşamın rengi yeşilden çok ona tapanların zengin olma umuduyla tapınağında diz çöktüğü gerçeğini görmezden gelirsek en popüler ilahlardan biriydi. Ayaklarının yanında duran bir testinin yüzeyine işlenen armasında iki buğday demetini bağlayan nehirden bir kuşak vardı. Bana uyduruk bir kurdele gibi göründüğü gerçeği ile omuzlarımı silktim. Belimde ağırlık yapan keseyi hissetmek için parmaklarımı kaydırıp Hibesta'ya şükranlarımı alayla sunduktan sonra gözlerimi sıradaki heykele kaydırdım.
Zanaatkarlar Hanı ve etrafa yayılmış sanatçıların dükkanlarının yer aldığı Mermer Gül Meydanı'nda parlak mor rengi ile insanlığa tepeden bakan tanrı ise İlhamın ve Rüyaların Tanrısı Patkea'idi. Bana en eğlenceli gelen ona tapanlardı. Çoğu normal insandan daha yaratıcı ve kendilerine has karakterleri olduğundan onları sevmemek elde değildi. Elbette rüyaların içinde kabusların olduğunu da unutmamak lazımdı. Bu yüzden sağ elinde tuttuğu kitabın cildine işlenmiş armasında biri açık biri kapalı iki gözün ortasında sallanan kırık bir ay vardı.
Beş ilah heykelinin her birine sırayla baktıktan sonra başımı çevirip ardımda yüklenen kara mermer heykele baktım. Meydanlardaki koşuşturmacadan ya da tapınakların göz alan renklerinden payına düşeni alamamıştı.
Yalnız, sessiz ve renksizdi.
Gözlerimi yumup buraya ilk kez adım attığım anı hatırlamaya çalıştım.
On beş yaşına yeni basmıştım. Sammy diğer çocuklar ile iddiaya girip kendi korkusuzluğunu kanıtlamak için beni de peşinde sürükleyip gizlice Kara Alev Meydanı'na getirmişti. Heyecan ve tedirginlik dolu adımlarım ile kara mermerden heykelin önünde durmuş, başımı gökyüzüne doğru kaldırıp yükselen bedenine bakmıştım.
Sammy tek tek ilahların bize doğduğumuz andan beri öğretilen hikayelerini tekrarlamış en sonunda ise kollarını açarak kara tanrıya dönüp konuşmaya başlamıştı.
''Bütün bu yüksek kesimi ardında bırakıp varoş mahallere yol aldığınızda bu beş ilahın masasında oturmuş ama onlar tarafından sürülmüş bir tanrı daha bulursunuz. Kırmızı Fener diye bilinen her türlü pis işin döndüğü, genelevlerin ve kumarbazların kahkahaları ve dayak yerken çıkardıkları acı sesleri bir kakofoni olarak size sunan taşlı yola adım atarsanız cüzdanlarınıza sahip çıkmayı unutmayın. Kaçak içki ve insan ticaretinin tam randımanlı çalıştığı Kırlangıç Limanı'na uğrarsanız barakaların tepesinde siyah bir heykelin başını seçebilir, yürümeyi ve canınızı tehlikeye atmayı göze alırsanız yirmi dakika sonra yanık duvarların arasına sıkışmış heykelin tamamını görebilirsiniz. Diğerlerine nazaran küçük tapınağın ortasında yükselen heykel aşınmış ve alevler yüzünden kararmış olsa da bir zamanlar cilalı ve tapınılan bir tanrı olduğu gerçeğini görmezden gelmeyin.''
Her zaman ilgi çekici anlatımlar yapmakta iyi olduğundan gülüp alkışladığımı hatırlıyorum. Sammy ise bir hokkabazın numaralarını bitirdikten sonra seyircilerini selamlaması gibi kocaman gülümseyip önümde eğilmişti. Sıcak şarap ve buğday güvesi tadı aynı anda içimde yankılanıp anılardan beni koparınca bakışlarımı dışlanmış tanrının heykeline çevirdim.
Rengi hep siyah mıydı yoksa ilahların kutsal çemberinden atıldıktan sonra mı bu rengi almıştı? Kesin olarak bilen yoktu. Aslında neyi temsil ettiğini de bilen yoktu. Renginden dolayı geceyi ya da ölümü temsil ettiğini ve diğer ilahların onu bu yüzden dışladığını söyleyenler vardı. Zaten lanetli olduğu ve insanların buradan uzak durması gerektiği söylentileri de tam bu yüzdendi.
Bakışlarım daha aşağıya indi. Dün gece şarap ile kutsadığım sunağa baktım. Mermerin altında delik olsa gerek ki artık boştu. Anlaşılan elmayı da ben uyurken sokak hayvanlarından biri yürütmüştü. Kahve irislerim sunağın sahibine döndü. Parlak yüzeyli taş parçalarının tepeden bakan bakışları yerine, tek ayağını altına alıp dirseklerinden destek alan yüzsüz tanrının kurnaz olduğunu düşünmek o zamanlar beni mutlu ederdi. Kendime en az onun kadar kurnaz olduğumu, başkalarının oyunlarını bozduğumu söylerken dışlanmış ilahı kendime benzetirdim.
Kırmızı Fener bir zamanlar Kara Alev Meydanı'nın bir parçası olduğundan – yirmi yıl önce çıkan büyük yangından sonra kimse geri dönmemişti- benim gibi kumarbazlar, kaçakçılar ve hırsızların arasında gezinip onlara kucak açan ilahın sık sık yanına gelip sırtımı soğuk mermer yüzeyine dayardım. Lanetli olduğu için ondan kaçan salaklar sayesinde burası sessiz ve huzurluydu.
Gece, ölüm ya da lanetlerin tanrısı olması umurumda değildi. Bana göre bu siyah ilah aynı benim gibiydi. Kaosun ortasında diz çökmüş, eğlenceyi izleyen bir düzenbaz.
Bu yüzden adı ya da üzerinde bir arma olmayan bu kara tanrıya çocukken hırsızlık için gittiğim tapınaktaki rahibin antik dildeki sözlerinden esinlenerek bir ismi vermiştim.
Moalkica. Şarlatan.
Çan sesleri yeniden kulaklarıma dolup bana zamanın hızlı aktığını hatırlatınca tünediğim bacadan kayarak çatıya inip yükselen güneşle birlikte idam edilecek kişinin kim olduğunu öğrenmek için acele ettim. Çantamı Şarlatan'ın ayaklarının dibinde bıraktığımdan yeniden kara tanrının heykeline doğru ilerledim.
Buradan koşarak Güneş Meydanı'na ne kadar zamanda varacağımı kafamda hesaplarken çantamın deri kayışını yakalayıp çekerken bedenimi çevirdim. Olmasını beklediğim gibi çokta ağır olmayan çanta mermer sütundan kayıp omzumda sallanmak yerine beni geri savurunca şaşkınlıkla sendeledim.
Denge kaybım ayağımın sunağın köşesine takılmasına neden olunca öne doğru eğilirken küfür ettim. Kafamı Şarlatan'ın dizine gömüp kaşımı yarmak üzereyken elimden destek alıp duraksadığımda öfke ile homurdandım. Başımı kaldırıp heykelin çıkıntısına takılan çantamı kurtarıp içindekilerin yerli yerinde olduğunu kontrol etmek için uzandığımda ise tenimi ısıran acı ile tısladım.
Hızla elimi çantadan çıkarınca şaraba bulanan parmaklarımdan birinin kesilmiş olduğunu fark ettim.
''Kaliteli şarabın içine ettin Tia aferin.'' Kanayan elimde toplanan kızıl damlalar ipek pelerine bulaşmasın diye elimi havada sallayıp kanın uzaklaşmasını sağlayınca etrafa saçılan damlalar kara heykelin yüzeyine bulaştı. Gün ışığında çok parlak kalan kırmızı izler Şarlatan'ın ayaklarından sunağın içine doğru yol alırken bakışlarımı ayıramadım.
Rüzgardan parmaklar ensemi okşayıp tüylerimin diken diken olmasına neden olunca yerimde sıçradım.
Derpia'nın falcılık yaptığı oda da böyle tedirgin hissetmeme neden olurdu. Daha dün ilahlara adanan adaklar hakkında konuştuğunda kanla ilgili bir şeyler de gevelemişti. Bir an duraksayıp sözlerini hatırlamaya çalıştığımı fark edince kendimi yumruklamak istedim.
Lanetlenmekten korktukları için gelmedikleri meydanda bütün geceyi geçiren ben değilmişim gibi saçma düşüncelere kapıldığım için homurdandım.
''Derpia'nın saçmalıklarını fazla dinliyorum.'' deyip kendimi azarladıktan sonra çantamın içinde şaraptan payını almamış her şeyi kurtarıp yola çıktım.
***
Tahminlerimde yanılmamıştım. Güneş Meydanı'nın göz alan altın mermer zemininden yükselen ahşap sütunlar öğlen saatinden önce gökyüzüne uzanırken arkalarında keskin çeliği tutuyordu. Asil kanı akıtan katil her kimse sonunu tam da o çelikle kucaklayacak, platformun etrafına çoktan toplanan kalabalık kanının akışını görüp Iondora'nın oğullarından birini hayattan koparak kişiye lanetler edecekti.
Dengemi sağlamak için çatının kiremitlerinin üzerinde birkaç adım daha attıktan sonra pelerinimi başıma geçirip –ipek olanı değil o fazla dikkat çekeceğinden yolda değiştirmiştim. Daha doğrusu kutlamalar için meydanda dolaşan bir kadından yürütmüştüm. Dikkatsiz olması benim suçum değildi.- iyice sindim. Herkesin dikkati idam edilecek kişide olduğundan bana bakacakları yoktu ama alışkanlıklar kolay bırakılan şeyler değildi.
Sıcaklık tenimde minik damlaların süzülmesine neden olmaya başladığında muhafızlardan birkaçı serin olduğu için çatısında olduğum binanın duvarına yaklaşıp gölgeye sığındı. Parlak zırh kuşanmadıklarından bunların sokak devriyeleri olduğunu biliyordum. Kraliyete ait muhafızların kibirli duruşları ve her daim yanlarında taşıdıkları altın işlemeli kılıçları bu iki adamda yoktu. Hem kraliyet muhafızları, paladinler tarafından eğitilirdi.
Bir an bu düşünce beni öfkelendirse de yaklaştığımı fark etmeyen muhafızların basit adamlar olduğu gerçeği ile merakımı giderebilecektim.
''Iondora, kanı döküldüğü için o kadar öfkeli ki güneş her zamankinden çok bizi yakıyor.'' Diğerinden bir karış daha kısa olan muhafızın sözlerine gözlerimi devirdim.
''Zamanlamanın bu kadar manidar olması sana da garip gelmiyor mu?'' İkinci muhafız konuşurken arkadaşı kadar dindar olmadığını ele verdiğinden bihaber devam etti. ''Prense ihanet eden bir paladin. Hem de Çember Oyunları'nın arifesinde.''
Dindar muhafız öfke ile homurdanıp arkadaşının omzuna vurdu. ''Diline hakim ol. Duyan da Iondora'nın çocuklarının birbirine düştüğünü falan sanacak.''
İnancının eksikliğini zekası ile kapatan muhafız sessiz kaldı. Hiç değilse böylesine zeki çıkarımlar yapan birinin neden devriye muhafızı olduğunu anlamıştım. Dili yüzünden birilerinin damarına basıp sürülmüş olmalıydı.
Dikkatimi yeniden konuya odakladım. Bir paladinin birini öldürmesi şaşırtıcı değildi. Ne de olsa Sotaina Kraliyet Ailesi'nin pek çok düşmanı vardı. Paladinlerin savaş alanında öldürdüğü askerlerden çok hizmet ettiklerini hedef alan suikastçılar ve komplo kuran asillerle başı dertte olurdu.
Hem dindar ve aptal muhafızın iddia ettiğini aksine Iondora'nın çocuklarının taht kavgaları yüzünden ölen prensler vardı. Yalnızca kimse bilmiyormuş gibi davranılırdı.
Çekişmede olan iki prensin tahta geçmek için oyunları kullanacağı söylentisi Kara Baron'un kulağına geldiğinden ben de biliyordum. Demek ki Prens Kendor ya da Prens Hezmian Çember Oyunları'ndan önce sorunu ortadan kaldırmak için paladinine emir vermişti. Ne de olsa Iondora, Çember Oyunları için seçilmişini her zaman kraliyet ailesinden seçerdi ve seçilen prens meşrutiyetini ilan ederdi. Prenslerden biri seçilmeme ihtimalini ortadan kaldırmak için harekete geçip her şeyi garantiye almak istemiş olmalıydı. Zeki ve sinsi bir hamleydi ama etkili olduğu kesindi.
Açık tenleri, sarı saçları ve altın irisli gözleri ile parlayan prenslerin yanında duran paladinlerin kara zırhlı, adeta prenslerin gölgeleri olan bedenlerini hatırlayınca irkildim. Prenslerine ve Iondora'ya ettikleri bağlılık yeminleri yüzünden hiçbir zaman çıkarmadıkları siyah miğferleri yüzünden görünüşleri bir gizem olsa da yetenekleri benzersizdi.
Sadece geçen ay Prens Kendor'a yapılmaya çalışılan suikast girişimleri yüzünden Kara Baron'un adamlarından yirmisi ölmüştü. Hepsini de prensin paladininin öldürdüğüne dair rapor gelmişti.
Tek bir adam, yirmi eğitimli suikastçının hakkından gelmişti.
Kara Baron'un beni bu görev için seçmemesine bir kez daha sevindim. Ne kadar yetenekli olsam da dövüş becerilerim bir paladine denk değildi. Karşı karşıya kaldığımız düşüncesi bile tüylerimin diken diken olmasına neden olunca avuçlarımla kollarımı sıvazladım.
Yeniden muhafızların konuşmasına odaklanıp hangi prensin öldüğünü, hangisinin oyunlara katılacağı bilgisini elde etmek için kulak kesilmiştim ki duyduklarım ile donakaldım.
''Hizmet ettiği prensi katleden bir paladin. Olacak iş değil.'' Başını iki yana sallayınca yaralı alnı açığa çıkan muhafızdan dikkatim aniden idam platformuna kaydı.
Hiçbir paladin bu güne kadar hizmet ettiği prense ihanet etmemiş, Iondora'ya ettiği yemini bozmamıştı. Teknik olarak yemini bozmanın acısı onu öldürmeli, ilahın gazabı yüzünden oracıkta can vermeliydi. Ama idam edilmek için bekliyordu.
Neler oluyordu böyle?
Biraz düşününce şaşkınlığım eğlence ile yer değiştirdi. Kahkahalar ile gülmemek için dudağımı ısırdım. Prenslerden biri kanlarında aktığını iddia ettiği bilgelikten fazlasıyla yararlanıp başarılı bir plan yapmış olmalıydı.
Kendi paladininin, hizmet ettiği prensi öldürdüğüne herkesi nasıl inandırdığını öğrenmek için meraklı olan yönüm adeta içimde kımıldandı. Kahve irislerimin büyüyüp gözlerimin hevesle ışıldadığına emindim.
Her zaman komplo teorileri dikkatimi çeker, ilahların kanını taşıyan prenslerin şamatası beni eğlendirirdi. Geçen sene ölen Prens Giptan'ın odasında kendi cariyesi tarafından boğazının kesildiğini hatırlayınca kıkırdadım.
Sinsi ve zeki.
Prens Giptan'ın ilahi kandan pek de nasibini almadığı kesindi. Belki de onun ardında da bu kurnaz prens vardı. Emin olduğum tek şey kazanan prensin düşmanı olmak istemeyeceğimdi.
Zihnimdeki eğlenceli düşünceler idam platformunun etrafından yükselen sesler ile bölündü. Zamanı gelmişti. Konuşmayı bırakan devriye muhafızlarının hızla kalabalığın içine karışıp halkın uzak durmasını sağlamak için uğraştıklarını göz ucuyla görsem de asıl görüş alanımın ortasına yerleşen siyah zırhı ve miğferi ile platforma sürüklenen paladindi.
Hızlanan nabzımla saklanmaktan vazgeçip dizlerimin üzerinde doğruldum. El alışkanlığıyla belime uzanıp minik dürbünümü çıkardım. Opera izlemek için kullanılan küçük süslü zımbırtılardan değildi. – onlardan ne kadar çok çaldığımı düşünmek bile şuan beni keyiflendirip dikkatimi dağıtamadı.-Tezia'nın benim için yaptığı metal ve cam karışımı aleti gözüme dayayıp paladinin göğsüne işlenmiş sembole odaklandım.
Her prensin sembolünde var olan güneş bu armada da vardı. Asıl önemli olansa güneşi çevreleyen kocaman kanatları ile havada süzülen kartal çizimiydi.
Ölen kişi Prens Kendor'du.
Halkın sevgilisi, erkek kardeşini öldürmeyip onu kazandığı savaşlar ve otoritesi ile ezen, Çember Oyunları'nda Iondora'nın seçilmişi olması beklenen prens ölmüştü.
Ağzımdan şaşkınlık dolu bir ses kaçarken dürbünümü paladinin miğferli yüzüne çevirdim. Sadece gözlerinin göründüğü metalin içinde olması bile hala inandığı prense yeminini bozmadığını bütün halka ilan ediyordu.
Bu detayı Prens Hezmian bile değiştirmeyi başaramamış, ilahların öfkesini sahte komplosu ile üzerine çekmek istememiş olmalıydı.
Zincirlenmiş elleri ile sürüklenen paladinin artık kılıç taşımayan kemerine baktım. Kara Baron'un yirmi adamını öldüren paladinin bir sokak köpeği gibi sürüklenmesi fikri beni eğlendirdi. Böylesine yetenekli bir adam güç oyunlarına kurban gitmişti. Tek bir kılıç darbesi olmadan mağlup edilmiş, onuru ve kendini adadığı yol elinden alınmıştı.
İçimde bir yerde hala bir parça vicdan olsa gerek ki eğlencemin yüzeyinde ufacık bir acıma hissi filizlendi. Halk sepete yuvarlanan miğferli başını coşku ile karşılarken yüzü asla bilinmeyen bir hain olarak ölecekti. Hayal ettiğim sahne gözümün önünde o kadar net canlanmıştı ki şimdiden kulaklarımı dolduran neşeli hurralar ve etin kesilirken ortalığa saçılan kanın resmi sanki parmaklarımın ucundaydı. Bir zamanlar yetişemeyen parmak uçlarımın anısı zihnimde patlayıp paladinin gizemli suratını çaresizse ölen başka birinin yüzü ile değiştirdi.
Bir duvara toslamışım gibi sarsılıp ellerimi yumruk yaptım. Gözlerimi yumup birkaç derin nefes aldıktan sonra hırsla çantamı avuçlayıp çatıda yürümeye başladım. Seslere aldırmadım, idamı izlemedim. Yalnızca dudaklarımdan ''Yeteneklerine yazık oldu. İnandığın ilahlar seni kutsasın paladin.'' sözleri döküldü.
***
İlk bölümün sonuna geldik! Fikirlerinizi benimle paylaşıp oy verirseniz mutlu olurum.❤
*rizze: bu evrenin para birimi
**denizci soğuğu: ciğerlerin kanla dolup solunum yetersizliğinden ölüme neden olan hastalık
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top