28. SOĞUK BULUŞMA


28, Soğuk Buluşma

Sezen Aksu - Unuttun mu Beni?

LEONARD

Bir Ay Sonra

Yaz geliyor Leonard, gülümse.

Ne saçmalık. Zamanın hızlı geçmesi o kadar iyi bir şey değildir. Küresel ısınma gittikçe yaklaşıyor. Aşağı yukarı iki mevsim kalmış durumda. İlkbahar dediğin insanı biraz üşütmeliydi, benimkiyse çabucak bitmiş ve içimi ısıtmıştı. Bu işte bir terslik olduğunu vaktinde anlamalıydım.

Ah yine, yine birinin merdivenden gürültüyle çıktığını duyuyorum ve bu hoşuma gitmiyor. Tek yaptığım pencerenin önüne bir sandalye çekip manzarayı izlemek olduğu hâlde akışım sürekli bozuluyor. Birinin beni haftada iki kereden fazla görmek istemesi rahatsız edici. Yemekleri bile odamda yiyorum, salona uzun zamandır inmedim, evimde bir katı kendime has kılmamdan daha normal ne olabilir? Sağlığı tam insanlar amma da anlayışsız oluyor.

Odama, burayı geceli gündüzlü yaşam alanım ilan etmeme rağmen özel hayatın gizliliğinden bihaher kuzen bozuntusu dalıyor. Ona Mateo Adremov demeyeli bayağı oluyor çünkü Teo kısa ve yorulmaktan nefret eden birine dönüştüm.

"Beni görünce yüzünde güller açıyor. Hoş geldim mi?"

"Komik değil."

Başımı tekrardan kör manzarama çevirsem de pencereden yansımasını görebiliyordum. Rollerimiz değişmiş gibi Teo benden bin kat daha iyi duruyordu. Hâlâ düzgün bir işi olmasa da kıyafetlerine özen göstermiş, saçlarını uzatmıştı. Bunu bana da aşılamaya çalışıyordu ama bir işe yaramıyordu. En son en zaman bir gömleğimi ütületmiştim, bunu bile hatırlamıyordum.

"Seni güldürmeye çalışan yok, zebani."

"Ne dedin sen?" Ellerini teslim olur gibi kaldırarak yanıma geldi ve pencerenin hemen önündeki koltuğa yerleşti. "Sana şuraya barbarca oturma diyorum."

"Artık oturmamı da mı eleştiriyorsun?" diye abartılı bir yakınmayla sordu. "Eleştirilmesi gereken bir oturuş biçimi varsa o da seninkidir. Şuna bak, tekerlekli sandalyedeymiş gibi duruyorsun. Bu sıcakta bacaklarına bir de battaniye örtmüşsün!"

Üstümden çektiği örtüyü bir ucundan yakalamaya çalıştım. "Karışma, üşüyorum ben!"

Örtüyü zor ulaşmam için koltuğun diğer ucuna, arkasına astı. "Haziran ayındayız Leo, hava yirmi derece."

"Termometreli takvimim olmak için mi geldin sen? Neden buradasın?"

"Sadece nasıl olduğunu merak etmiştim," dedi pişman olmuş gibi.

"Sağlık durumum değişken değil, beni sürekli ziyaret etmene gerek yok. Fiziksel olarak da işte gördüğün şekildeyim."

Normalde konuşmamız burada biter, sonraki sefere bir şey isteyip istemediğimi sorar, ben de hızlıca bir dahakine gelmemesini söylerdim ve başımı tekrardan pencereye döndürdüğüm an vedalaşmış olurduk. Ben bakışlarımı yine pencereye çevirdim ama Teo bu sefer konuşmaya devam etti.

"Doktor birkaç ay boyunca ayağının üstüne tam basamayacağını söyledi, sonrasında hiçbir şey olmamış gibi yürüyecek hatta koşacaksın. Şimdi alt tarafı biraz topallıyorsun o da canın acıdığı için. Sadece dokunun iyileşmesini bekleyeceksin ve bu sonsuza kadar sürmeyecek."

"İçinizi rahatlatmak için uydurdu bunları."

"Doktor mu uyduruyor yani?" diye şaşkınlıkla sordu. "Asıl palavra sıkan sensin. İnsanlara kendini bir rehabilitasyon merkezine kapattığını bile söylemişsin."

"Çünkü evime gelmelerini istemiyorum," dedim imayla.

"Bunalımlı evreyi atlattıktan sonra hepsinin yüzüne bakmak zorunda kalacaksın."

Teo'ya pozisyonumu hatırlatmak için yüzüne bir saniyeden kısa bir zaman baktım. "Öyle bir zorunluluğum olmaz."

"Ah, tamam tamam." Söylediklerimi kabullenmediği, dizlerini dirseklerine yaslayıp öne eğilmesinden belli oluyordu fakat önemsemedim. "Peki birlikte iş yaptığın insanlarla tekrardan görüşmeye başladığında ne olacak? Eninde sonunda şirketine geri döneceksin."

"Belki erken emekli olurum. Nasılsa çalışmamı gerektirmeyecek kadar param var."

"Yüce Tanrım!" dedi şiddetli bir yakınmayla. "Depresyonun kaçıncı katmanındasın sen böyle?"

Teo ilk kez ona uzunca bakmam ve konuşmamızı önemsemem için bir sebep vermişti. Etrafımda, ruh hâlimi tanımlama cesaretinde bulunacak tek kişi olup bunu kullanabildiğinden, ela gözlerine samimiyetle odaklandım.

Kısık olduğu kadar etkileyici bir sesle de, "En derin ve karanlık olan sonuncu katmanı," diye mırıldandım. "Bu yüzden benimle sohbet etmeye çalışman bile saçmalık. Güneşli bir gökyüzünün altında durmuş, sırf içindeki ölü ruhu merak ettiğin için tehlikeli bir kuyuya eğiliyorsun. Zamanını, bana kendini duyurmaya çalışarak harcama. Git ve dışarıda olmanın tadını çıkar."

Tam rahat bir nefes verip tekrardan pencere dışını izlemeye geçmiştim ki kazanmadığımı hissettirecek birkaç şey daha söyledi.

"Fakat ben seni duyuyorum Leonard, dinlediğim kendi yankım değil ulaşmaya çalıştığım kişinin sesi. Bu yüzden kuyunun dibinde olsan da ruhunu aramaktan vazgeçmeye niyetim yok."

"Durumumu iyi özetledin," dedim kızarak. Şeffaf görünmekten hoşlanmamıştım. "Öyle derindeyim ki senin aksine ben hiçbir şey duyamıyorum. O kadar dipte hissediyorum ki bazen kuyuda olduğumu bile unutuyorum. Ben sanki bu karanlığın içine doğmuşum."

"Yanılıyorsun," dedi inatla. "Kendi kollarını geriye bükmüş, kendi avuçlarını kendi sırtına yaslayıp iteklenmişsin kuyuya. Karanlığı kendin seçmişsin ama bir ışık yakmak yerine gözlerini alıştırmaya çalışmışsın."

"Nihayetinde nasıl başa çıkacağımı öğrenmişim."

"Bence ellerini kulaklarından çekersen beni ve senin için endişelenen diğer herkesi duyabilirsin."

"Mateo Adremov'la depresyon üzerine söyleşi." İç çektim. "Madem bu kadar kurcalıyorsun biraz daha konuş. Sen iyi misin?"

Beni detaylandırsa da kendisini, "Sanırım," diyerek özetledi. "Benim de depresyondan tamamen sıyrılmamı engelleyen bazı şeyler var tabii."

Tavırlarını ayırt etmek için kaşlarımı çatıp dikkatle inceledim. "Öğrendiğim kadarıyla Elias'ın durumu ağırlaşmış."

Parmaklarıyla oynarken başını belli belirsiz salladı. "Bu yaz Makedonya'ya gitmem gerekiyordu, hazır uğramışken Üsküp'e geçerim."

"Üsküp'e gideceksin, o yüzden mecburen Makedonya'dan geçeceksin."

Dalga geçer gibi kıkırdağımı duyunca hemen başını kaldırdı. Sert baktığında bir kurt adamı andıran ela gözleri, yakalanınca çocuk gibi şaştığından daha çok gülmek istedim ama hayır, bu kendi esprim bile olsa artık hiçbir şey ikinci kez gülecek kadar komik gelmiyordu.

"Yok artık, benim Makedonya'da işim olamaz mı?"

Hiç inanmadığımı belli eden bir mimikle onaylandım. Benim aksime, kendini ikna etmek için üstelemedi. Kalkıp gitmeyince daha da cesaretlenip o malum soruyu sordum. "Kız kardeşini özledin mi?"

"İdil'le yakın zamanda görüştük. Aptalca kıskançlıklara girmeyeceksen zaten görüşmeye devam ettiğimizi de biliyorsun." Sessizliğimi korudum. "Aslında senin dışında herkes onunla buluşuyor. Çalışanlarınla kurduğu dostluğu sağlam. Öyle ki, sırf aranız bozuldu diye diğerlerine küsmüş falan değil. Neyse, üniversite için girdiği baraj sınavı da fena geçmemiş ama kararsızlığı aynı yerde. İyi ki Ivan'dan ders almaya devam etmiş, bir kere denk geldim de çocuğun tarih bilgisi bile var."

Sustuğundan emin olana kadar bekledikten sonra, "Onu sormadım Teo," diyerek karşı çıktım. "Yıllar önce vefat eden ablanı özleyip özlemediğini merak etmiştim. Kız kardeşin derken kastettiğim buydu."

"Alçak!" diye parladı. "Madem öyle neden beni susturmak yerine her şeyi dinledin?"

"Dinlemedim ki, o ara başka bir şey düşünüyordum."

"İdil'i merak etmedim diyorsun."

"Neden merak edeyim ki? Biz ayrıldık."

"Doğru," dedi derin bir nefes alıp. "Onu hastanede yattığında, yani birbirinize en fazla ihtiyacınız olduğunuz zamanlarda terk ettiğini unutmuşum."

"Ben değil, o beni terk etti." Kafamı çevirmeden önce, "Doğum gününde," diye ekledim.

"İyi yapmış."

"Hey!" dedim kaşlarımı kaldırıp.

Abartılı bir ilgiyle, "Noldu?" diye sordu. "Acı mı çekiyorsun?" Parmaklarını çenesine yerleştirdiğinde saçlarımdan ayaklarıma dek süzdü. "Yoksa bacağından dolayı değil de bu yüzden mi depresyona girdin?"

Omuzlarımı kaldırıp indirdim. "Üzerimde herhangi bir etkisi yok."

Sırtını rahatlamış bir şekilde yaslarken, "Kızacaktım ama tamam," dedi. "Bunu öğrenmek benim için daha iyi oldu."

"Neden? Neden böyle söyledin şimdi?"

"İdil'in hayatına devam etmesi gerekiyor da ondan."

"Bu ne demek şimdi?" Sabırsızlığımı umursamak yerine gözlerini tavana dikip ayaklarını sallayınca, "Teo!" diye uyardım.

Saçlarını karıştırma bahanesiyle yüzünü giysi dolabından tarafa döndürdü. Berbat bir şey söyleyeceğini o an anladım. "Benden duymuş olma ama birini anlatıp duruyordu."

"Ha?"

"Sanırım ayrıldıktan sonra bağlanmış."

"Neye bağlanmış?"

"Bir insana."

"Bir insana neyle bağlanmış?"

"Anlamamazlıktan gelme, o boşluk sürecinden bahsediyorum. Birini düşünmüş ve ondan hoşlanmış."

Yerimden şiddetli bir hızla kalktığım için elimi pervaza yaslamak zorunda kaldım. "Birine âşık olmuş ha?"

Gözlerime bakmak için kafasını doğrultması gerekmişti. Avuçlarını arkaya atıp geriye kayarken yutkundu. "Âşık demedim hoşlanmış dedim."

Duygu durumlarının farkını önemsemeyerek dişlerimi sıktım. "Bu kadar kısa zamanda mı? Henüz sadece bir ay oldu! Nasıl bu kadar çabuk unutabilir beni?"

"Onun İdil'in üzerindeki etkisini görseydin hak verirdin."

Gözlerimi dehşetle irileştirdim. "Sen de tanıyorsun yani?"

"Uzaktan," dedi çekingenlikle.

Damarlarımdan kan yerine ateş parçacıkları aktığı için yanaklarım kuru kalıyordu ama bu ağlamadığım anlamına gelmezdi. Gözyaşlarım kederle sırasını bekliyordu. "Ben hayatım boyunca senin kadar nankör birini görmedim, Teo!" diye parladım öfkeyle. "Bunu bana nasıl yaparsın?"

Teo şaşkınlıkla kendini işaret etti. "Ben mi yaptım?" Başını sağa sola sallarken gözlerini tiksintiyle kaçırdı. "Dostum biz hiç sevgili olmadık, konunun dışındayım. Lütfen hedefini şaşırma."

Burnum kanatlanırken, ayakta kalmaya devam edebilmek için diğer elimle de sandalyenin tahtasını sıkıca kavrayarak bir adım attım. "O acımasız büyücü bir başkasının yanındayken hasta bir adamın geride kaldığını nasıl hatırlatmazsın? Beni ziyaret etmemesine nasıl göz yumarsın? Hepsi senin yüzünden!"

Teo benden kaçmak için koltuktan bir çekirge gibi atladığında, "İstemiyordun!" diye bağırdı. "Görmeyi kabul etmiyordun!"

Ani bir hareketle kalktığım için sağ bacağım sızlamıştı fakat buna rağmen ellerimi temas ettiğim noktalardan çekerek Teo'ya dönebildim. "Kimin umurunda! Seni de istemiyorum ama geliyorsun! Kaldı ki İdil..." Kırmızı dudaklı bir kızın adını anınca boğazıma bir gülün dikeni takıldı. Kaşlarım hüzünle çatıldı, sesim çatallandı. "O tüm kuralların dışındadır. Hiçbiriniz bu zamana dek nasıl tanımazsınız? Kuralları bir sakız gibi çiğner. Keşke tükürüp atsaydı beni ama yine de yanıma gelseydi. Sırf ben gelme dedim diye gelmesini öyle çok bekledim ki."

Teo odadan çıkacak kadar geriye yürümüştü. Bense o kadar yorulmuştum ki bir adım olsun atamıyordum. "Tamam o hâlde," dedi durumumuzu kabullenerek. Bileğini geriye uzatıp kulpu çevirirken bile göz gözeydik. Teo kapıyı açarken koridordan uzanan diğer zarif el de işini kolaştırmak için kapıyı itekledi. "En sevdiği sakız markası kural olan o kız, işte geldi."

Şimdi dünya, gözlerimi kapattığımda bile zihnimde varlığını koruyan o kızı gerçekten karşımda görmemin şerefine birkaç saniye duruyor. Başım dönüyor. İdil duruyor, başım dönmeye devam ediyor. Bekletme tuşu olmayan bir video kaseti gibi anılarımızı başa sarıyor. Sadece yeşil bir elbise giyinmiş ama bir yaz ormanını vücuduna sarmış. Dünya gözlerimin önünde birkaç asırlık nefes alıyor.


"Ben sizi yalnız bırakayım."

Teo uzaklaşmak için İdil'in yanından bir karartı gibi geçince her şey normale döndü. Bu boşluk anından faydalanarak kolumu arkaya atıp pervazı tekrar yakaladım. Sağ bacağımı, önce sol bacağımı geriye çektikten sonra duvara yaklaştırarak sakladım. Sırtım pencere boşluğundaydı, gizli bir destekle de olsa dik durmayı başarmıştım.

"Ne işin var burada?" diye yüzüne bakmadan sordum. "Köşke girmen yasak."

"Neden?"

Sesi... Bir kelime konuşmuş olsa da kulaklarımı gıdıklandıran sesi... Gülerken ve ağlarken nasıl çıktığını bildiğim tanıdık sesi...

"Tadilat yapılacağı için misafir kabul etmiyoruz," diye ani bir şey uydurdum.

Arkasını dönüp aşağı katları incelemek yerine kahverengi gözlerini duvarlara çevirdi. "Hiç inşaat malzemesi yok."

"Az önce karar verdim." Canlılığından bir şey kaybetmemiş gözleri bu kez bana döndü. Onun taraftan nasıl göründüğümü öyle merak ettim ki.

"Ben girdikten sonra karar verdiysen yasaklar beni ilgilendirmez."

Kendinden emin sesi... Tırnaklarımı pervazın beton yüzeyine sürterek tüylerimi diken diken ettim. Bu sayede, "Gerçekten neden geldin?" sorusunu, rahatsız bir tavırla sorabildim.

Bir anda, "Seni özledim," dedi.

"Ah..."

"Şaka şaka." İri dudaklarını aralayıp, dişlerini gösterecek kadar büyük güldü. Yaralıyıcı soğuk esprileri... "Sanırım artık işe gitmeyecekmişsin."

"Bunu da nereden çıkardın?"

"Sizi dinledim."

"Ayıp bir şey yapmışsın."

"Ayıp şeyler yapmayı severim." Ağzım acelesiz bir hızda açılırken ellerini kaldırıp toparladı. "Ev sahibinden önce yemeğe başlamak, kapıları çarparak kapatmak ve yüksek sesle konuşmak gibi gibi."

Neler yaptığı umurumda değilmiş gibi görünmeye çalışsam da, "Bazen de küfür etmek," diye mırıldandım.

"O da var," diyerek onayladı.

Konuya dönmek için gözlerimi kaçırmayı kestim. "Bir süre çalışmayı düşünmüyorum, evet?"

"Bu yüzden paraya ihtiyacın olabilir."

"Niye, kredi mi vereceksin?" Soğuk eprileri sadece kendisi yapabilirmiş gibi mimiksiz kaldı. Kaşlarımı alınganlıkla çattım. "Benim için endişelenmene gerek yok. Hayatımı çoktan garantiledim."

"Köşkün birçok odası var," dedi yavaş yavaş. "Bazılarını kiralayarak ek gelir elde edebilirsin. Ev sahibi olmaktan hoşlanırsın."

Sonda yaptığı ima dudaklarımı yalamama neden olsa da, "Yatmaya elverişli odamız yok," diyerek karşı çıktım.

"Ya benimki? Yani eskiden kaldığım yer. Eşyalarımı falan yakmadıysanız..."

"Olduğu gibi duruyor," dedim hemen. Amanın, felaket bir hızda söylemiştim.

"Harika! Köşkten ayrılmamı istediğin bu bir aylık süreçte benim için kiraladığın daire çok hoştu ama komşularım fazla ses yapıyor. Biliyorsun ki ben taşra yaşamına alışkınım. O yüzden düşündüm de..." Parmaklarını göğüs hizasına yükseltip, tırnaklarıyla oynamaya başladı.

"Burada kalamazsın."

"Ah." Başını kaldıramasıyla indirmesi bir oldu. "Tamam. Peki özel bir sebebi var mı?"

"Burada kalamazsın," diye tekrar ettim. Sağlam bacağımı da kurşunlayıp duruyordum ama kemiklerim yerine kalbim acıyordu. "Çünkü çok pahalıdır," dedim pes ederek. "Bir odası bile şehir merkezindeki daire fiyatına denktir. Ayrıca istediğin oda burada en değerli olanı." Birbirimize bakar hâlde fazla uzun duraksayınca odasını kastetmek için solumda kalan duvara döndüm. "Çünkü güneş görüyor ve banyosu var."

"Biliyorum," dedi tebessümle. "İnan bana hepsi ezberimde."

Ne kastettiğini anlamamak beni tekrardan germişti. Onunla günlerce bu şekilde konuşabileceğimi bilmek, huysuz bacağımı gittikçe sızlatıyordu. "Duygularımla eğlenmen bittiyse şimdi bana gerçeği söyle. Neden geldin?"

"Dedim ya, oradaki ev..."

"İdil."

"Of!" deyip sabırsızca arkasını dönünce hemen şimdi gidecek diye çok korktum. Neyse ki birkaç saniyenin sonunda tekerlek sesini duyduğum bavuluyla birlikte geri geldi.

"Sen ciddisin."

"Şaka yapmak için bu kadar eşyayı yanımda sürüklemezdim. Teo hepsini merdivenden çıkardı, böyle bir şakadan sanıyorum ki en çok o hoşlanmazdı."

Bense neyden hoşlanmadığımı bilmiyordum. Gelmek, yeni bir gitmeyi çağrıştırıyordu. Rüyalarıma bile konuk olmayacak bu dönüş, neredeyse burnumun dibindeydi ama ben bir kâbustaymışım gibi ana sıkışıp kalmış, kıpırdayamıyordum.

"Acaba sen şeyden mi endişe ediyorsun." Sessizliğimin üzerine ensesini kaşıdı. "Eski sevgilinle birlikte yaşamak kulağa saçma geliyor evet, kabul. Ama biz bazı maceralar atlattık, anlarsın ya."

Sakinleşmek için, bana değil eve döndü, diye hatırlattım kendime.

"Benim için iyilikler yapsan da araziyi sattığımızda tüm borçlarımı faiziyle ödeyecektim," dedi ilk kez bu konuyu açarak ama devamını da getirmedi.

"Bir müşteri bulmuştuk ama görüşmeye gitmemişsin."

"Çünkü orayla ilgili birtakım planlarım var. Henüz detaylı düşünmedim, bir gün karar verdiğimde sana da anlatırım." Benimle ilgili ufacık bir gelecek planı yapması odağımı bozmuştu, "Ee," demesiyle ayıldım. "Odamı bana ücreti karşılığında veriyor musun?"

Bunun üzerine ağzımdan çıkan ilk şey, "Canın nasıl isterse," oldu. "Ben bütün günümü burada geçiriyorum, senin için sorun değilse evin geri kalanı umurumda olmaz."

Yüzü düşse de gülümseyip bavulunun kulpunu sıkıca kavradı. "Kirayı da yemekte konuşuruz. Nina'nın akşam hazırlığı nefis görünüyor."

"Tokum ben."

Yüzü bir kez daha düştü, bir kez daha başarısızca gülümsedi. "Bunu daha önce de yapardık. Ben yemek yerdim, sen öyle iştahsızca otururdun."

"Sana tekrardan afiyet olsun ama ben gelmeyeceğim."

Kaşını kaldırıp başını sallandığında bu kez keyifsizliğini belli etmişti. Tepkisiz bırakmaya çalıştığı suratı, en az saçları kadar hırçın görünüyordu. "O hâlde iyi günler."


Kapıyı kapattı.

Odama girdi ve sonra da çıktı.

Buradaydı.

Yüzümü acıyla buruşturarak sandalyeye oturdum. Sızlayan bacağımı koltuğa uzatarak dinlendirmeye çalıştım. O kadar zamandır hareketsizdim ki gerçekleşme ihtimali düşük gelişmeler tüm sistemimi harekete geçirse de beni asıl endişelendiren kalbimdi. Elimi yüzümde gezdirince soğuk terler akıttığımı fark ettim. Az önce kendimden emin dursam da şimdi durumu kavrayıp panik atak geçiyordum. Ya bu, yeniden heyecanla çarpmaya başlayan kalbimin geçirdiği şiddetli bir krizse? Panik atan yüzünden mi kalbim hızlı atıyordu yoksa kalbim hızlandığı için mi panikliyordum? İdil'in getireceği bir bardak şekerli suya ihtiyacım olduğunu fark ettim.

Bacağımı ovuştururken, kararan manzarımı daha dikkatli inceledim. İdil'i görmeyi beklediğim alandan ibaretti manzaram. Yol, bahçenin hemen ötesinde uzanırken nasıl görmemiştim geldiğini? Diğer bağlantı yolunu mu tercih etmişlerdi? Başka bir odaya mı çekmeliydim sandalyemi? Yoksa iki tarafı da görebilen bir noktada duvarı yıkarak pencere mi açtırmalıydım?

Merdivenlerdeki hareketliliği işitince bacağımı kendime çekerek geri indirdim. Parmaklarımı saçlarımda gezdirip düzeltirken banyo yapma alışkanlığımı bırakacak kadar kafayı yemediğime şükrediyordum.

Kapı çaldığında umarım keyifsiz bir sesle, "Gel," demeyi başarmıştım. Bu tek kelime ağzımdan tamamen çıkmadan elinde bir tepsiyle içeriye girmişti zaten. "Yemeyeceğimi söylemiştim."

"Teo'nun sohbeti pek sarmadı."Yemek dolu tepsiyi koltuğun bana yakın ucuna bıraktı, kendisi de diğer tarafına oturdu. Çatal ve bıçakların konumunu ayarlamasını yüzüne bakarak izlerken, "İyi anlaşıyordunuz," dedim.

"Hâlâ öyle."

Çatalını ufak bir haşlanmış havuç parçasına batırırken gözü benim temiz çatalımda ve uzakta durmaya devam eden ellerimdeydi. Yine de ağzına attı ve büyük bir lokma gibi ağır ağır çiğnedi. Onu seyrettiğimi pekâlâ biliyordu ama bakışlarını asla kaldırmıyordu. Çatalı tekrardan uzattı ama hoşuna gittiğini bildiğim lezzetler yerine yeniden garnitüre yöneldi. Yemeğini her an doyacakmış gibi yerken, salondan misafir ağırlandığı anlara has neşeli sesler yükseliyordu. Oradaki herkes, bir şeylerin çözüme kavuştuğuna yürekten inanıyordu. Bizse birlikte yemek yemeyi bile beceremiyorduk.

Beklediğim kişi artık burada olsa da başımı alışkanlık gereği tekrardan pencereye çevirdim. "Lütfen salona inip şu mutlu insanlara katıl. Burada oturduğun sürece benimle sıkıcı bir sessizliği paylaşacaksın. İştahın kapanmasın."

"İştahım uzun süredir kapalı."

Endişeli bir öfkeyle ona döndüm. "Belli, zayıflamışsın. Tabaktakiler bitmeden seninle konuşmam."

Bu kez gözlerime umutla baktı. "İkimiz de zayıflamışız. Bu yüzden ancak birlikte yersek bitirebilir."

"Buraya beni iyileştirmeye falan gelmedin, değil mi?" diye şüpheyle sordum. İdil ne kadar artık burada olsa da birilerinin zoruyla dönmesi ihtimali huzursuzlandırıyordu. "Böyle bir şey istemiyorum."

Çatalını gürültüyle indirdi. "Kibrini bir tarafa bırak, öyle bir niyetim yok. İkimizin hakkında konuşmak için geldim."

Biraz korktuğum, çok fazla da heyecanlandığım için kulaklarımı büyük bir merakla açtım. "Konuş öyleyse, dinliyorum."

Benim başlamayacağım onun da devam etmeyeceği anlaşılınca önce tepsiyi kaldırıp aynalı masaya bıraktı. Geri dönüp koltuğa oturduğunda bu kez bağdaş kurdu. Çırpınan gözlerim yerine, kucağında kımıldanan ellerine baktı.

"Anladığımız kadarıyla, bundan birkaç ay önce karşılaşmamızın pek de masum bir tarafı yokmuş. Seni henüz bebekken tanımam kaderse bile, yıllar sonra evine gelmemin kader olduğunu düşünmüyorum. Bu birleşme sadece babanın seçimindan ibaret. Hans'ın göğsünü yumruklayarak hesap sormak istemediğim tek konu."

"Benim de öyle." İçimden söylediğimi sanmıştım. Konuştuğumu bana baktığında fark etmiştim. Ne yapayım, elimde değildi. Yalnız şimdi değil, aynı fikirde olmamızdan hep hoşlanmıştım.

"Babanın öldüğü gün öğrendin her şeyi," diyerek devam etti. "O güne dek, benim hakkımda belki de ufacık bir endişen yoktu. Belki adım hiç anılmadı evinizde, belki ismim bile yasaktı, bu yüzden o çocuk ve küçük bebek uzun yıllar önce ayrılmıştı."

Bağlantıyı o kadar iyi kuruyordu ki sanki ruhunun diğer yarısı burada, benimle yaşamıştı.

"Beni uzun yıllar sonra karşında gördüğünde ne hissettiğini tahmin dahi edemiyorum. Her şeyi bildikten sonraki ilk buluşma eminim sana da tarifsiz bir eziyet olmuştur. Bana tekrardan bağlanmamak için biraz kötü bile davrandın. Üslubun sertti ve ketumdun. Babana, annene, dedene, geçmişine, yaşadıklarımıza öyle öfkeliydin ki sana ısınamadım. Aslında haklıydın. Bana her şeyi anlatman, seni de düşman bileceğim için her şeyi reddetmemle sonuçlanacaktı ve sefil hayatıma geri dönecektim. Bu yüzden nasıl başlayacağımız senin seçimin olsun istedin ama kafan çok karışıktı, ne yapacağını beş yaşındaki hâlin kadar iyi bilmiyordun. Sonra, neredeyse hemen ertesi gün, beni otobanın kenarında bulup yeniden kucağında taşıdığında tekrardan kendin olmaya başladın. Bu yüzden kendimi sana yakın hissetmem uzun zaman almadı."

Yanağıma bakıp burukça gülümseyince elimin tersiyle hızla kuruladım.

"Her şeyi bildiğim ama sensiz kaldığım bu zamanda anladım ki bizi birleştiren vasiyet sadece bir araçtı. Çünkü beni, senin paltona sarıp götürdüklerinden beri üşüdüğünü bilseydim büyüyünce onu sana geri getirirdim."

Bu kez yanağımın her ikisini de üst üste kuruladım. Söylemeyi düşündüğüm çok şey vardı fakat ağzımı açabilecek durumda değildim.

"Teo'nun anlattığı hikâye doğru, birinden hoşlanıyorum."


O kadar sert yutkundum ki boğazım acıdı, çenemden süzülüp boynuma akan damlayı yakalamak için bu kez çabalamadım.

"Görüşemediğimiz her gün onu düşündüm. Eski Leonard'ı. Puslu, esrarengiz ve antipatik Leonard'ı." Gözlerimi bir şükürle kapattım. "Tekrardan o kişiye dönüşmenin bir yolu yok mu?"

Dudaklarımdaki tuzlu tadı emerken burnumu çektim ve utanç içinde, "Sana hiç yalan söylemedim diyebilmek için bütün dürüstlüklerimi feda ederdim," diye itiraf ettim. "Fakat o istediğin Leonard seni gizlice üzmüştü."

Omzunu kaldırdığında onun da yanağından bir damla yaş tenine aktı. "Nasıl olsa artık üzemez. Yalanlar da sırlar da kalmadı. Yeniden başlayamaz mıyız?"

"Tekrardan bir ilişkimiz mi olacak?"

"Tekrardan kavgalarımız. Tanışmamız, kavuşmamız ve çekişmelerimiz. Her şeye en baştan bile isteye başlayacağız. Olması gerektiği gibi ilerleyecek. Belki sonra birbirimize tekrardan âşık bile olabiliriz."

"O kadar geriye gidecek miyiz?" Çünkü İdil'e zaten geri dönülemez bir biçimde âşıktım ve bu sevginin baştan başlayacak kadar belirgin bir ucu yoktu.

Bakışlarını yukarı kaldırıp gözlerinin altını kuruladı. "Düşün ki, ben seni tanıyıp geldim buraya. Babamın öldürüldüğünü gören, annemin beni doğurmasına yardım eden, beni de çocukken kaybeden bir adamsın. Farz et ki biz olanlardan haberdar bir şekilde karşılaştık. Nasıl olurdu akıbetimiz?"

Bunu biraz düşündüm. "Biz muhtemelen önce kavga ederdik çünkü farklı karakterlere sahibiz ve apayrı yerlerde büyüdük. Hiçbir zaman tamamen barışmaz, sürekli çekişirdik. Birbirimizi umursamaz görünür ama merak da ederdik. Belki sonra âşık bile olabilirdik."

Dudağı rahatlatmayla yana kıvrıldı. "Öyle yapalım. Bebek büyümüş, çocuk da kocaman bir adam olmuş. Yüzleşmemişler, buluşmuşlar."

Kaşınıyor gibi görünsem de, "Ama senden her şeyi gizlediğim kısmı es geçiyorsun," diyerek hatamı anımsattım.

"İnsan bazen, bazı şeyleri kendine bile itiraf edemezken bir yabancıdan saklanması normal. Üstelik iyiliğim içindi, denemek istediğin içindi. Bacağına kurşun yemek pahasına bana yürüyen bir adamı belki aptallıkla suçlarım ama nankörlükle değil. Benden vazgeçmemek için ölmeyi bile göze almıştın Leonard, şimdi izin ver ben elini tutayım. Kendinden vazgeçme diye."

Kucağında duran ellerine baktım. Sonra sandalye kenarlıklarında kalan yapayalnız ellerime. "Sen konuştukça kalbim hızlanıyor ve bana tekrardan yaşadığımı hissettiriyor. Sonra kaçınılmaz bir şekilde gözlerim bacağıma iniyor." Söylediğim gibi yaptım. "Ben yanına yakışmam diyorum."

"Yakışmak mı? Ne yakışması? Sürekli dip dibe gezecek hâlimiz yok. Ben senin kız arkadaşın değilim."

Cümlelerini soluksuz sıralaması nedeniyle başımı endişeyle kaldırdım. "Demin söylediğin onca şey..."

"Hiçbirini dinlememişsin."

"Tabii ki de dinledim."

"Göğüslerime bakıyordun."

"Ne?" diye yükseldim hayretle. "Nasıl böyle konuşabilirsin?"

"Şimdi tekrar baktın."

"Odak noktamı oraya çekip duruyorsun!" Gözlerimi kırpıştırarak kaçırdım. "Ayrıca dekolteli giyinmişsin. Seni ilk kez yaz mevsimindeyken görüyorum. Tarzın hakkında pek bir bilgim yoktu ama anlaşılan akıllara kazınan bir moda anlayışın var."

"Senin de ev sahibine göre fazla müstehcen bir dilin var."

"Sadece bundan ibaret değiliz," diyerek hatırlatmaya çalıştım. "Ortak bir geçmişi paylaşıyoruz."

"Neyse, durduk yere gerilmeyelim. Sonuçta odandan bile çıkmıyorsun, nasıl olsa pek karşılaşmayacağız."

"Fakat birlikte yaşayacasak prosedür gereği bazı konuları detaylıca konuşmalıyız."

Kollarını göğsünde sıkıca bağladı. Bu bir çeşit odak noktamı dağıtma girişimi olsa da gözlerimi kararlılıkla yukarıda tuttum. "Tamam, konuşalım."

"Şimdi değil," diyerek geri çevirdim. "Bugün beni yeterince yordun. Her gün biraz biraz görüşüp konuşuruz."

"Bence de öyle yapmak daha isabetli. Mesela kurallar."

"Anlat anlat bitmez."

"Her gün aklına bir yenisi gelir falan," derken başını salladı.

"Veya seni uyarmam gerekebilir."

Dudaklarını büküp, "Örneğin kapıları yanlışlıkla çarparsam," dedi.

"Ki muhtemelen öyle yapacaksın."

Kapı çalınca çekişmemiz bölündü. Zaten hep, oldum olası, tanıştık tanışalı bir şeyler tarafından bölünürdük. Teo, "Müsait misiniz?" diye sorunca aynı anda birbirimize baktık.

İdil başını yana eğdiğinde aklına bir şey takılmış gibi düşünceli görünüyordu. "Ben bir kiracıysam, sen de ev sahibiysen, Teo hangimizin konuğu oluyor?"

"İkimizin de arkadaşı olduğu için ortak sayılır."

"O benim abim gibidir," dedi hemen.

"Öyleyse benim de kuzenim."

Bir başka mühim sorusu olmayınca Teo'ya içeri girmesi için seslendim. İdil'le aramızda zaten mesafe vardı ama yine de hafifçe gerileyerek uzaklaştık. Vücudumuzun kıpırdadığını fark eden adi Teo, "Demek birbirinize yakın oturup sohbet ediyordunuz," diyerek yüzümüze vurdu. Sonra da odanın içini gülümseyerek kontrol etti. "Eşyalar da yerli yerinde. Barıştınız mı?"

"Aslında daha yeni tanıştık sayılır," dedi İdil.

"Henüz küsmedik ki barışalım," diyerek tamamladım onu. Yeniden başlamamıza dair kararlılığı içime su serpmişti.

Teo kendi kendine, "Şöyle bir hafıza kaybı için nelerden vazgeçmezdim," diye mırıldandı. "Neyse Bay Alphan ve Bayan Ulukan, sizin daha konuşacaklarınız vardır. Yarın başlayacak ve en az bir hafta sürecek tadilat işi almışken artık kasabaya dönmem gerekiyor. İdil benimle gelmeyecekse onu Jason bırakır, değil mi?"

"O burada kalacak."

"Yani mesela bir sonraki gün..."

"Hep burada kalacak," diye üstelediğimde Teo kaşlarını kaldırdı. "Yeni kendisi öyle istediği için," diyerek toparlamaya çalıştım. "Ben bir şey demedim. Sen de konuşsana, bak insanlar yanlış anlıyor."

İdil omzunu umursamaz bir tavırla silkti. "Laf arasında ağzımdan kaçmış, Leo da hep bunu bekliyormuş gibi ısrar etti."

Ona şaşkınlıkla döndüğümde bana bakmamaya çalışıyordu. "Bavulunla geldiğini hatırlatırım."

"O sadece büyük bir çanta."

"Alışverişten döndüğünü söylesen daha çok inanırdım."

"Tüketim çılgınlığım yoktur, beni etrafındaki diğer kızlarla karıştırma."

"Diğer kızların tam olarak hangi tarafta durduğu hakkında biraz kopya verir misin," diye ilgiyle rica ettim. Yüzüme, gözlerinden kıvılcım çıkan bir ifadeyle baktı. "Onlara uzağa gitmelerini söyleyeceğim de."

"Hah."

Ha, ha, hah. Dudaklarımı içime çekip keyfimi gizledim. Bazı şeyler değil iki, yüz kez gülecek kadar komik olabilirmiş.

Ellerini sallayan ve bizden epey uzaklaşan Teo, "Artık beni dinler misiniz?" diye bıkkın bir ifadeyle sordu. "Gideceğimi söylüyorum. Kapıyı da kendim kapatırım. Geceniz güzel, kavgalarınız tutkulu olsun. Elveda ateşli dostlarım."

Tekrardan yalnız kaldığımızda yüzümüz kızarmıştı. Teo son golünü atıp gittiğinden kafamızı dahi kaldıramıyorduk. Bu yüzden İdil ayaklanarak tepsiyi alma bahanesiyle uzaklaştı. "Ona biraz ayıp ettik. Şimdi de yolcu edelim."

"Sen git," dedim parmaklarımla oynarken.

Yemek dolu tepsiyi sıkıca kavrayıp karşımda dikildiğinde kızgın ama konu değiştiği için de hafiflemiş görünüyordu. "Şimdiden oyunbozanlığa başladın."

"Canım merdivenleri inmek istemiyor." Gözlerimi biraz geç de olsa kaçırdım.

Hayretler olsun ki üstelemeden, "Tamam," dedi. "Ben halledip selamlarını iletirim. Zaten sonra da eşyalarımı yerleştirmem gerekiyor."

"Henüz odana girmedin, değil mi?"

"Hayır, büyük çantam kapının önünde öylece duruyor. Neden?"

"Hiç." Bıyık altından güldüm. "Belli oluyor da, o yüzden sordum."

"Hım!" diye mırıldandı yüksek sesle. Göz göze geldiğimizde rolden uzak bir merakla kirpiklerini kırpıştırdı. "Teo'ya yetişmek için acele etsem iyi olur. İyi geceler!"

Meraklandığı için hızlıca kaçmak istemesini anlayabiliyordum. Teo çıkarken kapıyı kapatmıştı ama İdil'de de iki eliyle tutması gereken bir tepsi vardı. Kapıyı açmasına yardım etmeliydim.

Arkasını dönmesini fırsat bilerek sessizce ayağa kalktım. Gürültü etmeden hızlı olmaya çalıştığım için kendimi kasmam gerekiyordu ve bu da canımın acıdığını hatırlatıyordu. İdil kapıya ulaşıp kulpu dirseğiyle indirmeye çalıştığında beni fark etti. Odanın henüz yarısına gelebilmiştim.

O kadar yavaştım ki yetişememiştim, bir işe yaramayı bile becerememiştim.

O an aramızda cidi bir bakışma geçti. Ne yapmaya çalıştığımı anladığı belli oluyordu. Yürümeye devam etmeme sebebimi de biliyordu. Hep biliyordu. Karşısında topallamak istemiyordum.

"Rica etsem ben çıktıktan sonra kapıyı örtebilir misin?"

Başımı utançla salladım.İşte bunu yapabilirdim.

Kimse izlemezken belki gülünç bir şekilde koşabilirdim bile. Bu hâlimi birkaç aylığına idare etmek haricinde her şeyi yapabilirdim.

Kapıyı kapattıktan sonra kendimi yatağa güç bela attım. Sırtımın üstünde geriye kaydığımda bacağımı uzatarak dinlendim. Kurşunun kaval kemiğim yerime baldırma saplanması bir şans olsa da ben bunu kadere yormakta kararlıydım. O arazinin etrafında yaptığım süratli koşular, kaslarımı sanki bu kör kurşuna hazırlamıştı. Fakat doktorun söylediğine göre, yine oradaki kas tabakasının güçlü olması büyük bir felaketi önlemişti. Yakın mesafeden yaralanmamış olsam belki de iyileşme sürecim yarıya inecekti.

Doktor her iyileşme süreci dediğinde birkaç şeyi aynı anda kastediyordu. Psikolog önerisi, sigarayı azaltmam hakkındaki talimatları ve sağlıklı beslenme programlarıyla liste uzayıp gidiyordu. Ağrı kesiciye değil, uyku ilaçlarına ihtiyacım olduğuna diretsem de çözümün nerede olduğunu iyi bildiğimi söylemişti. Ben dudaklarımı İdil diye kıpırdatırken o psikolog diye diretmişti.

Ben şifanın tadını iyi biliyordum ama ne yazık ki şişenin dibi gelmişti.

Pencereden bakmadığım, tavanı izlemediğim zamanlarda şiir okurdum. Adınıza özel şiirler yazan bir şairin gitmesi böyle şeylere sebep oluyormuş. Kelimelerine benzer mi diye bazı şairleri ararken gerek kitaptan, gerek telefondan çok sayfa çevirdim ve kendi gidaşatımı özetleyen yüzlerce tüyler ürpertici dize okudum. İnsanların, anlatmak için neden birkaç cümleyi seçtiklerini de o zaman anladım. Pencerenin önünde beklediğim konuğum gelse de, şiirlerim bitse de, yine aynı tavana bakıp derin bir nefes aldım.

"Çın çın ötüyor yüreğimin kökünde şu dünyanın ıssızlığı,
Tanrı kimsenin başına vermesin böyle bir yalnızlığı."*


Odamın kapısı, Tanrı'nın bir hediyesi gibi çaldı. İdil'in eski odasına girmesini, orayı yeniden tanırken çıkardığı tıkırtıları sessizce dinlemiştim ve süre tam da tahmin ettiğim anlarda dolmuştu. Doğrulup bacaklarımı sarkıtırken, "Gelebilirsin," diyerek davet ettim.

Gözleri önce pencereye kaydı, ardından yatağıma döndü. İçeriye girmek yerine ellerini kapıdan çekmemeyi tercih ederek eşikte durdu. "Uygunsan bir konu hakkında daha konuşmamız gerekiyor."

"Uygunum." Avuçlarımı geriye yaslayarak dinleme pozisyonu aldım. Ne söyleyeceğini iyi bildiğim için bu kez rahattım. Karşıma dek gelip sıkılan oydu. Gözlerini, gözlerimdem ayırmaya karar verdiğinde gergin duran kol kaslarıma bakıyordu.

"Odamda bir sürü hediye paketi var," diye açıkladı çekingenlikle. "Kime ait olduklarını bilmediğim için kurcalamadım. Bu yüzden dokunmadan önce sana sormak istedim."

Duymaya hazır olduğu cevabı vererek, "Onlar senin doğum günü hediyelerin," dedim. "Yirmi bir nisan akşamında parti erken bitti ama hediyelerin de teslim alındı. Orada bir zamandır seni bekliyorlar."

"İnce düşüncen için teşekkür ederim." Birbirimize ilk kez normal bir sohbet arasında gülümsediğimiz için çabucak utandık. "Leonard," deyince bakışlarımı hemen kaldırdım. "Tam olarak hangi gün doğduğumu hatırlıyor musun?"

"Aylardan şubattı, ne yazık ki tüm bildiğim bu kadar."

Başını anlayışla sallladı. "Annemin o kafadayken doğum kayıtlarımı bile kaybettiğine eminim."

Ona, formaliteden de olsa kayıtlara neden bu tarihte geçtiğini kısaca anlattım.

"Sonrasında kimliğini çıkartmak için bazı bilgiler gerekliydi. Hiçbirimizin hatırlamadığı, önemli bilgiler. Babam bana, aklımdan bir sayı tutturur gibi herhangi bir tarih söylememi rica ettiğinde yirmi bir nisan demiştim. Benden küçüktün ve küçük olmanın, sonraki ay doğmakla aynı olduğunu sanıyordum. Fakat seninle aramıza uzun zamanlar girmesini tercih etmedim, tabii yıl farklarından da bihaberdim. Sırf ben yirmi bir martta doğduğum için senin de yirmi bir nisanda doğmanı istedim." Küçük bir bencil gibi göründüğümü fark edince burun kemerimi sıktım. "Bu bile benim kararım olduğu için çok özür dilerim."

"Öyleyse benim doğum günüm gerçekten de yirmi bir nisan olsun."

Parmaklarımın arkasından cesaretle sıyrıldım. "Öyleyse sonraki sefere hediyelerini almadan doğum gününü terk etme."

Tekrar başını salladı. Fazla ileri gitmiş olabileceğimi düşünürken iyi geceler diledi. Onaylamak ya da engellemek için ağzımı açamamıştım ama hemen gitmesini de istemiyordum. Evet ben basbayağı bencildim. İdil'le konuşmaya başladığımıza bile şükretmem gerekirken yanımda neden daha fazla kalmadığını sorguluyordum.

Bir süredir odada yalnızdım.

Ne diyebilirdim ki? Uzun bir rüya olduğuma dair şüphelerim bile tamamen geçmiş değildi. Gözüm hâlâ pencereye takılıp duruyordu. En büyük dileğiniz gerçekleştiğinde sevinmek yerine yeni bir bedel ödeyeceğinizi düşünerek hüzünleniyorsanız benimkinin onda biri kadar kafayı sıyırmış olabilirsiniz.

Günün bittiğini varsayarak pijamalarımı giyindim. Tehlikeyi umursamadan açık pencereden aşağıya sarktığımda İdil'in odasının ışığının yandığını gördüm. Bu geri dönüşü beni daha şimdiden kontrol manyağına çevirmişti ama o, bundan bıktığını söylemediği sürece idare edebilirdim.

Lambayı kapattıktan sonra ben de ışığı söndürdüm. Demek paketlerin hepsini açmıştı. Acaba insanlar ona ne almıştı, en çok hangisini beğenmişti? Mücevher setin yanında hediye etmek istediğim ufak tefek şeylerin benim olduğunu anlamış mıydı?

"O günlerde Manal'ı dinlemem doğru değil miydi acaba?" diye kendi kendime sordum. "Fakat İdil'in hoşuna giden şeylerden emindi. Bir ay içinde tüm bunlardan soğumuş ve başka şeylere ilgi duymuş olabilir mi? Yoksa hediyeler mi eskidi? Veya birileri çalmış olabilir mi?" Gözlerimi dehşetle irileştirdim. "Evimde bir hain besliyormuşum, diğerleri neden olmasın? Of, umarım onlar hain değillerdir. Bir tanesini daha kaldıramam."

Derin bir nefes alarak sakinleşmeye çalıştım. Bu bir saniye sürünce başımı çevirip yatak başlığının arkasında kalan ortak duvarımıza baktım.

"Fakat neden hâlâ gelmiyor? Işığı kapatalı neredeyse yarım saat olacak. Hediyeler elimdeki tek sebepti. Gece uzun ve konuşacak bir sürü şey var."

Örtünün altına alınganlıkla girdiğimde göğsüme dek çektim.

Umudumu kestiğim an bir ses duyunca duvara iyice yaklaşarak, "Ne o?" diye sordum. "Ev sahibi olarak bu saatte ses yapmanın yasak olduğunu bildirmemin tam zamanı! Fakat gerçekten de ne o, şiir mi okuyor yoksa şarkı mı söylüyor?"

Çok geçmeden bunun bir çeşit inilti, iç ezici bir ağlama olduğunu anladım.

Elim ayağıma dolandı. Örtüyü üstümden atarken parmaklarım titriyordu. "Uykuda ya da uyanık. Fark ettim. Kâbus görüyor. İlk günümüzde kötü bir gece geçirmesine izin veremem."

Sayıklayarak ilerlerken canımın yandığını hatırlamıyorum. Bacağım bana acıyı hissettirmek için sızlanmalar gönderse de aksak yürümek pahasına ayak tabanıma var gücümle basarken o an kendimle ilgili detaylar tek bir an bile umurumda değildi.

Kapısını endişeyle çalarken, "İdil," diye fısıldadım. "İçeri geliyorum."

Birkaç saniye beklesem de cevap alamayışım üzerine mecburiyetle girdim. Gözüm karanlığa tamamen alışmasa da başımı öyle hızlı çevirmiştim ki yatağında huzursuzca kıpırdandığını ilk saniyeden ayırt etttim.

"Beni seçme."

Bir kez daha, "İdil," dedim sessizce. Kâbus görmeye devam eden ve uyanamayan birine asla bağırılmamalıydı.

"Lütfen beni seçme."

Elimi kararlılıkla uzatıp alnına koydum. Nefesini bir an tutar gibi olsa da sakinleşti. "Geçti bebeğim," dedim saçlarını zarifle okşarken. "Sadece bir rüya."

Kısa süreliğine sessiz kalsa da, "Beni seçme," diye tekrar etti gözlerini açmadan.

Parmaklarımı alnından yüzüne doğru indirdiğimde yanaklarının ıslak olduğunu fark ettim. Gece boyunca iyi olacağına o kadar inanmamıştım ki onu kendi odama götürmek için ellerimi vücudunun altından geçirmeye yeltendim. Tırnaklarım kumaşa değer değmez aklım başıma gelince duraksadım.

Onu taşıyamazdım.

Yumruklarımı sıkarak kendimden nefret ettim. Artık onu taşıyamazdım. Yatağının dibine, dizlerimin üstüne bile çökemezdim. Ezik ve güçsüz hissediyordum. İşe yarayabileceğim tek şeyi bile yapamıyordum. Fakat egomun canı cehenneme, İdil'i burada bırakmayı yine de istemiyordum.

Yüzüne eğildiğimde, "Yürüyebilir misin?" diye sordum. Uykusunu dağıtmak için tnine küçük, masum dokunuşlarla temas ettim. "Hadi güzelim," dedim kollarını biraz daha kavrarken. "Bana sıkıca tutun yeter. Gözlerini açmana bile gerek yok. Düşmene asla izin vermem."

Sersemliğini üstünden atamasa da eşlik etmeye çalışıyordu. Koridorda seyrek adımlarla ilerken uyandığındaysa ne olduğunu sormamıştı. Muhtemelen kâbusunu hatırlıyordu ya da bu ataklardan haberdardı. Odama girdiğimizde de hiç konuşmadık. Komodindeki abajurun ışığına doğru birlikte yürüdük. Yolun sonuna geldiğimizde o yatağıma oturmaya bense yüzüne bakmaya çekiniyordum.

"Biraz soluklanalım."

Teşvik edince bana uyum sağladı. İkimiz de bu yatakta paylaştıklarımızı hatırlıyor ve iki eski sevgili olarak utanıyorduk. Uzun zaman sonra ilk kez yan yana oturuyorduk.

"Burası bir kâbus yuvası," dedim sessizce. "Benden kurtulmuşken neden geldin?"

"Kâbuslarım ayrılmamızdan sonra başladı, her yerde devam etti."

Başımı çevirdiğimde yüzlerimizin yakın olduğunu fark ederek yeniden önüme döndüm. "Ne görüyorsun?"

Sessizliğini sabırla dinleyip, düşünmesi ya da hazır hissetmesi için süre tanıdım. "Hatırlayacak kadar net görüntüler değil," dedi dalgınca. "Canlanan resimler, silahlar, kanlar ve mezarlıklar. Bazen de küçük bebeklerle çocuklar."

"Yani yaşadıklarımızı," diye özetledim.

"Onlara bin ekle," dedi çekinerek. Konuyu üstelemem gerektiğini anlamıştım. "Beni önemseyip buraya kadar taşıdığın için teşekkür ederim."

"Yanılıyorsun, seni taşımadım. Seni istesem de taşıyamazdım. Sadece koluna girdim ve birlikte yürüdük."

"Fark etmez."

"Çok şey fark eder," dedim hazır yeri gelmişken. "Beni neden görmeni istemediğmi şimdi anlıyor musun? Dümdüz yürümeyi bile beceremiyorum ve bunun ne kadar süreceğini bilmiyorum."

Yüzümü, sanki her yaşımı görebiliyormuş gibi hüzünle incelerken abajurdan yansıyan ışık, alnını ve tatlı bakışlarını parlatıyordu. "Hâlâ yakışıklı bir prense benziyorsun."

Gözlerine, omzumun üzerinden umutla odaklandım. "Senin gibi doludizgin bir prensese yetişemem. Ben seni yavaşlatırım. Yeniden hızlanmamı beklemek zorunda değilsin."

"Neden aynı hızda yürümeyi öğrenmiyoruz?"

"Böyle yapma," diye yalvardım kalbim heyecanla atarken. "Nefret edersen baş etmesi daha kolay olur. Nefret etmen için senden ayrılmıştım, bunun bir anlamı olması lazım."

"Ben seni unutmaya çalışırken sen ne yapacaktın?"

Çenemi kaşımak için boynumu çevirdim. "Sanırım yine de bekleyecektim. Yaşlı köşk de prens bozuntusu da seni sonsuza kadar bekler. Üzülme ama bizim kaderimiz bu, alışkınız."

Kalçasının üstünde geriye giderek sırtını yatak başlığına yasladı. Az önce altında olduğum örtüyü kendi üstüne çekti. Pencereden giren gece esintisi beni bile üşütmüyordu ama sanırım buna rağmen tanıdık bir ısıyı arıyordu.

"İhtiyacım olan tek şey yaşlı köşkte bir oda, prens bozuntusunda da anlayış."

Soluma döndüğümde beni bu kez dizleri karşılıyor olsa da dürüstçe sordum. "Alphanların çatısı altında olmak seni incitmez mi?"

"Ev değil kâbuslar incitir. Olmadı bahsettiğin tadilatı yaparak köşkü biraz değiştirir, hiç olmadı buraya yeni bir isim buluruz." Benimle kalmak için çırpınması karşısında kaskatı kesilirken örtüyü üstüne biraz daha fazla çekti. "Hem bana en az bir aylık iyi uyku borcun var. Almadan gitmem."

İnanamıyordum. Tüm noksanlarımı görmüştü ama gitmek istemiyordu. Dürüst olmuştum ve bütün saçmalıklarımı sorgulamadan kabul ediyordu. Gerçekten de huzuru bulmuş gibi esnemeye başlamas karşında güçsüzce gülümsedim.

"Borçlarıma sadık kalmadığım bir an bile olmamıştır." Sesim öyle kısık çıkmıştı ki gözlerini merakla kaldırdı. "Öyleyse yanımda yat," dedim cesurca.

Davet eden bendim, davetkâr bakan oydu. Bir heykel gibi kıpırtısız dursa da ben dayanamayarak yutkundum. Parmaklarım çarşafa geçirmiştim ama dizlerine dokunmak istiyordum. Sonsuza kadar sürecek olsa da milim milim yaklaşırken dudaklarımı yaladım. Bu anı bir yerden hatırlıyordum.

"Anlaşmamızı unutmadın değil mi?"

Hızla geriye çekilirken amma da öne gitmiş bulunduğumu fark ettim. "Seni öpmeyeceğim."

Başını düzeltirken, "Bununla ilgil bir madde yoktu," diyerek gözlerini kaçırdı.

Dişlerimi sıkarak bir cesaretle tekrardan yaklaştım. "Yenisini mi ekleyelim diyorsun?"

"Evet, bir madde eklemek istiyorum!" dedi çabucak. Yüzümüz yakın olduğu için genelde odanın karanlıkta kalan kısımlarına bakarak konuşuyordu. "Tanışmamıza dek, her şeye yeniden başlasak da kâbuslarım bitene kadar birlikte uyuyalım. Gündüzleri hayatımıza kaldığımız yerden devam ederiz ama bu karanlık gecelere alışmak... Biraz zaman alacak."

"Prens bozuntusunun en iyi yaptığı şeyin güzel prensesi beklemek olduğunu biliyorsun."

Gözlerime sert bir ifadeyle döndüğünde boynunu dikleştirdi. "Madem kendine hakaret edeceksin, prens ve prenses olmadığımızı kabul edelim bu birincisi."

"İkincisi, kral ve kraliçe de olmayacağız."

Şaşırınca gözlerini dolandırıp biraz düşündü. "Ya Venüs ve Avcı Adonis?"

"Bizim kırmızı güllerle olan hikâyemiz onlarınkinden epey farklı," dedim çabucak.

"Öyleyse biz neyiz?"

Konuşmaya devam ettikçe sabırsızlanıyordum ve bunun farkında olarak benden kaçıyordu. Dudaklarımı kemirmeye başladığımda süratle düşündüm. "Aksak şövalye ve şifa büyücüsü nasıl?"

Konuyu tatlıya bağlayacağımızı sanırken çenesi titredi. Aksilik bu ya, bir şeyleri ben kabullenmeye başlamışken bu kez da o üzülüyordu. Ellerini uzatıp yanaklarıma yerleştirdiğinde sevgiyle okşadı. "İyileşeceksin, şövalye."

Yüzünün her hattını yakından incelerken fısıldadım. "Söz verme." Boynumu uzatıp dudaklarına eğilirken gözlerimi kapattım. "Büyüle.

Bölüm Sonu.

* işaretiyle belirttiğim kısım Yaşar Kemal'in yalnızlık şiirinden alıntıdır. <3

Nasıldıııı sevdiniz mi bölümü????

Bunlar kavuştu finale ne sakladın Nur Daghmar! diyenleriniz var mı😸

Kitabın nasıl biteceği hakkında tahmin alabilirim?

Hafta içini finali yazmaya adayacağım, duyurulardan haberdar olmak için beni takip etmeyi unutmayın🐈

Ig,tw : karanligiyazar

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top