BÖLÜM 4: BİR GECELİK DÂHİ
BİR GECELİK DÂHİ
Marseillaise
25 Nisan 1792
Bir Gecelik Dâhi
Tarih 1792. Fransız Millet Meclisi, tam iki aydan beri İmparator ve Krallar ittifakına karşı savaş açılması ya da barışın seçilmesi konusunu görüşüyor, ancak bir türlü karara varamıyor. Kral 16. Louis de kararsızdır; devrimcilerin başarılı olmaları kendisi için ne kadar büyük tehlike ise, yenilgiye uğramaları da o kadar büyük tehlike olacaktır. Bu konuda partilerin görüşlerinde de bir belirsizlik var. İktidarlarını kaybetmek istemeyen Jirondenler savaşta direnirlerken, iktidarı kendi ellerine geçirmek isteyen Robespierreciler ve Jakobenler de barış için uğraş veriyorlar. Durum her geçen gün daha da kötüye gidiyor ve siyasi ortam gerginleşiyor. Gazeteler yaygara koparıyor, kulüplerde ateşli tartışmalar oluyor, artarak dolaşan söylentiler halkı kaygılandırıyor. Ve sonunda, 20 Nisan'da Fransa Kralı'nın Avusturya İmparatoru'na ve Prusya Kralı'na savaş açma kararı, alınan her kesin kararda olduğu gibi, bir çeşit kurtuluş sayılıyor.
Bütün bu haftalar boyunca, elektrikli ve fırtına yüklü bulutlar Paris'in üzerine çökmüş, Fransızlara korkulu anlar yaşatıyordu. Ancak sınır kentlerinde esmekte olan heyecan rüzgârı daha da korkutucuydu. Birliklerdeki bütün askerler bir araya getiriliyor, bütün köy ve kentlerde gönüllüler ve ulusal muhafız kıtaları silahlandırılıyor, bütün kaleler onarılarak savunmaya daha elverişli bir konuma getiriliyor; özellikle de Alsashlar, Fransa ve Almanya arasında yapılan her savaşta olduğu gibi, savaş alanının yine önce kendi toprakları olacağını biliyorlar. Ren Nehri'nin kıyısında hazır bekleyen düşman, Paris'te olduğu gibi, insana heyecan veren, ateşli konuşmalar yaptıran soyut bir kavram değil, tersine, gözle görülen ve elle tutulan bir olgudur. Çünkü tahkim edilmiş köprü başından, katedralin kulesinden bakılınca, Prusya alaylarının üzerlerine gelmekte oldukları açık seçik görülebiliyor. Geceleri esen rüzgâr, ay ışığı altında hiçbir şeyden habersiz ışıldayarak akan nehrin üzerinden bu tarafa gelmekte olan düşman top arabalarının gıcırtısını, silahların şakırtılarını ve borazan seslerini getiriyor. Şunu hepsi de çok iyi biliyor: Tek bir söz, yalnızca tek bir buyruk, Prusya toplarının gürleyip şimşekler çakmasına yetecek ve Almanya ile Fransa arasındaki bin yıllık savaş yine başlayacaktır. Bu kez bir taraf özgürlük adına, öteki taraf ise eski düzen adına savaşacak.
İşte bunun için, Paris'ten yola çıkan kuryelerin savaş çıktığı haberini Strasburg'a getirdikleri 25 Nisan 1792 tarihi, unutulmaz bir gündür. Halk bütün sokaklardan ve evlerden boş alanlara akın ediyor; bütün garnizon savaşa hazır, son bir geçit yürüyüşü yapıyor, alaylar birbirini izliyor. Bedenine üç renkli bir kuşak sarmış olan Belediye Başkanı Dietrich, kent alanında beklemekte ve kokartlı şapkasıyla gelenleri selamlamaktadır. Boru ve trampet sesleriyle halk, sessiz olunması konusunda uyarılıyor. Dietrich, savaş kararını bu ve bütün öteki alanlarında Fransızca ve Almanca olarak yüksek sesle okuyor. Belediye Başkanı'nın konuşmasından sonra alay bandosu, devrimin ilk şarkısı olan "Ça ira"yı çalıyor. Bu parça gerçekte kıvrak, neşeli ve alaylı bir dans ezgisidir, ancak geçmekte olan kıtaların adımlarının çıkardığı şakırtı ve gürültü, ona bir savaş şarkısı ahengi veriyor. Sonra halk dağılıyor, giderek daha da artan bir coşkuyla ara sokaklara ve evlere dönüyor. Kahvelerde ve kulüplerde ateşli söylevler veriliyor ve resmî buyruklar halka duyuruluyor. "Aux armes, citoyens! L étendard de la guerre est déployé! Le signal est donné!" ("Silah başına yurttaşlar! Savaş sancağı açıldı! İşaret verildi!") Bunun gibi ve buna benzer sözlerle başlıyorlar ve her yerde, bütün söylevlerde, bütün gazetelerde, bütün pankartlarda ve bütün dudaklarda bu etkili ve uyumlu sözler hep tekrarlanıyor: " Aux armes citoyens! Qu'ils tremblent donc, les despotes courcnnés! Marchons, enfants de la liberté!" ("Silah başına yurttaşlar! Taçlı zorbalar titresin artık! İleri, özgürlük çocukları, ileri!") Halk yığınları bu ateşli sözler karşısında kendinden geçiyor, yaşa var ol, diye bağırarak çılgın sevinç çığlıkları atıyor.
Bir ülkenin bir başka ülkeye savaş ilan etmesi ânında halk yığınlarının sokaklara ve meydanlara dökülüp sevinç gösterilerinde bulundukları her zaman görülmüştür, bu tür gösterilerde sokakları dolduran halk yığınları arasından başka seslerin, daha yavaş, daha gerilerde kalmış seslerin de yükseldiği, yine bilinen bir gerçektir. Bir savaş ilanı ânında korku da, kaygı da kuşkusuz kendini gösterir; ancak bunlar açığa vurulmazlar, odalarda fısıltı biçiminde dolaşırlar ya da kül gibi olmuş dudaklardan bir türlü dışarı çıkamazlar. Kendi kendilerine, düşman askerleri çocuklarımızı öldürecek mi, diye soran anneler, malı, tarlası, evi, hayvanları ve ürünü için kaygılanan köylüler her zaman ve her ülkede bulunur. Acımasız düşman askerleri tarafından ekinleri çiğnenip evleri yağma edilmeyecek mi? Çalıştıkları tarlalar kanla sulanıp gübrelenmiş olmayacak mı? Fakat tam bir soylu olan Strasburg Belediye Başkanı Baron Friedrich Dietrich, özgürlük sorununa bütün ruhuyla kendini vermiş olan o zamanın bütün ileri gelen Fransız soyluları gibi gür sesiyle yaptığı ateşli konuşmalarında halka güvenden başka bir şey veremiyor, fakat savaş kararının alındığı günü, bir genel şenliğe dönüştürmesini de biliyor. Bedenine çaprazlamasına taktığı renkli kuşağıyla halkı coşturmak için bir toplantıdan ötekine koşuyor. Harekete hazır askerlere şarap ve yiyecek dağıttırıyor ve akşama da, generalleri, subayları ve öteki önemli kişileri bir veda partisi için Place de Broglie'deki evinde topluyor ve bu coşkulu topluluğa daha şimdiden bir utku bayramı kutluyormuş havası veriyor. Askerlerin savaş öncesi hep yaptıkları gibi, Fransız generalleri de bol keseden atıyorlar. Savaşın yaşamlarına anlam katacağını sanan genç subaylar da istedikleri her şeyi söylüyorlar. Kılıçlarını çekip havada sallıyor, birbirlerine sarılıp kucaklaşıyor, içip içip eğleniyorlar. Nefis şaraplar içilirken konuşmalar birbirini izliyor. Bütün konuşmalarda ve söylevlerde gazetelerin ve bültenlerin yönlendirici sözleri, sürekli tekrarlanıyor: "Vatandaşlar, silah başına! Yürüyelim ve vatanımızı kurtaralım! Taçlı Alman zorbalarının sonu yakındır. Utku bayrağımızın dalgalanmaya başladığı şu anda, sevgili üç rengimizi bütün dünyaya taşıyacağımız gün gelmiştir! Şimdi herkes Kral için. bayrak için ve özgürlük için her şeyini ortaya koymalıdır!" Böyle anlarda bütün halk, bütün ülke, utku inancı ve özgürlük uğruna bir araya gelmek ve kutsal bir birlik oluşturmak ister.
Bütün bu söylevlerin ve kadeh tokuşturmaların ortasında, Belediye Başkanı Dietrich, birden, bir köşede kendi başına oturmakta olan genç bir subaya, istihkâm birliğinde görevli Rouget adında bir yüzbaşıya dönüyor. Belediye Başkanı, bu hiç de yakışıklı olmayan, fakat kibar ve sempatik subayın altı ay önce yeni rejimin ilanı dolayısıyla çok hoş bir özgürlük marşı yazmış olduğunu ve bunun alay mızıkacısı Playel tarafından bestelenip çalındığını anımsamıştır. Yüzbaşı Rouget'nin bu sade yapıtı herkesin övgüsünü kazanmış, askeri bando tarafından öğrenilmiş, halka açık alanlarda çalınmış ve korolarda söylenmişti. Savaş ilanı ve cepheye hareket, bir tören düzenleyip kutlamak için önemli bir neden değil miydi?
Belediye Başkanı Dietrich, Yüzbaşı Rouget'ye (o, kendi kendisini soylu ilan etmiş ve kendisine Rouget de Lisle adını takmıştı) sanki bir arkadaşından ricada bulunuyormuş gibi rahat bir biçimde, acaba bu yurtseverlik bilincini içinizde duyup da, cepheye gitmeye hazırlanan kıtalarımız için bir şeyler hazırlayamaz mısınız, örneğin yarın sabah düşmana karşı ilerleyecek olan Ren Ordusu için bir savaş şarkısı besteleyemez misiniz, diye sordu.
Kendisini hiçbir zaman büyük bir müzisyen saymayan bu alçakgönüllü ve sempatik adam Rouget'nin mısraları hiç basılmamış, operaları hiçbir zaman kabul görmemişti vakit bulup da bir şeyler yazarken güçlük çekmediğini biliyor. Bu yüksek makam sahibi kişiyi ve sevgili dostunu memnun etmek için, yapılan ricayı kabul ediyor ve deneyeceğini söylüyor. Tam karşısında oturmakta olan bir general, "Bravo, Rouget!" diye kadehini kaldırıyor ve hazırlayacağı marşı hemen cepheye göndermesi konusunda onu uyarıyor, adımları hızlandıracak bir yurtseverlik marşı, Ren Ordusu için gerçekten gerekli, diyor. Bu arada bir başkası, yeni bir söyleve başlıyor. Kadehler yeniden doldurulup tokuşturuluyor. Güçlü dalgalar halinde yükselen neşe ortamı içinde, bu küçük söylev kaybolup gidiyor. Eğlence, gittikçe hareketleniyor, eğlenenler gittikçe daha çok kendinden geçiyor, gürültü ve çılgınlık daha da artıyor ve konuklar, Belediye Başkanı'nın evinden ayrılırken vakit gece yarısını epeyce geçmiş bulunuyor.
Evet, gece yarısını epeyce geçmiş ve Strasburg için savaş ilanı ânının bu son derece heyecanlı günü, şu 25 Nisan sona ermiş ve hatta 26 Nisan günü başlamıştı bile. Gecenin karanlığı evlerin üzerine çökmüş bulunuyor, ancak bu karanlık aldatıcı, çünkü bütün kent heyecandan hâlâ tirtir titriyor. Kışlalardaki askerler, hareket için son hazırlıklarını yapıyorlar ve bu arada, kepenkleri kapalı evlerdeki bazı uyanıklar da, gizlice sıvışma hazırlığı içindeler. Caddelerde devriyeler dolaşıyor, arada bir, haber getiren süvarilerin atlarının çıkardığı nal şakırtıları duyuluyor. Sonra, geçmekte olan ağır topçu birliğinin gürültüsü yükseliyor ve karakoldan ötekine bağıran nöbetçilerin çıkardığı sesin tekdüze yankısı, çevreyi sarsıyor. Düşman çok yakındadır ve Strasburg halkı, ilan edilmemiş bir savaş ânında, gözüne uyku giremeyecek kadar heyecanlı ve kaygılıdır.
Şu anda, Grande Rue 126 numaralı sade odasının dönemeçli merdivenlerini tırmanan Rouget'nin de içinde tuhaf bir duygu var. Ren Ordusu için verdiği sözü, hemen bir savaş şarkısı yazma sözünü unutmadı. Küçücük odasında, ayağını sürekli yere vuruyor, nasıl başlayacağını bir türlü bilemiyordu. Kafasında hâlâ. resmi bültenlerin, söylevlerin, şerefe kadeh kaldırmaların ateşli yankıları var. "Aux armes, citoyens!... Marchons, enfants de la liberté!... Écrasons la tyrannie... L' étendard de la guerre est déployé!..." ("Silah başına yurttaşlar!... Yürüyelim, özgürlük çocukları!.. Zorbaları ezelim! Savaş sancağı açıldı!") Ama, o geçerken duyduğu başka sözleri de anımsıyor: Savaşta oğullarının başlarına geleceklerden korkan annelerin seslerini, ekili tarlaları çiğnenecek ve yabancı askerler tarafından kanla boyanacak diye kaygılanan köylülerin seslerini de anımsıyor. Şimdi oturmuş ve yarı kendinden geçmiş bir halde, bütün bu duyduklarının yalnızca bir yankısı, bir ahengi ve bir tekrarı olan ilk iki satırı yazıyor:
Haydi, vatan evlatları,
Zafer günü geldi!
Daha sonra birdenbire durup kalıyor. Evet, sözcükler yerine oturuyor. Başlangıç iyi oldu. Şimdi buna uygun bir ahenk bulmalı ve güfteyi bestelemeli. Kemanını dolaptan alıyor ve deniyor. Sonuç mükemmel, daha ilk ölçülerde melodi ve güfte tam bir uyum sağlıyor. Rouget tekrar masasına oturuyor ve acele acele yazmaya devam ediyor. İçine işleyen, içini dolduran bir güçle sürükleniyor, bu güçle yazıyordu artık. İçinden dışarıya taşan bütün duygular, cadde ve şenliklerde duyduğu bütün sözcükler, zorbalara karşı duyduğu nefret, vatan toprağı için kaygı, utku inancı ve özgürlük aşkı birdenbire boşanıveriyor. Rouget'nin artık oturup da şiir yazmasına, güfte için uğraşıp kafa yormasına gerek yok. Yalnızca kafiye düzenlemesi yapması ve bugün, bu bir tek günde ağızdan ağıza dolaşan sözcükleri, kendi melodisinin sürükleyici uyumuna katması yeter. Genç Yüzbaşı, ulusun benliğinin derinliklerinde duyduğu her şeyi söyledi, her şeyi dile getirdi ve her şeyi melodileştirdi. Onun beste yapmasına da gerek yok, çünkü sokağın ahengi, askerlerin adımlarında, trampetlerin cayırdamasında ve çekilen top arabalarının gıcırtısında; karanlık geceye meydan okurcasına kendini gösteren bu ahenk, kepenkleri kapalı pencerelerin arasından içeriye kadar geliyor. Belki de bütün bunları kendisi, kendi kulakları duymuyor da bu bir tek gece için ölümlü bedenine konuk olan o ânın dehası duyuyor. Melodi, bütün bir ulusun kalbinin çarpışını anımsatan sert ve neşe dolu ölçüye, gittikçe daha da büyük bir uyum sağlıyor. Rouget, sanki hiç tanımadığı biri söylüyormuş da kendisi yazıyormuş gibi, sözcükleri ve notaları gittikçe daha çabuk kâğıda döküyor. Sıradan ve hep kendi halinde yaşamış bu silik adamın ruhunda, o âna kadar hiç böylesine kabaran bir sel çağlamamıştı. Kendisinden değil, o gizemli, o büyüleyici güçten kaynaklanan bir büyük heyecan, bir büyük yaratıcılık bir anda bir araya gelivermiş ve bu zavallı amatör müzikçiyi, gücünü yüz bin kez aşarak, bir saniyelik bir ışık demeti gibi alev alev parıldayarak ta yıldızlara kadar sürüklemişti. Yüzbaşı Rouget de Lisle'e ölmezlikle kardeş olması için yalnızca bir gecelik süre verildi. Başlangıçta, sokağın seslerinden ve gazetelerden ödünç alınan sözcükler, şimdi içindeki yaratıcı güçle biçimlendiler ve şiir haline gelen bu sözcükler öyle eşsiz bir dörtlük oluşturdular ki, ezgisi kadar ölümsüz oldular.
Ey kutsal vatan aşkı,
Öç alacak kollarımıza yön ve güç ver!
Özgürlük, ey sevgili özgürlük,
Senin için çarpışanlarla beraber dövüş!
Sonra bir beşinci dörtlük, bir tek elden çıkmış ve aynı heyecanla biçimlendirilmiş son bir dörtlük daha, derken beste ve güfte tam bir uyum sağlamış ve bu ölümsüz şarkı şafak sökmeden önce tamamlanmış oluyor. Rouget ışığı söndürüyor ve yatağına uzanıyor. Ne olduğunu bilmediği bir şey onu, şimdiye kadar hiç duymadığı bir düşünce zenginliği selinin içine sürüklemişti ve şimdi de, yine ne olduğunu bilmediği bir şey onu müthiş bir yorgunluğa sürüklüyor. Rouget, tıpkı bir ölü gibi derin derin uyumaktadır. Gerçekten de, içindeki yaratıcı ruh ve deha yine ölmüştür. Ancak bu mucizeyi kutsal bir sarhoşluk içinde gerçekleştirmiş adamın şu uyumakta olan bedeninden ayrılan yapıt, tamamlanmış ve masada durmaktadır. Bir şarkının güfte ve bestesinin bu kadar çabuk ve bu kadar kusursuz hazırlanmasına insanlık tarihinde ikinci kez rastlamak hemen hemen olanaksızdır.
Kilisenin çanları her zaman olduğu gibi, yine sabahın olduğunu bildiriyor. Rüzgâr, zaman zaman Ren'den silah sesleri getiriyor; ilk çatışma başladı. Rouget uyanıyor. Daldığı derin uykudan güçlükle ayılıyor. Bir şeyler olduğunu, hayal meyal bir şeyler yaptığını anımsıyor. Sonra birden masanın üstündeki henüz yazılmış olan kâğıdı fark ediyor. Mısralar? Ne zaman yazdım ben bunları? Ne zaman besteledim? Evet evet, anımsıyorum, dostum Dietrich'in yazmam için dün rica ettiği şarkı bu. Ren Ordusu için hazırladığım savaş marşı! Rouget mısralarını okuyor, melodiyi mırıldanıyor ve bütün dâhiler gibi, o da henüz tamamladığı yapıtının başarısından emin olamıyor. Yapıtını yanındaki odada kalan ve aynı alayda görevli bir arkadaşına gösteriyor ve yüksek sesle okuyor. Görünüşe bakılırsa, arkadaşı şarkıyı beğeniyor ve yalnızca birkaç değişiklik öneriyor. Bu ilk övgü, Rouget'ye tam bir güven duygusu kazandırıyor. Yazarlara özgü bir sabırsızlıkla ve sözünü çabuk yerine getirmiş olmanın verdiği gururla hemen Belediye Başkanı'nın evine koşuyor. Belediye Başkanı, bahçesinde sabah gezintisine çıkmış ve kafasında, vereceği yeni bir söylevin provasını yapıyor. Nasıl gidiyor, Rouget? Görünüşe bakılırsa, bitti galiba? Öyleyse, hemen deneyelim. Birlikte, bahçeden evin salonuna geçtiler; Dietrich piyanonun başına geçip ona eşlik ederken, Rouget şarkıyı okuyor. Bu hiç beklenmedik sabah konserini duyan Belediye Başkanı'nın karısı hemen içeriye koşuyor ve bu yeni şarkıyı kopya etmeye ve usta bir müzikçi olarak, bu akşam evlerine gelecek olan konuklarının, öteki şarkıların yanı sıra bu şarkıyı da dinlemelerini sağlamak için, piyanonun başına geçip kendisinin de eşlik etmeye hazır olduğunu söylüyor. Sesinin güzelliğiyle övünen Belediye Başkanı Dietrich de iyice çalışıp notaları ezberlemeyi kabul ediyor. Böylece, 26 Nisan günü, yani şarkının yazılıp bestelendiği günün akşamı Belediye Başkanı'nın evinde rastlantı sonucu bir araya gelmiş topluluğun önünde Rouget'nin bestesi ilk kez çalınmış oluyor.
Görünüşe bakılırsa, dinleyiciler parçayı beğendiler, candan alkışlıyorlar ve hatta genç besteciye iltifatlar yağdırmaktan da geri kalmıyorlar. Ancak Strasburg'un büyük alanında bulunan Place de Broglie'de toplanan konuklar, görünmez kanatlarıyla yeryüzüne inen ölümsüz bir bestenin farkında bile değiller. İnsanların, çağdaşları bir insanın ya da bir yapıtın büyüklüğünü ilk bakışta anladıkları pek görülmemiştir. Belediye Başkanı'nın karısı da, yaşadığı o eşsiz ânın önemini anlamaktan ne kadar uzak olduğunu, kardeşine yazdığı ve bu mucizeyi, sıradan bir toplumsal olaymış gibi gösterdiği mektubunda açıkça ortaya koyuyor: "Senin de bildiğin gibi, bizim evde konuk hiç eksik olmaz ve onları eğlendirmek, sohbete bir renk, değişik bir hava katmak için sürekli bir şeyler bulmak gerekir. İşte bu yüzden, kocam da rastlantı sonucu eline geçen bir şiiri besteletmek istedi. Sevimli bir şair ve besteci olan Rouget de Lisle, istihkâm birliğinde görevli genç bir subay, bu şiiri aldı ve çok kısa bir süre içerisinde bu şiirden bir savaş şarkısı yaptı. İyi bir tenor sesine sahip olan kocam da, bu çok çekici ve kendine özgü bir güzelliği olan bu şarkıyı hemen okudu. Şarkı, Gluck'un parçalarından daha canlı ve hareketli. Ben de bu işte yeteneğimi orkestraya uyarlamada kullandım, piyano ve öteki sazların müzik düzenlemesini hazırladım. Parça bizim evde çalındı ve bütün konukların ilgisini ve övgüsünü kazandı."
"Bütün konukların ilgisini ve övgüsünü kazandı" cümlesi, bugün bize ne kadar da donuk geliyor. Yalnızca hoş bir izlenim bırakması ve övgü kazanması çok doğaldır, çünkü bu ilk sunuşta Marseillaise'in gücü henüz gerçek anlamda ortaya konulabilmiş değildi. Marseillaise hoş bir tenor sesi için hazırlanmış bir konser parçası olmadığı gibi, küçük burjuva salonlarında, romanslarda ve İtalyan aryaları arasında çalınıp söylenmesi için de öngörülmemiştir. Yüreklere seslenen, yürekleri harekete geçiren bir uyumla, "Aux armes citoyens" uyumuyla gümbürdeyen bir şarkı; bir topluluğa, bir kitleye seslenir ve onun orkestra uyarlaması da yürüyen askerler, çalınan borazanlar ve şakırdayan silahlardır. Marseillaise, hiç heyecan duymadan yerinde oturup rahat rahat müzik zevkini tatmak isteyenler için değil, ulusal ruhları kabarıp onunla coşarak, onunla kükreyerek savaşa atılacak askerler için düşünülmüştü. O, bir tek soprano, bir tek tenor sesi için değil, binlerce gırtlaktan meydana gelen bir kitle, bir yığın için söylenmiş bir ulusal marş, bir utku türküsü, bir vatan destanıdır. Oluşmasını sağlayan ulusal coşku, Rouget'nin şarkısına büyüleyici bir güç kazandırıyor. Şarkı henüz kalpleri coşturamıyor; sözcükler ve melodi, gizemli yankılarıyla ulusun gönlünde henüz taht kurabilmiş değil. Ordu, yürüyüş marşını ve utku şarkısını henüz tanımıyor; devrim, kendisi için hazırlanan bu ölümsüz yapıtın henüz farkında değil.
Bu mucizeyi yaşamış olan Rouget de Lisle de, kendisini düşler âleminde dolaştıran o bir tek gecelik dâhilikle sürüklenerek yarattığı şeyin yüceliğinden, öteki insanlar kadar habersizdir. Bu sevimli ve iyi yürekli adam, konukların şiddetle alkışlamalarına, yapıtın yaratıcısı diye kendisini övmelerine çok seviniyor. Sıradan insanlara özgü bir gururla vilayet çevresinde de bu küçük başarısından yararlanmak istiyor. Kahvelerde, arkadaşlarına bu yeni bestesini okuyor, yapıtın kopyalarını çıkartıp Ren Ordusu'nun generallerine yolluyor. Bu arada Belediye Başkanı'nın buyruğu ve askerî makamların önerisi üzerine Strasburg Kent Bandosu "Ren Ordusu için savaş türküsü'nü hazırlıyor. Dört gün sonra birliklerin cepheye hareketi sırasında Strasburg Ulusal Muhafız Kıtası Bandosu büyük alanda bu yeni marşı çalıyor. Strasburglu vatansever bir yayıncı da, General Luckner'e, buyruğundaki bir subay tarafından saygı ile ithaf olunan "Chant de guerre pour l' armée du Rhin" adlı bu marşı basmaya hazır olduğunu bildiriyor. Fakat Ren Ordusu'nun tek bir generali bile ileri yürüyüşlerinde çaldırmayı ve söyletmeyi düşünmüyor. Rouget'nin şimdiye kadar yaptığı bütün denemeler gibi bu "Allons, enfants de la patrie" adlı bestesinin kazandığı salon başarısı da bir günlük bir başarı, bir vilayet olayı olarak kalacağa ve öylece unutulup gideceğe benziyor.
Bir yapıtı oluşturan deha, kesinlikle uzun süre gizli kalmaz. Bir sanatsal yapıt zaman içerisinde unutulabilir, yasaklanabilir ve hatta bütünüyle yok edilebilir. Ancak yaratılmasında var olan cevher, ölümsüz kalmasını sağlamayı her zaman bilmiştir. Bir ay geçiyor, iki ay geçiyor, Ren Ordusu'nun savaş türküsünden hiç ses çıkmıyor. Basılı ya da elyazma kopyalar öylece duruyor ya da ilgisiz ellerde dolaşıyor. Fakat bir yapıtın bir tek insanı bile gerçek anlamda büyülemesi, her zaman yeterli olmuştur. Çünkü gerçekten duyulan bütün coşku ve hayranlıklar, yaratıcılığın ta kendisidir. Fransa'nın öteki ucunda, Marsilya'da "Anayasa Dostları" adlı bir kulüp, cepheye gidecek gönüllüler onuruna, 22 Haziran günü bir ziyafet veriyor. Uzunca bir masanın çevresinde, Milli Muhafız Alayı'nın yeni üniformalarını giyinmiş beş yüz ateşli genç oturuyor. Hepsinin içinde, 25 Nisan'da Strasburg'da esen ve Strasburg halkını coşturan o sıcak, o ateşli duygu var; ancak Güneyli mizaçları sayesinde, Marsilyalıların arasında, savaş ilanının ilk saatlerinde utkuya karşı duyulan o güven havası esmiyor. Çünkü devrimci Fransız kıtaları, o generallerin bol keseden attıkları gibi, hemen Ren'in karşı kıyısına geçememişler ve oralarda kucak açıp kendilerini karşılayan olmamıştı. Tam tersine, düşman Fransız topraklarına iyice sokulmuş, özgürlük tehlikeye düşmüştü.
Birdenbire, ziyafetin tam orta yerinde, genç gönüllülerden biri Montpellier Üniversitesi'nden Mireur adlı bir tıp öğrencisi bardağına vuruyor ve ayağa kalkıyor. Herkes susmuş, bakışlarını ona çevirmiştir. Bir söylev bekleniyor. Ama, genç adam bunu yapacak yerde, sağ elini havaya kaldırıp sallıyor ve bir şarkıya başlıyor, hiç kimsenin tanımadığı, delikanlının eline nasıl geçtiğini bilmedikleri "Allons, enfants de la patrie" diye başlayan yeni bir şarkı. Şarkı, barut fıçısına düşen bir kıvılcımın aniden parladığı gibi, bir anda çevreye yayılıyor ve bütün ulusal duyguları, insanın içindeki bu sonsuz uçları harekete geçiriyor. Ertesi sabah cepheye gidecek olan, özgürlük için çarpışmak isteyen ve vatan toprakları uğruna canları vermeye hazır bu genç insanlar, en büyük isteklerini, kendi öz düşüncelerini, bu şarkıda, bu şarkının sözcüklerinde buluyorlar. Bu yeni şarkının uyumu, onları karşı konulmaz bir coşku, bir hayranlık seline sürüklüyor. Şarkı, kıta kıta okunuyor; bir kez daha, ikinci bir kez daha okunması gerekiyor, her seferinde de bir coşku, bir hayranlık duyuluyor yüreklerde. Bu beste artık onların şarkısıdır; şimdi hepsi de, heyecanla ayağa fırlayıp kadehlerini kaldırarak, gür sesleriyle şarkıyı yeniden yeniden söylüyor. " Aux armes, citoyens! Formez vos bataillons!" ("Silah başına, yurttaşlar! Orduya katılın!") Coşkuyla söylenen bu şarkıyı dinlemek için sokaktaki insanlar da merakla içeri koşuyor ve onlar da şarkıya katılıyor. Ertesi gün şarkı artık binlerin ve on binlerin dudaklarında. Yeni bir baskı ile bütün çevreye yayılıyor ve 2 Temmuz'da cepheye hareket eden bu beş yüz gönüllü genç insanla birlikte, o da yola çıkıyor. Yollarda yorulduklarında, adımları ağırlaştığında içlerinden birinin çıkıp bu şarkıyı söylemesi yetiyor ve şarkının sürükleyici uyumu onları diriltiyor, onlara canlılık kazandırıyor. Bir köyden geçtikleri ve köylülerin merakla yol kenarına döküldüğü bir sırada, hep bir ağızdan ve gür sesleriyle bu şarkıyı söylüyorlar. Bu şarkı, artık onların şarkısı olmuştur ve bu genç askerler, Ren Ordusu için yazıldığını bilmeden, ne zaman ve kim tarafından bestelendiğinin farkında bile olmadan şarkıyı, kendi taburlarının marşı, kendi yaşam ve ölümlerinin bir simgesi, bir inanç ve yiğitlik destanı olarak benimsediler. Şimdi bu şarkı, taşıdıkları ulusal bayrakları kadar kutsaldır; onu, saygıyla ve azimle daha ileriye, bütün dünyaya taşıyacaklardır.
Marseillaise, ilk büyük başarısını kısa bir süre sonra Rouget'nin bestesi bu adı alacaktır Paris'te kazanıyor. Marsilya'dan yola çıkan tabur, 30 Temmuz'da Paris'in banliyölerinden, sancak önde, bu marşı söyleyerek geçiyor. Binlerce ve on binlerce Parisli, genç gönüllüleri karşılamak için caddeleri doldurmuş, bekliyor. Beş yüz Marsilyalı, adımlarıyla tempo tutarak, bu şarkıyı ara vermeden ve tek bir gırtlaktan çıkıyormuş gibi hep birlikte söyleyerek onlara yaklaşınca, kalabalık kulak kabartıp pürdikkat kesiliyor. Marsilyalıların söyledikleri bu eşsiz, bu sürükleyici marş da ne? Kalplere sokulan ve trampet gürültüsüyle karışan bu borazan sesi, bu "Aux armes, citoyens!" de nereden çıktı? Marsilyalı genç gönüllülerin söyledikleri bu şarkının yankıları, ikiüç saat içerisinde bütün Paris sokaklarını kaplıyor. "Ça ira" unutuldu, eski marşlar ve eski şarkılar unutuldu. Devrim, kendi sesini tanıdı, kendi marşını buldu.
Şarkı, bir çığ gibi hızla çevreye yayılmakta ve önlenemez yükselişi devam etmektedir. Ziyafetlerde hep bu şarkı söyleniyor, tiyatrolarda ve kulüplerde, hatta kiliselerde kapanış duasından, Te Deum'dan sonra ve Te Deum yerine hep bu şarkı çalınıyor, bu şarkı söyleniyor. Biriki ay içinde Marseillaise, halkın ve ordunun ulusal şarkısı oldu. İlk Savaş Bakanı Cumhuriyetçi Servan, bu eşsiz savaş şarkısındaki o büyüleyici, o coşturucu gücü daha ilk bakışta görüyor. Hemen bir kararname çıkartarak, şarkıdan yüz bin kopya çıkartılmasını ve bütün komutanlıklara gönderilmesini buyuruyor. Böylece iki ya da üç gecede, hiç kimsenin tanımadığı bu adamın şarkısı, Molière'in, Racine'in ve Voltaire'in bütün yapıtlarından daha fazla yayılıyor ve daha fazla yankı bırakıyor. Tek bir şenlik yok ki Marseillaise ile sona ermesin ve tek bir savaş yok ki başlamadan önce alay bandosu bu şarkıyı çalmasın. Jemappes ve Nerwinden'deki alaylar, bu şarkıyı koro halinde söyleyerek düşmana son darbeyi vurmaya hazırlanıyorlar: askerlerini, kanyak paylarını iki katına çıkararak coşturmaya çalışan düşman generalleri, binlerce ve binlerce insan, hep bir ağızdan bu şarkıyı söyleyerek, dalga dalga kendi saflarına karşı saldırıya geçince, bu müthiş şarkıdaki ateşleyici güce karşı durmalarının olanaksızlığını, dehşetle görüyorlar. Sayısız insanı coşturan ve gönüllü olarak ölüme sürükleyen bu şarkı, Marseillaise, şimdi, tıpkı Utku Tanrıçası Nike gibi, Fransa'nın bütün savaş alanları üzerine kanat germiş bulunuyor.
Bu arada, istihkâm birliğinde kimselerin tanımadığı Yüzbaşı Rouget, Hüningen'in küçücük garnizonunda kendi halinde oturmakta, istihkâm ve tahkimat planları yapmaktadır. 26 Nisan 1792'nin o gizemli gecesinde yarattığı şeyi, "Ren Ordusu'nun savaş türküsü"nü, belki de artık hatırlamıyor, bir kasırga gibi Paris'i sarstığını gazetelerden öğrendiği şu yeni marşın, şu yeni savaş türküsünün, yiğit "Marsilyalıların şarkısı"nın, gerek güfte ve gerekse ölçü ve ahenk bakımından o gizemli gecede yarattığı şarkısının aynısı olduğunu söylemeye dili varmıyor. Çünkü yankıları gökyüzüne ulaşan, uğultuları ta yıldızlara varan bu şarkı, yazgının ne garip bir cilvesidir ki, yalnızca bir tek kişiyi, kendisini yaratan insanı yüceltmiyor. Bütün Fransa'da Yüzbaşı Rouget de Lisle ile ilgilenen yok; bir şarkının kazanabileceği en büyük başarıyı elde eden bu şarkının ünü, şarkının kendisinde kalıyor ve yaratıcısı Rouget'nin üzerine bir tek gölgesi bile düşmüyor. Rouget'nin adı, kitabın üzerine yazılmıyor ve kendi kendisini anımsatmayacak olsa, dönemin ileri gelenleri arasında hiçbir ilgi uyandırmayacak. Çünkü eşine ancak tarihte rastlanabilecek büyük bir çelişki devrim marşını yaratan bu adamın kendisi devrimci değildir, tam tersine, bu ölmez şarkısıyla devrime ve onun yerleşmesine herkesten daha çok hizmet etmiş olan bu insan, şimdi onu var gücüyle geriletmek istiyor. Marsilyalılar ve Paris'in ayaktakımı dudaklarında kendi şarkısı Tuilleries Sarayı'na saldırıp da kralı alaşağı edince, Rouget de Lisle devrimden ve devrimcilerden iyice soğuyor. Cumhuriyetçilere bağlılık yemini etmiyor ve Jakobenlere hizmet etmektense, görevden ayrılmayı daha doğru buluyor. Marşındaki "liberté chérie", "sevgili özgürlük" sözcüğü, bu dürüst insan için boş ve anlamsız bir şey değildir. Meclisteki yeni despotlardan ve zorbalardan, sınırın ötesindeki taçlı ve kutsanmış düşmandan daha az nefret etmiyor. Dostu ve Marseillaise'in vaftiz babası olan Belediye Başkanı Dietrich, şarkısını kendisine ithaf ettiği General Luckner ye o akşam şarkısını dinlemiş olan bütün subaylar ve soylular birer birer giyotine gönderilirlerken, o, koruma komitesine karşı duyduğu hoşnutsuzluğu açıktan açığa dile getiriyor. Kısa bir süre sonra çok gülünç bir durum ortaya çıkıyor ve devrim şairi Rouget, karşı devrimci olduğu için tutuklanıyor ve vatana ihanet suçuyla yargılanıyor. Ancak, Robespierre'in düşmesiyle mahkûmlara hapishane kapılarının açıldığı 9 Thermidor (büyük devrimin 11. ayı) sayesinde Fransa, ulusal marşının yaratıcısını, "ulusal ustura"ya teslim etmenin ayıbından kurtulmuş oluyor.
Fakat böylesi bir ölüm Rouget için kuşkusuz yiğitçe bir ölüm olurdu ve yazgısına terk edilip sefil bir bir yaşam sürmekten daha iyiydi. Çünkü bu bahtsız adam, yaşamı boyunca gerçekten başarılı olduğu o bir tek gününü, kırk yıldan fazla, binlerce ve binlerce gün, yeniden yeniden yaşadı. Üzerindeki üniformalarını aldılar, emekli aylığını kestiler, yazmış olduğu şiirlerin ve operaların basılmasına ve halka sunulmasına izin verilmedi. Yazgı, Rouget gibi bir amatörün, ölmezlerin arasında yer almış olmasını affetmiyor Bu küçük adamın küçük yaşamı da, bir sürü küçük ve pek de temiz olmayan işlerle sürüp gitti. Ona acıyıp yardım etmek isteyen Carnot'nun ve daha sonra da Bonaparte'ın çabaları sonuç vermiyor. Üç saat için ilahlaştıran ve daha sonra horlayarak yine kahredici bir boşluğa atmış olan o rastlantı ânının acımasızlığı, Rouget'nin kişiliğinde iyileşmez ruh bozukluklarına neden oldu. Rouget, iktidardakilerle sürekli çekişiyor ve kavga ediyor, kendisine yardım etmek isteyen Bonaparte'a kaba ve hakarete varan mektuplar yazıyor, seçimde ona karşı oy kullanmış olmakla açıktan açığa övünüyor. Yaptığı kötü işler, başını sürekli derde sokuyor. Ödenmeyen bir senet yüzünden yargılanıp Saint Pelargie Hapishanesi ile tanışmak zorunda kalıyor. Hiçbir makamca sevilmeyen, alacaklıların peşini bırakmadığı ve polisin sürekli izlediği bu adam, vilayette bir köşeye siniyor ve unutulmuş, gözden ırak bir mezarda yatıyormuş gibi, ölümsüz şarkısının yazgısına oradan kulak kabartıyor. Marseillaise'in, muzaffer ordularla Avrupa'nın bütün ülkelerine girdiğini, Napoléon imparator olur olmaz fazla devrimci bulunup bütün programlardan çıkarıldığını ve sonunda Bourbonlar tarafından tamamen yasaklandığını da görüyor. Bir insan ömrü kadar yaşadıktan sonra, 1830 Temmuz Devrimi'nin kendi şarkısını Paris sokaklarında yine o eski görkemiyle çaldırtmasına ve Kral Louis Philippe tarafından devrim şairi sayılarak küçük bir emekli aylığına bağlanmasına, hayatı mahvolmuş bu yaşlı adam yalnızca hayret ediyor. Bu unutulmuş, bu mahvolmuş insana, yeniden anımsanmış olmak çok küçük bir anımsama da olsa bir düş gibi geliyor ve yetmiş altı yaşındaki Rouget de Lisle, 1836 yılında ChoisyleRoi'da öldüğü zaman, artık ne adını anımsayan ne de tanıyan var. Yine bir insan ömrünün geçmesi gerekiyor ve ulusal marş olarak halka mal olmuş Marseillaise, Dünya Savaşı sırasında Fransa'nın bütün cephelerinde yeniden çalınıp ulusal duyguları şahlandırırken, küçük Yüzbaşı Rouget'nin cesedinin de küçük Teğmen Bonaparte'ınki gibi Gaziler Mezarlığı'na gömülmesine karar veriliyor ve böylece, ölümsüz bir yapıtın çoktan ölmüş yaratıcısı, tek bir gecenin dâhisi olmaktan başka bir şey olamayan bu adam, ülkesinin, onurlu kişilere ayırdığı kilise mahzeninde sonsuzca huzura kavuşuyor.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top