25. LEO'YU ANLAMAK
25, Leo'yu Anlamak
Sezen Aksu - Küçüğüm
LEONARD
20 yıl önce, Berlin
Korb'dan saklanıyorum. Bazen masanın altında durmanın, sandalyenin üstünde oturmaktan daha güvenli olduğunu öğrendiğimden beri Korb'dan bu şekilde saklanıyorum. Bianca yerimi keşfedene dek mutfak masasında, koridorlar ve üst katlar kalabalık olunca da salonun kuytularında. Saklanmanın kendimi korumak olduğunu öğrendiğimden beri, saklanıyorum.
Burada resim çiziyorum. Güzel yapamıyorum ama daha iyi yapabildiğim ikinci bir şey bulamıyorum. İnsanların, farklı gözlerle bakıldığında karmaşık çizimlere dahi sanat dediklerini fark ettiğimden beri özgürce çiziyorum. Ailemizdeki renkli anları resmetmek istediğimden, yine renkli boyaları tercih ediyorum. Bu anlarda pek fazla olmayıp tekrar gerektirdiğinden, hayallerimdeki aile portresini keşfediyorum.
Korb'un üstünü karalıyorum. Küçük yaşta birilerinden nefret edilebileceğini öğreniyorum ama bunu kimseye söylemiyorum. Parşömen kağıdındaki aile soframıza, giysileri puro kokan o insanları katmıyorum. Nina'yı büyükannem yapıyorum, Walton'ı dedem, Bianca'yı halam ve Cihan'ı da amcam. Linda arkadaşım, annem bile yanımızda, babam masanın başında. Kendimi o tabloya eklemekle, o tabloyu dışarıdan izlemek arasında gidip geliyorum. Linda'nın karnındaki bebeği temsil edecek kadar güzel bir kalem bulamıyorum.
Yarın akşam bize geleceklerini haber verdiklerinde annem erken uyumuş ve kimseyle konuşmamıştı. Sadece iyi geceler öpücüğü vermek için yanına gittiğimde, bar köşesinden bir şişe içki getirmemi istemişti. Annemin kural olarak koyduğu ve benim uymak zorunda kaldığım bu teslim öpücüğü, neredeyse hiçbir zaman çıkarsız sonuçlanmazdı. Ertesi gün kahvaltımı tek başıma yapmıştım.
Nina, Bianca ve temizlikten zamanları kalmadığı için yakınan Agnes ile Fabienne yanıma uğradıkça yalnız kaldığım pek söylenemezdi. Walton gelip de karşımdaki sandalyeye oturduğundaysa dünyalar benim olmuştu. Benim anlatacaklarım, onunsa soracak bilmeceleri hiç bitmezdi. Korb tam da sohbetimizin koyu olduğu saatlerde eve döndüğünden beriyse, gizlice yediğim reçelin tadını dahi alamaz hâle gelmiştim.
Annem ona, "Çözülür babacığım," deyip durmuştu, bunu söylediğinde hiçbir şey düzelmezdi.
"Beni bir bataklığa ittiler Corinna, üstümdeki çamurların sebebi bu. Kendim bulaşmıyorum böyle şeylere, kaybettiğim parayı kazanmaya çalışıyorum. Sen ve torunum için, size iyi bir gelecek verebilmek için."
"Biliyorum babacağım, öyle yorgun görünüyorsun ki yüzüne bakınca bile anlıyorum. İlacını içip uyumalısın, Hans halleder."
"Hans mı?" diye sorarken hiddetliydi. Merdivenin arkasındaki boşluğa sığındığımdan yüzlerini göremiyordum ama Korb'un alnındaki damarlar bile zihnimdeydi. "O ahlak dersi vermekten başka ne yapar ki?"
"İşleri doğru çözmeye çalışıyor. İnsani ve hukuki kurallara bağlı kalarak hareket ediyor. O da kendi babasına çekmiş, tıpkı benim sana benzediğim gibi. Hadi, sarıl kızına. Ah, canım babacığım. Daha az üzsen ne şanslıyım ben."
Bunları duyan biri, annemin iyi bir arabulucu olduğunu düşünebilirdi ama gerçekler böyle değildi. Annem babasını, onun kötü biri olduğunu görmezden gelecek kadar çok seviyordu. Hayatını borçlu olduğunu düşünüyordu ve Korb kahramanlığını neredeseyse her gün, her defasında aynı kişilere anlatıyordu.
Söylediğine göre bundan uzun yıllar önce annemi, kendi evlerinde çıkan bir yangında kurtarmış. Karısını da yine aynı yangında kaybetmiş. Ona vaktinde yetişemediği kısımdan bahsederken ağlardı. Hiç görmediğim büyükannem için ben de ağlardım. Babamsa hikâyeye katlanamaz gibi başını çevirirdi. Fazla mı duyguluydu yoksa kalbi hiç mi sızlamıyordu, anlamazdım.
Beni renksiz anlarımdan uyandıran ses yine Korb'un, "Sana su istemediğimi söyledim, Corinna!" diye bağırmasıydı. "Ya dolabın önünden çekilirsin ya da bütün gece mahzende kalıp kalp krizi geçirene kadar içerim."
"İlacını suyla alman daha sağlıklı babacığım, doktorun ne dediğini unuttun mu?"
Korb'un öfkeli hırıltısından bir süre sonra içki dolabının cam kapağının açıldığını işittim. Hemen arkasından adım seslerini duyunca merdivenin arkasından çıkıp, solumda kalan koridora parmakuçlarımda koştum. Sığındığım bu yeni yer, çalışanların odalarının bulunduğu bir çeşit ara koridordu. Korb mahzene inecek olsa merdivenin arkasından dolanırdı ve başını çevirdiği an beni görürdü. Neyse ki duvara yapışıp baktığımda yukarı çıktıklarına emin oldum. Annem, dün gece benden istediği gibi bu kez de kendi babasına bir şişe taşıyordu. Tehlike geçmişti ya da yeni başlıyordu.
Her neyse, ucuz atlatmıştım. Korb'un bu sinirle bana yapacaklarını düşünmek bile istemiyordum. Hayır, dövmüyordu. Dövmekten beter ediyordu. Varlığımdan rahatsız olduğu için belki öldüresiye dövesi geliyordu ama babamdan garip bir şekilde korkuyordu. Çünkü bir defasında kolumu sertçe tuttuğunda izi kalmıştı, bunu gören babam da onu evden kovmuştu. Hastanınca ne tesadüf ki misafirliğe gelmişti. Annem o kadar ağlamıştı ki babam Korb'u geri gönderememişti.
En şiddetli kavgalar ikisi arasında geçiyordu. Babam bazı anlarda onu göz göre göre kavgaya davet ettiği hâlde Korb gülüp geçiyordu, annem de aynısı yapıyordu. Babamı ciddiye mi almıyorlar yoksa fena derecede tırsıyorlar mıydı, bilmiyordum.
Bence babam, biraz da Korb'un çocuğu olmadığı için iyi bir adamdı. Fakat sanırım Levent dedemden kalmış olsa bile bu köşkü o kadar da sevmiyordu. Dışarıda güleryüzlü, eğlenceli, neşeli olup eve gelince suratının düşmesinin başka bir açıklaması olamazdı. Onu yavaş yavaş anlamaya başlıyordum çünkü ben de arkadaşlarımla oyun oynamaya gittiğimde hatta Roksanfordların ürkünç evinde bile neredeyse daha mutluydum. Keşke köşkü, içinde zaman geçirmekten mutlu olan Korb'a hediye edip tıpkı Elias amcam gibi uzaklara gidebilseydik.
Kendi evimdeyse işte, hâlâ masanın altındaydım. Annemle Korb hiç susmadı, sürekli bağırdılar. Birbirleriyle kavga etmiyorlardı, olanları tekrar ediyorlardı. Fark edilmediğim bu yerde, güneşin son ışıklarına kadar kaldım. Sadece tuvalet ihtiyacım için çıktığım bir arada, sesi tamamen kısık şekilde çizgi film izledim. Sofra kurulmayınca öğle yemeği de yemedim, Nina atıştırmalıklar getirdi. Göz önünde dolanmamın ya da Korb'un odama ziyarete gelmesinin daha tehlikeli olacağını bildiğinden burada kalmamı daha doğru buluyordu.
Korb kapısını çaptığından beriyse masanın altındaydım. Evden çıktı ama geride sinirli bir anne bıraktı. Annem beni görünce hatırlardı, bu yüzden karşısına çıkmaktansa resim çizmeye devam etmek daha mantıklıydı. Bir saat bile olmadan babamın arabasının sesi duyulunca heyecanlandım fakat örtüyü kaldırıp girişten tarafa baktığımda, onun da kızgın olduğunu anlamıştım.
"Kapımıza gelen bir borç senedi değil yağmalama mesajıydı, sana bunu defalarca söylemiştim!"
İçeri şiddetli bir rüzgâr gibi girdiğinde annemin sesi sahanlıktan geliyordu. "Endişlenme Hans, babam da zaten borcunu ödemeye gitti. Bak, saatlerdir ortada yok. Tam da istediğin gibi evimizde değil. Aşçılara ziyafet haberini ver, oğlunla güzel bir akşam yemeği ye."
Babam merdivenleri gülerek çıktı. "Dilinden dökülenler adeta bir dua, amin demek istiyorum."
"Bunu nasıl söylersin, yaptığın zalimlik!
"Ben sana kimin zalim olduğunu anlatacağım," dedikten sonra odalarının kapısı çarpınca konuşmalarını da duyamadım.
Bugün, kavga edilmeyecek bir gündü. Korb evden gitmiş, Cihan amcayla Linda bize gelmeye söz vermişlerdi. Böyle davranmasalardı bir gün huzurlu olabilirdik ve ben, bir günü mutlu geçirirsem ertesi günün de öyle olabileceğine inanmaya hazırdım. Gerçi babam arkadaşlarını gördüğünde hiçbir şey olmamış gibi davranabilirdi ama annem eminim ki suratını iki kat asacaktı.
Babam, anneme elini çabuk tutmasını söylerek yeniden merdivenlerden indi. Belki de bir aceleleri olduğundan benim nerede olduğumu kimseye sormuyordu. Zamanında yetişebilmek için masanın altından emekleyerek çıktım ve demin iki büklüm değilmişim gibi dimdik durdum. "Nereye gidiyorsunuz, baba?"
Arkasını döndüğünde beni gördüğüne şaşırmıştı. Masa örtüsünün bozuk kenarına gözü çarpınca hüzünlenir gibi oldu. Geniş alnına masaj yaparken derin bir nefes aldı. "Topraklı bahçeye."
Bakışlarım, siyah deri pardesüsünün altından görünebildiği kadarıyla topraklı bahçeye uyumlu duran kahrevengi takım elbisesinde dolandı. "Annem orayı sevmez."
Bugün bir an bile öfkelenmemiş gibi dudağı kıvrılırken nazik bir dille, "İdare ederim," dedi.
"Ben de gelebilir miyim? Sana yardım ederim."
"Sırası değil, oğlum."
Oraya zaten ikiden fazla kez gitmemiştim, inşaat başladığından beri sırası hiç gelmiyordu. Ben de babamın yaptığı gibi gözlerimi kaçırıp tahta döşemeye baktım. "Eğlenceli bir davete katılmanız gerekiyor da bana söylemiyorsanız bunu anlayışla karşılarım."
Genizden gelen büyük adam kıkırdamasıyla birkaç adımda yanıma gelip önümde diz çöktü. "Güzel çocuğum," dedi saçlarımı okşarken. Gövdelerimiz arasında devasa farklar olsa da boylarımız şimdilik eşitti. Gözlerimizin şekli de aynıydı ama içindeki renkler farklıydı.
"Neden beş yaşında değil de yirmi beş yaşında biri gibi davranıyorsun?"
Bir robot gibi yanıtladım. "Bay Daghmar çocukluğun, hayatın en çabuk bitmesi gereken evresi olduğunu söyledi."
Babam zayıf bir adam değildi ama yüzü kemikliydi ve dişlerini sıktığında çenesindeki kasılmayı net bir biçimde görebilirdiniz. "Dede bile demediğin ihtiyarın söylediklerini unut. Ben de diyorum ki, en eğlenceli evreyi görmezden gelirsen hiçbir zaman gerçek anlamda büyüyemezsin."
"Yanılıyorsun baba, önümüzdeki ay altı yaşına gireceğim. Büyüdüğüme eminim, hem hissediyorum."
Avucunu yanağıma yerleştirdiğinde suratımın yarısı yok olmuştu, gıdıklandım. "Peki, sana inanıyorum fakat bana inanman karşılığında." Kazağımın yakalarını düzeltirken gözlerime her an benimle de kavga edebilirmiş gibi ciddiyetle baktı. "Bir gün, bir grup arkadaş gelir ve seni çocuklar gibi eğlendirir. Bazen de bir gün, sadece bir kız gelir ve sana kendini çocukluğundaki kadar huzurlu hissettirir. Bu duyguya yabancı büyüdüğün için çocukluk huzurunun ne olduğunu bilmiyor olabilirsin ama yaşadığın zaman ne söylemek istediğimi anlayacaksın."
Başımı sallarken, "Merak etme baba," dedim. "Anladım." İşin aslı neyden söz ettiğini hiç bilmiyordum ve daha şimdiden unutmuştum.
"Bugün kaç öğün yemek yedin?" Parmaklarını kolumun etrafına dolarken düşünceyle mırıldanıyordu. "Kaslarında bir azalma var mı diye kontrol ediyorum da, zayıflamış gibisin."
"Mümkün değil, kahvaltımı sıkı yaptım. Atıştırmalıkları saymıyorum bile."
İşaret parmağını hareket ettirdiğinde gizli bir şey soracağını anlayarak kulağımı yaklaştırdım. "Linda'nın yaptığı kurabiyelerden de yedin mi?"
"En çok onlardan yedim."
"Öyleyse kaslarını ölçerken yanılmışım. Peki babaya ayırdın mı?"
Babam küçük renkli şeyler yerken çok komik göründüğü için avucumu ağzıma kapatarak kıkırdadım. "En üst çekmecede, baharat takımının arkasındaki kutuda."
"Bu iyiliğini unutmam. Çak bir beşlik!"
Benimle konuşurken hiçbir şey olmamış gibi davranmada üstüne yoktu. Bir sonraki kavgaya kadar ona inanırdım.
"Peki bugün Linda gelecek mi? Karnındaki bebeğiyle birlikte. Yani Cihan amca da tabii ki de."
Bana nedense öyle bir bakış attı ki sorumu geri alabilirmişim gibi dudaklarımı içime çektim. Annemin topuklu ayakkabısının sesi ayırt edilince ayağa kalktığında, bunun veda dokunuşunu anlayacağım şekilde omzumu sıvazladı. "Bugün her şey yolunda giderse onları akşam yemeğine davet ederiz."
"Peki ya Linda'ya aldığımız güller solarsa?"
"Şşşt." Kızgın ifadesine şimdi bir tutam da karanlık eklenmişti. "Ben almadım, sen ısrar ettin. Hatta onları kendi ellerinle seçtin. Akşam gelirse istediğin şekilde verirsin hediyeni."
Bunları söyledikten sonra kapıyı, annem hemen peşinden gelmeyecekmiş gibi kapattığında arkasından bakmaya devam ediyordum. Dün birlikte alışveriş için çıktığımızda Linda'ya bir hediye almak istediğim doğruydu. Fikrimi onunla paylaştığımda beni, Linda'ya değerli bir armağan sunarsam annemin gazabından koruyamayacağına ikna etmişti. Ben de çiçeklerden bile en sıradan olanını, kırmızı gülleri seçmiştim.
"Hay aksi, yine mi şu boya kalemleri!" Başımı çevirdiğimde önce annemin eğilmiş başından sarkan dağınık sarı saçlarını ve siyah kürkünü, ardından parlak uzun çoraplarını gördüm. "Arabaların nerede, ya silahların? Ne büyük cezasın sen. Nina her ne yapıyorsan hemen buraya gel ve hepsini topla!" Topuklu botunun ucuyla vurduğu bir kalemi ileriye savurduktan sonra kürkünün yakalarını tutarak bana yaklaştı. Babam gibi karşımda durdu ama yüzü memnuniyetsizdi. "Yaramazlık saatlerinde insanları ne kadar meşgul ettiğini görüyor musun?"
Korb'unkini andıran mavi gözlerine bakarken zorlukla yutkundum. Benimkine benzeyen. "Özür dilerim anne, benim hatam. Acele ederken biraz dağıtmışım, hemen toplarım."
"Sakın!" Kolumu henüz uzatmıştım ki kazağımdan tutarak beni kaldırırcasına çekiştirdi. "Hemen düz dur, çabuk Leonard! Dizlerini bir zavallı gibi yere yasladığını görürsem bacaklarını çimdiklerim, ne kadar acıttığını biliyorsun, değil mi?"
Annemden uzaklaştığım esnada Nina gelmişti. Şimdiyse o dizlerini yere yaslıyordu. Nina bir zavallı mıydı yoksa bu sadece benim alacağım bir isim miydi? Annemi çoğu zamanlarda anlamıyordum.
Parmaklarımdaki boya lekelerini üstünkörü inceledikten sonra elimi iterek bıraktı. "Ben dönene kadar Agnes seni banyo yaptırsın. Saçlarını kurutmayı ve dişlerini fırçalamayı sakın unutma. Eve bir saat sonra dönsem bile yatakta olacaksın."
"Anne..." Banyo kelimesi geçtiğinden beri ensemi kaşıyordum. "Banyo olmasın, utanıyorum."
"O senin dadın, işi bu."
"Olabilir, sen de bir annesin. Sen de beni yıkayabilirsin ya da hiç olmadı kendim hallederim."
Çantasını kolunun altında sıkıştırdıktan sonra ojeli tırnaklarını gösterdi. "Annen bu ellerle geleceğin için kâğıtlar imzalarken nazlanmaya hakkın yok."
"Agnes benim dadımsa neden temizlik de yapıyor? Nina aşçıysa neden boyalarımı toplamaya o geliyor? Madem herkes işinin dışında çalışıyor, öyleyse sen de hem kâğıt imzalayıp hem de benimle ilgilenebilirsin."
Annem gözlerini benden ayırmadan başını çevirince Nina resim defterimi aramadan hızlıca uzaklaştı. Yalnız kaldığımızda soğuk bir tebessümle başını eğip çenemi tuttu. Sıktıkça diş etim uyuşarak yüzüm kızardı ama bağırmamaya gayret ettim. Tek kelime etmeden birden bırakınca geriye tökezledim. "Baban sigarasını bitirmiştir, ben çıkıyorum."
"Kapıyı kapatırım."
Çünkü bana yine küsmüştü. Söyleyecek bir şey bulamadığında bana hep küsüyordu. Gönlünü almanın yoluysa babamla iş birliği yaparak sunacağım bir hediyeden geçiyordu. Kapıya kadar yolculadım ama hemen örtmedim. Kar esintisi burnumun ucunu kısa sürede üşütürken sızlayan çenemi ovuşturup gizlice onları dinledim.
Annemi gördüğü an babam ceplerini karıştırmayı bırakıp, "Arabanın anahtarı nerede!" diye bağırdı.
"Sakin ol canım, elimde bak, işte burada. Belki fikrini değiştirirsin diye senden saklamıştım.
Havada kaparken, "Corinna sen aklını mı kaçırdın?" diye ciddiyetle sordu. "Korb'un tepemize çıkardığı adamlarla bir anlaşmaya varamazsak Cihan araziyi kaybettiğimizi öğrenir!"
Duyduklarımın üzerine, annemin naif ses tonuna rağmen ben de babam gibi kaşlarımı çatmıştım. "Tatlım öfkeni anlıyorum ama sakin bir dille açıklarsak orta yolu bulabiliriz."
Yüzünü anneme yaklaşırdığında sessiz bir öfke hâliyle, "Babanın kumarda kaybettiğini öğrenir," diye üsteledi. "Orta yol bunun neresinde? Tanrı şahidim ki arkadaşımın yanında olurum çünkü adam yerden göğe kadar haklı."
Annem, ince uzun parmaklarını kalbinin üstüne yerleştirdi. Açısı sebebiyle yüzünü göremiyordum ama bu manzarayla günde birkaç kez karşılaştığımız için böyle anlardaki ifadesini iyi bilirdim. Gözleri dolu, kirpikleri titrek olurdu. "Nasıl böyle konuşursun? Korb senin de baban."
"Benim babam öldü!" Geriye doğru yürürken anneme tepeden tırnağa dikkatle bakıyordu. "Tanrı'ya şükür ki adı da Levent Alphan'dı, Korb Daghmar değil. Hiçbir zaman da olmadı."
Babam kapıyı çarparak arabaya bindi. Annemin ezilmek pahasına orada dikilmeye devam edeceğini ya da gözyaşları içinde eve döneceğini sandığım için biraz daha saklandım fakat o, ilk şokunu atlattıktan sonra hiçbir şey olmamış gibi yolcu koltuğuna geçti.
Kar birikintilerinin izin verdiği hızda uzaklaşmalarını izlemeyerek kapıyı kapattım. Bakışlarımı kaldırdığımda gördüğüm kişi Nina'ydı. Hep buruk bir gülümsemesi vardı. Yoksa yine bana baktığı için mi yüzü bu hâli almıştı?
Uzattığı eline doğru yürüdüğümde sıcak parmaklarını kavradım. Annemin hiçbir şeyden haberi yoktu, beni zaten Agnes banyo yaptırmazdı. Fakat bunu açık etsek hem o işten kovulurdu hem de ben yeni dadıların önünde soyunmak zorunda kalırdım. Gün içinde biraz fazla yorulsa da Nina'yla orta yolu bulmuştuk.
"Sence annem beni neden sevmiyor?" diye sordum, yavaşça yürürken.
"Ah, o nasıl söz Bay Leonard."
Banyoya girerken yüzümü ekşittim. "Bana artık böyle mi söyleyeceksin? Sen de mi beni sevmiyorsun?"
Kollarımı yukarı kaldırdığımda kazağımı çıkardı. "Kesin talimat var, alıştırma yapıyorum. İçini ferah tut, nasıl hitap ettiğim sana olan sevgimi azaltmaz."
"Öyle olsun bakalım."
Kış geldiğinden beri dışarıda pek oynamıyordum ama annem yine de kirliymişim gibi davranıyordu. Köpükle doldurulmuş küvete iç çamaşırlarımla girdiğimde Nina işe saçlarımı sabunlayarak başladı. Gözlerimin ve ağzımın sımsıkı kapalı kaldığı kısımdı burası, neredeyse nefes almayı bile unutuyordum. Sıra kollarıma geldiğinde çenem, intikam almak ister gibi açılmıştı.
"Bir sürü odamız olduğu hâlde evimize hiç misafir gelmiyor. Sence neden?"
"Çünkü Alphanlar çok çalışıyor, sen de çok çalışacaksın."
"Sabahtan akşama kadar mı yani?"
Güldü. "Bazen geceleri bile."
"Ben asla o kadar çok çalışamam." Bu hiç hoşuma gitmemişti, resmen bozguna uğramıştım. "Ne zaman resim çizeceğim, ne zaman arkadaşlarımla oyun oynayacağım, hangi ara çizgi film izleyeceğim?"
"Tüm bunları çocukken yapsan isabetli olur, büyüyünce pek vaktin kalmayabilir. Canını acıtmıyorum, değil mi? Beyaz tenli olduğun için çabuk kızarıyorsun, endişeleniyorum."
"Sorun yok." Sıra bacaklarıma gelince ayağa kalkıp küvetin bir ucuna oturdum. Elimse destek almak için Nina'nın omuzundaydı. "Bu akşam misafirlerimiz için de yemek yaptınız mı?"
"Cihan Bey'le Linda Hanım'ı mı diyorsun? Annen ya da baban bu konuda bir şey söylemedi, muhtemelen iptal olmuştur."
"Bana öyle geliyor ki Nina, onlar zaten dışarıda buluşacaklar."
"Sana böyle mi söylediler?"
Başımı eğdiğim için ıslak saçlarımdan dizkapaklarıma dökülen damlacıkları seyderken dudak büktüm. "Sadece tahmin ediyorum. Onlar babamın yakın arkadaşları ve annemle tartıştıkları günler bile planı bozdurmazdı çünkü Berlin'e nadiren geliyorlar. Babam bugünkü davetin iptal edilmesine yine izin vermemiştir."
"Nereye gidecekler öyleyse?"
Nina beni temizlemeye odaklandığından soruyu da öylesine sormuş gibi bir tavrı vardı. Oysa bu, benim kalbimi biraz kıran bir konuydu. "Çünkü bebeğin gezmesi lazım," dedim. "Linda bana onun her şeyi hissedebildiğini söylemişti. Mesela dışarıda bir şekerci görürse anlar, ben şekeri isterim ama o isteyemez. Bu yüzden benimle gezmek masraflıdır, bebekse daha kolaydır."
Nina bir anda durup yüzüme dikkatle baktı, toparlandıktan sonra da yüksek sesli bir kahkaha patlattı. "Böyle şeyler aklına nereden geliyor, Leonard?" Omuzlarımı kaldırıp indirdim. "Yoksa sen bebeği kıskanıyor musun?"
"Kim, ben mi? Onun ilk arkadaşı olan ben mi?" Nina durulanmam için beni yalnız bırakıp havluları çıkarmaya gidip geri döndüğünde yüzümü hâlâ asık, kaşlarımı çatık buldu. "Henüz dünyamıza gelmemiş küçücük bir kızla ne derdim olabilir? Bunu bana yakıştıyorsan tamam, böyle düşünmeye devam edebilirsin."
"Sitem etmek için sizce de biraz erken değil mi beyefendi?"
Saçlarımı kendim kurularken yüzüne bakmadım. Beni bebekten uzak tutmayı seçmelerine ayrı, Nina'nın onun kıskanacağımı düşünmesine ayrı alınmıştım. Her iki tarafın da sorun çıkarmayan bir çocuk olduğumu şimdiye dek öğrenmesi gerekirdi.
Neyse ki kıyafetlerimi tek başıma giyinmem konusunda hemfikirdik. Hava kış mevsiminde çabuk karardığı için yatak pijamalarımdan açık mavi bir takım seçtim. Canım yemek yemek istemediğinden, belki de bugüne özel bir akşam sofrası kurulacağını ummaya devam ettiğimden, aç olmadığımı söyledim. Nina bana bir bardak sıcak süt getirdi.
Büyüklerin evde olmaması demek, çalışanların özgürce dinlenmesi hatta bazen televizyon izlemesi demekti. Bugünse hepsi alt katta, genellikle odalarındaydılar. Şoförün Walton'ı götürdüğünü de pencereden bakarken görmüştüm. Geriye arkadaşım kalmaması da resim çizerek geçireceğim bir gece anlamına geliyordu.
Boya kalemlerini elimde sallarken, "Ah, Nina..." diye uzun uzun mırıldandım. "Annemin kalemleri toplamanı söylemesini kırıcı buluyorum ama defterimi aşağıda bırakman da benim işime yaramaz."
Çıkarabileceğim yeni bir defter yoktu dolabımda çünkü annem ve Korb, bu tür hobileri kız işi buluyorlardı. Erkeklerin resim çizmesi yasak mıydı bilmiyordum, bunları okula gidince öğrenecektim.
Karanlık çöktüğü ve köşkte pek ses olmadığı için merdivenleri büyük adımlarla, arkama hiç bakmadan indim. Nina, Bianca, Fabienne ve Agnes'ın ortak bir yatak odasında oturduklarına emin olduğum için direkt mutfağa süzüldüm. Güzel yiyecekler her zaman buzdolabının üst raflarında dururdu. Boyumun dengindeyse, açken seçenek olarak dahi görmediğim sebze ve meyveler vardı. Sadece hizmetçilerin, babamın ve benim bildiğim çekmecelere yöneldim. Linda çekmeceleri.
Kurabiyeler kolay sayılırdı ama reçeli ölçülü kaşıklarsan anlaşılmazdı. Buzdolabının önüne sandalye getirmektense, çekmeceden bir kaşık çıkarmayı seçtim. Zamanımın ne kadar olduğunu öngöremediğimden lokmalarımı dolu tutmaya çalışarak midemi en tatlı yolla kandırdım. İçim ısınırken boğazım uyuşuyor, yoğun şekerli aromadan dolayı da gözlerim kamaşıyordu. Ne zaman Linda'nın yaptığı reçellerden yesem, yanaklarım gül gibi kızarıyordu.
Koca bir öğünlük doyumu bir dakikaya sığdırdığımda, arkamda iz bırakmadan salona süzüldüm. Odama çıkıp yarısına kadar içtiğim sütü bitirmeye can atıyordum. Ne için geldiğimi unutmayarak ışığın yandığı ve şömenin kısık bir ateşle tüttüğü salonun içinde dolandım. Adımlarım beni masanın altından önce pencerenin kenarına dek getirdi. Kar manzarası. İzlemekten en çok hoşlandığım bir tür doğa resmiydi.
"Linda," diye fısıldadım, kararsız bir gölgenin dolandığının farkına vardığımda.
Köşkün duvarlarındaki ışıklandırma yüzünü aydınlatmamış olsaydı bunu kesinlikle bir hayalet zanneder ve arkama bakmadan kaçardım. Fakat Linda olduğuna emindim, bordo şalını ve omzuna çaprazlama astığı örgü çantasını bile daha önce görmüştüm. Davetimizin gerçekleşeceğinin heyecanıyla kapıya koştum, o henüz zile basmadan da açtım.
"Linda!" dedim tekrar, aslında yine fısıldadım ama sesim heyecan doluydu. "Bugün seni göreceğimi hiç zannetmezdim."
Benimle konuşabilmek için başını eğdiğinde mutluluktan havalara uçuyordum. Bir peri masalından kaçıp dünyamıza gelmiş gibi duran kabarık saçlarını, kahverengi parlak gözlerini ve her seferinde dişlerini gösteren gülümsemesini seviyordum.
"Merhaba, küçük kek kalıbı." Ve bana taktığı isimleri... "Baban evde mi?" Birlikteler sanmıştım, hayal kırıklığına uğradığım için başımı sağa sola hafif üzgünce salladım. "Öyleyse daha sessiz konuşalım." Linda soğuktan biraz daha büzüşürken ben de üşüyerek kollarımı göğsüme bağladım. "Nerede olduğunu biliyor musun?"
"Annemle beraber toprak bahçeye gittiler."
"Toprak bahçe de neyin nesi?"
Linda'yla sohbet etmeye bayıldığımdan hiç çekinmeden anlattım. "Pek fazla ağaç olmadığı için böyle diyoruz. Bir de ortasında kocaman bir boşluk var, üstündeyse sadece taşlı toprak. Çevresindeyse ağaçlar var, anlarsın ya. Bu da ona bahçe görünümü katıyor. Toprak ve bahçe işte. Toprak bahçe."
"Sence bahsettiğin şu koca boşluk, bir ev dikilecek kadar büyük bir boşluk mudur elma şekerim?"
"Bence bizim ev, tekerlekli bir arabayla götürülebilseydi o boşluğa sığardı."
"Orayı hatırlıyor musun?"
"Kamyonların olduğunu hatırlıyorum."
"Yani demek istediğim, beni şimdi oraya götürebilir misin?"
"Sen hiç gitmedin mi?"
Ayazdan ıslanan gözleri kısılırken başını sağa sola salladı. "Cihan amcan bana sürpriz yapmak istediği için henüz götürmemişti."
Kısa sürede çatlayan dudaklarımı keyifsizce yaladım. "Sürprizi bozmasak daha iyi olmaz mı?"
"Aksine, daha heyecanlı olur. Hem herkesin orada olduğunu söylemiştin."
Yerdeki kar birikintilerine bakarak iç çektim. Ev sıcaktı ve rüzgâr beni şimdiden üşütmüştü, canım dışarı çıkmak istemiyordu. Kaşık kaşık reçel yediğim için uykum geliyordu. Gözlerim kararsızlıkla dolanırken Linda'nın kaşlarını çatıp karnını tuttuğunu fark ettim.
"Bebek mi ağrıyor?"
"Ah biraz, çok az." Bu havada terlemiş gibi yüzünü sildi. "Neyse Leonard, sen bana toprak bahçeyi tarif edebilir misin?"
"Biraz, çok az." Normal zamanlarda onu taklit etmeme gülerdi ama bu kez tebessüm bile etmedi. Neşesinin yerinde olmadığını fark edince arkama bir kez baktıktan sonra tekrar ona döndüm. "Ben de seninle geleceğim. Yürürken daha iyi hatırlarım."
Sevineceğini sansam da başını acı çekiyormuş gibi salladı. "Olur ama paltonu giyin."
Kapıyı, içeriye rüzgâr uğultusu dolmasın diye iyice örtüp ayakkabılığa yöneldim. Paltomu ve botlarımı alırken bir gözüm de kapalı kapıların altından yansıyan ışıkla aydınlanan koridordaydı. Tekrardan Linda'nın yanına geldiğimde dış kapıyı sessizce örtüm. Babam her nedense bunun yöntemini daha önce anlatmıştı ama ben ilk kez kullanıyordum.
Linda normal zamanda hazırlanmama yardım edecek biriydi fakat bu kez bebek ağrıdığından, kendi kıyafetlerini bile özenli giyinememişti. Gerçi her hâliyle güzel olduğundan bu önemsizdi. Karla kaplı bahçemizden el ele uzaklaşırken arkamı dönüp köşke hiç bakmadım, arkadaşlarımla yaptığım yolculuğun tadını çıkardım.
"Linda, sana bir şey soracağım ama dalga geçmek yok."
"Elime bir koz verirsin de ben dalga geçmem ha, damla çikolata? Sanırım sen uykunda konuşuyorsun."
"Of, biliyorum tamam." Sesi enerjik olmasa da her zamanki Linda gibi konuşması beni umutlandırmıştı. "Sen acıktığında karnın gurulduruyor ya hani, bebeğin mi yoksa kendinin mi acıktığını nasıl anlıyorsun?"
"Dostum bu soru zordu," dediğinde mutlulukla güldüm. "Bence aynı vücudu paylaştığımız için aynı anda acıkıyoruz."
"Hım, olabilir. Peki tuvalet ihtiyacınız da mı ortak?"
"Kısmen," diye yanıtladığında, midesi bulandığı için yüzünü ekşittiğini sanmıştım. Canının acıdığını bilmiyordum.
Evimizin önündeki yoldan, evimizin arkasına doğru dönüyorduk. Etrafımızda bu uzun, sessiz yol ve ağaçlardan başka bir şey yoktu. Komşularımızın sadece ışıkları belli oluyordu, bir süre sonra bizim için köşkün ışıkları dahi kaybolacaktı. Sussuzluktan içim yandığı için sürekli dudaklarımı yalıyordum. Yokuş aşağı boyunca Linda'nın soluklarını, rüzgârın sesine katarak dinledim. Farkında olmadığını düşüneceğim kadar sert sıkıyordu elimi. Yüzüne yapışan saçlarını bile geriye iteklemiyordu. Sürekli, daha ne kadar kaldığını soruyordu.
"Az kaldı." Dinlenmek için durduğumuzda işaret parmağımla sus işareti yaptım. "Konuşma seslerini duyuyor musun, toprak bahçeden geliyor. Tıpkı tahmin ettiğimiz gibi hâlâ oradalar."
Bu söylediğim Linda'ya güç verince, yokuştan sonraki düzlükte biraz daha ilerledik. Yolun karşısındaki toprak bahçeydi fakat Linda beni, yürüdüğümüz istikamette kalma konusunda beden hareketleriyle uyardı. Bahçeye inen rampanın üstesinden gelemeyeceğini düşünüyor olmalıydı.
Durduğumuz bu noktadan, yolun kısmen ortasında bekleyerek bile görebiliyorduk küçük kalabalığı. Arabalar da oraya park edilmiş ve farlar açık bırakılmıştı. Cihan amcanın karşısında duran babamı ilk bakışta tanımıştım. Korb da oradaydı hatta annem bile saklanırcasına bir arabanın kapısına yaslanmıştı. Walton ve şoför de diğer arabamızın yakınında bekliyorlardı. Tanımadığım üç silüetse, bizimkilerin tarafında duran yabancı adamlara aitti. Aslında görüyordum ki, Cihan amca hariç diğer herkes aynı yönde duruyordu.
Bu topluluğu Linda'yla birlikte izlerken, ummadığım bir anda omzuma vurup beni yere itekledi. Ben ne olduğunu anlamazken gecenin içinde, gündüze yankı yapacak bir sesle, "Cihan!" diye bağırdı. Doğrulacağım esnada durdum, beni kimseye göstermeden kendini belli etmek istemişti.
"Linda!"
"Leyla!"
Hangi sesin Cihan amcaya, hangisinin babama ait olduğunu anlayamamıştım. İkisinde de aynı dehşet, aynı kaygı, aynı koruma iç güdüsü vardı.
"Uzak dur! Bildiğin gibi değil, uzak dur!"
Cihan amcanın bu kadar yüksek sesle konuştuğunu ilk kez duyunca, yolun kenarına dizilen kayaların arkasından başımı uzatıp olan bitene gizlice baktım. Birine gitmek istemenin bedeli varmış gibi sıkıca tutuluyor, çırpınıyordu.
"Linda, lütfen git! Her şeyi çözüp Cihan'ı sana getireceğim ama lütfen yaklaşma."
Babamın sözü üzerine, "Karışma!" diye parladı Cihan amca. Bir anda Linda'yı unutup tekrardan önüne dönmüştü. "O buraya gelene dek bana ne olacağı umurunda bile değildi yardakçı şerefsiz!"
"Doğru konuş, Cihan!"
Birbirlerine yürüdükleri esnada kollarını kavrayanlar oldu. İkisinin ayakları da öne atılmak ister gibi toprağı dövüyordu. Adamlardan biri Cihan amcayı tutmak için o tarafa geçtiyse, biri de babamı tutmak için aynı yerde kalmıştı. Onlara düşman olmadıklarını hatırlatmak için yanıp tutuşuyordum.
Kendini dinletebilen tek kişi olduğundan, bakışlarımı kaldırıp Linda'nın ne yapacağına baktım. Gözlerini ikisinin üzerinde de dolandırırken, ikisinin de riskli bir durumda olduğunu görebiliyordu. Çünkü eğer anlamasaydı ikisini de aynı anda görmeye çalışmazdı. Cihan amca da babam da bir tür kıskaca alınmış, şartlar deminkine kıyasla eşitlenmişti. Linda başını tamamen Cihan amcanın olduğu yöne çevirdiğinde tekrar etti. "Kocamı bırakın!"
Söylediğini yapmadılar ama babam çırpınmayı ve mücadele etmeyi bıraktı.
Bir şey onun kalbini kırmıştı. İyi düşünecek olursam da Cihan amcaya siniri geçmişti. Fakat karşısındakinin, aynı zamanda arkadaşı olduğu hâlde öfkesi durulmuyordu. Onları iki yabancı olarak gördüğüm için Linda benimle konuşana dek, tırnaklarım kayanın yüzeyini çiziyordu.
"Oradaki yaşlı adam senin deden değil mi?" diye kısık sesle sormuştu. "Bu ihtiyardan da hiç haz etmiyorum."
"Evet, oymuş." Sesini soğuk duyunca bir an için utandım. "Fakat Korb'un soyadı Daghmar, benimkiyse Alphan. Yakın akraba sayılmayız."
Cümlem henüz bitmişti ki ayaklarını öne atıp korkusuzca seslendi. "Onları rahat bırak ihtiyar!"
O da benim gibi Korb'un gittiği her yere kör bir karanlık götürdüğünü hissetmişti. Bense Korb'un, Linda'ya bağırıp çağıracak cesaretten yoksun olduğu için huzursuzca kıpırdanıp homurdanmasına değil, anneme odaklandım. Beni görmeyen ama saklandığım tarafa bakan mavi gözlerine.
"Bir sorunları vardı, hamile olduğum için benden gizliyorlardı." Kesik kesik konuşsa da bir süre duraksadı. "Fakat ben yine de Cihan ve Hans'ın yalnız buluşmalarını isterdim. Bugüne dek konuşup da hallemedikleri bir şey olmadı."
Seslerin çoğu Cihan ve Korb'dan yükseldiği için Linda düşüncesinde haklıydı. Birileri tarafından kışkırtılana dek babam oraya, orta yolu bulmak için getirilmiş olmalıydı.
"Burada sadece boyası eksik küçük bir motel göreceğimi sanıyordum." Burnundan nefes alıp vermeye gayret ederken dudaklarını yalıyordu, görüyordum. Görüyordum çünkü başımı her iki yöne de çevirip, olan bitene yetişmeye çalışıyordum. "Dediğin gibi, koca bir boşluktan ibaret. En azından bir ev dikilmeliydi... Bir kat... Tamamlanmış..."
"Linda, iyi misin?" diye fısıldadım.
"Ah, feci bir sızı bu!" Sadece yakınmaları değil, nefesleri bile duyulurken tamamen geriye döndüm. "Olamaz, sırası değil, kızım hiç sırası değil!"
Demek sorun hem bebekte hem Linda'daydı, aynı anda acıkmaları gibi. Acaba hangisinin canı daha çok yanıyordu da diğeri bunu hissediyordu? Bebeği henüz görmesem de Linda'yı sevdiğim kadar çok seviyordum. İkisini de eşit seviyordum.
Babam, en çaresiz konularımı çözdüğünden bunun da bir yolunu bulabilirdi. Gözlerim neredeyse haykırarak tekrar kalabalığı incelemeye başladı fakat orada geçen her bir saniye, her şey sanki daha da kötüleşiyordu. Kavga eder gibi yüksek sesle konuşmaları Linda'yı ilk anlarda huzursuz etse de bir süre sonra sadece kendi acısına odaklanmaya başlamıştı.
Sonra karanlıktaki bir el, babama siyah bir tabanca uzattı.
Linda dişlerini sıktığında, "Buna dayanamıyorum!" diye kısık bir sesle bağırdı.
Fark ettim ki gözleri kapalıydı. Yani o an dayanamadığı şey, bir anda araya karışan silahın sebep olacağı kötülükler değil kendi acısıydı. Orada birçok insan vardı, hallederlerdi ama Linda için benden başkası yoktu. O yüzden kararlılıkla ona dönerek, sadece onunla ilgilenmeye ve hareketlerini takip etmeye odaklandım.
"Oh, aman, bacaklarım! Olacak iş değil. Sadece bir saat önce suyum gelmişti, daha zamanı var."
Hiç olmadığım kadar çaresiz kalınca parmaklarımı çıtlatmaya başladım. "Buralarda hiç çeşme görmedim ama çok susadıysan eve gidip getirebilirim." Onca gül reçelinin üzerine, bu benim de işime yarardı.
Zorlukla, "Leonard," dedi. Kısık sesle konuştuğu ve ortaya bir silah çıktığı için Linda artık kimsenin dikkatini çekmiyordu. "Bir sorunumuz var. Bebek geliyor, hem de şimdi."
"Bu harika!"
Bir anda kötülüğü çağrıştıran her şeyi unutmuştum. Bebek geliyordu, yani onu görecektim. Herkes bebeği merak ediyordu ve bu yeterince dikkat dağıtıcıydı. Bebek sanki şimdi gelmeye karar vererek hayatımızı kurtarmıştı. Sonra bir ebeveyn gibi düşünmeye başladığımda, bebeğin şu anda gelmesi için uygun bir yerde olmadığımızı fark ettim ama bunu Linda'ya daha uygun bir dille söylemeliydim.
"Toprak bahçede bir sürü araba var, seni hastaneye yetiştiririz."
"Vakit yok Leonard, hiç vakit yok."
Linda yolun diğer yakasında kalan ormana yürüyünce, aşağıdan görünmeyeyim diye iki büklüm olarak peşinden gittim. Beni fark ettiği andan beri kolumu bırakmayınca neredeyse düşe kalka beraber ilerledik. Ağaçların arasına doğru on adım anca atmıştık ki durdu. Kendine yeni bir ağaç bulunca sırtını yasladı ama bu kez vücudunu dik tutamıyordu. Kayarak otururken gözleri tamamen kapalıydı.
Usulca yaklaştığımda yanaklarına endişeyle dokundum. "Bebeğin mi uykusu geldi yoksa senin mi?" Bekledim, bekledim, bekledim... Şiddetli soluklanmalarının arasından bir cümle olsun bekledim.
Kilometrelerce süren bir sessizlik hakimdi. Toprak bahçe uğulduyor, ormansa acıyla haykırıyordu. Kulaklarım alıştığından bunlar bana sessizlik gibi geliyordu. Tanıdığı, yabancı gibi algıladığım süreçte bir başka ses ilişti; araba sesi. Yoldan öylece geçiyormuş gibi değil de bir şeyi arıyormuş gibi. Birileri Linda'nın yokluğunu nihayet fark etmiş ve onu almaya gelmişti.
Kulaklarımı kapatırken geriye sendeledim. Yakıcı hissiyatı bana da bulaştığından kemiklerimi sızlatanın soğuk mu yoksa Linda'nın acısı mı ayırt edemedim. Yüzümü Linda'dan ayırmadan, ellerimi kulaklarımdan çekmeden ve arkamı dönmeden koşma girişiminde bulundum.
"Lütfen... Beni terk etme," dedi yalvarırcasına.
Ağlamamaya direnirken yönümü değiştirip kendimi yola attım. O kadar karanlıkta kalmıştım ki araba görüş alanıma girdiğinde farlarından rahatsızlık duyarak gözlerimi kısmıştım. Kollarımı kaldırarak, el sallayarak, zıplayarak, "Buradayız!" diye haykırdım. Büyük bir umutla, boğazım acıyana kadar, tekrar ve tekrar.
Araba, harekete geçerek durduğum yere doğru acelesizce yaklaştı. Işık gözümü yorduğundan arabanın rengini, modelini ayırt edememiştim ama ehliyet yeterli olduğundan bizi kimin hastaneye götüreceği pek de umurumda değildi.
Motoru kapatmadan indiğinde ilk önce ayakkabı topuğunun sesini duydum. Yüzü hâlâ net olarak seçilmese de beni yanıltmayan ince, uzun boy. Işıktan beyaz görünen saçlar ve o ses. "Leonard."
"Anne."
Birkaç adımda yanıma geldiğinde paltomun uçlarından tutup, "Leonard!" dedi tekrar. Bana sarıldı ve beni itekledi. Sivri tırnaklarını bir iz bulmaya çalışırcasına yüzümde gezdirdi. "Bu hâlde, burada ne işin var? Yatakta uzanmalısın. Hasta olmamalısın. Evden kaçmamalısın."
Onu kendine getirmek için büyük bir kızgınlıkla, "Anne!" diye bağırdım. Parmakları gevşediğinde kendimi ondan kurtardım. "Bunları evde konuşuruz, şimdi sana ihtiyacımız var. Peşimden gel, acele et."
Yukarıdan bakan gözleri, önce ne olduğunu öğrenecek sonraysa beni dövecek gibiydi. Belini doğrultup kürkünün yakalarını kavradığında ben de koşmak için sırtımı çevirdim. Annemin, toprak bahçede yaşananlarla bir ilgisi olmadığı belliydi hatta fazlalık bile olabilirdi. Bu yüzden benimle karşılaştığında şaşkın yerine belki de öfkeliydi. Arkamdan çağırmaya devam ederken ona cevap vermek yerine ağaçların arasına girdim ve bıraktığımdan daha bitkin görünen Linda'nın yanına diz çöktüm.
Nemli saçlarını yüzünden iteklerken, "Yardım getirdim," dedim. "Annemi getirdim. Beni doğurduğu için nasıl yapılacağını biliyordur. Sana anlatır, seni hastaneye götürür."
Ben neşemi henüz yakalamıştım ki Linda'nın baygın gözleri arkamda kalan bir noktaya odaklandı. "Demek tüm yaygara bunun içindi." Konuşan annemdi.
Yaygara. Yüksek ses, bağırmak, gürültü. Bir çeşit kutlama. "Evet bebek için, bebek geliyor!" dedim heyecanla.
Annem ellerini kürkünün cebine koyduğunda çantası da bileğinden sarkıyordu. Kesintisiz bakışıyorlardı ama annem gözlerini kırpmazken Linda bağırdığı anlar gözlerini yummak zorunda kalıyordu. "Bebek, yanlış zamanda gelmenin sonuçlarını bilmiyor mu?"
"Büyüyünce öğrenecektir," dedim, bana hep böyle söylerlerdi.
"O zaman karnında biraz daha kalabilir, acelesi yok."
Aslında bu mümkün müydü bilmiyordum. Fakat her nedense Linda'nın kapalı gözlerinden, annemin açık ağzına kıyasla daha çok şey anlıyordum. Vakit yok Leonard, hiç vakit yok. "Vakit yok. Baksana hâline, o kadar zamanımız kalmadı. Hiç vakit yok."
Kavisli dudakları keyifsizce kıvrılırken bile olabildiğince yavaştı. "Madem hastaneye götürmemi istiyor, kendisi rica etsin."
"Linda'nın durumu kötü anne, belki duyuyor ama dinleyemiyor. Belki bağırmak yerine bir şeyler anlatmak istiyor ama konuşamıyor. Şimdi rica etmese ne olur, nasılsa sonrasında teşekkür eder."
Arkasını dönmeden önce kenetlenen ellerimize baktı. "Öyleyse Linda'nı arabaya getir."
Annemin bize her an yardım edeceğini sanmıştım. Bu beklenti boğazımda bir yumruya sebep olsa da Linda'yı daha sıkı kavrayarak, "Hadi," diyerek harekete geçirmeye çalıştım. "Şimdi biraz yürüyebilirsen sonrasında oturabilirsin. Hem arabanın içi de sıcaktır."
Linda son gücüyle de olsa ayağa kalkmayı başardığında, geldiğimizden daha yavaş bir ivmeyle ilerledik. Neyse ki ormanın kıyısına yakın bir noktadaydık, annem de az önce beni karşıladığından arabayla aramızda da pek bir mesafe yoktu. Linda için arka kapıyı açtığımda onu uzandırdım. Annem kızsın ya da kızmasın, bu durumda öne oturmak tek seçeneğimdi.
Annem, şoförün kendi emrinde çalışacağını söylese de araba kullanmada iyiydi. Herhangi bir dönüş yapmadan bizi geldiğimiz yöne doğru götürüyordu. Toprak bahçenin eğimli yapısı gözden kaybolduğundaysa direksiyonu çevirip fazla ilerlemeden durdu. Burası, köşk ile arazinin arasında kalan ama ikisini de göremediğiniz koruluk bir alandı.
Linda'ya bakmak için karnımı koltuğa yaslamıştım. Motorun zamansız durması beni merakta bırakırken annemin çantasından bir sigara çıkardığını fark ettim. Oturuşumu düzeltirken çakmak arayan ellerine kuşkuyla izledim. "Neden devam etmiyoruz?"
Sigarayı dudaklarının arasına sıkıştırdığı için düzgün konuşamasa da, "Vakit yok," dediğini anladım. "Bu yüzden bir işe yaramaz."
Linda'nın çığlıkları kulak tırmalayan cinsten olsa da ben annemin kısık sesinden daha fazla rahatsız olmuştum. "Böyle yapma anne, küsmenin sırası değil. Vakit yoksa onu bir an önce yetiştirmeliyiz."
"Aptal çocuk!" Sigarayı dudağından çekip aldığında yüzüme, gözlerini büyüterek baktı. "Başına neden bela açar, bilmediğin şeyler hakkında ne diye konuşursun ki! Doğum için erken bir zaman, bebek bu koşullar altında zaten yaşayamaz. Hastane sandığın kadar yakın değil. O akıllı bir kadın olsaydı bugünü evinde geçirirdi. Fakat yapmadı çünkü deli işte, deli kadın!"
Son cümlelerini başını geriye çevirip söylemişti. Kaşlarımı çattım ama gözlerindeki ifadenin değişmesi, benim de her şeyi bırakıp Linda'ya bakmamı sağladı. Nefes alıp vermeleri artık bir egzersizi andırıyordu ve karnını tutup, aşağıya doğru itmeye çalışıyordu. Hareketlerinden anladığım kadarıyla doğumu gerçekleşiyordu.
"Böyle bir durumda olsan, birinin sana yardım etmesini istemez miydin?"
"Faydası yok. Zamanından önce geldiği için zaten ölü ya da ölmeye yakın doğacak. Üstesinden geleceğimiz kadar basit bir şey değil, biz beceremeyiz."
"Anne sen bir hemşireydin!" dedim sinirle. İfadesi yumuşadı, kızgın olmadığı zamanlarda zaten kolay şaşırırdı. "Ben bir işe yaramam ama sen elinden gelenin en iyisini yapabilirsin. İnsanları iyileştirmeye dair verdiğin sözlerinin tümünü burada tutabilirsin." Gözlerini tekrardan çeviriyordu ki burnumdan soludum. "Eğer şimdi Linda'ya yardım etmezsen, bir gün yaralandığında sana pamuk bile uzatmam."
Kucağında çantası, parmaklarının arasındaki sigarasıyla duraksadı. Bana öyle donuk baktı ki sanki zihni bile düşünmeyi bırakmıştı. "Otuz beş yaşındaki biri bedenini ele mi geçirdi?"
"Hayır, yetmiş yaşındaki biri ruhumu emdi."
Bir karşılık ararken yutkundu. "Yaşlı dedenden mi söz ediyorsun? Eve gittiğimizde Nina'nın iplikleriyle ağzını dikeceğim." Çantasını bana fırlattığında arabanın kapısını açtı. "Sen benim oğlum olamazsın. Ben bir şeytan doğurmadım."
Sen bir şeytan doğurmadın anne, sen şeytanın kızısın.
Arabanın önünden dolanıp arka tarafa geldiğinde ona yetişmiştim. Linda'nın ayaklarının ucundaki kapıyı açarken yüzümü hedef almasındansa kıl payı kurtulmuştum. Linda sanki ne yapması gerektiğini bilir gibiydi, bu yüzden annem ona bir şey söylemedi. Sadece eldivenlerini çıkartıp karların üzerine bırakırken, "Yenidoğan ölümü diye bir şey duydun mu?" diye sordu. "Bekle, şimdi öğreneceksin."
Ne kadar sürdüğünü bilmiyordum. Ne zaman sayı saymaya çalışsam, yeni bir çığlıkla başa dönüyordum. Gözlerimi arabanın camından, takılı kaldığım buğulu bir noktadan ayırmadım. Linda'nın saçlarını, annemin sırtından çok daha az görebiliyordum.
"Bana yardım etmelisin," dedi annem. "Sadece birkaç saniye sonra bebek bizimle olacak, onu karşılamalısın. Beni yalnız bırakma. Ah, şu işe bak. Kadının yanında bir bebek battaniyesi bile yok, tamamen hazırlıksız."
Paltomu çıkarırken içimden birkaç kez merhaba bebek alıştırması yaptım. Dünyamıza hoş geldin. Annen ve arkadaşın burada; baban yakınlarda.
"Onu sana uzattığımda dikkatlice tutmalısın. Yaşıyorsa sakın... Sakın yere düşmesin." Yüzü ayağımızın altındaki kar birikintisi kadar beyazdı. "Korkma," diye telkin etti. "Bugün sadece bebek ağlasın, tamam mı? Sen iyisin. İyi, güçlü, cesaretli..."
Sadece gözlerime bakacak kadar döndüğünden, pijamalarımla durduğumu fark etmemişti. Diğer türlü durum ne kadar zor olursa olsun kızardı. Çok geçmeden Linda uykuya dalmış gibi sessizleşti, annemin de çekildiğini fark edince hemen paltomu uzattım. Bebeğin sadece başını görebilmiştim ama bu mucize bile ağzımı açıkta bırakmaya yetmişti.
Annem dizlerini geriye kaydırarak arabadan indiğinde, dudaklarımı aralık bırakacak bir gülümsemeyle şimdi nasıl bir mucize yapacağını izliyordum. O artık gözümde bir kahramandı ve emindim ki tüm hareketlerinin mantıklı bir açıklaması vardı.
"Ağlamamayı seçti Leonard, üzgünüm canım."
Bebeği en yakın ağacın dibine koyduğunu görünce dehşete kapılarak yanına koştum. İkinci saniyede yerden kaldırdığımda, henüz nasıl tutacağımı bilmesem de güvenle kavradım ve göğüs hizama dek kaldırdım. "Belki o bize kıyasla gülmeyi sevecek, neden vazgeçtin!"
Annem arabayı ve bizi bırakıp yürümeye başladığında, ayağa kalkarken sarsmış olmalıyım ki bebek tiz bir çığlıkla almaya başladı.
Annemin bir an durup, sonra yeniden yürümesiyle anlamıştım ki bu hıçkırıklar yaşamın anahtarıydı. Güldüm, dudaklarım soğuktan titrerken kaslarımla mücadele edip güldüm. Koşmadım ama uzun adımlarla ilerleyerek arabaya girdim ve içerinin sıcak kalması için kapıyı kapattım. Paltoma sarılı bebeğini, anlamsız şeyler mırıldanan Linda'ya uzattığımda duyuları yerine gelmiş olmalı ki onu açlıkla kokladı.
"Bebeğim... Küçük bebeğim... Benim bebeğim..."
Bebeğinin kahverengi saçlarını ve susmayan ağzını ancak görebiliyordum. Ellerimi kucağımda kenetlerken, kıyafetimden parmaklarıma bulaşan kan lekelerini fark ettim. Dikkatle bakıp tiksinmeyi denedim ama bu anlamda hiçbir şey hissetmedim.
"Onu paltona sarmışsın, bal köpüğü." Linda neredeyse güçlü bir sesle konuşunca hemen sırtımı dikleştirdim. "Sağlığımız için sana minnettarım, küçük dostum." Gülümsemesine rağmen yanağındaki gözyaşı çizgileri parlıyordu. Bebeğinin başına bir öpücük kondurduğunda, paltonun yakalarını düzelterek onun küçük bedenini sıcaklıkla korudu. "Kızımın hayatındaki ilk centilmesin, Leonard."
Utandığım için başımı çevirdim. Ön camdan gördüğüm kadarıyla annemden geriye sadece kardaki ayak izleri kalmıştı. "Tek başıma yapmadım, yapamazdım. Her şey annemin sayesinde."
"O şimdi nerede?"
"Şey... Biraz hava almak için eve yürüyerek gitmeyi tercih etti."
"Corinna'yı anlıyorum, bana yardım etmese bile anlardım."
"Nasıl?"
"Daha önce birçok kez düşük yaptı. Bu, bebeğini henüz doğurmadan kaybetmesi anlamına geliyor. Sen karnına sıkı sıkı tutunan ilk ve tek çocuksun. Doktorlar kendi sağlığı için daha fazla denememesi gerektiğini söylemişler."
Parmaklarıma bulaşan kanı temizlerken omuz silktim. "Kendimdense, ablalarımın ve abilerimin dünyaya gelmesini tercih ederdim." Hangisinin şeytan olduğunu düşünmeyecekse, o kişinin hayata tutunmasını kendime yeğlerdim.
"Varlığına minnettarım, melankolik prens." Kıkırdağında burnumdan nefes vererek güldüm. "Artık eve gitmeliyiz ya da kontrolümüz için bir hastaneye. Biliyorum çok soğuk, sen de üşüyorsun. Hissetmesem de havada kar ayazı var. Cihan amcanı buraya çağırabilir misin? Kavga etmeyi kesmeleri için de İdil'i doğurduğumu söylersin."
"İ... İdil," dedim dilim dolanarak. Bu hayatımda ilk kez duyduğum bir kelimeydi.
"Sen sadece Lili de, o anlar."
Başımı sallayarak arabadan indim. Tenimi yakan ayaza karşı gelerek koruluktan çıkarak yola saptım. Koşarken ağzım kapalı bir şekilde İdil ismini tekrar ediyordum. Sadece Lili'nin yeteceğini söylemişti ama doğrusu neyse onu yapabilirdim. Cihan amca, bebeğin İdil doğdu diyebilirdim. Sadece biraz alışmam gerekiyordu. Bebeği, küçük bebeği, onun bebeği, İdil ya da sadece Lili...
Topraklı bahçe görüş alanıma girdiğinde oradaki her şeyi, annemin arkasında bıraktığı gibi buldum. Koştuğum için görüntüleri dalga dalga yakalarken soğuktan ağrımaya başlayan gözlerim, rampadan güç bela çıkan Walton'ı fark edince o noktada takıldı kaldı. Birbirimize baktık ama silah da tam o esnada patladı.
Saniyesinde yetişememiştim, ardındaki uzun saniyeler boyunca korkmuştum. Sesin yankısı kulağımda kalmaya devam ederken ben ileriye doğru yavaşça yürüdüm, Walton da başını geriye doğru acelesizce çevirdi. Babam aynı noktada, Korb babamın dibinde, Cihan amcaysa yerdeydi. Cihan amca, babam ona bir silah doğrulttuğu için mi yerdeydi?
Adamlardan biri eğilerek parmaklarını Cihan amcanın boynuna uzattığında ben de herkes gibi nefesimi tutarak bekledim. Walton yanıma gelerek elini omzuna yerleşti. Adam Cihan amcayı kaldırmadan doğruldu.
Buraya ne için geldiğimi hatırlayak, "Baba!" diye bağırdım. Bana bakınca kolları iki yana düştü, Korb elindeki silahı acele etmeden aldı. Ne kadar güçsüz göründüğünü fark ettiğimde, Walton'ın bile anlayamayacağı kadar kısık kesle tekrar ettim. "Baba..."
"Leonard," dedi birkaç kısa adım atarken.
"Cihan amcanın bebeği doğdu!" Cihan amca bebeğin doğdu, diyeceğimi hayal etmiştim.
Önce duraksadı, sonrasındaysa adımları uzadı. "Leonard!" Rampaya yaklaşırken Walton'ın elinden kurtulup koşamaya başladım. "Leonard, bekle!" diye seslenmeye devam etti.
Babam hızlı koşardı ama benim kadar değil. Korkudan ödü kopan oğlu kadar süratli olamazdı. Üstelik tırmanması gereken bir yokuş vardı. Ayaklarımı yakalayamaz, bana orada olan kötü şeyleri hemen anlatamazdı.
Arabaya ulaştığımda ellerim kayarak kapısını açtım. Linda telaşımı görünce İdil'i sevmeyi bırakıp bana baktı. Sırtını yaslayacak kadar oturma pozisyonuna geçmişse de biraz daha doğruldu. "Ne oldu Leonard, neden bu hâldesin?"
Burnumun için cayır cayır yanarken yutkunmaya çalıştım. Boğazım öyle çok ağrıyordu ki sızısı kalbime iniyordu. Linda uzanıp yanağıma dokununca sıcaklığı karşısında gözlerimi kapattım.
"Üşümüşsün, kurabiye yanak. Bizim için ne çok şeye katlandın ama Cihan'ı da getirmemişsin. Demin büyük bir patlama sesi duydum, şey gibi..."
"Sanki araba tekeri patlamış gibi mi?"
"Evet, kesinlikle onun gibi. Hâlâ mı bir uzlaşmaya varamamışlar?"
Sessizliğimi korurken camın önünden bir gölge geçti. Gölge bir an olsun duraksamayarak arabanın önünden dolanıp şoför koltuğunun kapısını açtı. Linda da ben de hareketlerini sessizce izliyorduk.
"Hans? Neden sen geldin, Cihan nerede?" Babam başını geriye çevirip bize bakmadı. Parmakları direksiyonu kavramakla boş durmak arasında gidip geliyordu. "Bana sakın hâlâ o adamlarla sorunu çözmeye çalıştığını söyleme. Ben bu durumdayken bile işini düşünüyorsa onu asla affetmem."
"Seni hastaneye götüreyim."
"Önce köşke uğrayalım Hans, biraz soluklanmak istiyorum. Zaten bebek de ben de iyiyiz."
Babam gözle görülür bir cansızlıkla, "Peki," dedi. "Öyleyse doktoru ararım."
"Hem Cihan'ın bakacağı ilk yer de sizin evdir."
"Önemli olan senin sağlığın Linda, şimdi nerede olman gerekiyorsa orada durmalısın."
"Onun yanında!"
İdil ağlamaya başladı.
"Yahut o benim yanımda! Ne fark eder? İçinde bulunduğum duruma bir bak, seçme lüksüm bile yok."
"Sana hastane ve-"
"Kapa çeneni! Sen ne anlarsın, erkelerin çoğu ne anlar, acımın ne kadarını hissedebilirsin!"
Babam benden daha gergin görünse de arabayı hızlı kullanmamaya ve camları kapalı tutmaya gayret etti. "Kalbimde hissetmeye çalışıyorum Linda, bunun daha zor olduğunu bilirsin."
"Neyi bildiğimi öğrenmek ister misin? Kocam olacak adamın, bugün pek iyi olmadığımı açıkladığım hâlde beni yalnız bırakıp sizinle buluştuğunu mesela, duymak ister misin?"
"Haklısın."
"Tabii haklıyım lan!"
"Linda," diye fısıldadım. Bana aniden döndüğünde bile öfkeli görünüyordu. "Onu... İdil'i alabilir miyim?"
Duymazdan geleceğini sansam da hiç ikiletmeden paltomla birlikte İdil'i bana teslim ettikten sonra babamla atışmaya döndü. Benim yerime ağlayan birinin olması bencilceydi, hele bu bir bebekse. Fakat olanlardan habersizce ağlıyordu. Babasının karların üzerinde, buz gibi soğuğun altında uzandığını ya da bağıranın annesi olduğunu bilmiyor bile olabilirdi. Bilmemesine rağmen ağlıyordu. Ona olan biteni anlatmışım gibi ağlıyordu.
Araba köşkün önünde durduğunda Linda kapıyı açmak yerine, babamın yakasını çekiştirdi. Arabadan keyifsizce inişimi fark etmediklerinde ağır adımlarla eve doğru yürüdüm. Başımı, annemi göreceğimin korkusuyla kaldırmaya çekinsem de beni bekleyen ayaklar naif tanıdıklardı. Sadece yüzüme odaklanmışlardı, paltomu neden kucağımda tuttuğumu merak ediyorlardı.
İdil tam o esnada bir kez daha hıçkırdı.
Bütün gözler paltoya çevrili bir şekilde içeri girdim. Salona döndüğüm esnada, annemin gözleri olan bir okyanus tarafından yutulacağımı sansam da burası bile boşluktu. Linda'nın ve babamın sesleri de yetişmeye başladığında ne olup bittiğini anlamak için İdil'i koltuğa bırakmamı beklediler. Bırakmadım. Koltuğa bu şekilde oturdum.
Babamın çağıracağı doktoru tahmin etmiştim, yakınlarda bir komşumuz vardı. Linda'yı odalardan birine götürdükten hemen sonra o doktor da peşinden gitmiş ama fazla uzun kalmadan çıkmıştı. "Kanaması var ve sayıklıyor. Gerekli tetkikleri yaptırmak için hemen şimdi hastaneye götürmelisiniz."
Bu kez de hastane serüvenimiz başlamıştı. Babam Linda'ya destek çıktığı için bana da İdil'e göz kulak olmak düşüyordu. O nedenle kimse evde kalmam gerektiğini söylemiyordu. Özellikle de annem. Annem hâlâ ortalıkta görünmüyordu.
Hastanenin uzak olduğunu söyleyerek yalan mı atmıştı yoksa gerçek miydi pek anlayamamıştım. Çünkü yol bana, asla bitmeyecekmiş gibi çok uzun gelmişti. Hastanenin önünde durduğumuzdaysa Linda tüm yaşananları yarım saate sığdırdığımızı gülerek vurgulamıştı, yani hislerim de belki annemin bahanesi de bir aldatmacaydı.
Babam hasta kayıt bölümünden döndüğünde hemşireler gözümün içine bakıyorlardı, İdil'i kendime biraz daha bastırdım. Linda'yı tekerlekli sandalyeye oturttuklarında onun kucağına teslim ettim. Koridordan kaybolmalarını izlerken babam elini omzuma yerleştirerek beni bekleme alanına götürdü.
Ben uyarı levhalarına çizilmiş mikrop animasyonları, babam da ayakkabılarını izlerken yan yana oturuyorduk. Öksürmeye başladığım an ayağa kalkıp pardesüsünü çıkardı. Omuzlarımın üstünden geçirdiğinde hem ısınmış hem de içinde kaybolmuştum. İdil de benim paltomun içindeyken böyle hissetmiş olmalıydı.
"Beni neden uyarmadın? Hastalanacaksın."
Bacaklarımı örtmesini seyrederken gözlerimi ellerinden çekip saçlarında dolandırdım. "Cihan amca gibi mi?" Hareketlerini yavaşlatıp başını kaldırmasıyla nihayet göz göze gelebildik. "Yerde uzandığını gördüm."
"Ama Linda'ya bundan bahsetmedin."
Bir çıkarım olduğu kadar soru anlamı da taşıdığı için, "Hayır," dedim. "Nasılsa hastanede karşılaşacaklar." Benim soru anlamı taşıyan çıkarımımıysa gözlerini kaçırarak yanıtladı.
Yanıma oturduğunda yine birbirimize bakmayı kesmiştik, bu başıma ilk kez geliyordu. Tekrar öksürdüğüm zamana dek konuşmamıştı bile. "Bir yerin ağrıyor mu? Seni de doktora gösterelim."
"İyiyim, sadece boğazım birazcık acıyor. Nina'nın ellerinden ballı bitki çayı içersem çabuk toparlarım."
Zamansız esnediğimde neredeyse yanlışlıkla gülecekti. Dudaklarının kenarını kaşırken başını salladı. "Öyleyse seni eve götüreyim."
"Asla!" Farkında olmadan ellerine yapışmıştım, tepkisiz kalacağını sansam da buna ihtiyacı varmış gibi sıkıca kavradı. "Lütfen aynı anda, birlikte gidelim. Annemle tek başıma karşılaşmak istemiyorum."
Ağzı belli belirsiz kıpırdanırken ensemden tutup beni kendine çekti. Yanaklarıma, sesten utanacağım kadar büyük öpücükler kondurduğunda başımı da göğsüne yasladı. Güvenli kokusuna gömülürken gözlerim istemsizce kapanıyordu, kemiklerimdeki sızı yavaşça azalıyordu.
"Linda ve bebeği sabaha kadar gözetim altında kalacaklar. Onları beklerken biraz uyuyabilirsin ha, ne dersin?"
Babamla temasımı kesmeden rahat bir pozisyon ararken, "Olur," diye mırıldandım. "Sen de biraz kestirebilirsin, ben buradayım merak etme."
Sevgiyle kurcaladığı saçlarımı öptü. "Benim en huzurlu uykum dün geceydi oğlum, artık olmayacak."
Ne söylemek istediğini çok sonra anlamıştım ama haklıydı. O gün, babamın göğsünde son uyuyakalışımdı.
Uzun ama çabuk geçen bir zamanın ardından, seslerden gözlerimi açtığımda dizlerindeydim. Bacaklarımı diğer sandalyelere uzatmış bir şekilde uyumuştum. Babam beni indirdiğinde kendisi de toparlandı ama üzerimde birkaç kiloluk pardesüyle hareket edemediğimi, onu geri veremeyecek kadar üşüdüğümü ve uyku sersemi olduğumu fark edince beni o şekilde kucağına aldı. Koridor boyunca hemşireyi takip ederken kendimi uykulu bir dev gibi hissediyordum.
"Doktor size bilgi verecektir ama annenin de bebeğin de durumu gayet iyi." Babamın yetişmesi gerekeceği kadar hızlı yürüse de konuşmaya başladığında bir şey ima etmek ister gibi yavaşlamıştı. Gözlerini kaçırmadan önce, "Demek istediğim, tamamen iyiler. Eksikleri kalmadı," dedi.
Babam teşekkür ettikten sonra bir odaya girdik. Bebeğin karşısına bir bebek gibi çıkmak istemediğimden beni yere indirmesi için babamın omuzlarını yumrukladım. Pardesüyü üstümden sıyırırken o kapının girişinde bekliyor, bense yeni kıyafetler giyinen Linda'nın yatağına doğru koşuyordum.
Tabii önce İdil' baktım. Temiz, beyaz bir kundağın içinde mışıl mışıl uyuyordu. Ne çok uyuyordu. Gerçi uyumadığı zamanlarda kulakları sağır ediyordu, böyle uslu durması hem bizim hem de boğazı için daha sağlıklıydı.
"Kızımı benden daha çok önemsiyorsun, centilmen."
Gözlerimi İdil'den ayırdığımda bu kez Linda'yı inceledim. Pembe pijama takımı hoştu ama yüzünün rengini beğendiğimden emin değildim. "İyi misin? Neden hasta gibi yatıyorsun?"
"Sadece dinleniyor," dedi bir erkek sesi.
Başımı çevirdiğimde gelenin doktorun olduğunu gördüm. Kaçmamam için Linda ellerimden tutmuştu. Beni de yatırmasın diye öksürmemeye çalıştım. Doktor kapıdan tarafa döndüğünde babam davet edildiğini anladı, çekingenlikle de olsa bize katıldı.
"Anlaşılan İdil bebek, beklenen zamandan biraz önce gelmiş. Test sonuçlarımız ve muayenelerimizse gayet sağlıklı olduğunu gösteriyor. Leyla Hanım'ın da genel durumu artık daha iyi fakat sakinleştirici vermek zorunda kaldık. Yoğun ilaç kullanımı zararlı olabileceği için lohusalık günleri boyunca stresten uzak bir şekilde dinlenmeli. Dilerseniz bu süreçten sonra tekrardan kontrole gelebilirsiniz. Geçmiş olsun."
Doktor bir kâğıdı imzaladıktan sonra hemşireyle birlikte odadan çıktı. Linda sırtını tutarak kalkarken, "Cihan," diye mırıldanınca babama baktım. Silkelenerek kendine geldiğinde o da bana katılarak Linda'ya yardım etti.
"Siniri tepesinde, bırak biraz yalnız kalsın."
"Onun siniri tepesindeyken benim de karnım burnumdaydı, Hans. Kızını görmeye gelmemesi kabul edilebilir şey değil."
"Belki Cihan amca da hastadır."
Babamın kaşlarını kaldırdığını gördüğümde hızla sustum. Linda bunu fark etmediğinden tıslayarak güldü. "Tabii ya. Hâlâ o arazide beklemeye devam ediyorsa zaten donmuştur. Bir de bana deli derler, hâlbuki üzüm üzüme baka baka delirdi." Dolabın içinden paltomu çıkardığında babama, "Uzat kollarını," diye emretti.
Linda öfkelendiğinde herkes biraz çekinirdi, bu yüzden kollarını hemen uzattı. Üstüne paltomu yerleştirdiğinde geriye dönüp küçük beşikten İdil'i aldı. Babam ne yapacağını anlayınca düşecekmiş gibi geriye sendeledi. "Ben... Yapamam, Linda."
Linda, gözlerini kırpıştırırken başını yana eğdi. "Yapabilir misin diye sormadım, Hans. Kızımın baba yarısı sensin, onu ya seve seve taşıyacaksın ya da..."
"Tamam! Tamam, anladım. Bir çocuk ve bir bebek var, konuştuklarımıza dikkat etmeliydik değil mi?"
"Ah, unuttum." Linda bana dönüp göz kırptı ve öpücük attı. "Ben henüz kendimi taşıyamıyorum, Leonard ise epey yorgun. Beni sırtlamak istemiyorsan kızımı kucakla."
Tüm sese rağmen mışıl mışıl uyuyan İdil, kollarına geldiğinde babam başını güçlükle eğmiş ama eğdiği andan itibaren de sadece onu izlemişti. Biz eşyaları toplarken öylece kaldı ve ne zaman gideceğimizi bile sormadı. Linda benden destek aldığında babama da seslendi, garip bir tablo çizerek yürümeye başladık.
Babam şoför koltuğuna geçerken İdil'i bize neredeyse gönülsüzce verdi. Arabayı da yavaş kullandığından yol iki misli uzun sürmüştü. İdil sadece acıktığı için uyandığında Linda üzerine şalını atarak onu emzirdi. Bunların hepsi büyümesinin adımları olduğundan bekleyişim de sıkıcı değil heyecanlıydı.
Linda nihayet İdil'i bana teslim ettiğinde, kahverengi gözlerine bakmak için yüzüne eğildim. Fısıldayarak konuştum, burnumu yanağına sürttüm, sessizce sözler verdim. Babamla Linda, araziden bahsetmeye başladıklarında sesleri tekrar yükselmişti ve bu İdil'i yine huzursuz etmişti.
"Orada neden bir inşaat görmediğimle ilgili üç tahminim vardı, önce hangisini söyleyeyim?" Babam cevap vermeyince güldü. "Ya bütün parayı Corinna'nın harcamaları için kullandın ya da kendine genç bir sevgili bulup ona harcadın."
"Linda lütfen, Leonard yanımızda."
"Biliyorum arkadaşım, bu küçük bey benim her zaman yanımda." Dudaklarını uzatınca başımı yana eğdim, alnıma sıcak bir öpücük kondurdu. "O iyi bir dost, sevgi dolu ve cesur. Aynı zamanda ekşimiş turta."
"Saçlarım sarı diye bana limon muamelesi yapma, büyüyünce boyatacağım."
"Yakışmaz. Çirkin tutarsa olursun."
"Hiç de bile."
"Üç tahminin olduğunu söylemiştin," diyerek araya girdi babam. "Sonuncusu neydi?"
Linda kollarını birleştirip geriye yaslandığında babam huzursuzca kıpırdandı. "Üçüncüsüyse iyimser bir yaklaşımdı. Kendince haklı olduğun bir sebeple, moteli bir başka yere diktiğini düşündüm. Hans Alphan her zaman kötüyü seçer diye bir kural yok sonuçta."
İkisinin anlayacağı tarzda bir konu olduğundan bunun üzerine düşünmedim. İdil'le ilgilenmek bana yetiyor, aklımı kolay yoldan dağıtıyordu. Daha ilk günümüz olmasına rağmen iyi anlaşmıştık. Üstelik bu sadece başlangıcımızdı.
Onu, köşke girerken de ben taşıdım. Biraz yetersiz gelmeliyim ki Linda bu kez yürürken destek almak için babamı seçmişti. Annem şöminenin yanındaki koltukta oturuyordu. Beni, kucağımda bebekle görünce iç çekti. Babamlardan daha hızlı yürüdüğüm için pişman olmuştum.
"Sana Noel hediyemizdi bu palto. Dolabındaki en pahalı ve en kaliteli parça. Senenin en soğuk zamanlarında olmamıza rağmen neden üzerinde değil?"
"İdil içinde," dedim boş bulunarak.
Bakışlarını kıstı. "Adı bu mu?"
"Lili de diyebilirsin. Leyla'ya Linda dememizle aynı, hangisi kolayına gelirse."
Babam ve Linda geldiği hâlde annemin gözleri onları yok sayarak bendeydi. Linda yorulma yakınmasıyla ilerleyip kendini koltuğa bıraktığında soluklandı. "Bize hep zararlı olduğunu söylediğin sigaraya mı başladın, Corinna?"
"Sen bıraktın mı ki?"
"Evet, sayende."
Annem zarif parmaklarını şömineye uzatarak sigarasının külünü silkeledi. "Demek beni dinlemen bazen işine yarıyormuş."
"Ah, şeyi mi diyorsun," diye mırıldanırken sırtının arkasındaki yastıkları düzeltti. "Genç kızlık yıllarımızda Cihan'la sevgili olmamın yanlışlarını bana anlatmaya çalışmalarını? Sanırım seni o günlerde dinlemem de işime yarardı. Baksana, sevgili yanlış seçimim beni görmeye bile gelmemiş. Fakat o zaman," dediğinde kollarını ileriye uzattı. İdil'i istediğini anladığımda kucağına dikkatlice bıraktım. "Asla bu kadar güzel bir kızım olmazdı. Bebeğim... Küçük bebeğim... Benim bebeğim..."
"Linda ve bebeği bir süre bizimle kalacak." Konuşana kadar annem de ben de babamın burada olduğunu unutmuştuk. Ayakta durmaya çalışır gibi salonun girişinde beklemeye devam ediyordu. "Yaşanları biliyorsun," dedi imayla. "Cihan'a kızgın olması Linda'yı strese sokuyor, doktor da en az bir ay boyunca stresten uzak durmasını söyledi."
İdil'e söylediği ninniye ara verip, "Stresten uzak durmak, kocamdan uzak durmakmış," dedi.
"Cihan biraz öfkeli, bu yüzden ne zaman döneceği de belli değil. Bana kalırsa her şey birkaç ay sonra konuşulmalı Corinna, beni anlıyorsun değil mi?"
"Alışverişe çıkmak ister misin, Leonard?"
Nina'nın getirdiği sudan üçüncü bardağımı içerken açlık yerine zorlukla yutkundum çünkü annem babamı yanıtlamaktansa gözlerimin içinde bakıyordu. "Şimdi mi? Yeni bir palto almak için mi?"
"Hayır senin için değil, Linda ve Lili için. Babanın söylediğine göre bir süre burada kalacaklarmış ama eminiz ki birçok şeye ihtiyaçları vardır. Walton'la çıkıp hepsini halledin."
"Oh, Corinna o kadar naziksin ki. Kızım yerine oğlum olsaydı adını Corin koyardım."
Annem başıyla işaret edince medivenleri koşarak çıktım. Dün akşam yediğim reçelin üstüne bardak bardak su içtiğim için karnım patlamak üzereydi ama büyük bir dert değildi. Bana yetişen Agnes, önce elimi yüzümü yıkayıp temizlenmem gerektiğini söylese de annem bunu dipnot düşmediği için gerek olmadığına ikna ettim.
"Peki. Hiç değilse sana bir kez sarılayım."
Şaşırsam da, "Olur," dedim. Banyo hariç, annemin kurallarından sapmadığı için Agnes ile pek samimi değildik. Sadece el ele tutuştuğumuzda ve bana masal okuduğunda uyumlu görünüyorduk. Bu kez sesi titreyerek istediği yakınlığı garipsemiştim.
Beni odanın dışında bekleyen Fabienne başımı okşadı. Onunla diyaloglarımız ise günde bir defayı geçmezdi çünkü benim bile unuttuğum odaları her gün temizlediğinden meşgul olurdu. İkisinin aniden bana yakınlaşmasına rağmen Nina beni yolcularken hüzünlü görünüyordu. Bianca ise elime, "En sevdiklerinden," diyerek peçeteye sarmalanmış bir kurabiye sıkıştırdı. En sevdiklerim demek Linda'nın yaptıkları demekti, bu da gül aroması anlamına geliyordu. Dünün üzerine ne kadar mantıklıydı bilmiyordum ama tek kahvaltımı da geri çevirmedim.
Şoför arabayı sürüp, Walton da yanımda otururken mutluydum. Kurabiyemi kemirirken sırıtışımı dahi gizlemedim. Bir koyun sürüsüne rastlamasak da yolda gördüğüm her ilginç şeyi Walton'a gösteriyordum ve bu konu hakkında konuşmaya başlıyorduk.
Bir alışveriş merkezine geldiğimizde, sadece kızları ilgilendiren reyonların arasında dolaşmak beni biraz utandımıştı. Hepsi farklı göründüğü için hepsini beğeniyordum. Linda anneme kıyasla daha renkli giyiniyordu ve bu işimin daha kolay alacağı anlamına geliyordu. Walton görevlilerle konuşup, birçok detayı onların inisiyatifine bırakınca bana da sadece işin hediyelik kısmı düşünüyordu.
Bir saatin sonunda, sadece şoförle Walton'ın değil benim bile kollarım doluydu. Bagaja sığmayanları yanıma aldığımda, hayatımdaki en güzel eve dönüş yolculuğum başlamış oldu. Demek istediğim, normalde o eve dönüşler benim için sıkıcı ve sancılıdır. Bugünse farklıydı. Bugün evimiz, yaptığım resimler kadar kalabalıktı. İdil'i hangi renk boya kalemiyle çizeceğime karar vereceğim kadar çeşitli seçeneğim vardı. Sanki başlangıcım, onun dünyamıza dahil olmasında saklıydı.
"Walton," dedim gülümserken. Ön koltukta oturuyordu ama bana bakmak için yalnızca başını değil, vücudunun yarısını çevirdi. "Hani dün sabah kahvaltı yaparken nasıl olduğumu sorduğunda, bilmiyorum diye yanıtlamıştım ya. Aslında... birkaç seferdir bilmiyorum diye yanıtlamıştım. Bugün biliyorum. Bugün iyiyim. Hayatımızın yeniden başlayacağını düşünüyorum."
Tebessüm ederken, "Hayatınızın yeniden başladığını düşünüyorum," diye tekrar etti.
Köşkün bahçesinde durduğumuzda, en sevdiğim karton poşetleri sahiplerinden başka kimselere teslim etmeyeceğim için arabadan hemen indim. Büyük adımlarım, annemi kapının önünde gördüğünde yavaşlasa da belli etmemeye çalışarak gülümsedim. "Merhaba. Neden dışarıdasın, hava soğuk."
"Biraz soluklanıyorum," dedi kısık sesle.
Öğlen saatlerinde olsak da gökyüzü kapalıydı, buna rağmen gözleri güneşe bakıyormuş gibi kısıktı. Elinde bir sigara görsem dışarı çıkmasını anlardım ama kolları arkadasında, sırtı duvardaydı. Aralık görünen kapıdan bir an önce girmek için başımı anlayışla salladım. Söz veriyorum sohbete hazır göründüğünde nasıl olduğunu soracaktım fakat önceliğimi beliryeli uzun zaman olmuştu.
Salona heyecanla girdiğimde boşlukla karşılaştım. Daha önce bu eve hiç kimse girmemiş gibi büyük bir boşluk, duygusuz bir eşya kalabalığı. Etrafa daha iyi bakınmak için poşetleri gizli bir köşeye bırakıp önce bu katın koridoruna saptım. Mutfaktan Bianca'nın sebep olduğu gürültülü tıkırtılar geliyordu. Köşeyi döner dönmezse Nina'ın hüzünlü suratıyla karşılaştım.
"Neden ağlıyorsun?" Sessiz kaldı. Beni gördüğü andan beri duyguları daha da artmıştı. "Bebek yerine sen ağlıyorsun. Onlar nerede?" Gözleri yere odaklı kalınca ilk korkumu yaşadım. "Bana yardım etmeyeceksen Fabienne ve Agnes'ı çağıracağım."
Geriye döneceğim esnada kolumdan tuttu. "Gittiler."
"Nereye?"
"Annen onları kovdu."
Duraksadığımda dudaklarımı aralayıp bencilce bir soru sordum. "Peki Linda ve İdil?"
"Onları da."
Yutkundum. "Ya babam?"
"Ne zaman döneceğini bilemeyiz."
Nina'dan sıyrıldığımda dişlerimi sıkarak tekrardan kapıya yöneldim. Annemi bu kez duvara yaslı değil, biraz ileride ve yüzü bana çevirili, ellerini yine arkasında bağlı bir şekilde bulunca biraz ürperdim. Yine de duraksamadım, adımlarımı hızlandırıp karşısına dikildim. "Lütfen neler olduğunu bana da anlatır mısın?"
Başını yavaşça salladığında şaşırsam da belli etmedim. "Peki ama biraz yürüyelim."
Yenilmiş görünmemek için öksürmemeye çalıştım ama soğuk havaya tekrardan çıkmak boğazımı rahatsız ediyordu. Ben yanına gelene dek arkasını dönmedi. Karları ezerek, rahatsız edici sesler eşliğinde ilerledik. Bahçemizi belirtmek için duvarlar ya da ter örgüler yoktu, babam büyük bir alan bize ait olduğu için gerek olmadığını söylemişti. Buna rağmen tek başımayken o kadar uzaklaşmama izin verilmiyordu.
Yalnız yürümeye başladığımı fark ettiğimde durup geriye baktım. Annem en az beş adım önce hareket etmeyi bırakmıştı. Bana doğru tekrardan gelmesini sabırla beklerken, "Gözyaşların karların üstüne dek damlıyor," dedi. "Neden ağlıyorsun?"
Yüzümü kolumla silerken öfkeyle burnumdan soludum. "Nina bir yalancı olmadığı için ağlıyorum."
"Bu ne demek?"
"Söylediklerine inanıyorum demek. Berbat şeyler söyledi demek. Sen kötü birisin demek!"
"Çok yazık, bu kadar nankör olduğunu bilmiyordum. Deli kadın bizi zehirlemesin diye ne kadar zamandır uğraştığımı tahmin edemezsin. Baban yeterince ayarsız davranırken bir de sen çıktın başıma, ikiniz birleşip burnumuzun dibine kadar getirdiniz."
Aynı şeyleri zaman zaman duymaktan sıkıldığımı belli edercesine, "Tamam," dedim. "Peki sen Linda'nın ne zararını gördün?"
Arkasında birliştirdiği ellerini çözerken küçük gül demetini öne çıkarttı. "Beni sevmediniz."
Linda için aldığım gülleri çekingenlikle süzerken, "Anne," diye fısıldadım. "Başkasına çiçek almamız seni sevmediğimiz anlamına gelmez."
Gözlerime, benimle yaşıt bir çocuk gibi beklentiyle baktı. "Öyleyse doğruyu söyle, beni seviyor musun?"
"Evet."
"Linda'yı seviyor musun?"
"Seviyorum."
Yüzüme bir tokat atınca yere düştüm. Suratıma yayılan donma hissi şokumu geciktirince dizlerinin üstüne çöktüğünü de sonra fark ettim. Yakalarımdan tuttup, "Linda'yı sevdiğini söylerken neredeyse bağıyorsun ama annene gelince sadece evet diyorsun ha, öyle mi?" diye sorup bir tokat daha attı.
"Lütfen..."
"Lütfen ne, ne lütfen?"
"Linda ve İdil'e de böyle zarar verme."
Bunun üzerine annem bir dayak arsızı olduğumu söyleyerek patakladı beni. Doğru, öyleydim. Çünkü onu dövemezdim ama kelimelerimle yerden yere çarpabilirdim. Canımın acıyacağı anlamına gelse de inadımdan vazgeçmezdim.
Birkaç dakika sonra annem beni göğsüne bastırmıştı. "Zaten öksürüp duruyorsun. Yemek yediğini de görmedim. Onlar yüzünden hastalanacaksın."
"Karnım tok," dedim elbisesinin kumaşını sızlayan gözlerimle yakından izlerken. "Dün akşam Linda'nın yaptığı reçelden yedim. Sabah da Linda'nın kurabiyelerinden. Babam da ben de, seninle oturduğumuz masadan aç kalkınca Linda'nın atıştırmalıklarıyla tıka basa doyuyoruz."
Kulaklarımdan tutarak kendinden ayırdığında gözlerinden ateş çıkıyordu. Yüzüme tükürdü. Beni sırt üstü düşeceğim kadar sert iteklediğinde uzanıp gül demetini aldı. "Linda'ya dair son şey bu. Öyleyse ye ve karnını güzelce doyur, oğlum."
Geriye kaçacağım esnada ayak bileğimden tutarak çekti. Dudaklarımı sımsıkı bastırsam da nükseden öksürük krizlerim bunu devam ettirmemi engelliyordu.
"Gülleri çiğ çiğ yiyeceksin! Yemezsen bedeli ağır olur! Seni yerin altındaki o mahzene kilitlerim!"
"Beni bulan olur!" dedikten sonra ağzımı hemen kapattım. "Baban nasılsa bir alkolik!"
Dirseklerini göğsüme bastırıp, iki elini de kullanarak çenemi açarken, "Linda'nın bebeğini mahzende saklarım," dedi. "Gülleri yemezsen onu mahzende aç ve sussuz bırakırım! Öldürürüm."
Bir kadın düşünün. O sizin üstünüzdeyken, sizin başınız da karların üstündeyken üşümeyi unutacağınız kadar donuk baksın. Saçlarının arkasındaki gökyüzü kararsın. Her kötü şeyi yapabileceğine inandırsın. Yardım edebilecek insanların tümü uzaklaşsın. Senden nefret eden biriyle başbaşasın. Bir kadın düşünün, anneniz o kadar kötü olmasın.
Ağzımı aralarken gözyaşımın yanağından süzüldüğünü duyumsadım.
"Centilmen," dedi ağzıma gül yapraklarını sokuştururken. "Linda sana böyle diyordu. Hâlâ mı artistlik peşindesin, tüm bunlar Lilith'in güvenliği için mi?"
"Adı Lili."
"Ağzın doluyken konuşma, boğazında kalır."
"Anne, yeter bu kadar."
"Henüz sadece beş yaprak yedin, oysa burada seni akşama kadar tok tutacak altı adet gül var." Tam o esnada öğürmeye başladığımda güldü. "Miden küçük olsa gerek. Yine de biraz daha ye."
"Anne," diye yakındım yutma yetimi kaybederken. "Lütfen, dur."
"Biraz daha yediğini gördüğümde duracağım, canım."
Gerçekten de burada oturmuş gül yiyordum. Burnumun içinde bile yabancı bir aroma hissediyordum. Boğazıma sanki dikenler batıyor, midemde kurtçuklar dolanıyordu. "İlaç tadı alıyorum."
"Demek o kadar da zararlı değilmiş." Güldü.
Büyük bir öğürmenin akabinde, başımı omzumdan tarafa çevirip kustum. Annem alkışlayıp geri çekildi. Avuçlarımı kara yaslayıp, tüm hayatım boyunca geçirdiğim hastalıkların toplamı kadar kustum. Boğazıma takılan gül yapraklarını tükürerek çıkarmaya çalıştıkça daha çok kustum. Midemden gelen son şey, beyaza karışmış kırmızımsı bir sıvı olana kadar kustum.
Annem, güllerin sarıldığı kese kâğıdıyla dudaklarımı sildi. Beni oradan uzaklaştırıp, ayakkabılarının ucuyla hem ağzımdan çıkanların hem de güllerden geriye kalanların üstünü karla örttü. Ellerini çırptıktan sonra elimi tuttu.
Sık sık tökezleyecek kadar bitkindim. Yürüdüğüm bile söylenemezdi, sadece isteletimi dik tutup onun yanında sürükleniyordum. Neler konuştu, neler anlattı hiç bilmiyorum. İçimde, kırmızı güllere dair ne varsa çıkardığım an dışında yaşananları hatırlamıyorum.
Eve girişimde, metrelerce uzaktan bakan birinin bile anlayacağı bir keder vardı. Fakat kimin baktığını bilmiyordum çünkü neredeyse iki büklümdüm, sadece ayaklarımı görebiliyordum.
"Eşyalarını topla Bianca, gidiyorsun. Yaptığın tatlılar yüzünden oğlum mide fesadı geçirdi."
Takıla takıla çıktım merdivenlerden. Annem beni buz gibi banyoya atıp, kaynamaya yakın suda şarkı söylerek yıkadı. Vücudumu kızartacak kadar sertçe kuruladı, en kalın pijamalarımı seçti, çoraplarıma dek kendisi giydirdi. Bütün bunları gözlerime bir an bile bakmadan yaptı.
"İçin ve dışın tertemiz olunca ne güzel kokuyorsun." Gözyaşlarımı banyo suyuna saklamış olsam da dudaklarım titredi. Saçlarımı taramaya ara verdiğinde ellerimden tuttu. "Demek hâlâ ağlıyorsun. Neden bir kız çocuğu istemediğimi sanıyorsun? O kadar naifsin ki, bana yetiyorsun." Bir anda bütün gözyaşlarım geri çekildi. "Baban dönmeden önce kendine gelmelisin Leonard, Lilith'in kaderi hâlâ sana bağlı."
"İdil," dedim gözlerine bakmadan. "Ya da sadece Lili."
"Ah, sen henüz Lilith'in hikâyesini bilmiyorsun tabii. Şimdilik bunu bir kenara bırakıp, bana sadece bir prens olduğunu söyle."
"Ben prens değilim."
Uyarıcı bir tavırla, "Leonard," derken tırnaklarını etime batırdı. "Bebeği mahzene ya da başka evlerin, daha karanlık mahzenlerinde saklamamı istemiyorsan bir prens gibi şımarık davranmalısın. Babanı da, Lili'nin burada kalmaması gerektiğine inandırmalısın."
Yutkundum. Söz konusu bebek olunca böyle yapıyordum.
"Hans kararlılığını görürse bunu artık teklif etmez, kocaman bir adam olduğunu ona göster. Soğukkanlılığını kaybetme, Korb'un bize hediyesi mavi gözlerinle kin dolu bak. Bir prens olduğunu dile getir. Lili'nin güvende yaşaması için söyleyeceklerimi tutkuyla tekrarla."
Dudaklarımı yaladığımda çenemden tutup başımı kaldırdı. Sadece gözlerimiz benziyor, diye düşündüm. Sarı saçları bile belki boyadır. O kadar da akraba sayılmayız.
"Ben, Berlin'in soğuk prensi Leonard Alphan. O yetim kızı köşkümde gördüğüm her an Lilith'i anıyorum."
Anlamını bilmediğim kelimeler karşısında dişlerimi sıktım. "Ben..."
"Leonard, hadi!"
"Ben, Leonard Alphan."
Omuzlarımdan tutup sallarken, "Berlin'in soğuk prensi Leonard Alphan diyeceksin!" diye bağırdı. "Kendini küçümseme. Şimdi, bir daha söyle."
"Öyle demek istemiyorum. Soğuk prens de neyin nesi, ben bir mevsim miyim?"
"Evet, sen bir mevsimsin. Gözlerin kadar soğuk bir kış mevsimisin, bu aynı zamanda güç demektir. Anne sana gücün ne demek olduğunu iki cümleyle mi ezberletsin yoksa dedenin arkadaşının müdür olduğu yatılı okula mı gitmeyi tercih edersin? Nasıl güçlenmek istediğine kendin karar ver."
O adamları anımsayınca tüylerim ürperdi. Gelişgüzel söyledim ama annem tamamen kararlı göründüğüme ikna olmadı. Tehditlerini sıraladı. Bu hikâyenin sonunda İdil'in karanlık mahzende aç ve sussuz kalması, benimse yatılı okullarda yapayalnız büyümem vardı.
Aynadaki görüntüm beni taklit etse de cansızdı. Kendimin basit bir kopyasına odaklanmak, annemin bana biraz benzeyen gerçek mavi harelerine kapılmaktan daha zararsızdı. Yansımama bakarken gözyaşım iki yanağımdan da aynı anda aktı.
"Ben, Berlin'in soğuk prensi Leonard Alphan. O yetim kızı köşkümde gördüğüm her an Lilith'i anıyorum."
Adı İdil ya da sadece Lili. Buz tutmuş kalbime dokunduğu her an, beni anlayacağını umuyorum.
***
GÜNÜMÜZ
Zihnin intiharı çok düşünmekti.
Sevgilimi düşünmekten vücudumun mekanizması bozulmuştu.
Ne açlık, ne susuzuk, ne de yalnızlık. Anladım ki hiçbir şey onsuzluk kadar öldürmüyordu.
Walton beni, iyi niyetli bir hesapla İdil'in hiç olmadı birkaç yıl sonra döneceğine ikna etmişti. Hem o zaman evlenme yaşı gelince bir yabancı yerine beni de seçebilirmiş. Bu yüzden çok çalışmalı, birikimimi iyi yapmalıymışım. Bir aptal gibi sırıtarak ona hak verdim ama işe gitmedim.
Çalışma odamda oturdum ve fotoğraflarımıza baktım. Kısa süreye ne çok anı sığdırmıştık. Bunu o bebekken, ben çocukken yapmaya başlamıştık. İlk kez dürüstlük yerine kaderimizi değiştirmeyi seçtiğimdeyse hepsini kaybetmiştik. Hayatını bu kez kendi ellerimle söküp almıştım.
Kapım çaldığında henüz gel demeden açıldı. Gel demeyecektim zaten, yorgundum. Walton ve Jason'ın neden birlikte olduğunu sormayacak kadar yorgundum. "Size bir paket var."
Heyecanla ayağa kalktığımda, masanın üstünden uzattıkları küçük kutuyu aldım. Açarken ellerim titriyordu. Bir makas aramak yerine, etimi kesen ipleri parmaklarımla koparttım. Karton parçaları yere düşerken, bazen boynuna astığı ama daha çok saçlarını toplamak için kullandığı kırmızı fularının içinde durduğunu gördüm.
"Bana kokusunu göndermiş," diye güçsüzce mırıldandım. Kumaşı kavrayıp burnuma yaklaştırmak üzereyken altındaki kâğıdı fark ettim. Bunun, İdil tarafından yazılmış bir şiir olması adına içten içe dua ettim.
Onu bir kez daha ellerime emanet etmekten kıskançlık duyuyorsan, bana önerdiğin Özel Vivantes Hastanesi'ne silahsız ve adamsız uğra. İdil de ben de çatıdayız ama sadece birimiz aşağıya atlayacağız.
Ezeli düşmanın, Kevin Braunz.
Fuları son anda tuttum ama geri kalan her şey elimden kayıp gitti. Ruhumsa bedenimden uçmak üzereyken kemiklerime takıldı. Bu canımı çok acıttı, ama aklımın iflas etmesine engel olamadı.
"Bebeğim..." dedim. "Küçük bebeğim... Benim bebeğim..."
"e yazıyor, Bay Leonard?"
"Bebeğim. Bebeğim. Küçük bebeğim."
"Leonard!"
"Bebeğim. Bebeğim. Benim bebeğim."
"Jason ona tokat at!"
"Bebeğim. Benim bebeğim. Küçük bebeğim."
"Yapamam, ben..."
"Bebeğim. Küçük bebeğim. Bebeğim."
"Şoka girdi, görmüyor musun! Sana vur dedim!"
"Bebeğim. Küçük bebeğim. Bebeğim. Benim-"
Kulaklarımda bir çınlama hissettim. Dünyam bir anlığına kararıp tekrar aydınlandı. Gözlerimi araladığımda duvarla bakışıyordum. Dişlerimi sıkarak başımı eski hâline getirdim. Jason'ın ürkek gözlerine onu öldürecek gibi odaklandım.
"Notta ne yazıyordu, Bay Leonard?"
Gözlerimi Jason'dan ayırmazken, "İdil'in," dedim. "Johanna'nın emrinde çalışan adamlar tarafından alıkonulduğu yazıyor." Yerine gelmesi için çenemi oynattım. "Şimdi gidip getireceğim."
"Doğru bir karar değil, öylece gidemezsiniz. Lütfen oturup konuşalım ve mantıklı bir karara bağlayalım."
Masanın arkasında sıyrıldığımda Walton'ın yüzüne iyice yaklaştım. "Gözlerimde ne görüyorsun? Ben Korb Daghmar olarak baktığımı ilk kez kabul ediyorum. Bugün, içimdeki öfkenin yenemeyeceği zorluk yok."
"Yanılıyorsun." Tam gidecekken kolumu tutmuştu. "Gözlerinde Korb Daghmar'ın kini değil, Levent Alphan'ın gücü var. Başkasını kabul edemeyecek kadar, onun gibi bakıyorsun." Yutkunamadığımı hissettim. Öfke yerine güce, kötü yerine iyiye benziyor olabilirdim. "Bileğinde kuvvet varsa aklı da mantıkla doluydu. Levent deden, zararsız bir yardımı kabul ederdi Leonard."
Koluma baktığımda elini usulca sıyırdı. "Vivantes Hastenesi," dedim kısık bir sesle. Başını salladı.
"Polise durumu anlatırım. Birkaç ekip aracı seni, şüpheye mahal vermeyecek mesafeden takip eder."
Başımı sallamadım ama sessizce kabul ettim. Tekrar yürüdüğümde kapı bir kez daha açıldı ve içeriye kıyafetleri sırılsıklam olmuş Teo girdi. "İdil yok!" diye bağırdı telaşla. "Kaçırmışlar! Senin takıntılı manyağın onu götürmüş!" Burnumdan bir nefes verip ilerlediğim an önümü kesti. "Sana söylüyorum!"
Islak yakalarından tutup duvara yasladığımda şaşırdı. Ben de şaşırdım. "Adımlarını önümde atarsan seni ezerim, Teo."
Bırakır bırakmaz parmaklarımı fuları dolayarak açık kapıdan çıktım. Peşimden gelirken, "Her şey senin yüzünden olmamış gibi ahkam kesemezsin!" diye bağırdı. "Hey! Nereye?"
"İdil'i almaya."
"Yerini biliyor musun? Tanrı aşkına burada neler dönüyor!"
Cümlelerinin sonu gelene dek ben salona ulaşmıştım. Bir haftadır haberi yapılan fırtına çoktan başlamış, etrafı karanlığa bulamıştı. Arabanın anahtarını alırken Nina'nın kapının önünde, elinde paltomla beklediğini fark etsem de onu görmezden gelerek dışarıya gömlekle çıktım.
Çamurlu ayaklarıma yetişen Teo, "Ben de seninle geliyorum," dedi kararlılıkla.
"Gelmiyorsun çünkü teke tek bir karşılaşma istiyorlar."
"Sen de buna inandın mı? Gerçekten orada seni sadece Johanna'nın beklediğini mi düşünüyorsun?" Kirpiklerimize dek ıslanmışken göz göze geldik. "Pansiyon çalışanlarının tarifine göre onun Johanna olduğunu anladım," diyerek açıkladı.
"İdil'i dün gece bir pansiyona mı götürdün?"
"Evimde saklamaktan daha iyi bir fikirdi."
"Ve onu yalnız bıraktın, öyle mi?"
"Yanında mı yatsaydım?"
"Teo!" Üstüne yürümekle bir an önce defolmak arasındaki ince çizginin üstünde tırnaklarımı kazıyordum. "Peşimden gelirsen bu son seyahatin olur. Orada kal."
"Benim kaderime karar vermen harika!" Gürültülü bir alkışın ardından histerik bir kahkaha attı. "Peki düzinelerce silahlı adamların üstesinden nasıl gelmeyi planlıyorsun?"
Kapıyı açıp, şoför koltuğuna binmemi seyrek adımlarla yürüyerek izledi. "Bir ekip aracı tarafından güvenli mesafeden takip edileceğim. Sana ihtiyacım yok." Aslında senden başka kimsem yok. "Benimle olman hiçbir işe yaramaz." Sana yine zarar vermemi engelle. "Bu bir gövde gösterisi değil." Tek parça hâlinde döneceğimden emin değilken seni de tehlikeye atamam.
Gözlerini kırgın ifadeyi izlemeye, kapıyı sertçe kapatarak son verdim.
Bir an olsun durmayarak yola koyuldum. Küçük bir çocuk gibi ağlamakla, öfkeli bir yetişkin gibi davranmanın kararsızlığında kavrulsam da yüzüm muhtemelen ifadesizdi. İdil'i düşündükçe deliriyordum. Onu nasıl bir hâlde bulacağımı bilmemek beni deli ediyordu. Ya bir katil ya da bir ölü olmak istiyordum.
Hastaneye kısa yoldan ulaşmak için otobana sapacağım an, yolun yatay konumlandırılmış iki araçla kapatıldığını fark ettim. Dönüşte karşılaştığım bu manzara, her şeyin benim için hazırlandığını gösteriyordu. Siyah ginimli adamlar arabadan inince kapıyı açtım.
Yoğun yağış yüzünden iki taraf da birbirine net bakamıyordu ama aralarından en genç görüneni önce çıktı. "Söylenen adrese gitmeyeceksiniz. Karar vericiler tarafından buluşma yerinde bir değişiklik oldu."
"İşe yeni alındığı kibarlığından belli oluyor," dedi tıknaz olan. Birkaç adım yaklaştığında ellerini ceplerine yerleştirdi. "Demek istiyor ki, en başından beri buluşma yeri orası değildi. Bay Braunz gerçek mekânı yazmadı ve kendi başına gelmene zaten izin vermezdi."
Tahmin etmiştim, Walton'a nereye gideceğimi de bu yüzden söylemiştim. Nasılsa doğru yer orası olmayacaktı. Fakat sırf bana inadından ve gözüne yumruk yediği gecenin geçeyen acısından, yine Vivantes Hastanesi'nin yakınlarında olacağımızı düşünmüştüm. Şimdiyse her şey belirsizleşmişti. İkiletmeden arabalarının önüne dek gelip, beni bindirmelerini bekledim.
"Ne yumrukları, ne sopaları çıkardık. Kavga etmemize bile gerek kalmadı. Korkak mısın yoksa uysal mı?"
"Beni ona götürdüğünüz için canınızı bağışlıyorum."
"Ne yüce gönüllüsünüz efendim, başka bir arzunuz var mı?"
İyice yaklaştığımda benden kısa olduğu için başımı eğdim. Gözlerime bakabilmek için birkaç adım geriye kaydı. "Sıkıldım. Sadece işinizi yapın."
"Peki," dedi gülerek. "Öyle yapalım." Cebinden kelebek bıçak çıkardığında geri geri yürüyüp arabamın yanına ulaştı. Etrafında bir tur atarken de çizmesi sebebiyle tiz bir gıcırtı duyuluyordu. "Nasılım patron, işimi iyi yapıyor muyum?"
Derin bir nefesi sıkıntıyla aldım. "Şovun bittiyse beni bir an önce sahibine götür. Patronun olarak emrediyorum."
Arkamda kalan gruba işaret verdi. "Şovun devamı için patronun arabasını anlaştığımız depoya götürüp yakın, video kaydı almayı da unutmayın."
Yüzüme baktığında pis pis sırıtıyordu, buna dayanamayarak gözlerimi devirdim.
Zor kullanmalarına gerek olmayacak bir teslimiyetle, arabalardan birinin arka koltuğuna oturdum. Benimle uğraşan tıknaz da yanımdaydı, yol boyunca adamlarının blöf yapmadığını kanıtlamaya çalıştı. Haklıydı çünkü on dakika içinde bana alevli bir video izletmişti. Hiçbir şey hissetmedim. Oradan sadece İdil'le ilgili anılarımızı çıkarmak isterdim.
"Ne tür bir züppesin ki araban cayır cayır yanarken umurunda olmadı."
Öfkesine karşılık dudağım, neşeden yoksun bir biçimde kıvrıldı. "Ben para vererek yenisini alabilirim ama senin böyle bir arabaya sahip olmak için insanlığını onlarca kez satman gerekir. Bu yüzden canın, arabamdan bile daha çok yandı."
Çılgına döndüğünde yakalarımdan tuttu. Baygınca baksam da dudaklarının kenarındaki köpükleri görebiliyordum. Yolcu koltuğundaki adam dönüp, "Sakın yüzüne vurma," diye uyardı. "Özellikle zarar görmemiş bir hâlde istiyorlar."
Beni itekleyerek bıraktığında omzum, diğer taraftaki adama çarptı. Bakışlarımız kesiştiğindeyse aceyle cama döndü. "Mavi gözlü insanları sevmediğim için bakmıyorum, korktuğumu sanma."
Fırtınalı bir günün akşam vaktinde olduğumuz için nereye gittiğimizi bilmiyordum. Gördüğüm tek şey dağlar ve ağaçlardı. Şehirler arası bir yolculuk gibiydi. Tırnaklarımı avuçlarıma batırdığım, ağlamamak için art arda yutkunduğum, zihnimin kötü ihtimalleri düşünmekten intihar ipiyle oynadığı bir yolculuktu.
Sarı bir ışığın görüldüğü noktada durduk. Adamlardan biri inince kendimi hemen onu arkasından attım çünkü kulübeyi andıran ahşap yapının önünde Kevin'i görmüştüm. Birkaç adımda üstüne atlamama izin vermeyerek beni hızla tuttular.
Kulübenin girşindeki tentenin altında dururken keyfi yerinde olsa da, ettiğim küfürlerden sonra yüzünü buruşturdu. "Ellerini arkadan bağlayın," diye kibarca emir verdi. "Canını acıtacak kadar özen gösterin."
"İdil! Beni duyuyor musun? Geldim ben, buradayım! Neden cevap vermiyor? Yoksa yalan mı söyledin ha, o başka bir yerde mi?"
"Henüz içeri bile girmedin," dedi kapıyı işaret ettiğinde. "Gel ve kendin gör."
Ellerim arkamda bağlı, kollarım da iki adam tarafından tutulduğu hâlde Kevin olabildiği kadar kenara çekildi. Geçerken sanki yanındaymışım gibi ölümcül bir öfkeyle sinsi gözlerine dokundum. Gırtlağının kıpırdaması bana bir süre yeterdi.
Kulübenin içindeki adamlardan biri kapıyı yavaşça açarken sabırsızlanıp ayağımı ileriye savurdum. Bu, beni tutanların huzursuzlanmasına neden olsa da ben aradığımı bulmuştum. Kötü, içler acısı, dayanılmaz bir durumda olsa da.
"İdil!" diye haykırdım büyük bir şükrün altında ezilmeyi göze alırken. Odanın bir köşesinde elleri ve ayakları bağlı hâlde, dizlerinin üstündeydi. Saçları darmadağın, gözleri yorgun ve yaşlar yüzünün her noktasındaydı. Beni görünce umutla çırpınsa da hislerini dile getiremedi. Ağzında bir bant vardı.
"Fazla konuştuğun için ağzını kapatmışlar," dedim gülümserken. Onu bulabildiğim, bir arada olabildiğimiz için mutluluktan ağlıyordum. "Nasıl daha önce aklıma gelmez. Birazdan evimize gittiğimizde deneyelim bunu. Hemen gelmem deme, önce biraz düşün. Dün gece, sana ne kadar çok ihtiyacım olduğunu anlatmayı unutmuşum."
"Masal saati gelmiş."
Gözlerim İdil'den kopmak istemiyordu fakat sese dönmeye engel olamadım. Kulübenin muhtelemen geriye kalan tek odasından çıkan Johanna'ydı. Yerlere değecek kadar uzun olan beyaz elbisesine zıt siyah saçlarını özgür bırakmıştı. Koyu kırmızı dudaklarında itici bir tebessüm vardı.
"Nihayet geldin, aşkım."
"Sen neyin peşindesin ruh hastası manyak!"
Hemen arkamdaki sandalyeye oturan Kevin cıkcıklarken Johanna'nın da gülümsemesi soldu. Yüzüne, dinmeyecek bir öfkeyle baktıkça onun da gözleri karardı. Buna rağmen bir kez daha deneyince gülümsemeyi başardı.
"Senin peşindeyim. Bugünse kendi ayaklarınla bana gelmeni sağlayarak intikamımı aldım." Nazlı bir edayla konuşurken elbisesine yapışık ellerini kaldırdı. Elinde bir tabanca vardı. "Umarım alınmadın."
"Sakın bir delilik yapma!" Beni tutan kişi sayısı artık üçtü ama ayaklarımın tabanından alev çıkarmak pahasına yürümeye çalışıyordum.
"Lilith'in annesinden de bildiğimiz gibi, insan özleyince delirir. Seni o kadar özledim ki delirmek üzereyim. Baksana, sen bile bana gelmeye çalışıyorsun. Öyleyse yaklaş. Bırakın onu."
Bir sandalye sesi yankılandığında, "Ellerini çözmeden," diyerek araya girdi Kevin.
Adamlar Johanna'nın hareketiyle beni usulca bıraktılar. Bileklerim hâlâ arkamdaydı ama ayaklarım özgürdü. İdil'e gitmek için can atıyordum fakat bunun neye mal olacağını bilmiyordum.
"Üstü başı kirli bir kıza mı gideceksin yoksa senin için hazırlanmış bir meleğe mi? Öyle merak ediyorum ki. Unutma, seçimin kaderin."
Gözlerine dik dik bakarak, "Silahını kime karşı kullanacaksın?" diye sordum.
"Merak etme, sana zarar vermem."
"Beni boş ver. İdil'e zarar vermeyeceğine söz ver."
Ağzı şaşkınlıkla aralandı. "Elimde bir silahla karşısında durduğum kişi sensin, hâlâ mı onu düşünüyorsun?" Hayal kırıklığıyla güldü. "Tamam öyleyse, Lilith'e bir şey yapmayacağıma söz veriyorum. Şimdi, beni daha fazla kıskandırmaya çalışmadan birimize doğru yaklaş."
"Bunu gerçekten neden yapıyorsun?"
"Lilith'i bir gün, beni ise isteyerek görmeyeli yıllar oluyor. Hangimizi özlediğini merak ediyorum."
Lili, bantlı ağzının ardından bir şeyler söylüyordu. Ne dediğini anlamıyordum, anlamadığımı biliyordu, muhtemelen uyarmaya çalışıyordu. O solumda, Johanna ise tam karşımdaydı. İleriye doğru bir adım attım.
İdil sessizleşti, Johanna zafer kazanmış gibi gülümsedi. İkinci adımımı atarken bacağım titredi. Üçüncüde dizlerim ve dörüncüsünde kalbim. Çünkü yapamazdım. Yalandan da olsa sevdiğim kadını bir köşede bırakıp başkasına yürüyemezdim. Gözü önünde yenilemezdim.
Ayaklarımı beklenmedik bir anda kaydırdığımda İdil ağlamaya başladı. Beni korumak istemesini anlıyordum, buna rağmen iyi hissediyordum. Herkesin görmesini istiyordum. Ben yalnızca İdil'i seçerdim ve ne olursa olsun her yaşımda ona giderdim.
Seçimimi gösterdiğim an bir silah sesi duydum. İdil'den daha az korktum ama acının nereden geldiğini anlamadım. Yaşlarla dolu gözlerini takip ettiğimde bakışlarım sağ bacağıma doğru yavaşça indi. Odak noktam kararmadan önce pantolonumu delip geçen kırmızlığı gördüm, hemen ardından dizlerimin üstüne düştüm.
Bu kez benim başım bebeğimin kucağında, hıçkırıklarıysa kulaklarımdaydı. Johanna'nın annem kadar kötücül elleri ise kısa zaman sonra saçlarımdaydı. Kulağıma, "Sakat kalsan bile seni severim aşkım," diye fısıldadı.
Bölüm Sonu.
Artık hayatta olmayan insanları yazmak çok gariptii. Siz ne düşünüyorsunuz?
Ben, Berlin'in soğuk prensi Leonard Alphan sözlerinin aslında Corinna'ya ait olması😭
Üzülecek çok şey var ama ben ilk bunu seçtim :(
Siz,,, Muhtemelen Leo'un son sahnede bacağından vurulmasının şaşkınlığında olabilirsiniz🥀
Finale sadece 3 bölüm kalmışken genel düşüncelerinizi alabilir miyim?
Leo'yu anladınız mı? Bir kesim ona çok öfkelendi çünkü onu çok sevmişti. Hâlâ yanlış yaptığı noktalar var, travmatik anıları onu aklamaya elbette yetmeyecek. Ne tür bedeller ödeyeceğini düşünüyorsunuz bir okur olarak?
Evet, benim planlarım tabii ki hazır...
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top