3. ATEŞ HATTI


3, Ateş Hattı

Éléphant - Tous les mêmes

LEONARD

O kız evime gelmeden çok önce de geceler benim için rahatsızlık demekti. Karanlığın bana getirdiği uyku yerine düşüncelerdi. Dondurucu balkon, pipomun dumanı, akıp giden saatler. Düşünceler, düşünceler, düşünceler...

Çözmem gereken sorun yoktu, ortaya sorun çıkmaması için sorumluluğum vardı. Bu kesinlikle diğerinden daha zordu. Olmayan ama olma ihtimali olan kötü şeylere karşı kırılmaz bir kalkan inşa etmek. Duvarları sağlamlaştırmak, yükseklikten korkmadan yenisini örmek. Durmadan yükselmek, aşağıda kimse olmadığı için düşmekten korkmak.

Dedem öldüğünde işler amcalarıma, onlardan biri ölüp diğeri ülke değiştirdiğinde de her şey babamın himayesine kalmıştı. Babam, annemden ve annemin babasından destek alarak bu işi ortak idame ettiriyorlardı, öyle ki lise öğrenimim bitene dek şirketlere uğramamıştım.

Sonra Alphanlara sızan sinsi ölüm, geriye kalanları da hayattan bir bir süpürdü. Önce annemin babasını kucakladı, kısa zaman sonra da annemi soğuk kollarıyla sarmaladı. Zehirli bir yılanın deliğinden çıkar gibi babamı buldu, yuvasına çekti. Artık ölümün ormanında yaşayan tek kişiydim.

Sabaha karşı evden çıkmadan önce koridorda hızlı ve uykusuzluk nedeniyle kısmen öfkeli yürüyordum. Üçünkü katta tek başıma kalmaya henüz alışmışken çatının altında benimle birlikte bir başkası daha vardı. Hızımı yavaşlatmadan, kaldığı odanın kapısına dahi dönüp bakmadan geçip gittim.

Sesiyle durdum.

Kedi miyavlamasına benzeyen bir çeşit iniltiydi. Yoluma devam etmek için sol ayağımı, sağ ayağımın önüne attığım sırada hıçkırığıyla yeniden durdum. Hemen arkamda kalan kapıya döndüm.

"Aynı sesi tekrar almazsan çekip gideceksin, Leo."

Kendimi, kızın kapısının önünde telkin ederken bulmam ilginçti ama kâbus görüyor olabilirdi. Bu konuda bir yabancıya karşı bile hassastım. Aynı sesi tekrarladığında yumruk yaptığım elimi hafifçe kapıya vurdum.

"Ne görüyorsun?" diye mırıldandım stresle. Yeniden, bu sefer daha hızlı ve üst üste vurdum. "Gerçek değil. Uyan, uyan, uyan."

Takılı kalmış gibi kapıyı çaldığımda elim aniden boşluğa gitti. İstediğim onu uyandırmaktı değil mi? Tamam, tek gözü kısık şekilde ve pijamalarıyla karşımda dikildiğinde göre kesinlikle uyanmıştı.

"Akşama kadar uyumuş muyum?" diye sordu esnerken.

"Henüz sabah," dediğimde utancımı gizlemeye çalıştım. "Sen iyi misin? Bazı sesler duydum."

Gözlerini kırpıştırarak ayılmaya çalıştı. Yatağına döndüğü an hiçbir şey olmamış gibi uykuya dalacağı belliydi. Sırf bu yüzden bile onu ölesiye kıskanabilirdim.

"Bir şey hatırlıyorum." Limon yemiş gibi dudaklarını büzdü. "Kötü bir rüya görüyordum. Amanın, ne kadar da feciydi."

"Kâbus!" diye atladım. "Sen de onları görüyor musun?"

"Çok sık değil ama zaman zaman, herkes gibi." Kolaylıkla sohbete girebiliyordu, sırtını kapıya yasladı. "Çocukken gördüklerimi unutamazdım ama büyüdükten sonra sadece uyandığım ilk an hatırlıyorum. Sonra geçip gidiyor."

"Gerçekten mi? Nasıl yapıyorsun bunu?"

"Önce bir düşünüp korkularıma sıra veriyorum. Gün içinde aklıma gelecek olursa da, senin sıran geçti diyip hemen başka bir şeye odaklanırım. Ha bir de kimseye anlatmam."

Düşünceli bir şekilde, "Ben de," diye mırıldandım. "Peki işe yaradığı oluyor mu?"

"Neden yaramasın ki? Bilinç benim zihin benim, kararları da ben veririm."

Kaşlarımı havaya kaldırmaya engel olamadım. "Ama bu sahiplik kâbus görmeni engellemez, uyku aleminde söz sende olmuyor."

Esnemek üzereyken aniden vazgeçip yutkundu. "Söylediğiniz gibi, uykuda olan uykuda kalır. Ben o an rüyalarıma müdahale edemiyorsam onlar da uyanıkken bana müdahale edemezler."

Acaba bu bir karakter meselesi miydi? Eğer öyleyse zayıf bir kişiliğim mi vardı? Hayır, doğrusu kimse benim yaşadığım bir travmayı yaşamamıştır.

Konuyu kendimden uzaklaştırmak için, "Sen az önce müdahale edemediğin neyi görüyordun?" diye sordum.

Dudaklarını yalarken gözlerini kaçırdı. Artık daha çok merak ediyordum. Bana iri kahverengi gözleriyle sır dolu bir bakış attığında alt dudağını çiğnedi. Aman Tanrım, gerçekten dayanamıyordum.

"Ağlıyor gibiydin." Söylesem mi? Söylememeliydim. "Bana anlatabilirsin." Söylemiştim.

"Önemli değil," dedi. Sesiyse epey mühim olduğunu haykırıyordu. "Sanırım farklı bir yerde uyuduğum içindi."

Sabırsızdım ama bu konuda benden korksun istemiyordum. Sesime yatıştırıcı bir ton yakaladığımda, "İdil," diye fısıldadım. "Yemin ederim ki yargılamadan dinlerim."

Kahverengi gözleri eksik parçalarla doluydu. Walton'ın anlattığına göre bir yetimhanede büyümüştü. Ona şöyle bir bakıyorum da, belki de büyümemişti. Hangi yetişkinin böylesine çocuksu mimikleri olabilirdi?

"Şu bahsettiğiniz fırın fareleri tarafından kovalanıyordum."

"Fareler mi?"

"Beni kruvasandan tiksindirmek için anlattığınız kötü sahneler vardı ya hani."

Kesinlikle aynı şeyden bahsetmiyorduk.

Yargılamamaya dair ettiğim yemini hatırlayarak gözlerimi ovuşturdum. Aramızda altı yaş olsa da karşımda yetişkinliğe yeni adım atmış biri olduğunu unutmamalıydım. Kimse benim kadar çabuk olgunlaşmak zorunda değildi.

Geri geri yürüyerek kapıdan uzaklaşırken saatime baktım. "Fareler için üzgünüm ama gitmem gerekiyor. Üstünü iyi örtmeyi unutma."

Kafamı çevirdiğimde kaşlarımı çattım. Suratındaki gülümseme de neydi öyle? Halbuki, üstünü iyi ört demek aşırı iğneleyici bir sözdü. Üstünü iyi ört ki açıkta kalan bir yerlerin kâbus görmene sebep olmasın anlamına geliyordu. Üstünü iyi ört ki üşüme falan demek istememiştim ben.

Merdivenin ilk dönemecine ulaşmıştım ki, "Bay Leonard," dediğinde durdum. Gözlerimi kaldırdığımda odasının açık kapı aralığından başını uzattığını gördüm. "Bir gün sizinle astral seyahat hakkında da sohbet etmek isterim."

Şımarık bir kızın ağzına meze olduğuma inanamıyordum.

Günün geri kalanında İdil'in, babam tarafından benim için tutulan bir tür sabır testi olduğunu düşündüm. Beni gördüğü ilk an gözlerime tiksintiyle bakmıştı. Sanki sessiz sessiz iyi geçinemeyeceğiz anlaşması yapmıştı. Evinde kalacağım ve bir süre sonra misafire dönüşen sen olacaksın.

Köşk benim yasım.

Senin hayatın, benim hayatım.

Senin tüm varlığın, benim haklarım.

Aslında direkt böyle dememişti, sadece söylemek istemişti. O kızı bilirken yaşamak bile yeterince zor değil gibi bir de yakınında durmak mecburiyetindeydim. Babamın hataları, babamın seçimleri, babamın kararları. Her bir ayrıntı, boğazıma yapışıp kalan bir ölümün tadını andırıyordu.

Köşke bugün öğlen saatlerinde yeniden uğramaya karar verdim. Kızla akşam yemeğinde konuşmayı planlıyordum ama eve neden vaktinde gidecektim ki? Uykusuzluktan geberiyordum, onun gibi birinin beni anlaması mümkün değildi.

Arabamın alışık sesi duyulduğunda kapı açılmıştı. Beni karşılamaya gelen Nina, üzerinde kar birikintileri olan paltomu alırken yüzünde şaşkın bir ifade vardı. En son ne zaman öğle arasında eve geldiğimi hatırlamaya çalışıyordu. Henüz toyken, işten kaytarmak istediğim vakitler.

"Yemek hazırlamamızı ister misiniz?"

"Sıcak bir çay," dedim salona geçtiğimde. Şömine tam da beklediğim gibi güçlü bir biçimde yansa da ceketimin alınmasını istemedim. Dört duvarın arasına istemsizce bakınırken, "O nerede?" diye sormuştum ki, merdivenlerden indiğini duydum.

Hemen bir koltuğa geçip oturdum. Yabancı ayak seslerini ayırt ederdim, bu kesinkes oydu. Telefonumu çıkardığımda ekrana odaklandım. Neyse ki Nina da onu sorduğuma dair bir açık vermemişti.

"Bay Leonard," dedi naif bir sesle. "Evde olduğunuza sevindim, ben de sizinle bir konu hakkında konuşmak istiyordum."

"Hım," dedim sessizce. "Otur ve anlat." Ona dönmek için acele etmedim. Açtığım mobil oyunu bir dakika sonra kapatarak telefonu cebime sıkıştırdım.

Beni, öfkeden ya da sıcaktan kızarmış bir yüzle bekliyordu. Halbuki evime ilk geldiğinde teni ne kadar da solgundu. Ancak göz göze geldiğimizde bana kısmen yakın olan bir yere oturdu.

"Dün geç bir saatte karşılaştığımız için pek fazla konuşamadık. Diğer vasiyetnameyi de okudum ve Hans'ın isteğine uymak adına Berlin'e gelmeyi kabul ettim."

"Babama Hans mı diyorsun?"

Sözünü böldüğüm için olsa gerek, hafif bir öfkeyle dudaklarını yaladı. "Hans Alphan."

"Soyadını biliyorum, bende de aynısı var." Dirseklerimi koltuğun kenarlarına yaslayarak incitici bir bakış attım. "Bay Hans, Bay Alphan, beyefendi hatta Hans amca da değil. Hans."

"Çünkü biz arkadaşız," dedi bocalayarak. Sanki bu ayrıntıyı daha önce düşünmemişti ya da babam bizzat böyle hitap etmesini söylemişti.

"Kendinden büyüklerle bu şekilde saygısızca mı konuşursun?"

Kulağının arkasını kaşırken gergince gülümsedi. "Büyüklere de küçüklere de saygısızlık yapmam."

"Yoksa sana saygılı davranmamı mı bekliyorsun?"

"Neden olmasın? Bu hayatınızda ilk kez yaptığınız bir şey değilse o kadar da zorlanmazsınız."

Stresle güldüğüm sırada Nina çay getirdi. Tepsideki diğer bardağı kızın yanındaki yüksek sehpaya bırakmak zorunda kaldı çünkü öfkeli bakışlarını benden bir an olsun ayırmadığından çayını almaya kalkışmamıştı.

Ona aynı ölçüde karşılık verirken, "Nina," dedim. "Salona açılan bütün kapıları kapat. Küçükhanımla biraz yalnız kalsak iyi olur."

Nina kadar olmasa da endişelenmiş görünüyordu. Beni tanımadığı için belki daha fazla korkuyordu ama bunu belli etmiyordu. Hem uykuyu seviyor hem gururundan ödün vermiyor hem de cesaretini ön planda tutuyordu. Bu kızı gerçekten kıskanıyordum.

Tüm kapılar teker teker kapandığında salonda öncekine kıyasla yine aynı fakat artık daha soğuk, sert rüzgârın neden olduğu uğultulu bir sessizlik hakimdi. Fincanı elimde tutmaya devam ederken geriye yaslandım. "Benimle konuşma şekline bakılırsa sen de saygıdan bihabersin."

Bir anlığına elimdeki fincanın motiflerini izledi. Odak noktası çok çabuk değişiyordu. "Anlaşabilmemiz için benzer bir tavırla konuşmaya çalışıyorum."

"Hazır cevapsın."

"Kitap okumayı severim."

"Okumayı seviyorsun ama okuduğunu anlamaktan hoşlanmıyor gibisin." Çatık kaşları altındaki sorgu dolu gözlerine tebessüm ederek baktım. "Seninle birlikte notların da geldi. İç açıcı görünmüyorlar."

"Sözel derslerden aldığım puanlar iyi. Ortalamamı mahveden matematik ve ekonomi—"

"Yani iyi bir üniversiteye girmen için gerekli olan alanlarda yetersizsin," diye tamamladım. "Teknik üniversiteye kaydolmak istemediğinden, sınavlı okulları tercih etmeyi hedeflemişsin ama işler umduğun gibi gitmemiş."

Hakkında bu kadar fazla şey bildiğim için benden nefret ediyordu.

"Yetersiz olduğum konuları üçüncü kişi ağzından yeterince öğrenmişsiniz."

"Evime aldığım bir yabancıyı tanımak zorudaydım."

Benden hiç hoşlanmasa da hak vererek başını salladı. "Sizinle tam da bunu konuşmak istiyordum."

Fincanı dudaklarıma yaklaştırırken, "Seni dinliyorum," dedim.

"Hans, dışarıdan görüştüğüm tek kişiydi." Yine Hans diyor, bildiğini okuyor. "Bana yaşarken el uzatan birinin, öldüğünde de yardım etmek istemesini saçma bulacak değilim. Fakat bu, evinde kalmak istediğim anlamına da gelmiyor. Henüz hayattayken böyle bir isteği olduğunu bana söyleseydi, vasiyetine bunu yazmasını kabul etmezdim."

"Vay," demeye engel olamadım. Onun yaşındaki hangi genç kız köşkte kalmayı reddederdi ki?

"Düzeninizi bozduğumun farkındayım. Bay Walton'ı öylece geri göndermek kabalık olurdu, Berlin'e bizzat gelip sizinle konuşmak istedim."

Çayımı umursamazca yudumlarken gözlerinin içine bakıyor ve benden biraz daha nefret etmesini sağlıyordum. "Anladığım kadarıyla konforlu bir hayatı elinin tersiyle itiyorsun."

"Tam olarak demek istiyorum ki, sizi tanımıyorum." Ortak bir yön bulmuş gibi omuzları gevşedi. "Yani karşılıklı olarak birbirimizi tanımıyoruz. Beni sadece mecburiyet olarak gördüğünüzü biliyorum, o nedenle işleri zorlaştırmak istemem."

"Bir şey değiştirmiş sayılmazsın," dedim hafiften yalan söyleyerek. "İnan bana yoğunluğumuzun arasından güçlükle fark ediliyorsun. Dert etme, bizim için sorun olmazsın."

Elini sabırsızca salladı. "Teşekkür ederim ama gerek yok. Gerçekten, biraz bile yok. Hans'ın düşündüğü kadar kötü gitmiyor, hiç değilse burada yaşamamı gerektirecek düzeyde kötü değil."

"Evimde hayaletler falan görmüyorsun ya?"

Gözleriyle ciddi ciddi tavana baktı. "Var mı ki?"

"Elbette yok."

"Hım," diye mırıldandı. "Keşke olsaydı, arkadaşlık ederdik. Neyse, Bay Leonard!" Bana aniden döndüğünde istemsizce irkildim. "Eğer babanızın vasiyetine bağlı kalmak isterseniz, bana bıraktığı arazi satışa açılana kadar ödünç kaynak kitap vermeniz yeterli. Ve hatta..."

"Hatta?"

"Mümkünse yatılı bir okula gönderebilirsiniz. Bu benim için gerçekten çok iyi olurdu."

Walton bana, onun bir daha yetimhaneye dönemeyeceğini anlatmıştı. Parmağımı kaşımın üstünde gezdirirken düşündüm. Umutla dalgalanan gözleri, coşkulu sesi ve omzundan aşağı sarkan saçları. Başımı sağa sola sallayarak silkelendim. Konudan fazla saptığımı fark ederek sadece söylediklerine odaklanmaya çalıştım.

"Babam eğer öyle uygun görseydi vasiyetini ona göre yazardı. Açık ve net bir şekilde burada kalmanı istiyor. Diğer türlü yaptığımızda dileğini yerine getirmiş olmam."

"Sizi çok iyi anlıyorum ama—"

"Aması yok," diyerek sözünü kestim. "Benim amacım senin isteklerini gerçekleştirmek değil, babamın vasiyetini yerine getirmek."

Küçük ağzı aralandı ve sanki söyleyemediği her sitemi nefesine sığdırdı. Saf öfkeyle bakmayı bile beceremiyordu. Masumluğu karşısında kravatımı gevşetme ihtiyacı hissettim.

"Gerçekten çok sivri bir diliniz var."

Bunu küfreder gibi sitemle söylemişti. Gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım. "Zehirli olmadığını duymak da güzel."

"Beni burada zorla tutmayacaksınız ama değil mi? İstediğim zaman evden çıkabilirim."

"Hiç merak etme, misafirlerimizi zincirlemiyoruz."

"Öyleyse gitmek istiyorum, Bay Leonard."

Fincanı elimden düşürmek üzereyken son anda yakaladım. Yarısından fazlasını içtiğim için neyse ki üstüme dökülmemişti, sadece parmaklarım yanmıştı. Kıkırdadığını duyduğumda mendilimle ellerimi silmeye ara vererek sertçe ona baktım.

"Bir daha asla geri dönüşün olmaz."

Fütursuzca omuz silkti.

Cebimdeki elektronik sigarayı çıkardım. Sırtımı yaslayarak bacak bacak üstüne attım ve söylediklerinde ciddi olup olmadığını anlamak için bir açık ararcasına ona baktım. Bir şey, burada kalmasının kötü ve mantıksız olduğunu düşündürüyor olmalıydı.

Ben.

"Duyduğuma göre geldiğin yere geri dönmen artık mümkün değilmiş. Nereye gitmeyi düşünüyorsun?"

"Başımın çaresine bakabilirim."

Üflediğim yoğun kıvamlı beyaz duman dağılınca, dik tutmaya çalıştığı omuzlarını yeniden görebildim. Gururunu ispatlamak için fırtınanın altında, ölmek pahasına kilometrelerce yol gidebilecekmiş gibi duruyordu. Küçük, deli cesareti.

"Daha önce bunu yaptığın oldu mu?" Onu gerçeklerle yüzleştirme ve saçma isteğinden uzaklaştırma çabama boş boş baktı. "Duyduğuma göre babam seninle hep ilgilenmiş. Daha önce başının çaresine baktın mı ki şimdi benden özgürlük istiyorsun?"

"Senden mi? Senden ne diye özgürlük isteyecekmişim?"

"Kısa kes, İdil."

"Kesmiyorum Leonardo!"

"Leonardo mu, sahiden Leonardo mu? Kavga etiğin adımın ismini bile doğru telaffuz edemiyorsun."

"Çok da umurumdaydı!" Ben henüz uyarıcı birkaç şey sıralamadan öfkeyle ayağa kalktı. "Ben senin tutsağın değilim ve hemen şimdi gidiyorum!"

"Ses tonuna dikkat et."

"Dert etme nasıl olsa salonda kilitliyiz?" dedi soru sorarcasına. "Kurallar, kurallar, kurallar." Elini başının üstünde salladı. "Buna daha fazla katlanamam. Vasiyetin canı cehenneme!"

"Hey, hey!" Onunkinden daha büyük bir hızla koltuktan kalktım. "Sen nerede olduğunun ve kiminle konuştuğunun farkında mısın?"

"Farkındayım!" dediğinde yüzüme buz gibi baktı. "Burası cehennem ve sen de bir zebanisin."

Yumruklarımı sıkarken dişlerimi gıcırdattım. "Gidecek hiçbir yerin yokken sana konfor alanı sunuldu, nankörlük etme. Nereden geldiğini hatırlatmamın lüzumu yok."

"Gerçekten bugün hiç hatırlatmadın var ya!"

Onu baştan aşağı süzerken birkaç adım geriye gittim. "Şu hâline bak, ele avuca sığmıyorsun. Hayatının her yerinde böyle agresif ve arsız mıydın?"

"Şımarık bir velet olmaktan iyidir!"

"Terbiyesiz."

Arkasını dönmeden önce bana dil uzattı. Bu kız gerçek miydi? Kesinlikle şeytani bir ruh tarafından ele geçirilmişti. Herkesin güvenliği için onu göndermeliydim. Yetimhane müdiresiyle konuşup gerekirse servetimin yarısını bağışlamalıydım. Sonuçları ne olursa olsun geldiği yere postalamalıydım.

Paltomu almadan evden çıktım. Kar yağışı gittikçe yoğunlaşsa da ilk kez üşümüyordum. Vücudumun her yanını öfkeli bir sıcaklık sarmalamıştı. Buz örüklerinden oluşan sanrılarım artık alevler tarafından eritiliyordu. Cehennemin içindeki bir ateş hattındaydım ama üstüme gelen kurşunlar değil, zebanilerdi.

Bugün sadece bir konuda haklıydı. Benim aklım da takılı kalmıştı ortak bir düşüncede. İlk kez babamın sözünü dinlediğim için kendi ellerimle boğazımı sıkmak istiyordum.

Saygısız kızın da dediği gibi, vasiyetin canı cehenneme!

Bölüm Sonu.

Ne kadar güzel anlaşıyorlar ya birbirlerine bayıldılar 💘

Leonard'ın ağzından bölüm okumayı seviyor musunuz?

Sizce İdil gidecek mi? Daha doğrusu yurda dönmek için Bayan Maja'yı ikna edebilecek mi?

Yoksa Leonard'la iyi mi geçinmeli?

Sonraki 2 bölümde tüm cevaplar sizlerle olacak 🌪️

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top