5. SICAK MERHAMET


5, Sıcak Merhamet

Scorpions - Lorelei

LEONARD

Köşkün bir cehenneme dönüşmesini kabul edebilecek kadar üşüyordum.

O kızın zafer kazanması, haklı çıkması, layığımı bulduğumu ima etmesine rağmen alevlerin içine girebilirdim. Çünkü korkmuyordum, benim kaderim ateşten yanmak değil soğuktan donmaktı. Geçmiyordu, düzelmeyecekti, hiçbir zaman tam olarak ısınmayacaktım.

Kafam yerinde değildi, işlere odaklanmadım. Bugün öğlen saatlerinde sadece yatağımı istiyordum. Uzun zaman sonra ilk kez canım uyku çekiyordu. Çocukluğumdan beri ilk defa kar yağışına sevinmek üzereydim ki beyazlık son dakika çözülüp yeniden suya karıştı.

Fırtına habercisi.

Ayaklarımın ucunda yükselen, perdeleri örtük pencereye baktım. Gürültülü hava olayı gizli odamın içini aydınlattığı her an gözlerimi sımsıkı kapatıyordum. Kimin ofisinde gizli bir oda olurdu ki? Benim gibi uyku problemleri olan, gündüz ışığında kestirmezse yaşamaya devam edemeyecek bir adamın.


Benim hayatımda geceler ve sabahlar iş demekti, öğlen ve akşam üzeriyse dinlebildiğim tek vakitlerdi. Güvenilir birçok çalışanımız olduğundan yoğun bir tempom yoktu. Bu nedenle iş süremin kalan kısmını genellikle karamsar düşüncelerle değerlendirirdim.

Dün gece yalnızca o kızı düşünmüştüm.

Hayatımdan hiç çıkmadığı halde ilk kez girmiş gibiydi. Onu karşımda kanlı canlı, gerçek bir biçimde görmek bambaşkaydı. Babam ilgisinin çoğunu ona verdiği yetmezmiş gibi öldüğünde görevini bana bırakmıştı. İdil gibi bir kızla anlaşmayı gerçekten nasıl başarmıştı?

Söylediğim şeyler için pişman değildim. Küstahtı ve küstah olmaktan gocunmuyordu. Sanki beni babamın ölümünden sorumlu tutuyor, vasiyeti bile ben hazırlamışım gibi nefret duyuyordu. Tıpkı dediğim gibiydi işte, agresifti. Konuştuğum her kelimede kaşlarıyla aynı tondaki kahverengi saçları öfkeden elektrikleniyor, daha gösterişli bir hal alıyordu. Bana baktığında koyu renk gözleri yakıcılıkla parlıyordu. Neyse neydi.

Onun yüzünden bugünlük uykumdan da olmuştum. Halbuki sabaha karşı gördüğüm mahmur suratı resmen rüyalara dalış davetiyesi gibiydi. Fareler tarafından kovalandığı kâbuslar gören küçük bir kızdı ama büyük insanlardan daha fazla sinir bozucuydu.

Uykuya dalma çabalarımın boş olduğunu anladığımda iki kişilik koltuktan doğruldum. Lavaboya açılan kapıyı saymazsak odam üç metre kadardı. Evdekinden farklı olursa uyumam belki kolaylaşır diye bu kadar küçük olmasını istemiştim. İşe yarar sayılırdı ya da ben uyuduğumu zannederken yığılıp kalıyordum.

Koltuğun baş ucuna attığım cekete uzanarak cebimden elektronik sigaramı çıkardım. Bugün çok değil birkaç saat önce suratına üflediğim nane mentollü duman benden tiksinmesini kolaylaştırmıştı. Gerçi sanıyorum ki artık bunun için pek de uğraşmama gerek yoktu.

Bacak bacak üstüne atıp, nikotini derinden solumak beni rahatlatmaya yetmiyordu. Duman gözlerimin önünden kaybolurken sıcağa ayarlanmış klimaya baktım. Burnumu önce omzuma sonra kollarımı burnuma yaklaştırıp kokumu almaya çalıştım. Kötü kokmamak için klimayı kapatıp pencereyi açmam gerekiyordu. Ya suratıma bu yüzden tiksinerek bakıyorsa?

Sigara içiyor muydu ki? Sanmıyordum, Walton bana hakkında gerekli gereksiz bütün bilgileri toplamıştı ve bu tür bir bağımlılığı var gibi görünmüyordu. İçmeyenler için koku daha çabuk alınır ve rahatsız edici olurdu. Keyfim kaçtığında düğmesine basarak kapattım.

Lavaboya gidip ellerimi bolca sabunla yıkadım. Avcumundan suyu içerek ağzımı çalkaladım. Yetmezdi. Dişlerimi diş etlerimi kanatacak kadar sertçe fırçaladım. Aynaya yaklaşarak herhangi bir lekenme var mı diye iyice inceledim. Aynadaki yansımam, kız seni öpmeye kalkacak değil ya, dediğinde ne yaptığımı fark ederek usulca uzaklaştım.

Kağıt havluyla dudaklarımı kuruladım. Bu nasıl iğrenç ve zamansız bir hayaldi. İlk karşılaştığımızda doğru dürüst selamlaşmamışken öpmek nasıl mümkün olabilirdi? Bu her ne kadar agresif ve arsız da olsa bana emanet edilen bir kızı neden, nasıl öpecektim ki?

Elbette nasıl öpüşüleceğini biliyorum, konu bu değil.

Uykusuzluktan saçmalarken lavabodan kaçarcasına çıktım. Klimadan üflenen sıcak hava bir an suratımı buruşturmama neden oldu. Zaman kaybetmeden üstümdeki kazağı çıkarıp kokladım. Fena bir kokusu yoktu ama burnuma güvenmem risk almak demekti.

Altımdaki beyaz gömlekle kaldığımda ne yapacağımı bilemedim. Neredeyse yazın bile uzun kollu giyen biri olarak bu halimle donabilirdim. Düzensiz görünen kısımları pantolonumun içine iyice sıkıştırdıktan sonra ceketimi giyindim. Çekmecedeki parfümü boca ettiğimde tamamen hazırdım.

Çabam ne içindi? Kesinlikle sağlam bir otorite için. Kız güleryüzden ya da tatlı sözden anlamıyordu, ona olabildiğinde sakin davranmıştım. O ise beni gitmekle tehdit ediyordu, canım yana yana verdiğim ayrıcalıkları utanmadan geri tepiyordu. Sözün kimde olduğunu hatırlatmalı ve şu gitme konusunu tekrardan konuşmalıydım.

Evet konuşmalı, tek taraflı olarak. Tüm o şımarık ithamlarından sonra söz sırası bendeydi. Sabredip birkaç dakika dinlerse mantık çerçevesine oturtabilirdi. Bana sunduğu fikir yatılı okula yazılmaktı, oysa sorun bu değildi ona bir ev bile tutabilirdim. Lakin ah şu vasiyetler ve ölümlü emirleri.

Siyah paltoma bakınırken onu evde bıraktığımı hatırladım. Kışın ortasında kazaksız ve paltosuz bir Leonard... Berlin'in kendisi bile bu manzaraya hazır değildi.

Ellerimi yumruk yaparak şirketin parlak koridorlarında uzun, koyu renk bir çizgi gibi yürüdüm. İnsanlara kabul ettirdiğim efsaneye göre, kısık mavi gözlerimle dümdüz karşıya bakarak yürüyorsam kimse benimle konuşmayı denemezdi. Çünkü ya öfkeli olurdum ya da uykusuz.

Göz altlarım yorgunluk belirtisiyle dolu olduğundan yine bu saklanma yolunu seçtim. Aslında öfkeliydim. Hem de öyle çok ki. Uzun zamandır kimse bana sataşmamıştı. Kumarbaz kuzenimin bile bir ölçüsü vardı ama bu kızın asla. Şımarık adam, herif, genç dese sineye çekebilirdim ama velet de neydi? Üstelik ondan altı yaş büyüktüm.
Doğru ya, matematiği de kötüydü.

Ben henüz zemin kata inmeden resepsiyona telefon gitmiş olmalıydı. Binadan çıktığımda şoförüm Jason beni şemsiyeyle karşılasa da gözlerime ilk defa normalden uzun baktı. Bu galiba paltosuz göründüğüm için değildi çünkü Kaşlarımı çatarak konuşmasını bekledim.

"Efendim köşkle alakalı."

Gözlerimi kapatarak bedenimi koltuklara bıraktım. "Duymak istemiyorum. Zaten oraya gidiyoruz." Zaten o kız artık yeterince hayatımda, zaten artık geri dönüşü yok, her şey zaten yeterince kötü. Öyleyse biraz bekleyebilir.

Araba hareket ettiğinde ensemi koltuklara yaslayarak tavana baktım. Ne klimadan üflenen sıcak hava ne de parmaklarımı alnıma bastırarak yaptığım küçük masaj beni rahatlatamadı. İşin kötüsü, ağrı kesici içmemi gerektirecek bir baş ağrısı da yoktu. Her şey bozulan denge ve dün itibariyle girdiğim bunalımın psikolojik sonuçlarıydı.

Kafamı yana eğerken gözlerimi indirmiştim ki şoförün dikiz aynasından bana baktığını gördüm. Fikir yürüterek, "Köşkle alakalı?" dedim. Endişeli bir ifadeyle başını salladığında ensemi yeniden düz bir pozisyona getirdim. "Sürmeye devam et."

Herkesi delirtmiş olmalıydı. Sonu gelmeyen tonla anlatacakları, arada muhakkak bana sokuşturduğu laflar ve gitmek istiyorum sızlanmaları. Babam onu nasıl bu kadar şımartmıştı? Bana bıraktığı türlü varlığın yanında, bu kız da başka bir çeşit mirastı.

Dolu fırtınasının içinde, ortalama yirmi dakika süren yolu bu kez on dakikada sonlandırdığımızda erken davranarak kapıyı açtım. Yüzüme buzlu bir soğuk çarptığında parmaklarım birkaç saniyeliğine hareketsiz kaldı. Burnumun içini yakan derin bir nefes çekerek kapıyı tamamen itekledim.

Aceleci davranmak istemiyordum ama sırf onu önemsememiş gibi görünmek için ıslanmak pahasına yavaş yürüyecek de değildim. Buz tanelerini sertçe ezerek beni açık bekleyen kapıya ulaştım.

Nina'ya gülümserdim ama bu defa gözlerinde kaygılı bir ifade vardı. Bu ifade çok az rastlanır cinstendi, evde büyük sorunlar olduğunda bana verdiği gizli mesaj gibi. Dedem bir öfke nöbeti geçirdiğinde, amcalarım anlaşmazlığa düştüğünde, nadiren rastlanan anne ve baba kavgalarında.

Tek başına öfkeli bir İdil Ulukan eşittir hepsi.

Bu defa da tongaya düşmemek adına nerede o diye sormadım. Kavga etmek için beni beklediğine göre dış kapının sesini de takip ediyor olmalıydı. Belki ayak seslerimden bile tanıyabilirdi. İlgisiz ama gizli bir mesajla gürültüyle salona yürüdüm.

Nina beni takip ederek arkamdan, "Bay Leonard," dedi. "Ceketiniz."

Kızı umursamaz görünüşüm takdire şayandı.

Merdivenlerle öfkeli bir göz teması kurarak ceketimin düğmelerini çözdüm. "Nerede, yine mi uyuyor?"

Nina tamamen yanıma gelene kadar bir şey söylemedi. Konuşması için sorgulayıcı bir yüzle ona döndüm. Ceketimi almak için elini uzatsa da parmaklarımı kumaşa dolayarak konuşmasını bekledim.

"Küçükhanım iki saat kadar önce gitti."

"Gitti mi? Nereye gitti?"

Yutkunurken belli belirsiz omuz silkti. "Geldiği yere döneceğini söyledi."

Yetimhane tabii, başka neresi olacaktı. "Onu durdurmayı denediniz mi?" Nina sessiz kaldığında salonun kimsesizliğine hızla göz gezdirdim. Diğer çalışanlar bu sorgu anından köşe bucak kaçıyorlardı. "Sana bir soru sordum."

"Doğrusu hayır," dedi aceleyle. "Kendisi pek durdurulacak gibi değildi."

Dudaklarımı ıslatırken başımı salladım. "Güzel. Bir de onu şımartacak halimiz yok." Gülümseyerek uzattığım ceketi şaşkınlıkla aldı.

Güzel. Demek söylediğini yaptı. Demek içimizden biri zor yolu seçse de bir tür karar verebiliyor.

Şömine beni her zaman olduğu gibi sıcacık bekliyordu. Beyaz ve kesinlikle hoş kokulu gömleğimin kol düğmelerini açtıktan sonra bileklerimden yukarıya doğru sıvadım. Bar köşesine geçip parlak bir kadeh alarak yarısına kadar konyak doldurdum. Gün kötü başlasa da kutlanmaya değer devam etmeyi başarıyordu.

"Bugün şoför yanımdaydı, kiminle gitti?"

Ceketimi bırakıp geldiğinden beri salonun girişinde beni izleyen Nina, ani sorum karşısında önlüğünü tuttu. "Tek başına, efendim."

"Öylece yürüyerek mi?" Başını salladı. "Elini kolunu sallayarak?"

"Aslında bavulunu taşıyordu."

"Elinde bir bavulla, öylece yürüyerek yani?"

"Evet, efendim."

Dirseğimi ahşaba yasladığımda omuz silktim. "Bana iletmeni istediği bir mesajı var mıydı? İyi, kötü, aşağılayıcı. Fark etmez."

Başını yavaşça sağa sola solladı. "Size söylemek istediği hiçbir şey yoktu."

"Hım." Bardağı hafifçe sıkarak dudaklarıma götürdüm. "Güzel."

Işıklar açık olsa da bulutların kararttığı havadan yansıyan şimşekler gözle görülür bir biçimde seçiliyordu. Geceden itibaren bugün, insanı üşütecek tüm hava olayları yaşanmıştı. Kar, yağmur ve dolu. Bugün kimse dışarıda olmamalıydı.

"Araba olmadan nereye kadar yürüyebildi acaba."

Her ne kadar aynı şeyi düşünsek de bunu söyleyen ben değildim. Kısık sesli mırıldanmalarıyla dikkatimi çekmeye çalışan Nina'ya döndüm. "Senin onu düşündüğün kadar kendini düşünseydi şimdi sıcaktan mayışmış olabilirdi."

"Haklısınız. Eğitimli bir kız ama henüz tecrübeye sahip değil. Keşke yakınlarında, neyi nasıl yapması gerektiğini söyleyen biri olsaydı."

"Ben söylüyordum. Gerçekten denedim. Dinlemedi işte, yine bildiğini okudu."

Yeniden haklısınız demesini beklerken birkaç saniye sessiz kalarak beni şaşırttı. "İma ettiğiniz gibi... farklı bir kız. Belki de bu yüzden onunla konuşurken mesafeleri bir kenara bırakıp daha samimi yaklaşmalıydınız."

Kadehi elimde sallarken ilgisiz görünmeye çalıştım. "Ne kadar samimi mesela?"

Nina ona bakmadığıma içerlemiş gibi karşıma geldi. "Bir arkadaş kadar iyi anlaşmazdınız belki ama yaşınıza ve olgunluğunuza bakıldığında İdil'e abilik yapabilirdiniz."

Nina'nın yaşlı gözlerine, gözümü kırpmadan baktım. Dışarıdan böyle mi görünüyordu gerçekten? Sırf İdil'le aramda altı yaş var diye, sürekli takım elbiseden parçalarla dolaşıp, onu dinlerken bacak bacak üstüne atıyor ve büyüklük taslıyorum diye... Galiba hakikaten abisi gibi duruyordum.

"O kadar yakın bir ilişkimiz olması mümkün değil." Onu kız kardeşim olarak düşünmek bile midemi yakıyordu. "Babamın son arzusunu okuduğumda vasiyetin canı cehenneme demedim. Bir şans vererek buraya getirdim, hayatı boyunca göremeyeceği bir rahatlık sundum. Peki o ne yaptı? Nankörlük! Konu üzerine düşünmeye devam edeceksen biraz da beni anlamaya çalış."

"Efendim ama o daha çok küçük."

"Ben de küçüktüm." Ve o küçük çocuk, kendinden fırsat bulamadığı için kimseye acımıyordu.

Bana bu defa da hüzünlü gözlerle baktığında kapı çaldı. Kendime engel olamayarak boynumu çevirip baktım. Hizmetçiler henüz yerlerinden ayrılmış değildi, bu yüzden Nina'nın gidip açması gerekiyordu. Ağzımda yarım bir gülümsemeyle kadehi tekrar salladım ve oluşan girdabı hınzır bir ifadeyle inceledim.

"Git ve küçük misafirimizi eve buyur et, Nina. Artık en azından ne yapmaması gerektiğini öğrenmiştir. Aldığı ders ona uzun bir süre yeter."

Nina uzaklaştığında salonun diğer ucuna yürüyerek koltuklardan birine oturdum. Dizimi büküp sağ ayağımı sol bacağımın üstüne attım. Uzun siyah çorabımın kumaşını izlerken soğuktan iyice hırçınlaşan İdil'in salona ulaşmasını bekledim. Birkaç saniye sonra karşımda Walton'ı bulunca kaşlarımı çattım.

Kahverengi emektar şemsiyesi nedeniyle ıslanmamıştı ama titremesi de dışarıdan geldiği belli ediyordu. "Mühim bir sorunumuz var, efendim."

Sol elimde kadehi tutmaya devam ederken, sağ dirseğimi bacağıma yaslayarak alnımı sıvazladım. "Bütün Berlin'i ayağa kaldıran olaydan haberim var."

Titrek bir nefes verdiğini duydum. "Ne yapmayı düşünüyorsunuz?"

Başımı kaldırdığımda dudak büzdüm. "Şömineye biraz daha odun atmayı? Ya da benim yerime sen yaparsın."

Walton gözlerimi biçare takip ederek şömineye yürüdü. Kızgın demirle odunların arasında yeni yerler açarken havaya karışan sıcaklık, suratımı yalayıp geçiyordu. Kovadan kusursuz odun parçalarını seçmesini seyrederken kadehi dairesel hareketlerle çalkaladım.

Ona verdiğim işi yaptığında karşımdaki tekli koltuğu işaret ettim. "Otur ve ısın Walton, geçen kış olduğu gibi hastalanma."

Genellikle büyük aile üyelerinin ya da önemli konukların oturduğu koltuğa baktı. "Böyle iyi, efendim."

Kadehi tutmayan elim bir anlığına ceketimi ararken durdum. Evimde yeniden sigara içme özgürlüğü. Şöyle bir düşünüyorum da, sanırım bu keyif anını eskiden olduğu gibi tek başımayken, gözler üstümde değilken yapmak isterdim.

"Akşam yemeğine kadar özgürce dinlenin," dedim. "İzinlisiniz." Adım seslerini duymadığımda gözlerimi onlara çevirdim. Bana başkaldırır gibi bir milim olsun kıpırdamamışlardı. "Dinlenmek istemiyor musunuz? Peki, peki... Aferin."

"Ben izninizle tekrar dışarıya çıkıp İdil'i aramak istiyorum."

Walton'ın söylediğine kısa bir fıkra duymuş gibi güldüm. "Yapma Walton, çenen titriyor. Bir içki de sen al, için ısınır."

"İçki yerine arabanızı ödünç almam mümkün mü?"

Suratına ters ters baktım. Hayatımda ilk kez ona öfke duyuyordum. Başımı hafifçe yana eğerek, bana karşı çıkışının devamı gelecek mi diye bekledim.

"Yaptığım şey bir saygısızlık değil," dedi panikle. "Fakat efendim sizin de hoşlanmadığınız gibi hava insanı donduracak kadar soğuk. İdil sadece köşke değil, bu şehre de hayatında ilk kez geldi. Himayenize aldığınız genç bir kızın kaybolması mı korkunç yoksa bir köşede hipotermi geçirmesi mi, siz söyleyin."

Hışımla ayağa kalktığımda Walton yaşlı omuzlarını dik tutmaya çalıştı. Arkamdaki büyük pencere, buz tanelerinin şiddetinden neredeyse kırılacaktı. Dişlerimi sıkarken çenemi oynattım. Galiba ben hariç herkes bugün iyilik meleğiydi.

Bar köşesine bir yıkım gibi gürültülü adımlarla yürürken Walton yana kaydı, Nina duvar dibine dek gitti. Benim için tadını kaybeden içkiyi tek bir dikişte bitirdiğimde bardağı ahşap sehpaya, kırılmanın eşiğinde bir yankılandırmayla bıraktım. "Arabayı hazırlayın."

***

Yeni bir kazak ya da ceket istemeden sadece paltomu giyip çıktım. Nina arkamızdan bir çeşit şükür duası ederken Walton yanımdaydı. Jason yeniden arabayı çalıştırdığında o da yolcu koltuğuna geçti. Tek başıma oturduğum geniş arka koltuklara göz gezdirdim. Ya dönüşte yine tek başıma olursam?

"Nerelere baktın Walton, aynı yerlerde oyalanmayalım."

Vücudunu geriye döndürdüğünde ancak yüzde beş rahatlamış görünüyordu, kız için gerçekten endişeliydi. "Fazla uzaklaşmış olamayacağını düşünerek sadece evin çevresinde dolaştım."

"Hava almaya değil aynı yere gitmek için evden çıkmış," diyerek hatırlattım.

"Fırtına yüzünden geri döndüğünü ama eve de girmediğini düşündüm, efendim."

"Uzun yoldan otobana sür."

Şoför hızlı ama tetikli bir şekilde ilerlerken Walton etrafı gözlüyordu. Bir anlığına olsun koltuğa yaslanıp rahatça oturmamıştı. Onun sürekli hareket eden paltosunun kıpırtısını dinlerken bakışlarımı ilk kez camdan dışarı çevirdim.

Bir şey görmek zordu. Yer yer beyazlıkla birlikte şiddetli buz taneleri görüşümü epey kısıtlıyordu. Koltuğun ortalarına kayarak, sileceğin aralıksız çalıştığı ön camlara odaklandım. Bu şekilde ancak ileriyi görebilirdik ama İdil bakamadığımız her yerde olabilirdi.

Ücra bir köşede hipotermi geçirebilirdi.

"Böyle olmaz," dedim sessizce.

"Aklınızda bir fikir mi var, efendim?"

Sorusuyla silkelendim, oysa sadece kendi kendime konuşuyordum ama Walton'ın algıları her zaman olduğu gibi bu zor durumda bile açıktı. "Bana kalırsa böyle olmaz gibi ama bir fikrim de yok. Sizin varsa söyleyin."

Jason, "Bay Leonard," diyerek söz aldı. "Arabayı otobana yakın bir köşede bırakarak çıkıp arayabiliriz. En büyük yol ayrımı o tarafta, hanımefendi kasabaya döneceğini ima ettiyse tali yollara sapacağını düşünmüyorum."

Şükürler olsun ki biri aklımdan geçen noktaya ayak basmıştı. "Mantıklı olabilir, uygun bir yerde sağa çek." Araba, otobana çıkan yakın bir noktada durdu. Gittikçe artan sessizliğin içinde boğazımı temizledim. "Araba çalışır vaziyette, sıcak bir ısıda kalacak. Hanginiz bulursa hemen buraya getirin."

"Ya yürüyemeyecek haldeyse?"

"O zaman kucağınızda taşıyın Walton!" Benimle konuşmak için geriye dönen Walton'ın açı sebebiyle kısmen görünen, yaşlılıktan dolayı iyice güçsüzleşmiş bedenine baktım. "Ya da ikiniz aynı yönde ve yakın yerlerde dolaşın, Jason taşıyabilir."

İnmek için kapıları açtıklarında rüzgar hemen arkaya, suratıma doldu. Yağmur taneleri ağzıma yapıştığında dudaklarımı yaladım. Paltomun cebinden çıkardığım mendille ıslanan alnımı ve yanaklarımı kurularken solumdaki boşluğa baktım.

"Şimdi burada seni beklediğimi bilsen bile bir anda öylece yanımda belirmezsin, değil mi?"

Belirmedi. Onu almaya, ayağına kadar geldiğim halde belirmedi.

Jason'ın siyah şemsiyesi ve Walton'ın kahverengi şemsiyesi ancak nokta olarak seçiliyordu. Tıpkı söylediğim gibi ikisi de aynı yönde fakat mesafeli olarak yürüyorlardı. Sağ tarafta uzanan bariyerlere baktım. O tarafa gitmesi de mümkündü.

Kahretsin. Bu kızın aklımdan geçen her şeyin tam da zıttını yapması mümkündü.

Paltoma iyice sarmalanarak arabadan indim. Onun sıcak köşkü geride bıraktığı aptallığın bir benzeri de bende vardı ki böyle bir havada sıcak arabadan dışarı çıkıyordum. Araçtaki tek şemsiyeyi de Jason almıştı ve saç diplerim yağmurla karışık buz taneleri yüzünden daha şimdiden yapış yapış olmuştu.

Hava eksilere düştüğü için paltomun altındaki kışlık gömleğim bir atletten farksız hissettiriyordu. Yakalarını iyice kaldırıp, soğuktan titreyen çenemi kaşenin arkasına sakladım. İlk kayma tehlikemi atlatarak bariyerlerin arkasında yürürken ellerim de cebimdeydi.

"Ş-Şu ucuz parkanla," diye söyledim. "N-Nereye kadar gidebildiysen."

Dişlerim tıkırdarken babamın söylediğini yapmaya çalıştım. Kendini sıkma, vücudunu serbest bırak. Bir zırh giydiğini ve onun senin zaten koruduğunu düşün. O kadar da soğuk değil, hiçbir şey hissetmiyorsun.

Kendimi kasmayı azalttığımda titremem de yavaşça normale döndü. Başımı geriye doğru zorlukla çevirip park halindeki arabaya baktım. Açık farların önünden sisler yükseliyordu.

"Daha ne kadar yürüyeceğim İdil, seni daha ne kadar aramam gerekecek? Daha kaç kez kara batıp fırtınaya çıkacağım? Yaşıtlarım kartopu oynarken ben karın üstündeki ayak izlerine bakardım. Seni daha kez kaç bulmam sana yetecek?"

Küçükken bir tatil günü, yaşıtlarımın arasına karışmak yerine sığınacak sıcak köşeler ararken, çalı çırpının arasında yavru bir kuş bulmuştum. Benim gibi üşüdüğünü fark ettiğimde ıslak eldivenlerimi çıkarıp cebime koymuş, onu sıcak avuçlarımda tutmuştum. Uçup kaçamayacak kadar ufak olduğu için dakikalarca ısıtmıştım.

Ertesi günü Walton'la, kese kâğıdında ekmek kırıntılarıyla oraya gittik. Walton genelde meşgul olduğu için benimle oyun oynamıyordu ama o gün dedem ve babam birlikte çıkınca en yakın arkadaşım da bana kalmıştı. Ona uzun uzun, sevinçle anlatmıştım küçük bir kuşu donmaktan nasıl kurtardığımı. Walton ise yüzünde buruk bir tebessümle beni dinlemişti. Neden benim kadar mutlu olmadığını yuvaya gidene kadar anlamamıştım.

O kuşu ikinci kez gördüğümde ölüydü.

Walton bana, bazı annelerin yavrularında başka bir kokuyu sevmediğini söylemişti. Hayatını kurtardığım hâlde, o anne çabamı beğenmemişti.

"Ben ölmesini istemediğim için ısıttım, Walton."

"Biliyorum küçük bey, sadece iyi niyetinizi göstermek için bile olsa bazı değiştirilemez kanunlar vardır. Bu küçük kuşun annesi ya da babası sizin tavrınızdan hoşlanmamışlar ve ne yazık ki hayatına son vermişler."

"Tavrımdan hoşlanmadıkları için öldürmüşler," diye tekrarladım. "Öyleyse ben o kuşu anne ve babasından daha çok seviyorum, Walton."

Aramda birkaç metrelik mesafe olan çalılığa doğru, düşünceli bakışlarımla ilerledim. Bu elbette çocukluğumdaki çalılık değildi ama bir benzeri olduğu için hatıralarımı canlandırmaya yetiyordu. Kulaklarımda o kuşun acılı ötüşleri duyuluyordu.

Ya da belki şimdi duyduğum ses gerçekti.

Ellerimi cebimden çıkarıp dikkatle, bir o kadar da süratle yürüdüm. Yaklaştıkça bir çeşit melodik ses kulaklarımda çınlıyordu. Dikenli ot topluluğunun etrafından dolanmak güç olsa da kollarımla hepsini itekleyerek altından geçtim. Gördüğüm manzara karşısında hayatımda ilk kez soğuktan değil, şaşkınlıktan donmak üzereydim.

"İdil," diye fısıldadım, "İdil!" diye tekrar ettim.

Beni duymasını beklemiştim. Kıvrıldığı valizin üstünden kalkıp, onu uyandırdığım için kızmasını. Arkasından sıyrılarak iki adımda önüne geçtim. Ayakkabılarımın ucunu görünce tükürmesini bile bekledim, yapmadı. Önünde diz çöktüm.

Mesafemi koruyarak elimi ürkekçe uzattım. Yaklaşmamaya o kadar direniyordum ki paltomun kolu sıyrılmış ve açığa çıkan saatimin camı sular altından kalmıştı. Kapüşonuna güçlükle dokunup geriye doğru kaydırdım.

Burada ne kadar beklediyse sırılsıklam olmuştu. Benimle eve gelmeyi kabul ederse -benimle eve gelmek zorunda- bu işe yaramaz montunu şöminede yakacaktım. Alnıma dökülen saç tutamlarının arasından, dümdüz olmuş ıslak saçlarına baktım.

Ona biraz daha yaklaşarak çenesini tuttum ve yüzünü hafifçe kaldırdım. Çabamı reddetmediği yetmezmiş gibi karşılık da vermedi. "Bu havada bile uyuyor musun uykucu?" dedim kesik kesik. "Hemen kalkıyorsun."

Parmaklarıma nefesi sürünmediğinde çaresizlikle yutkundum. Buz gibi teni dokunuşumu donduruyordu. Canlılığını kaybetmiş gibi güçsüz ağzına baktım. Hareketsiz kirpiklerine, renk tonundan endişlendiğim tenine.

Çenesini bırakıp iki elimle yanaklarına yapıştım. Küçük yüzü iri parmaklarımın arasında kayboluyordu. "Gözlerini aç, İdil! Beni duyuyor musun? Beni duyman gerekiyor!"

Kâbus, kâbus, kâbus. Uyan. Gerçek, gerçek, gerçek. Kendine gel. Kızın hayatı belki de senin kendine gelmene bağlıdır. Kâbusların belki de en kötü gerçeklere dönüşmesine ramak kalmıştır.

"Uyan! Kendine gel! Bana geri dön!"

Öyle yüksek sesle bağırmış ve sarsmıştım ki göz kapakları kıpırdadı. Büyük bir umutla daha çok yaklaştım. Başını omzuma yaslarken onu kendi kucağıma çektim. Bir elimi vücudunun etrafına sarmaladım, diğer elimi de elmacık kemiğine yerleştirdim. Her küçük hareketini kaygılı bir dikkatle izledim.

Gözlerini hafifçe açıp kapattığında ilk gördüğü şey bendim. Suratına buz taneleri düşmesin diye üzerine kapanmıştım. Ne düşündüğünü, ne hissettiğini bilmiyordum ama buna rağmen inatla yakınında durup gözlerinin içine derin derin baktım.


Gözlerini üçüncü kez açtığında, "S-Sen misin?" diye mırıldandı.

"Şükürler olsun," dediğimde bir anlığına başımı gürültülü gökyüzüne kaldırdım. Tekrar İdil'e döndüğümde cansızca bakınmaya devam ediyordu. "Benim, Leonard."

Boğazına bir şey takılmış gibi zorlukla yutkundu. "Sen misin zebani?"

Çatlamış dolgun dudaklarına bakarken dişlerimi sıktım. "Evet evet, o da benim." Bir şey daha söyleyip sinirimi zıplatmasına fırsat vermeden onu kendime çektim. "Şimdi de seni daha sıcak bir yere götüreceğim."

"C-Cehenneme mi?"

"Evimize."

Tanrım, bunu gerçekten söylemiş miydim? Cehennemin evim olduğunu kabul etmek bir yana, bir de evimiz demiştim.

Bütün ağırlık suyu yiyip şişmiş parkasındaydı. Bana karşı gelecek kadar güçlü olmadığı düşünülürse artık çıkarabilirdim. Üstüne kapandığı için kuru kalan cep telefonu kucağındaydı, onu da kendi cebime sıkıştırdım. "Lütfen İdil," diye mırıldandım işe koyulurken. "Bana biraz yardımcı ol."

Başını zorlukla doğrulttuğunda önce kollarını sıyırdım. Küre biçiminde kendine sarmalanarak oturduğu için kazağının ön kısımları kuruydu. Kolları ve sırtıysa nemliydi. Ayaklarına gelince, kesinlikle buz tutmuş olmalıydı.

"Üşüyorum, Leonard."

Bir an ne yaptığımı unutarak kalakaldım. Bana bakmıyordu, gözleri yine kapalıydı. Kaşe kumaşı buz taneleriyle kaplanan ama içi kesinlikle sıcak olan paltomu üstümden çıkardıktan sonra İdil'in bedenine sarmaladım. Giymek için bir hamle yapmadığı halde kollarını da içinden geçirdim.

"Hâlâ üşüyor musun? Eğer ayağa kalkabilirsen eve gideceğiz. Araba hemen şura-"

Aniden düşmüş gibi yüzünü göğsüme yasladı.

Göğsümdeki bu kız bir anda vücut ısımı arttırdı.

Hemen o saniye kalbimin üstündeki buz örüklerini kırdı.

"Burası daha sıcak," dedi boğuk sesiyle. "Artık üşümüyorum, Leo." Ardından kollarını belime sardı.

Öylece kalabilirdim. İlk defa bir kış günü üşümemenin tadını bir otoban kenarında, çalılıkların arasında, bu yabancı kızla çıkarabilirdim. Onun yerine, "Hadi kalk," dedim.

Sıkıntılı bir mırıldanma çıkarırken belime kenetlediği ellerini yavaşça çözdü. Bu defa da dua eder gibi birleştirdiği ellerini göğsüme, yüzünün hemen önüne yasladı. Bana ahbabıymışım gibi Leo diyor, onu ısıttığım için nefesi düzene giriyor, göğsümde uyuyor.

Onu bir fırtınanın altında, eve kadar kucağımda taşıyacağım gücü veriyor.

Kolumu bacaklarının altından geçirdiğimde, dizlerimden birini buz kalıntılarının üstüne yaslayıp asfalttan destek alarak ayağa kalktım. Kıyafetleri kalın olduğundan gözüme daha ağır görünmüştü ama bir kuş kadar hafifti.

Sıradan değil, yuvadan düşmüş yavru bir kuş kadar naifti.

Gözlerimi kurulayamayacağım bir meşgulüyetin içindeydim. Babamın emaneti olan o kızı taşıyordum. Üşümüyordum ya da hissetmiyordum. Bakışlarımı indirip burnunun kızarmış ucuna baktım. İlk kez böylesine yürüyor ama soğuğun beni yenmesine izin vermiyordum.

Bariyer boyunca ilerlediğimde arabanın yanına hangi ara ulaştığımı fark etmemiştim. Yol çok kısa sürmüştü, oysa biraz daha... Neyse. Onu artık kollarımdan indirebileceğim için mutlu olmalıydım.

Walton ve Jason karşıdan gelirken, beni süzmekten fırsat bulurlarsa birbirlerine merakla bakıyorlardı. İyice yaklaştıklarında, "Ne dikiliyorsunuz!" diye kükredim. Bu defa da ne yapacaklarını bilemez halde kalakaldılar. "Çalılıkların oradaki bavulu getir Jason. Walton sen de kapıyı aç."

Jason hafif bir koşuş temposuyla uzaklaştığında Walton da arka kapıya yürüdü. Kimsenin bana bakmadığı bu anı, İdil'e bakarak değerlendirdim. Hâlâ uyuyordu ya da sırf beni yormak için uyuyor numarası yapıyordu. Umarım gerçek olan ikincisiydi.

Walton geriye çekildiğinde İdil'in bedenini dikkatle arka koltuklara yatırdım. Hareketsizliği beni kuşkulandırdığı için, hemen altımda olan bedenine biraz daha yaklaşarak nefesini hissetmeye çalıştım. Beni tatmin edecek düzeyde olmasa da onu ilk bulduğum ana kıyasla daha düzenli soluk alıp veriyordu.

"Efendim isterseniz ben yürüyerek gelebilirim."

İdil'i izlemeye devam ederken ilgisizce, "Neden?" diye sordum. Sessizliği uzadığınca Walton'a dönüp baktığımda anladım ki arka koltuklarda büzüşen bu narin vücuttan bana yer kalmayacağını düşünüyordu. "Sorun yok," dedim kapının diğer tarafına yürüdüğümde. "Ama o kızın ayaklarını üstüme uzatmasına da müsaade edecek değilim."

Şoförün arkasında kalan koltuğa oturabilmek için İdil'in başını dizlerimin üstüne bıraktım. Bu bir sorumluluktu. Sadece o kadar. Bir işi yapmaya başladıysan sonunu da getirmelisin. Yalnızca bu yüzden.

Jason, İdil'in parkasını ve bavulunu bagaja koyarken Walton'la hiç konuşmadık. Sanki ikimiz de nefesini duyup, her şeyin normale döndüğüne tamamen ikna olmak istiyorduk.
İçeriyi ısıtan klimanın İdil'i de ısıtıp ısıtmadığını tartmak için parmak uçlarımı yanağına dokundurdum. Tenim de henüz soğuk olduğu için ani bir iç çekişle ürperdi. Elimi yumruk haline getirip ısırdım.

"Onu hastaneye götürmeli miydik?"

Walton arkasına döndüğünde neredeyse gülümsedi. "Sizin yanınızda gayet iyi gibi, Bay Leonard."

Ağzımı açtığımda yeniden önüne döndü. Gözlerimi kısarak dışarıya baktım. Bir şey mi ima ediyordu? Benim yanım, İdil'in nasıl olacağını belirlemede nasıl bir ölçüt olabilirdi ki? Bacaklarımda bir kıpırdanma hissedince başımı refleskle indirdim.

Boynunu hareket ettirirken kaşları çatılıyordu. Rüya görüyor yahut uyanmaya çalışıyordu. Anlamadığım bir şeyler mırıldandıktan sonra yüzünü karnıma doğru çevirdi. Artık her nefes aldığımda burnu göbeğime değiyordu. Alt dudağımı içime çektiğimde sırtımı koltuklara iyice yapıştırıp kendimi uzaklaştırmaya çalıştım.

Kız benim yanımda iyi gibi mi bilemem ama benim çok farklı hissettiğim kesin, Walton.

Jason'ın arabayı acelesiz kullanması sebebiyle köşke birkaç dakika uzatmalı varabilmiştik. Dizimi sallayıp onu uyandırmak istedim çünkü bu yapmam gerekendi. Bunun yerine sıkıntılı bir nefes vererek arabadan tek başıma indim. Kapının diğer tarafına geçtiğimde İdil'i bacaklarından tutarak kendime doğru çektim.

Çatık kaşlarıyla homurdanıp arsızca kıpırdanırken başımı sağa sola sallayıp ıslak saçlarımı yüzüne silkeledim. "Afedersiniz küçükhanım, güzellik uykunuzu bölmek huydur bende."

Köşkün ışıkları kapalıydı. Ana salonun camından yansıyan hafif ve hoş bir parıltı dışında tamamen karanlıktı. Kapıdan içeriye girdiğimde -kapıdan içeriye paltoma sarmalayıp kucağımda taşıdığım bir kızla sırılsıklam bir şekilde girdiğimde- etraf mumlar, gaz lambaları ve şöminenin harlı ateşiyle doluydu.


Üst üste, "Tanrım, şükürler olsun!" sevinciyle hemen arkamdan geldi Nina. Normalde şoförün durumuyla ve Walton'la ilgilenirdi ama bu defa İdil onu daha çok kaygılandırdığından, ilgisini de bir tek o çekmişti.

Şömineye yakın olan koltuklar tekliydi ama ben kemiklerime kadar ısınmak istiyordum.

Kemiklerine kadar ısınsın istiyordum.

Ateşe aşağı yukarı üç metre olan bir mesafede, halıya dizlerimin üstüne çöktüm. İdil'i kollarımda tutmaya devam ederken gözlerimi kapattım.

Aynı iyileşmenin ona da milim milim ulaştığını hissederken parmaklarım istemsizce kıpırdadı. Kendini bana ve sıcağa teslim etmişti. Bu yük, düşündüğüm kadar ağır değildi.

"Ne yüce gönüllüsünüz, Bay Leonard. Sizi böyle görmeyi... Bekliyordum. Evet, kesinlikle bekliyordum."

Nina'nın yanıma kadar geldiğini anladığımda gözlerimi açtım. Bana gülümseyen bir yüzle bakmasına dayanamayarak bakışlarımı salona çevirdim. "Elektrikler mi kesildi?" diye sorduğumda başını salladı. Tarihi bir köşkte jeneratör yerine bolca kibrit olurdu.

İdil'in epey su yemiş botlarını ayaklarından sıyırdı, üstündeki paltoyu çıkarmama yardım etti. Aslında ben o anlarda hiçbir şey yapmadım, sadece onu sıkıca tutmaya devam ettim. Bu kadarına gerek olmadığını biliyordum, sonrasını tamamen Nina'ya bırakabilirdim. Ben de bilmediğim ne çok şeyi bildiğimi sanıyordum.

"Ateşe çok yakınsınız efendim, kıyafetleri neredeyse kurumuş."

Ne yapacağımı bilemeyerek kafamı geriye çevirdim. Walton uzak bir köşeden izlemeye devam etse de Jason bavulu yukarıya taşıdıktan sonra kaybolmuştu. İdil'i tutmaya devam ederek ayağa kalktım. Onu, küçükken annemin üstünde pineklememe bile izin vermediği özel tasarım koltukların üstüne yatırdım.

Nina birkaç kez, "İyi görünüyor merak etmeyin," dedi. "Ben onunla ilgileneceğim, yanından ayrılmayacağım."

Söylediklerine, "Hayır," yanıtını verirken gözlerimi İdil'den ayırmamıştım.

"Efendim?"

Ne dediğimi idrak ettiğimde kararlılıkla Nina'ya döndüm. "Çünkü köşke getirmeye ben ikna ettim," dedim alnımı sıvazlarken. "Bir başkasını görürse endişelenebilir."

Başını sallarken imalı bir tavırla geriye doğru yürüyerek uzaklaştı. Avuçlarımı nemli gömleğime sürttüm. "Yardımların için teşekkürler, çıkabilirsin."

Nina'nın salondan gidişini izlerken Walton'la göz göze geldik. Bakışlarımı adını koyamadığım bir utançla yere indirdiğimde ayak seslerini duydum. Konuşacaktık, muhakkak. Benimle sadece o konuşabildiğinden.

"Eğer bilse," diye mırıldandım kendi kendime. "Değil onu taşımama, dokunmama bile izin vermezdi."

"Zamanında yetişmeseydiniz vaziyeti daha kötü bir hâl alacaktı."

"Benim yüzümden olmadığı ne malum? Söylediklerime kızdı ve gitmeye çalıştı."

"Ve siz de, mevcut durumlarda bunun bir delilik olduğunu bildiğinizden ona izin vermediniz."

Sözlerinin burasında Walton'a bakmam gerekiyordu ama ben uzak bir köşeden İdil'e odaklanmayı tercih ettim. "Fırtınada sürüklenmesinin çözümü bulundu," dedim sessizce. "Ama bundan sonra ne yapacağımı bilmiyorum."

"Efendim, o da tıpkı sizin gibi üşüyor."

Benim gibi mi, bir de tıpkı? Soğuk benim bedenimi delip ruhuma işlemişti. Artık çok geç olmasına rağmen Walton'ın uzattığı eline baktım. Tavsiyesini uygulamak için yılgın adımlarla yürüdüm. İdil'in ayaklarının ucuna oturdum.

"Bugün için teşekkürler, sen de çıkabilirsin." Beni vicdanımla baş başa bırakabilirsin.

Bir süre orada, karanlıkta sessizce oturdum. Şömineye baktım, ateşle yüzleştim. Yeterince yaptığımı düşünerek, kendimi İdil'e odaklamaya yasakladım. Kafayı yemenin eşiğindeyken ayağa kalktım.

Gaz lambalarını söndürdüm, mumların çoğunu uzaklaştırdım. Bir kadeh içki içtim, şömineye biraz daha odun attım. Bedenine uzakken bu kadar çabuk üşümeye başlamamı, kendime yakıştıramadım.

Dudağımın içini stresle çiğnerken yabancı bir melodi kulaklarımda çınladı. Ya da artık bir zahmet alışmam gereken melodi. O kadar çok aramıştı ki. Kuruması için koltuğa asılı duran paltomun cebine uzanıp telefonu çıkardığımda yine o ismi gördüm.

"Hey! Alo! Seninle görüşüyorum, değil mi?"

Bağırtısı karşısında gözlerimi kısarak telefonu kulağımdan uzaklaştırdım. "Hayır, ben Leonard."

"Kim olduğudan bana ne! Lili nerede, ona ne yaptın!"

Adını farklı bir telaffuzla duyduğumda birkaç saniyeliğine dönüp İdil'e baktım. Kızın telefondan taşan sesi galiba uyanmasına neden oluyordu. "Sorun yok, onu bulduk."

"Onu bulduk mu? Bulduk da ne demek!" diye bağırdı yeni bir öfke patlamasıyla. "Vicdandan biraz olsun nasibini alsaydın onu zaten kaybetmek zorunda kalmazdın. Söylediği kadar varsın! Hemen Bayan Maja ile konuşup-"

Yüzüne kapattığım telefonu yakındaki koltuklardan birinin üstüne attım.

İdil uyanmak üzereydi ve yaklaşık bir saat önceki tepkisini düşünürsek beni yanında gördüğü için yine sevinebilirdi. Ayaklarının ucundan kalkarak baş ucuna yöneldim. Ateşini ölçmek için elimi alnına koymam, gözlerini tamamen açmasını sağladı.

Sert rüzgârlı bir fırtınada, buz taneleri etrafta uçuşurken gözlerini açtığında gördüğü ilk şeydim. Şimdi de bunların hepsine tezat olacak bir sıcaklıkta, alevler etrafımızda dans ederken baktığı gözlere sahiptim.

Bir çığlıkla doğrulup göğsümü yumrukladığında geriye sendeledim. "Ne yaptığını sanıyorsun!" derken bile İdil tarafından itilip kakılmaya devam ediyordum. "Bırak beni! Orada kimse yok mu? İmdat!"

"Seni kaçırmışım gibi davranmayı kes!" Bir dizimi koltuğa bastırıp elimi ağzına kapadığımda zorlukla duruldu. "Köşkteyiz İdil farklı bir yer değil, etrafına iyice bak." İri kahverengi gözlerini farklı açılara çevirdiğinde bakışları mumlara takıldı. Bu defa kaşlarını daha sert bir biçimde çattı. "Yemin ederim ki elektrikler kesik."

Gözlerini kırpıştırırken düşünceleri de yavaşça yerine geliyordu. Hızlanması için sabırsızdım çünkü ağzını açmayı ondan daha çok istiyordum. Avcum, sıcak nefesiyle nemlenmişti ve gıdıklandırıyordu.

"Bana her şeyi sor ama bağırmak yok. Yalvarırım beni rezil etme." Birkaç saniyelik kararsızlıktan sonra başını salladı.

Elimi ayırdığımda dudaklarını yaladı. Hemen ardından elinin tersiyle ağzını sildi. Ben de duruşumu dikleştirerek avcumu pantolunumun kumaşına kuruladım.

"Neden hâlâ buradayım?"

"Neden hayatta olduğunu mu soruyorsun? Anlatayım." Yakınındaki tekli koltuğa geçerek bacak bacak üstüne attım. "Seni otobanın kenarında, gitmeye yakın bir hâlde bulduk ama kasabaya değil, öbür tarafa."

Yüzüme birkaç saniye boş boş baktıktan sonra sahtelikle gülümsedi. "Gerçekten öyle mi olmuş ya?" Hızla ayağa kalktığında anlık bir baş dönmesiyle sendeledi. "Burası sanki çok farklı bir taraf da."

"Bırak şimdi cehennem nüktelerini." Hareket etmesine engel olmak için yeniden yakınına geldim. "Muhtelemen hasta oldun ve vücudun birkaç saat sonra tepki verecek. Ağrı kesiciye ihtiyacın olabilir, doktora gitmen gerekebilir."

"Parkam nerede?"

"Ne? Ne yapacaksın ki? Saçmalama, bir anlığına mantıklı karar ver."

Saçlarını karıştırırken salonda tur atmaya başladı. "Ya telefonum? Amy aramıştı, onunla konuşmam lazım."

"Susan diye biri aradı, iyi olduğunu söyledim."

Bıkkın bir nefes verirken omzunun gerisinden bana baktı. "Onun adı Amy işte."

"Sana Susan diyorum. Ah, bak İdil sen gerçekten o kadar da iyi değilsin."

"Arkadaşımı benden daha iyi tanıyamayacağına göre kapa çeneni."

Çenemi kapamamı söylemesinin öfkesiyle, "Arkadaşın mı!" diye kükredim. "O kız arkandan Lilith diye konuşuyordu, belki bunu da öğrenmek istersin!"

Peşinden yürüdüğüm için aniden durup arkasını döndüğünde neredeyse çarpışacaktık. İkimiz de çatık kaşların altındaki gözlerimizle birbirimize ölümcül bakışlar atarken beni yine göğsümden itekledi.

"Samimi olduğum kişiler bana Lili der, sen nereden bileceksin!"

"Ah," diyerek şaşkın bir aydınlama yaşadım. Bana bu ayrıntıdan bahsetmemişti. Tabii ya, bana bu ayrıntıdan neden bahsetsin ki?

Botlarını şöminenin yanında gördüğünde o yöne atıldı. Anlaşılan o ki yüksek ısı onu sıcak tutup mayıştırmakla kalmamış, bana olan öfkesini de hatırlatmıştı.

"Çekil önümden."

"Olmaz." Sağa kaydığında sola, sola kaydığında sağa geçerek onu engelledim. "Ama olmaz dedim."

"Neden? Buna da mı sen karar veriyorsun?"

"Seni nasıl bulduğumu söyledim. Ayrıca bir baksana, karanlık iyiden iyiye çöktü. Başına bir şey gelmeyecek bile olsa soğuğa dayanamazsın."

Boyu yetişemediği için çenesini dikleştirdi. "O kadarı ilgi alanına girmez. Sen bir ölüm meleği değil zebanisin, unuttun mu?"

Yanımdan sıyrılıp gidecekken omuzlarını tutarak onu engelledim. Sırasıyla yüzüme ve parmaklarıma baktı. "Peki ya aileni tanıdığını söylesem?" diye fısıldadığımda gözlerimde takılı kaldı.

Elimin altında kıpraşan bedeni durgunlaştığında kollarımı yavaşça indirdim. Sanki gözlerimin içinde anıları görüyor, asla yetişemeyeceği bir şeyleri yakalamaya çalışıyordu. Sadece, "Aile," diye fısıldadı.

Dudaklarımı yalarken başımı hızlıca salladım. İçimde tuttuğum nefesi sessizce verdim ama bu ufacık bir rahatlama içermiyordu. "Babalarımız arkadaştı." Gözleri kocaman açıldığında tatsızlıkla gülümsedim.

"Babam mı?"

Yetimhanede büyüdüğünü anımsadığımda, "Onu hiç gördün mü?" diye sordum. Başını olumsuz anlamda salladığında yutkunamadım.

"Sen? Sen gördün mü babamı?"

Kafamı bir kabullenmeyle eğdiğimde ağzından küçük, mutlu bir gülme sesi çıktı. İçi içine sığmaz gibiydi. Kötü şeyler hiç yaşanmamış olsa neredeyse boynuma atlayacaktı.

Yine de beni şaşırtmayarak, "Yalancı," dedi.

"Fotoğrafları var."

İlk defa o bana dokunduğunda kolumdan sürükleyerek kanepelere götürdü. "Göster. Ya da neyse, önce biraz anlatsana."

Beni büyük bir kuvvetle koltuklara ittiğinde tökezleyerek oturdum. O da hemen yanıma geçerek parmaklarını çıtlattı. Vücudu tamamen bana dönüktü.

Ona bir masal anlattım.

Heyecanına kıyamadığımdan güzel şeyler söyledim çünkü İdil'i bugün bir kez daha, aynı fırtınanın altında kaybedemezdim. Çünkü bir kez daha gitmek isterse geri dönmezdi, onu yine aynı yerde bulmama izin vermezdi.

"Neden beni ilk gördüğünde söylemedin?"

"Çünkü adı üstünde ilkti. Hem ben... yavaş çözülen bir adamım."

Omzuma vururken beni çok yakından tanıyormuş gibi gülümsedi. "Gerçekten de Leo, soğuk olduğunu kabullenmen iyi oldu." Bacaklarını kendine doğru çektiğinde başını omzuma yasladı. "Ama yine de baban kadar merhametlisin."

Galiba bu hamleyle aramızdaki saygı dengesini de kendi ellerimle yok etmiştim. Omzuma dökülen saçlarına, kıkırdayan ağzına ve dalgınlıkla şömineyi izleyen gözlerinin üstünde sıralanan kirpiklerine baktım. Ona söylediğime göre babalarımız yakın arkadaşmış, biz de tıpkı onlar gibi yakın olmalıymışız.

Bölüm Sonu.

L: Senin için açtım bugün içkimi yine
yine yalan olduk, falan olduk, hiç gibi bi' şey.

Sınır dolsun, perşembe günü şarkıya devam 🍷

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top