BEKLENMEDİK
Yirmi dört ay sonra...
1458 yılı, dördüncü ayının ilk haftasıydı. Soğukluğunu her fırsatta gösteren kış mevsimi, nihayet yerini ilkbaharın neşesine bırakmıştı. Baharın geldiğini haber veren çiçekler obanın dört bir tarafını donatmış, doğa, üzerindeki gelinliği çıkarıp yeşil, çiçeklerle bezeli mutluluk elbisesini giymişti. Çiçeklerin kokusu, obada bulunan her bireyin burnundan girmek suretiyle kalbine kadar ulaşmış, bu koku istisnasız hepsinin kalbinde şükür ve hamd olarak yerini almıştı.
İki sene önce yaşamış olduğu ve onu ölüme daha önce hiç olmadığı kadar yaklaştıran zehirli ok olayından iki hafta sonra Mehmet, Hadisci'nin doğru tedavileriyle dimdik ayağa kalkmayı başarmış, üç hafta sonra ise tamamen eski formuna kavuşmuştu. Zehirli okları yediği o günden sonra, bir daha hiçbir zaman Hadisci'nin ona hediye ettiği tılsımlı yeleği giymemezlik yapmamıştı. Zira yelek hediye edildi edileli sadece bir gün giymemişti ve zehirli okları yediği, yeleği giymediği o bir günde, ölüme hiç olmadığı kadar yaklaşmıştı.
Ayağa doğrulmasının üzerinden geçen bir haftanın sonunda zehri, zarar veremeden tamamen vücudundan atmayı başaran Mehmet, sonraki gün de Gök Sultan'ına kavuşmuştu. Bu kavuşma gecesi dillere destan olmuş, o gün sanki yüzyıllardır plânlanan fetih olmuşçasına obaya sevinç hâkim olmuştu.
Gök Sultan'a kavuşması akabinde, daha büyük yaralar açamasın diye Hera'yı, Alarcın'ın ve Gök Sultan'ın da yardımıyla arayıp durmuştu Mehmet. Fakat ne o, ne de Gök Sultan ile Alarcın, Hera'ya dair bir iz bulamamıştı. Adeta sır olup ortadan kaybolmuştu Hera. Bu kayboluş hayra alamet değildi. Zira biliyorlardı ki bir gün mutlaka yarım bıraktığı işi tamamlamaya çalışacaktı. Gözü açık olunmalıydı.
Mehmet ile Gök Sultan'ın evlenmesinin üzerinden geçen üç ayın sonuna gelindiğinde, aynı hafta içerisinde üç mutlu olay obaya neşe katmıştı; Hau ile Eçine, Aygüzel ile de Adsız evlenmiş, Hadisci ile Şifa'nın da bir kız çocuğu doğmuştu. Bu kız çocuğuna Ayşe adını vermişlerdi. Vermişlerdi lâkin halâ Hera'ya dair bir iz bulamamışlardı.
Aradan geçen ayların sonunda şimdi ise, iki gün önce Gök Sultan ile Mehmet'in ilk çocuklarının doğması şerefine verilen üç günlük yemek ziyafetinin son günüydü. Gök Sultan'ın duası üzerine bir de Mehmet, rüyasında doğacak ilk çocuğunun erkek olduğunu ve Gök Sultan'ın onu kucağına almış, kendinin zehirli ok yedikten sonra yapmış olduğu duayı ona anne sevgisi ile bakarak anlatmasını gördükten sonra, Gök Sultan'ın isteğini hiç itiraz etmeden onaylamıştı ve ilk çocuklarının adını "Dua" anlamına gelen Kutlu koymuşlardı. Ve adını koydukları o ilk an rüyasında gördüklerini bizzat gözü önünde yaşayınca kendi kendine "Vardır bir hikmeti" demiş, rüyasını hiç kimseye anlatmamıştı.
Öte yandan obada sadece Gök Sultan ile Mehmet'in ilk çocukları adına ziyafet yapılmıyor, bir yandan da oba işlerinden dolayı sürekli ertelenmek zorunda kalan Alakurt ile Alarcın'ın birbirlerine kavuşmasına hazırlık yapılıyordu.
Elinde, Alarcın'ın ona vermiş olduğu ak örgü, obalarının kuzey ucu sınırındaki ormanlık alandaki yaşlı bir ağacın dibinde tek başına oturuyor, Alarcın'ı her gördüğünde utancından ve heyecanından dolayı saçmalamamak adına ondan kaçmasından hayıflanıyordu Alakurt. "Hey deli gönlüm hey." diyordu içinden, kendi kendine. "Hey ki sana hey. Onlarca düşmanı alt ettin de gittin bir güzel yüzlüye yenildin. O kadar farklı dil öğrendin de bir çift ceylan göz karşısında tutuldun kaldın. Çok sevdin. Amma çok sevdin de onu görünce heyecandan sağa sola kaçıverdin. Söyle gönül kavuşuyorsun artık halâ nedir derdin? Nedir bu çekimserliğin? Çık karşısına çık da bir güzel kelâm ededur ona. Nedir her gördüğünde kaçmak?"
Ormanda gezip farklı bitkiler toplamakta olan Hau, Alakurt'u bir ağacın altına tek başına oturmuş, elindeki ak örgüye düşünceli bir yüz ifadesiyle bakmakta olduğunu görünce, Alakurt'a seslendi. Alakurt, sesi duyar duymaz hemen ak örgüsünü zırhının içine koydu. Onun bu haline gülümseyen Hau:
"Nedir bu derdin Ala? Kavuşmana az kalmışken neyi böyle dertli dertli düşünürsün?" dedi.
Bunun üzerine Alakurt, durumunu ona anlattı. Alakurt'un konuşması bitince Hau konuşmaya başladı;
"Bu durum saf sevginin işareti garındaşım. Dert etme biz de zamanında böyleydik. Eminim anlıyordur seni Alarcın. Hem onca işimizin arasında bunu mu dert eder durursun? Beyim bu halini görse sana ne der hiç düşündün mü? Hak için çalışmaya devam garındaşım. Düşünüp aklını bulandırma hadi kalk. Hem bilirsin. Ne der Hadisci? Onlar Hümâ'yı kuş sanır..." dedi. Hadisci'nin sürekli söylediği şiirlerden biri olan 'Dert' adlı şiirin ilk yerini bitirmesini beklemeye başladı.
Adeta bir kıvılcım beklermişçesine oturup düşüncelere dalmış olan Alakurt, Hau'nun sözleriyle kendine geldi. Kardeşi Hau, doğru söylüyordu. Gereksiz yere neden bu kadar heyecan yapıyordu ki? Neden bu konuya bu kadar takılıp kalıyordu? Her şey olacağına varırdı. Sakin olmalıydı. Sakin olmalı ve hak için çaba sarf etmeye devam etmeliydi.
Aklındaki tüm düşünceleri bir kenara itti Alakurt. Cesaretini topladı. Ayağa kalktı ve kararlı bir ses tonuyla; "Biz ebed bellemişiz." dedi. Sırasıyla şiirin tamamını okumaya başladılar.
"Gönlümüzde imanımız..." dedi Hau.
"Canımızdan vazgeçmişiz." dedi hemen akabinde Alakurt.
"Kılalım nizami alemi ki olalım payidar"
"Tek derdimiz hak yolu kalbimizde manidar."
"Derdim deyu deyu dolanırsın divane."
"Sendeki de dert ise neylesin bu virane"
"Dertlerine sabretmek er kişinin aklıdır"
"Bilmez misin ey gafil gül hâr lakaplıdır."
"Aşk uğruna nefs peşine dolanır Leylâ'nın."
"Seylân eder gönlünü boşa geçer zamanın"
"Leylâlara aşk diyen asıl aşkı yok sanır."
"Derman veren haktır asıl aşk da ondadır."
Şiir bitince Hau:
"Ondadır ya şüphesiz ondadır." dedi. Alakurt ile birbirlerine sarıldılar. Sarılmaları bitince Alakurt:
"İyü geldun garundaşum. Eyvallah." dedi.
"Garındaşlar bugünler için var. Hadi gel bitki toplamama yardım et de işimi bitirince bir güzel talim yapalım." dedi Hau.
"He ya yapalum yapalum." dedi Alakurt.
Öte yandan Alarcın, Gök Sultan, Eçine, Ayla, Hüma ve Şifa oturmuş, dakikalardır birlikte sohbet ediyordular. Konu dönüp dolanıp sonunda Alarcın ile Alakurt'un kavuşma olayına gelince Gök Sultan gülümseyerek Alarcın'a baktı ve;
"Ee senin Alakurt ile aran nasıl? Ak örgünü temiz tutuyor mu?" dedi.
"Nasıl olsun her zamanki gibi. Beni görünce heyecandan dili tutuluyor. Bazen de kaçıp gidiyor, uzaktan öylece beni izleyip gülümsüyor. Aldığım haberlere göre tek başına oturup saatlerce ak örgüye bakıp duruyormuş." dedi gülerek Alarcın.
"Alakurt. Şu bildiğimiz cengâver." dedi Hüma.
"Evet şu bildiğimiz cengâver." diye cevap verdi Alarcın, aynı gülümseme ile.
"Sana fena tutulmuş bu yiğit." dedi Ayla, gülümseyip.
"Alakurt görünüşü ve yeteneği ile dostlarına güven, düşmanlarına korku veren bir yiğit. Sevgisi de ona göre çok özel belli ki." dedi Gök Sultan.
"Öyle öyle." dedi Alarcın.
Çok geçmeden Ayla'nın ikiz olan kızlarının tatlı sesleri çadır dışında yankılanmaya başlayınca hep birlikte bu seslere kulak kesildiler. Ayla'nın kızları olan Gülbahar ile Hafsa çadırın önüne gelince tatlı konuşmalarını bırakıp çadıra girmek için izin istediler. Onların seslenmesiyle çadırın içerisinde bulunan herkesin yüzündeki gülümseme katbekat arttı. Alarcın dahil orada bulunan herkes, Ayla'ya izin vermesi için baktı.
"Gelin bakalım." dedi.
Bunun üzerine Gülbahar ve Hafsa, bir ellerinde tahta kılıç, diğer ellerinde birer kırmızı gül ile beraber çadırdan içeriye girdiler.
"Anne, Alakurt amcam bir sürü gül toplamış. Bize de verdi bak." dedi Gülbahar, elindeki gülü göstererek. "Çok güzel kokuyor." diye de ekledi.
"Evet çok güzel kokuyor." dedi Hafsa, Gülbahar'a bakıp onu onaylar nitelikteki jest ve mimiğiyle. Gülbahar da ona bakınca birbirlerine bakıp gülümsediler. Ardından anneleri Ayla'ya dönerek hep bir ağızdan "Bizde sana hediye ediyoruz." dediler, 'ediyoruz.' kelimesinin 'z' harfini bastırır şekilde. Koşarak annelerinin yanına gittiler. Ellerindeki gülleri anneleri Ayla'ya uzattılar. Ayla, gülleri alınca kızlarına sarıldı. Sarılmaları bitince ellerindeki tahta kılıçlarla annelerinin yanına oturdular. Bu sırada Gök Sultan'da Alarcın'a bakıp imalı bir biçimde gülümsedi. Alakurt'un, Alarcın'a hediye etmek amacıyla gül topladığını düşünüyordu.
Derken biraz sonra Alarcın'ın erlerinden biri destur alarak çadırdan içeriye girdi. Haberci erin yüzündeki telaş ve hızlı soluk alıp vermesinden önemli bir şey olduğu belliydi. Haberci er, ortamda çocukların olduğunu görünce Alarcın'ın yanına giderek getirdiği haberi Alarcın'ın kulağına fısıldadı.
Haberi duyan Alarcın, kaşlarını çatıp ayağa kalktı. Haberciye bakarak;
"Sen erlerimizin yanına git. Hazırda bekleyin. Beyimizin yanına uğrayıp geliyorum." dedi. Haberci er "Sözünüz üzere." deyip oradan ayrılırken orada bulunanlar ne olduğunu anlamamış şekilde Alarcın'a bakıyordu. Alarcın'ın bir açıklama yapması gerekiyordu. Fakat Alarcın, onca meraklı göze rağmen açıklama yapmaktan geri durdu. "Oba içi güvenlik sizde hatunlar." dedi ve çadırdan ayrılmaya başladı.
O böyle söyleyince Gök Sultan, neler olduğunu öğrenmek, gerekliyse ona yardımcı olmak maksadıyla ayağa kalkıp Alarcın'ın peşinden gitti.
Diğer taraftan Mehmet, Türk Pazarında bulunan demirci dükkanında bir yandan Hadisci ile sohbet ediyor, diğer yandan ise siparişini aldığı kılıç ile uğraşıyordu.
"İmparator ne kadar daha sözünde durur da vergi vermeye devam eder dersin beyim?" dedi Hadisci.
Tam bu sırada Mehmet'in eri, nefes nefese geldi. "Beyim." dedi.
Erin sözüyle Mehmet, arkasını döndü.
"Hayır olsun. Dinliyorum, nedir durum?" dedi.
"Beyim büyük bir ordu bu yöne doğru ilerliyor. Çok geçmeden obamız civarlarına varmış olurlar. Emriniz nedir?" dedi.
Bu söz üzerine Mehmet, hançerlerini ve ak örgüsünü dükkanında asmış olduğu yerden hızlıca aldı. Kalp hizasında, zırhının iç kısmında yer alan ak örgüsünün bir kısmı, iki sene önce zehirli ok yediğinde, zehre bağlı olarak hem koyu kırmızı renkte kanlanmış hem de delinmişti. Delinmişti lâkin delinen yeri Gök Sultan, mavi örgü ile tamamlamış, Mehmet'e dair hiçbir zaman umudunu yitirmemişti. Bu sayede bir yandan kendini teselli ederken diğer yandan çok daha özel bir ak örgü oluşturmuştu.
Hançerleri beline, ak örgüyü de zırhının iç kısmına koydu Mehmet. Haberciye bakıp;
"Durumu buradaki ahaliye de ilet her şeye hazırlıklı olsunlar." dedi. Sözüne müteakip Hadisci'ye dönerek; Garındaşım buradaki erlerimizi sen yönet. Ben obamıza gidip onları önden karşılayacağım. Eğer bir savaş olursa arkadan desteklersiniz." dedi.
"Sözün üzere beyim." dedi Hadisci.
"Eyvallah." dedi Mehmet. Dükkândan çıkıp doğruca atına doğru koşmaya başladı. Kısa bir süre içerisinde atının bulunduğu yere varıp atını çözdü. Atın eyerinden tutarak bir hamlede atına bindi ve doğruca obanın yolunu tuttu. O an aklına Hera geldi. Bu ordunun başında onun olması muhtemeldi. Evet ama Trabzon Rum Devleti, iki senede sınırlarını kontrol altına alabilecek kadar güçlenmiş olamazdı. Bu cesareti biri, ya da birilerinden alıyor olmalıydı İmparator. Ama kimden? diye içinden geçiriyordu ki aklına Sever geldi. Kendi kendine yeni sorular sormaya, bunların cevabını aramaya başladı; Acaba Sever ile Hera birleşmiş olabilir miydi? Zira Karamanoğulları Beyliğinin Osmanlı ile olan siyaseti hiç iç açıcı değildi. Ya da Hera, Sever'in doldurmuş olabilirdi. Zira Sever, İmparator'un kızı Helen ile evlenecekti. Lâkin son savaştan kaçmıştı. Bu nedenden dolayı bu savaşta Çepniler'e galip gelmek, onları ortadan kaldırmak İmparator kızıyla evlenebilmek adına son çaresi olabilirdi. Tamam ama burada da şu soru geliyordu aklına Mehmet'in. Sever'in Beyliği olan Karamanoğulları Beyliği o kadar da güçlü bir beylik değildi ki. Başka bir güç olmalıydı, bambaşka bir güç; Osmanlı İmparatorluğuna kafa tutabilecek bir güç...
Trabzon Rum Devleti etrafındaki imparatorlukları düşününce bu güç ya İsfendiyaroğulları ya da olsa olsa Akkoyunlularda olmalıydı. İsfendiyaroğullarının batı ile siyaseti belliydi. Denizcilik anlamında da gelişmişlerdi. Gelişmişlerdi ama onların Akkoyunlulara göre nazaran Osmanlı İmparatorluğu ile arası daha iyiydi. O halde bu güç Akkoyunlular olmalıydı. Öyle ya, yıllardır güttükleri sert siyaset kendini her yerde belli ediyordu. Demek ki içlerindeki taht kavgaları son bulmuştu. Demek ki Trabzon Rum Devleti, kız vermesine rağmen, içlerindeki taht kavgaları yüzünden bir türlü anlaşamadığı Akkoyunlularla anlaşmanın bir yolunu bulmuştu. Eğer bu düşüncesi doğruysa karşılarındaki orduya karşı işleri çok zor olabilirdi. Bu kesinlikle zekice bir plândı. Yıllardır birbirleri ile savaşmasını sağladığın Akkoyunlular ile Karakoyunluların arasından güçlü olanı yanına çek. Zayıfı güçlüye ezdir. Akrabalık ilişkilerin dolayısıyla yanında olmasını sağladığın güçlünün gücünden faydalan. Hem devletini yıkılma tehlikesinden koru, hem de güçlenip devleti daha da genişletebilme şansın olsun...
Dakikalar, dakikaları kovalamış, kuş sesleri eşliğinde, ormanlık alandaki at yolundan obasına doğru hızlıca atını sürmeye devam ediyordu Mehmet. Obaya az bir yolu kalmıştı. Yaklaştıkça düşünceli yüz ifadesi sertleşmeye başladı. Yaklaştı, yaklaştı. Nihayet obayı görmeye başlayınca kalpten bir besmele çekti.
Obanın girişine vardığında, babasının at üstünde, savaşa hazır vaziyette bir grup er eşliğinde ağır ağır obadan çıkıyor olduğunu gördü. Babasının yanında kendine sadık erleri olan Alakurt ile Hau'da vardı. Tıpkı Salih Efendi gibi erlerin de her biri pusatlarını kuşanmışlardı. Lâkin Salih Efendi'nin ciddi duruşundan ayrı olarak her bir er, olası bir savaşa değil de sanki bayram namazına gidiyor gibi sevinçliydiler.
Babasının ve erlerinin savaşa hazır olduğunu gören Mehmet, babası Salih Efendi'ye selâm verdi. Salih Efendi, atını durdurup selâmını alır almaz söze girdi;
"Beyim. Hadisci, pazardaki erleri toparlayıp sonradan bizi destekleyecek. Emrini öğrenmek üzere en önden geldim." dedi.
Oğlunun sözü üzerine Salih Efendi;
"Kız kardeşinin yanına uğra kurt oğul. Bana gelen mektubu sana versin, oku. Okuduktan sonra tekrar kız kardeşine teslim et. Obadaki ordu, annen ve kardeşin önderliğinde toparlanıyor. Ordunun başında ben olacağım. Sen Hadisci'nin yanına dön. Oradaki kişilerin üzerinde tesirin büyük. Senin önderliğin daha fazla kişinin yanımızda olmasını sağlayacaktır. Gelen orduyu Kurt Dere'de karşılayacağız." dedi.
"Sözün üzere beyim." dedi Mehmet.
"Eyvallah." dedi Salih Efendi. Atını sürmeye devam etti.
Kız kardeşini görene kadar atını oba içine sürdü Mehmet. Tıpkı Salih Efendi'nin yanındaki erler gibi obadakilerin de yüzü gülüyor, dillerinden şükür cümleleri dökülüyordu. Oba, karıncaları andırır vaziyette, düzenli ve bir o kadar da disiplinli bir şekilde çalışıyordu.
Biraz sonra bu disiplinin sebebi olan Alarcın'ı görünce atından indi Mehmet. Erlerden biri onun atından indiğini görür görmez;
"Beyim." dedi ve atının yularına uzandı.
"Eyvallah." dedi Mehmet, atın yularını uzatıp. Er, yuları alınca doğruca Alarcın'a doğru yürümeye başladı.
Geldiğini gördüğü kardeşinin kendisine doğru ilerlediğini gören Alarcın' da gülümseyerek abisine doğru yürüdü. Ortada buluşunca birbirlerine sarıldılar. Ardından Alarcın, zırhının içinden çıkardığı mektubu uzattı abisine;
"Oku ağabey. Oku da hedeflerimize ne kadar yaklaştığımızı gör." dedi. Babası, Mehmet gelirse diye mektubu göstermesi için ona vermişti.
Ne olduğunu anlamamış bir yüz ifadesiyle mektubu eline alıp okumaya başladı Mehmet. Bir süre okuduktan sonra Alarcın'ın sözlerinde ne kadar haklı olduğunu gördü. O kutlu haber sonunda gelmişti.
Üst akıldan gelen mektuba göre Trabzon Rum Devleti, Osmanlı İmparatorluğuna vergi vermeyi kesmişti. Üstüne üstlük bugüne kadar ödediği vergileri de Uzun Hasan elçileri vasıtasıyla geri istemişti. Fatih Sultan Mehmet ise bizzat vergileri kendisi vermeye geleceğini söyleyerek Uzun Hasan'ın elçilerini eli boş göndermiş, böylelikle kutlu fethi işaret etmişti. Buna göre mektupta kutlu fethe hazırlanılması, olası düşman saldırılarına karşı tedbir alınması yazılmıştı. İyi ama mektup biraz geç gelmemiş miydi?
"Kendine imparator diyen şu kişi koskoca Fatih'e böyle yapmış ise bize ordu göndermesi normal bir şey. Belli ki Akkoyunlular Devleti ile de arayı düzeltmiş. Bu sayede yeterince güçlendiğini düşünmüş. Tek anlamadığım mektuptan daha önce neden haberimiz olmadığı." dedi.
"Beyimizin daha önceden haberi varmış ağabey. Son zamanlarda talimleri sıklaştırmasını, rahata kavuştuğumuz için gücümüzü kaybetmeyelim diye yaptığını düşündük. Ama durum böyle değilmiş. Sen de gördün kendisini hiç acele etmiyordu atını sürerken." dedi Alarcın.
"Biz, beyimiz git gide Ak Sungur oluyor derken o halâ bir kurt olduğunu, her seferinde bize gösteriyor." dedi Mehmet, mektubu uzatıp gülümseyerek.
"Öyle öyle." dedi Alarcın, mektubu eline alıp.
"Hazır gelmişken ailemi görüp öyle gideyim. Olur da görüşemeyiz hakkını helâl et ala ceylan. "
"Öyle deme ağabey. Hakkım helâldir sende helâl eyle."
"Helâl olsun. Diğerlerinden de helâllik alıp bir an önce savaşa yetişeyim. Allah'a emanet." dedi Mehmet.
"Sen de ağabey, sen de." dedi Alarcın. Abisi yanından ayrılırken onun aklına şehit olan büyük abisi Orhan geldi. Derin bir iç çekti abisi Mehmet'in arkasından ve sözlerine ekledi; "Allah'a emanetsin ağabeyim. Allah'a emanet."
2 saat sonra...
Hava, yağmur yağdırmaya her an başlayabilirmişçesine kararmış, iki saatin sonunda nihayet iki ordu, Kurt Dere'de karşı karşıya gelmişti. Mehmet, Salih Efendi'nin düşündüğü gibi oldukça fazla adam ile orduya dahil olmuştu. Zira herkes, Tuğrabozan lâkaplı Mehmet'in yanında savaşmayı büyük bir şeref saymıştı.
Salih Efendi, orduyu üç parçaya ayırmıştı. Ordunun merkezinde kendi dururken, ordunun ön sağ tarafına Mehmet, ön sol tarafına ise Alakurt'un önderlik etmesini istemişti. Kurt deresinin civarındaki ormanlık alana da Alarcın ile altı eri gizlenmiş, sayılarının fazla olduğu sanılsın diye yanlarında getirdikleri yayları ağaç dallara takıp gerdirmek suretiyle tuzaklarını hazırlamışlardı. Plâna göre Salih Efendi, bir şekilde karşısındaki orduyu ormanlık alana çekecek, böylece orduyu ormanlık alandaki tuzaklarla daha rahat yıpratabilecekti.
Henüz kim ile savaşacağını bilmeyen Mehmet, babasının emrini bekledi. Biraz sonra karşılarındaki ordudan bir elçi, atını hızlıca üzerlerine sürmeye başladı. O üzerlerine doğru gelmeye başlayınca Mehmet de tedbiri elden bırakmamak adına elini hançerlerine atıp beklemeye başladı. Çünkü karşısındaki kişinin kim olduğunu bilmiyordu. Derken, elçi, onlara duyabildiklerini düşündüğü kadar at sürünce olduğu yerde durup, yarım yamalak şekilde lisanıyla, Uzun Hasan oğlu Masih Bey ile Trabzon Rum İmparatorunu temsil eden Hera'nın elçisi olduğunu bağırmaya başladı. Elçi olduğunu iki kez daha bağırdıktan sonra, bu topraklarda kalmaya devam etmek istiyorlarsa Tuğrabozan'ı teslim etmeleri gerektiğini, yoksa savaşın kaçınılmaz olacağını söyledi. Böylelikle Mehmet, karşısındaki kişilerin kim olduğunu öğrenmiş oldu.
Tıpkı yanındaki erler gibi atın üzerinde hazır vaziyette bekleyen Salih Efendi, elçinin isteklerini duyar duymaz sağ tarafında duran erinden elindeki yayı istedi. O, sözünü söyler söylemez yayı veren eri, bir de üstüne o söylemeden oku verince, oku alıp yayına takarak sonuna kadar gerdi. Nişan aldığından emin olduktan sonra yayı germeyi bıraktı. Ok doğruca giderek at üzerindeki elçinin önündeki toprağa saplandı. Bu durum elçinin isteklerini reddetmek, "Biz savaşa hazırız." diyerek açıkça meydan okumaktı.
"Siz bilirsiniz. O halde ölüme hazır olun." dedi elçi. Atını geldiği yere geri sürmeye başladı.
"Hazır olun." diye bağırdı Salih Efendi, elçi gerisin geri giderken. Yayı ere geri verdi. Kılıcını kınından çıkartıp beklemeye başladı.
Çok geçmeden karşı taraf, kimisi yaya olarak, kimisi de at üzerinde bağıra bağıra Salih Efendi'nin yönettiği ordunun üzerine koşmaya başladı.
"Bekleyin." dedi Salih Efendi. Birkaç saniye durduktan sonra sözlerine ekledi; "Size anlattıklarımı unutmayın. Gazamız mübarek ola. Hay diyelim Hayde Bismillah."
Salih Efendi'nin sözü üzerine, ordunun tümü "Bismillah." dediler. Sözlerine müteakip Alakurt ile Mehmet'in başında olduğu kısmı, aynı süratle, hakkın adını haykıra haykıra, düşmanın üzerine koşmaya başladı. Salih Efendi'nin başında bulunduğu kısımdan yaylı olan erler ise onlara nazaran daha yavaş bir biçimde, bir yandan atlarını düşman üzerine sürmeye, diğer yandan açıklarını gördüklerine düşmanlara ok atmaya başladılar.
Savaş başlamış, pusatların ve bağrışmaların sesleri birbirlerine karışmıştı. Ormanda gizlenmiş savaşı izleyen Alarcın, bir yandan Hera adını duyduğundan beridir içindeki sabırsızlık ile babasından gelecek işareti beklerken, diğer yandan abisi Mehmet ve sevdiği adam olan Alakurt'un savaştaki durumlarını izliyordu. Onlar düşmanları alt ettikçe de içi içine sığmıyor, sabırsızlığı git gide daha da artıyordu. Lâkin babası ona, Uhud savaşında okçuların tepeyi terk etme hadisesini anlattığı için de beklemesi gerektiğini iyi biliyordu.
(Uhud Savaşı, Müslümanlar ile Mekkeli müşrikler arasında 625 yılında yapılan bir savaştır. Müslümanlar bu savaşta Hz. Hamza da dahil olmak üzere 70 şehit vermiştir. Alemlere rahmet, Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) efendimiz, savaşa adını veren Uhud Dağı'nın konumuna göre bir savaş stratejisi geliştirmiş, Ayneyn Tepesine 50 kişilik bir okçu grubu yerleştirmiştir. Bu okçu grubuna, kendinden emir almadan yerlerini terk etmemelerini tembih etmiştir. Fakat çetin geçen savaşın sonunda, Müslüman ordusu kazanarak toparlanma hazırlığına girmiş, savaş ganimetleri toplanmaya başlamış iken okçuların çoğunluğunun söz dinlemeyerek tepeyi terk edip ganimet toplamaya katılması üzerine, müşriklerin Ayneyn tepesine saldırmasıyla birlikte savaş kaybedilmiştir.)
Dakikalar ardı ardını kovaladıkça savaşın şiddeti daha da artmıştı. Kaskını başından çıkarmayan Hera ile Masih Bey, tıpkı Salih Efendi gibi sadece savaşı izlemekle yetiniyordu. Çepnilerin adım adım geriye çekilmesi bariz üstünlüğünü gösteriyor, bu durum oldukça hoşuna gidiyordu. Fakat o da tıpkı Hera gibi, Tuğrabozan'ı istiyordu.
Bekledi, bekledi. Sonunda dayanamadı Masih Bey.
"Biraz eğlenelim, çok sıkıldım." dedi. Mehmet'in savaşmaktan yorulduğuna kanaat getirip yanındaki seçkin erler ile doğruca atını Mehmet'in savaştığı yere sürdü. Ona iyice yaklaştığından emin olunca, adamlarına Mehmet'i ona bırakmalarını söyleyip atından indi. Adamları daire şeklinde Mehmet'in etrafını sardığı esnada o da kaskını çıkardı. Ter içinde kalmış Mehmet'e;
"Şu meşhur Tuğrabozan sensin demek. Sana bir şans daha vereceğim." dedi. Zırhının iç cebinden bir altın sikke çıkarıp Mehmet'in önüne attı ve sözlerine ekledi. "Bu gerçek altın sikkeyi eline al. Onu kalbine koyarak bize tabi olduğunu göster. Sakın tuğra kısmını bozmaya kalkayım deme ha. Bu Karakoyunlular'ın o beş para etmez sikkesine benzemez." dedi gülerek.
Plânlarına göre adım adım geriye çekilmekte olan Mehmet, Masih Bey'in sözlerine hiddetlendi ve;
"Er isen çık meydana görelim. Korkar isen söyle de bilelim." dedi.
"Vay vay vay. Beyimize de bakın." dedi Masih Bey. Kılıcını kınından çıkarıp kaskını giydi.
Öte yandan oğlu Mehmet'in çepeçevre sarıldığını gören Salih Efendi'nin aklına oğlu Orhan geldi. Mehmet'i de kaybetmeye dayanamazdı. Bu yüzden erleriyle beraber doğruca atını Mehmet'in olduğu alana sürdü. Atından inip Mehmet'e ulaşabilmek adına düşmanlarıyla savaşmaya başladı. Alana Salih Efendi'nin de dahil olduğunu gören Hera,'nın işte şimdi keyfi yerine gelmişti. Asıl gösteri şimdi başlıyordu...
Yayına zehirli bir ok taktı Hera. Atını, Salih Efendi'ye doğru sürmeye başladı. Plânına göre Salih Efendi'ye bulduğu ilk fırsatta zehirli oku fırlatacaktı. Bu sayede onun ölümünü Tuğrabozan'a izletme şansı olacaktı. Ve sonra yarım kaldığı işi bitirecek; sıra Tuğrabozan'a da gelecekti. Ama işler düşündüğü gibi olmadı Hera'nın. Tam yayını gereceği sırada savaş alanında yeni bir yüz belirdi; Gök Sultan'ın yüzü.
"Hey." diye bağırdı Gök Sultan, bir elinde kılıç, diğerinde kalkanı ile. "Seninle yarım kalmış bir işimiz var."
Gök Sultan'ı gören Hera, kendine de bir eğlence çıktığını düşündü. Atından indi. Yay ve okunu atında bırakıp kılıçlarını kınından çıkardı. Gök Sultan'ın üzerine doğru yürümeye başladı.
Savaşın aleyhlerine dönmeye başladığını hisseden Salih Efendi, plânlarında değişiklik olması gerektiğini anladı. "Şimdi." diye bağırarak Alarcın'a işaretini verdi. Mehmet'in, Gök Sultan'ın, Alakurt'un ve Salih Efendi'nin etrafının sarıldığını gören Alarcın, nihayet beklediği emri alınca erlerine, ormanlık alandan çıkmadan, yayları ile saldırmalarını, düşmanlar ormanlık alana, üzerlerine doğru gelmeye başladıklarında tuzakları çalıştırmaları emrini verdi. Kendi de kılıcını çektiği gibi savaş alanına daldı.
Artık herkes savaşa dahil olmuş, ak ile karanın belli olma zamanı yaklaşmıştı. Sayıca üstün olan Hera ile Masih Bey'in ordusundaki savaşçılar, ormanlık alandan üzerlerine oklar yağmaya başladığını gördüklerinde neye uğradıklarını şaşırdılar. Durumu, Hera ile Masih Bey'e söyleyip onların emriyle birlikte ordunun bir kısmı, ormanlık alana doğru, kalkanları ile kendilerini savuna savuna gitmeye başladılar.
Masih Bey ile çarpışmakta olan Mehmet, etrafında bulunan ve git gide daralmakta olan çemberi fark etmişti. Bir şekilde bu çemberi aşmak, en yakınında bulunan babasının yanına ulaşmalıydı.
Ne kadar çarpışırsa çarpışsın bir türlü Mehmet'e diş geçiremeyen Masih Bey, geriye çekildi.
"Sıkıldım artık. Öldürün şunu." dedi. O bu sözleri söylemeden hemen önce Mehmet, onun geri çekilmesiyle birlikte arkasında bulunan adamlara ard arda hamleler yapmaya başladı ve o sözünü bitirdikten hemen sonra çemberi aşmayı başardı. Ard arda adamları aşarak babasıyla sırt sırta gelmeyi başardı. Bir yandan üzerine gelen adamlara hamle yaparken diğer yandan babasına;
"Selamun Aleyküm beyim." dedi.
"Aleyküm selâm oğul, aleyküm selâm." dedi Salih Efendi, oğlunu görmekten dolayı mutlu olduğu bir yüz ifadesiyle.
Gök Sultan ise Hera ile çarpışmakta olduğu için mutluydu. Çocuğu doğmasına rağmen onun için özellikle çalışmıştı. Ve bu çalışması sonuç vermiş olmalı ki Hera'yı oldukça zorluyordu. Öyle ki Hera, yaralanmaktan hep kıl payı kurtarıyordu. Kurtarıyordu ama Hera'da hileler bitmezdi;
"Ee küçük çocuğun nasıl bakalım?" dedi.
Güldü, Gök Sultan, onun yapmak istediğini anlayıp.
"Nasıl olsun; senin gibileri alt etmek için beşiğinde gün sayıyor. Peki ya kalede durumlar nasıl? Malum fetih yakın." dedi.
Onun sözü Hera'nın da hoşuna gitti. Güldü. Kılıçlarını savurmaya devam etti.
"Seninle iyi bir dost olabilirdik." dedi Hera.
"Halâ bazı şeyler için geç değil. Beyimi öldürmeye kalksan bile." diye karşılık verdi Gök Sultan.
Sadece gülmekle yetindi Hera. Çarpışmaya devam ettiler.
Alakurt cephesinde ise Alarcın'ın gelmesinden sonra işler yoluna girmişti. Çünkü kendinden bile kıskandığı sevdiceği yanında, onunla yan yana savaşıyordu. Bu an Alakurt'un hayâliydi. Ve bu hayâl şimdi gerçekleşiyordu. Tarif edilemez çoklukta bir mutluluk, bir o kadar da heyecan vardı içinde. İsterse düşman binlerce olsun. Sevdiği yanında ya, Allah'ın izniyle artık pusat işlemezdi ona. Artık yorulmazdı o, artık durdurulamazdı...
Tüm cephede savaşlar, yenilenin henüz belli olmadığı şekilde devam ederken düşmanların geldiği taraftan kalabalık bir ordu daha gelmeye başladı. İşte bu beklenmedik bir durumdu. Bu duruma karşı koymak oldukça zor olacak diye düşündü Salih Efendi. Ama Allah'ın izniyle bir yolunu bulabilirdi; düşman ne kadar çoğalırsa çoğalsın o, ümidini kaybetmezdi, kaybedemezdi. Zira hak için çile çekiyordu ve kitabında ümitsizlik diye bir şey yoktu...
Düşmanın olduğu taraftan gelen ordunun başında bulunan Sever, hızlıca geldiği gibi atından indi. Kılıcını kınından çıkardı. Hera, onu görünce ittifakının geldiği düşüncesiyle sevinmeye başladı. Ama durum hiç de böyle değildi.
Masih Bey'in olduğu yere doğru bakıp Mehmet ile babasını gören Sever, ordusuna bağırdı;
"Tuğrabozan ve babasını koruyun. Kafirlere ve onlarla iş birliği yapanlara acımayın. Saldırın."
Sever'i tanıyanlar onun bu beklenmedik hareketi karşısında şaşkındılar. Bu durum en çok Mehmet ile Salih Efendi'yi şaşırtmıştı.
"Beyim yanıltmaca mı dersin yoksa husumetin getirdiği bir durum mu?" dedi Mehmet, bir yandan hançerlerini düşmana savurup diğer yandan babasıyla konu hakkında istişare yapmak adına.
"Husumet görünüyor kurt oğul. Yine de tedbirli olmak şart." dedi Salih Efendi, düşmana kılıcını savurmasından ödün vermeyip. Tıpkı Mehmet ve Alarcın gibi o da Karakoyunlular ile Akkoyunlular arasındaki husumetten ve Trabzon Rum Devleti ile Akkoyunlular arasında yaşananlardan haberdardı. Son zamanlarda Akkoyunlular'ın yaptıkları faaliyetleri de göz önünde bulundurduğunda, Trabzon Rum Devleti'nin, Karakoyunlular'ı gözden çıkarması olağan bir durumdu. Oğlu ve kızıyla yaptığı özel istişarelerde bu durum üzerine onlarla sık sık sohbet etmişti ve şu an görünen kadarıyla husumet kendilerine yaramış, yeni ittifakları olmuştu.
Sever'in, düşmanları ile ittifak olduğunu gören Hera, artık savaşta zor duruma gireceklerini biliyordu. Şimdi ne yapıp edip bu cehennemden kurtulmalıydı. Eğer Masih'in de burada ölmesini sağlarsa Akkoyunlular'ı rahatlıkla Çepniler üzerine salarak onları yok ettirebilirdi. Böylece Osmanlı İmparatorluğunun kolları kesilmiş olur, büyük bir sorun daha başlarından kalkmasının rahatlığı eşliğinde Osmanlı için plânlar daha rahat yapılabilirdi.
Otuz dakika sonra.
Savaş kazanılmış, yağmur bereketini hissettirir şekilde yağmaya başlamıştı. Savaş alanının toparlanması bitmişti. Yağmurun dinmesini beklemek adına, hep beraber yanlarında bulunan, tuzak kurdukları ve tuzaklarının iyi işlediği ormanlık alanda oturmaya başlamışlardı. Salih Efendi, ordusundan çok fazla yaralı vermesine karşın şehit vermediği için mutluydu. Bu ordusunun iyi yetiştiğini, erlerin birbirlerinin arkalarını kolladığının göstergesiydi. Diğer taraftan Hera'nın, Masih Bey'i öldürüp savaş alanından kaçmasının da başlarına yeni dertler açacağının farkındaydı. Yeni bir plân yapmak lazım gelirdi. Çok daha büyük bir orduya karşı, çok daha iyi bir plân.
Salih Efendi bir yandan yanındaki erlerle sohbet edip diğer yandan bunları düşünürken erleriyle konuşmayı bitiren Mehmet, babasının yanına gelip selâm verdi. Babasının selâmını alması eşliğinde uygun gördüğü bir yere oturdu. Aradan dakikalar geçmeden de Sever geldi. Elinde Masih Bey'in ona bozması için attığı tuğralar olan bir kese vardı. Selâmını verdi Sever. Mehmet'in tam karşısına erleriyle oturdu.
"Evet Sever, seni dinliyoruz. Nedir seni düştüğün kuyudan çıkaran?" dedi Salih Efendi.
"Kafirler tarafından üzerimize kurulmuş olan oyunu gördük ve bozduk diyelim." dedi cevaben Sever. Mehmet'e bakarak sözlerine ekledi; "Masih Bey, Hera tarafından öldürülmeden hemen önce, onu tam alt etmek üzereyken yeteneksizlere ün kazandırdığımı, sikkelerimin kalitesiz olduğunu, Tuğrabozan'ın, en üst kalitedeki sikkeleri karşısında, bozamayacağını bildiği için geri durduğunu söyledi. Doğru mudur?" dedi gülerek.
Sikkeyi bozana kadar Sever'in ağzından kurtulamayacağını bilen Mehmet, ona keseyi atması için eliyle işaret etti. Sever ise yiğitliğini her an işittiği Mehmet'e, eskileri silip yeni bir başlangıç yapmak adına takılıyordu. Onun yeteneklerini görmüştü. Bu nedenle kesenin tamamını atmak yerine kese içerisinden bir sikke çıkarıp ona attı.
Sikkeyi, sağ eliyle havada yakalayan Mehmet, sikkenin tuğra tarafını baş parmağıyla bastırarak bir anda kırdı ve kenara koydu.
"Bir an olsun bile şüphe etmemiştim." dedi Sever. İyice keyiflendi.
"Düşmanlarının sözlerine bakıp da başka aklına takılan, acaba dediğin bir konu var mı?" dedi Mehmet.
"Yok."
"Ee Sever Bey anlat bakalım. Akkoyunlular ile aranızda husumet olduğunu biliyorduk ama sonunda Trabzon Rum Devletini de karşına aldın. Düşmanın çoğaldı. Nedir bundan sonraki hedefin." dedi Salih Efendi.
"Düşmanımız çoğalsın gam değil. Önemli olan dostlarımızı iyi seçmek." dedi Sever. Bugüne kadar dost bildikleri onu çok doldurmuş, yoldan çıkmasını sağlamıştı. Ama o, çok geç olmadan yeni bir başlangıç yapmaya hazırdı. Mehmet'e dönüp sözlerine ekledi; "Değil mi dostum?"
"Öyle garındaş, öyle." dedi Mehmet.
"Eyvallah." dedi Sever. Mehmet'in bu sözüyle, aralarında ile iyi ilişkiler kurulmasına bir engel olmadığını anladı. Memnun bir yüz ifadesiyle ayağa kalktı. O ayağa kalkınca erleri de ayağa kalktılar. "Babamın yanına dönmeden önce bir müddet daha buralardayım. Tekrar görüşür, dostluğumuzu pekiştirecek işler yaparız. Allah'a emanet." dedi ve erleriyle oradan ayrıldı.
Öyle de oldu. Yola çıkana kadar Çepniler ile sağlam ilişkiler kurdu Sever. Birlikte birçok savaşa katılıp Trabzon Rum Devleti sınırında bulunan, milletin başına dert olan eşkıyaları ve Türklere zulüm yaptıkları haberlerini aldıkları, Rum Devleti askerlerini sınırlardan arındırdılar. Böylelikle kısa süre içerisinde sınırlarda Çepnilerin sözü geçmeye başladı. Lâkin Sever'in Çepniler ile olan sağlam ilişkileri çok da uzun süremeyecek, Alarcın ile Alakurt'un düğün toyuna katılmasının akabinde, babasının yanına gittiği sırada, Hera ile Akkoyunlular iş birliği ile yolda öldürülecekti...
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top