Bölüm 2: Aşağı Alem

     Yaşadığı inanılmaz günün ardından Demir sonunda kendisini yatağında buldu. Eve gelmesinden birkaç saat sonra, önce babası, akşama doğru ise annesi gelmiş, ailecek edilen kısa bir sohbetin ardından annesi ev işlerini yapmaya koyulurken babası ise akşam yemeğine kadar olan vakti televizyonun önünde uyuyarak geçirmişti. Akşam yemeğinden sonra bilgisayarın başına geçen Demir başta şamanizm hakkında araştırma yapmayı düşünse de konunun tamamen unutulmasının en iyisi olacağına karar vererek gözleri yorulana kadar oyun oynamayı tercih etmişti. Şimdi ise bilinci uyku ile uyanıklık arasında asılı dururken, adamın konuştuklarını düşünmekten kendisini alamıyordu. Aklını farklı düşüncelere odaklamaya çalıştı. Tatlı bir yüz getirdi gözlerinin önüne. Altın saçlı, yeşil gözleri ıslak, sürekli ağlamaklıymış gibi bakan bir yüz göründü. Yüzün gülümsemesini istedi ama bunu başaramadı. Yarın okulda Beril'le tekrar karşılaşacaktı. Beril ona tıpkı şu an baktığı gibi bakacaktı. Bir şeyler söylemek için ağzını açacak ama Beril her zamanki gibi yanından geçip giderek sırasına oturacaktı. Platonik aşkıyla kopmalarına sebep olan o anı hiçbir zaman net olarak hatırlayamıyordu. Krizleri başlayana kadar onunla aynı sırada oturmuşlar ve giderek samimileşmişlerdi. Teneffüslerde kantine inmediği zamanlarda sırada oturup kitap okurken genç kız birden yanına gelir, başını omzuna koyar, Demir'le beraber aynı kitabı okumaya çalışırdı. Delikanlı ondan hızlı okuyup sayfayı erkenden çevirince de kızarak sıradan kalkar ve başkalarının yanına giderdi. Demir sayfayı çevirmeyip onu beklediği zamanlarda da Beril sıkılıp kalkardı. O tatlı anların bozulmasının ne kadar acı verici olduğunu hatırladı. Yaşadığı ilk krizden sonra 2 gün evde dinlenmiş, ertesi gün okula gittiğinde yine Beril'le yan yana oturmuşlardı. Ama kız tek kelime dahi etmemişti. Ondan sonraki gün de, ondan sonraki hafta da tek bir kelime konuşmadılar. Sınıfından kimse geçmiş olsun demek için bile yaklaşmadı kendisine, Beril de dahil. Daha sonra Beril başka bir arkadaşının yanında oturmaya başladı. Demir'in yanına da Doruk isminde kısa boylu, göbekli, saçlarının önlerini bol jöleyle havaya doğru düz bir şekilde tarayan garip bir çocuk oturmuştu. Göbeğine rağmen zayıf bacakları ve 46 numara ayaklarıyla sınıfın maskotu olan Doruk'la dalga geçilmesi Demir'in zoruna gitse de Doruk da ona hastalığı sonrası yaklaşmayanlardandı. Bu yüzden Doruk'un maruz kaldıklarına ses çıkarmamayı tercih etmişti. Aradan geçen senelerde Beril'le de Dorukla da ara ara selamlaşsa da kendisini bir daha hiç kimseye yakın hissedememişti. Bazı dönemler tamamen içine kapanmış, dersleri boş vererek fantastik kitaplarının ve oyunlarının dünyasında yaşamaya başlamıştı. Durumu sebebiyle öğretmenler biraz da olsa kendisine müsamaha göstermiş, zamanla evdekilerin de baskısıyla notlarını sınıfı geçecek kadar yükseltebilmişti.

Son birkaç gün yaşadıklarını düşünmemek ve uyumamak için hatırlayabildiği tüm anıları kafasında tekrar yaşamaya, kendisine daha da fazla acı çektirmeye devam etti Demir, ta ki düşündüğü her bir anı, hatırladığı her bir yüz birer resme dönüşene kadar. Her bir resim canlandırdığı sahneyi tamamlayarak teker teker gözden kayboldu. En sonunda kendisini mutlak bir karanlığın içinde buldu. Yürümek ve etrafına bakmak istiyordu ama kaslarında tek bir hareket dahi hissetmiyor, gözlerinin açık mı kapalı mı olduğunu dahi anlayamıyordu. Sadece nereden geldiğini kestiremediği keskin ve iğrenç bir koku, burun deliklerinden içeri girerek aniden başının ağrımasına sebep oldu. Elleriyle başını tutma, burnunu ve ağzını kapatma ihtiyacı duydu ama vücudundaki hiçbir kas bu ihtiyacına cevap vermedi. Kokunun mide bulandırıcılığıyla kusmak istedi ama onu da yapamadı. Panikle neler olduğunu anlamaya çalışırken, kokuyu taşıyan esintiyi teninde hissetmesiyle vücudunun hakimiyetini yeniden kazandı. Çevresini kaplayan karanlıktan kurtulamasada artık uzuvlarını hissedebiliyordu. Elleriyle etrafını yokladı ama herhangi bir şeye denk gelmedi. Korkarak da olsa yürümeye karar verdi. Bir eliyle ağzını ve burnunu kötü kokudan sakınmak amacıyla kapatırken, diğer elini boşluğa doğru uzattı. Ayağını hareket ettirince ıslak ve yapışkan bir zeminde durduğunu fark etti. Bir bataklığın içinde gibiydi ve çamurun ayak bileklerine kadar geldiğini şu an anlayabiliyordu. Ayaklarını sürterek çamurda ilerlemeye başladı. Bir yandan boşluğa uzattığı elini sağa sola doğru herhangi bir cisme dokunma, bir duvar belki de bir lamba anahtarı bulma umuduyla sallıyor, diğer yandan arka arkaya gelen esintinin getirdiği kokunun dayanılmazlığıyla eliyle ağzını ve burnunu daha da fazla sıkıyordu.

Zaman algısını kaybetmiş bir şekilde ilerleyen Demir, kendisine saatler gibi gelen bir süre boyunca, içler acısı bağırışları ve yardım çığlıkları için verdiği molalar dışında ilerlemeye devam etti. Sesinin yankılarından başka cevap bulamadığı bu karanlığın içinde, süre biçmeyi bile başaramadığı bir zaman boyunca daha yürüdü. Kurtuluş umutlarının tükendiği bir anda, boşluğa uzattığı eli aniden sert bir cisimle temas etti. Havaya sıçrayan delikanlı korku ve umutla karışık bir duygu içerisinde iki koluyla birden bu cisme hücum etti. Oldukça soğuk ve pürüzsüz olan bu cisim, ulaşabildiği her yeri kapsayacak uzunlukta ve genişlikteydi. Kulağını bu düzlüğe dayayarak, bir kapıyı çalarmış edasıyla birkaç küçük dokunuş yaptı ve metal seslerin karanlığın içinde uzun bir süre yankılanışını dinledi. Karşısında metal bir duvar vardı. Ellerini duvarın üzerinde gezdirerek, bir pürüz, bir kapı kolu aradı. Sağ tarafına doğru ilerleyerek bir süre daha arayışına devam etti ama duvar kusursuz bir şekilde düzdü. İçinde kalan son mücadele kırıntısıyla pürüzsüz duvara yüklendi, var gücüyle duvarı ittirmeye çalıştı. Havadaki ani akıntı değişimiyle duvarı ittirebildiğini fark etti ve heyecanla, bir yandan da çamur zeminde bocalayarak duvara yüklenmeyi sürdürdü. Kısa süren bir mücadelenin ardından birkaç adım sağında karanlığı kesen ince bir ışığın açılan aralıktan dışarı süzüldüğünü fark eden Demir, ittirmeyi bırakarak çamurun içinde gücü yettiğince koşmaya başladı. Bir yandan gözlerini aralıktan sızan bu sönük ışıktan sakınırken, diğer yandan ışığın aydınlattığı yerleri incelemeye, nerede olduğunu anlamaya çalışıyordu. Önünde çamurdan bir düzlük bulunan, gözünün görebildiği her yeri solgun metalden, zirvesi karanlığın içinde kaybolan bir yapının girişindeydi. Çamur düzlük ise sağa ve sola doğru 50-100 metre kadar devam ediyor, daha sonrası ise ya karanlığın içinde kayboluyor ya da uçuruma çıkıyor gibi görünüyordu. Daha fazla zaman kaybetmeden kendisini, açtığı dar aralıktan içeri atan delikanlı, ışığın yarattığı acıyla gözlerini kapatmak zorunda kaldı. Işık oldukça uzak bir mesafede, havada asılıymış gibi duran yuvarlak bir cisimden, adeta karanlığın içindeki solgun bir güneşten geliyordu. Ara ara gözlerini kısa sürelerle açıp kapatarak ışığa alışmaya çalıştı. Bir süre sonra gözlerindeki acının kaybolmasıyla elini siper ederek gözlerini tamamen açtı. Gerçekten de havada ay tutulması zamanındakine benzer soluk bir güneş vardı. Adeta yapının tavanında asılıymış gibi duruyor, bu metalden kalenin salonunu aydınlatıyordu. Salonu incelediğinde ise kalenin tavanındakinden çok daha farklı bir manzarayla karşılaştı. Uzun ve düz zemin, kalenin girişi gibi çamurla kaplıydı fakat salonun sonuna kadar öbek öbek et yığınları dizilmişti ve bu et yığınlarının etrafı sineklerle kaplıydı. Kötü kokunun kaynağını bulduğunu düşünen Demir, tekrar bir kusma refleksiyle yere doğru eğildi fakat yine kusamadı. Birkaç defa daha öğürdü. Gözlerinden yaşlar geliyor, dizleri titriyordu. Kendisini yere bırakmak istedi ancak çamurlu zeminin üzerinde de et ve organ parçaları olduğunu gördüğünde  midesi ağzından fırlayacakmış gibi oldu. Daha fazla dayanamayarak bağırmaya, yardım çığlıkları atmaya başladı. Hayatı boyunca hiç bu kadar iğrenç bir manzarayla karşılaşmamıştı. Bir süre ağlayıp sakinleştikten sonra et yığınlarına bakıyor, yığınların içerisindeki kafa, kol, ve tanımlayamadığı daha birçok parçayı görünce tekrar ağlamaya ve bağırmaya başlıyordu. Bu döngü, salonun öteki ucundan gelen hırıltılı öksürük sesleriyle kesildi. Akciğer kanseri yaşlı bir hastanın, ciğerleri parçalanırcasına çıkardığı seslere benzer bu sesler Demir'in gözyaşlarına ara verip kafasını kaldırarak sesin geldiği yere yönelmesine sebep oldu. Kendisini bu kabustan kurtaracak birini bulma umuduyla organ parçalarını, şimdiden üzerine üşüşmeye başlamış sinekleri ve etlerin mi, sineklerin mi, çamurun mu yoksa hepsinin birden mi yaydığı belli olmayan bu kötü kokuyu görmezden gelmeye ve ilerlemeye karar veren Demir, pislik birikintisi içerisinde yürümeye başladı. Yürüdükçe öksürük sesleri daha da kuvvetli ve kötü bir hal aldı. Birkaç dakikalık acı verici bir yürüyüşün ardından durakladı. Artık sesin sahibini net bir şekilde görebiliyordu. Onlarca basamağın tırmandığı yükseltide, çamurdan yapılmış tahtında, uzun siyah saçlarını Demir'in kemikten olduğunu tahmin ettiği bir taç ile toplamış, elinde tıpkı kalenin duvarları gibi solgun metalden bir örs, kucağında ise yine aynı malzemeye benzeyen bir plaka bulunan, çıkardığı hırıltıların aksine oldukça genç ve güçlü duran bir adam bulunmaktaydı. Tacın alnını saran parçasından birer ok başı şeklinde 10 parça yükseliyordu. Yüzü ise tıpkı içinde bulundukları kale gibi, kapkara saçlarının altında solgun, beyaz ve ifadesizdi. Ancak onu karanlıktan, metal kaleden, cesetlerden ve daha nicelerinden çok daha fazla korkutan işte bu sahne olmuştu. Çünkü Demir, şu an karşısında duran, öksürükler içinde elindeki örsü plakaya ağır ağır, hastalıklı bir şekilde sürten adamı tanıyordu. Bu adam, rüyasında gördüğü pardösülü kişiydi. Ölümle onun arasına girmiş, o huzur dolu anı bozmuştu. Şimdi ise o bulanık rüyanın aksine son derece net ve gerçekçi olan bu kabusta tam karşısında duruyordu. Daha doğrusu Demir onun huzurundaydı. Çünkü kemik tacı ve çamurdan tahtıyla bu solgun kalenin sahibinin o olduğu çok açıktı. Fakat adamın kim olduğu hala bir gizemdi.

"Erlik." diyerek hırladı solgun adam. Çürük dudaklarından bir küfür gibi çıkmıştı bu kelime. Ağzını açmasıyla yeni bir kötü koku dalgası yaymış, ses tonu delikanlının kemiklerine kadar titremesine, derisinin sızlamasına sebep olmuştu.

"Sen bana Erlik Han diyeceksin."

Birkaç kelimeyi bir araya getirip mantıklı bir cümle kurmayı başaramadı Demir. Her şey o kadar gerçek dışıydı ki...

"Şaman!" diyerek tısladı Erlik Han. "Adakların nerede? Hangi kokuşmuş hediyeleri sunmak için geçtin çamurdan köprüyü?

"Adaklar mı?" diye düşündü Demir ellerine bakara. Üzerinde uyurken giydiği eşofmanı ve ince kazağı kirden fark edilmez durumdaydı. Erlik Han'ın buyurgan sesi üzerine sanki sunacak bir şeyler arıyormuş gibi istemsizce elleri cebine gitmişti.

Demir'den bir cevap alamayan Erlik Han kafasını hiç hareket ettirmeden, az önce örs ve plakanın üzerinde olan gözlerini yavaşça Demir'e çevirdi. Gözleri de vücudu gibi çıkardığı seslerin aksine canlıydı ve göz bebekleri, içerisinde hayatın tüm ateşini barındırıyormuşçasına kırmızıydı. Şimdi o alev topları şüpheyle kendi üzerine çevrilmişken delikanlı kendisini ateşin ortasında kalmış kuru bir ağaç kadar çaresiz hissediyordu. Kaçacak bir yer aramak için arkasına, o uzun cesetler koridoruna baktı. Koridoru geçse bile nereye gidecekti? Nerede olduğunu bile bilmiyordu. Yüzünü tekrar Erlik Han'a döndüğünde adamın çürümüş dudaklarının gülümsemeye çalışırcasına titrediğini gördü.

"Sen" dedi Erlik Han. "Kimsin?"

Delikanlının adamın ilgisini çektiği aşikardı. Az önce kambur bir şekilde oturduğu tahtında artık dikleşmiş, gölgelere sarınmış heybetli bir ceset gibi görünüyordu.

"Demir." diye cevapladı genç. Gerçi cevapladığından pek emin değildi. Dudaklarını kıpırdatmıştı ama bir ses çıkarabilmiş miydi, bilmiyordu.

"Güzel." dedi Erlik Han. İsim gerçekten de hoşuna gitmişcesine kelimeyi uzatmıştı. "Peki, Demir. Buraya nasıl geldin?"

"Bilmiyorum." Neler olduğu hakkında en ufak bir fikri yoktu. Bu cevabıyla birlikte Erlik Han'ın gözlerinin içindeki ateşin titrediğini gördü.

"İlginç. Nerede olduğunu biliyor musun?"

"Hayır." dedi genç. Karşısındaki adamla normal bir sohbete girmişlerdi fakat durumun normalden çok uzak olduğunu hissedebiliyordu.

"İlginç." diye karşılık verdi bu cevaba Erlik Han. Gerçekten de durumun ilginçliği konuşan cesedin yüzünden anlaşılabiliyordu.

"Peki, benim kim olduğumu biliyor musun?" diye sordu Erlik Han.

"Erlik."

"HAN!" diyerek kükredi Erlik Han. Gözlerindeki ateş dışarıya taşmış, delikanlı kendisini korkuyla yere atmıştı.

"Belli ki bilmiyorsun." dedi Erlik Han. "İlginç." Elini sakalsız çenesine götürdü.

"Henüz dünyadaki suların sahili yokken, o sulara sahil olacak kumu çıkaran bendim. O tepsi gibi yeryüzüne dağları, vadileri ekleyen bendim. İnsan kilden bir heykelcikken, ona içindeki karanlık ruhu üfleyen bendim. Ben insanı alın yazısının dışına iten vakitsiz ölümü getirenim. Sahipsiz ruhlara bu diyarı sunan benim." Erlik Han'ın gözlerindeki ateşin kibir ve gururla harlandığını görebiliyordu Demir. Kalenin tavanında asılı duran güneş de bu kibre ortak olurcasına soluk ışığını daha bir kuvvetli yaymaya başlamıştı.

Delikanlı artık bir tanrının huzurunda olduğunu biliyordu. Bunu anlayabilecek kadar kitap okumuş, oyun oynamıştı. Sadece Erlik Han ismi ona tanıdık gelmiyordu.

Düştüğü yerden kalkarak korkuyla Erlik Han'ın huzurunda durdu. Hala neler olduğunu idrak edemiyordu. İdrak etmek de istemiyordu. Sadece bu kabustan uyanmak, eve gitmek istiyordu.

"Lütfen." dedi Demir. "Eve gitmek istiyorum."

"Nerede olduğunu, buraya nasıl geldiğini bilmiyorsun.Buna rağmen atalarının dönüşü olmayan diyar dediği bu yerde, benim arzum olmadan, huzurumda duruyorsun. Hiçbir şaman benim isteğim olmadan bu diyara ayak basamaz Demir. Peki senin özelliğin nedir? Sen bunu nasıl başardın?"

"Bilmiyorum."

"Yalan!" diyerek kükredi tekrar Erlik Han. "Buraya benden habersiz girmiş olabilirsin ama buradaki her bir taşın, et parçasının, kemiğin, tozun hatta ışığın bile hükümdarı benim!" sakinleşerek tekrar çamurdan tahtına yayıldı.

"Düşüncelerini hissedebiliyorum. Benden ne saklıyorsun şaman?"

"Ben şaman değilim." diye ani bir cevap verdi genç fakat Erlik Han'ın gözlerindeki parlamayla birlikte korkarak konuşmaya devam etti: " Rüyamda sizi gördüm..." diyerek her şeyin başlangıcı olan o rüyayı, hastalığını, gözlerini hastanede açışını, yaşlı ağacı, ağacın altındaki adamın tavsiyesiyle yaptığı nefes egzersizini ve sonrasında görüğü rüyayı, adamın onu eğitmek istemesini tek solukta anlattı Demir ve derin bir nefes aldı.

"Beni mi gördün?" diyerek ayağa kalktı Erlik Han. Gencin vücudundaki her bir hücre ona kaçması için adeta yalvarıyordu ancak hareket etmedi.

"Evet." dedi Demir, taş kesilmiş bir halde.

"Nasıl?"

"Bilmiyorum."

"Konuş!" Kalenin bütün duvarları Erlik Han'ın sesiyle titredi. Soluk kalenin hükümdarı öfkeyle birkaç basamak inmiş, elindeki örs ve demir plakayı sımsıkı kavramıştı. Demir ise tekrar korkuyla kendisini çamurun içinde buldu. Erlik Han elini gence doğru uzattı ve o anda çamur onu bir çantaymış gibi kaldırarak ayaklarının üzerine bıraktı.

"Ne gördün?" diye sordu Erlik Han. Etrafındaki karanlık bile sabırsızlıkla titriyordu artık.

"Sizin yanınızdaydım. Ölümle benim arama girdiniz. Ölümün döngüsünü bozdunuz."

Solgun güneş bir kez daha titredi. Salonun içindeki hava artık genci boğmaya çalışırcasına ağırlaşmıştı.

Erlik Han birkaç basamak daha inerek karşısında korkudan iki büklüm olmuş insanoğluna doğru yürümeye başladı. Gözlerinden saçtığı ateşle karanlığın içindeki bir deniz fenerini andırıyordu. Erlik Han yürüdükçe Demir de kafasını kaldırmaya cesaret edemeden adım adım geri gidiyor, aradaki mesafeyi korumaya çalışıyordu.

Erlik Han durdu. genci baştan aşağı süzdü. Onda özel olanın ne olduğunu anlamaya çalışıyordu.

"Bu göründen kimseye bahsettin mi, ağacın altında ki o adama mesela?"

"Hayır." dedi Demir, bir an için kafasını kaldırarak Erlik Han'ın gözlerine baktı. Solgun güneş yer değiştirerek karanlık tanrının tam arkasında hizalanmış, adeta kemik taca yerleşmiş gibi görünüyordu.

"Güzel." dedi Erlik Han. Yüzünde hiç de keyifli bir ifade yoktu. Söylediği her şey onu memnun etmişti fakat neden Demir hala diken üstünde hissediyordu, bilmiyordu. Erlik Han delikanlının merakını hemen giderdi:

"Görmemen gereken bir şey görmüşsün Demir, hem de uzun zamandır beklediğim bir fırsatı yakalamışken. Ama sende Ülgen'in gücünü hissetmiyorum. Demek ki sevgili babam planlarımdan hala habersiz. Öyle de kalmasını isterim."

Arkasını döndü tanrı. Basamakları ağır ağır çıkarak çamurdan tahtının üzerine kendisini bıraktı. Taht, Erlik'in ağırlığı altında ezilerek etrafa saçılsa da, saçılan çamur toparlanarak tekrar eski şeklini aldı. Solgun kalenin hükümdarı ise delikanlıyla işinin bittiğini işaret edercesine kafasını önüne, plakayla örse doğru eğdi.

"Yazık." diyerek fısıldadı. "Güzel bir potansiyelin vardı. Güçlü bir şaman olabilirdin. Ama olsun, buraya da zamanla alışırsın." Kafasını kaldırarak gence baktı. Yüzünde artık etraftaki her şey gibi mide bulandırıcı bir gülümseme vardı.

"Aşağı Alem'e hoşgeldin Demir. Yeni evine."

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top