24. NEREDEYSE ÖLÜ

24, Neredeyse Ölü

Sezen Aksu - Soğuk Odalar

İDİL

Bir ölünün, dünyadan göçmeden hemen önceki son hislerinin bütünüydüm. Son kez kızgın biri, son kez üzgün, son kez sevmiş gibi. Ruhum bir ölü değil, bir ölüler ordusuydu. Aynı anda çok kişiydim, aynı zamanda epey kimsesiz. Yalnızca bir gerçekle yüzleşmediğim için tek bir duyguyla sarmalanmam da mümkün değildi. Bugün, katil Hans Alphan'ın oğluyla tanışmıştım. Bugün, sevgilimin bir yalancı olduğunu öğrenmiştim. Bugün, bugünden itibaren güvende olacağımı söyleyen bir kahraman tarafından zarara uğramıştım.

Bugün, yirmi bir nisan. Bugün, doğum günüm. Bugün, neredeyse ölüyüm.

Fakat ben, o ve eli ailemin kanına bulaşanlar da biliyor ki doğduğumu sandığım tarih bile doğru değildi. Almanya'da dünyaya gelip, Türkiye'ye daha sonra götürüldüğüme ihtimal vermezdim. Ben sadece babamın yaşlı bir ölü, anneminse talihsiz bir kadın olduğu gerçeğiyle büyümüştüm. Bu bile yeterince ağır, fazlasıyla yaralıyıcıydı. Kabullenmesi zaman almıştı. Bugün öğrendiğim gerçeklere alışmamsa, benden en az bir ömür koparacaktı.

Kaybettiğim için ağladım. Kaybettiklerimin yerini gözyaşlarımla doldurmaya çalıştım. O çaresiz sıvılar, ardında iz bırakmayan başıboş işaretlerdi ve şüphesiz içinde boğulduğum anıların topuklarına bile ulaşamıyordu. Beni yalnız bırakıyordu, beni daha çok ağlatıyordu, beni kaçırdığım tüm cenazelere davet ediyordu.


Nasıl atlatacağım hakkında bir fikrim yoktu. Bu orman yolunu nasıl geride bırakacağımı, dakikaların saatlere hatta günlere nasıl evrileceğini kafamda kuramıyordum. Sadece emindim ki kimseye güvenmeyecektim, yarım devam edecektim ve ölsem de unutamayacaktım. Bildiğim yegane acı ve talihsizlikler başıma gelenler olacaktı, kötünün de kötüsü var diye düşünecek lakin yine yaşadıklarıma ağlayacaktım. Belki buysa tek çare, daha azını hissetmek için ölmeyi seçecektim ama neyden umduğumu bilmediğim bir parça umutla da bir yerlerde yaşamaya devam edecektim.

Şimdi olduğu gibi, öptüğü dudaklarımı yalarken iki kez düşünecektim. Suratıma çarpan, saçlarımı kırbaca dönüştüren rüzgârlarda her zaman tanıdık bir koku arayacaktım. Görmek istediklerimi yakalamak için karanlığa dalıp gidecek, güneşten kaçacaktım. Mevsimlerin üçünü yok sayacak, birine tutanacaktım. En az Leonard kadar üşüyecektim.

Kayıplardan hiçliğe doğru yol alırken adını anmak değil, aklımdan geçirmek ve kendimi onunla ilgili bir benzetmede bulmak bile kalbimi tekletmişti. Bu kez sevgiden, tutkudan, heyecandan değil üzüntüdendi. Teo, benim için Leo'nun izleriyle doluydu ve bu yüzden ona bakmaya bile ilk kez şimdi, duygu çatışmalarımın acısından bir anlığına kaçmak için cesaret edebilmiştim. Arabayı nereye gittiğini bilir gibi kullanıyordu, bana soru sormuyor ya da nerede duracağını söylemiyordu. Ayrıca karışmıyordu; ne ağlamama, ne tüm camları açmasını istememe, ne de kendi kendime anlamsız kelimeler söylememe.

Bacaklarımı sıkan ellerimi karnımın üstüne çekerken, "Biraz durabillir miyiz?" diye zorlukla sordum.

Teo bana endişeyle dönse de başını salladı. Henüz ana yola çıkmamıştık, ormanın kıyısında durmak başımıza bela açmaz ve bana da ihtiyacım olan ıssızlığı verirdi. Arabayı toprak alana olabildiğince yanaştırdığında tamamen durmamışken kapıyı açtım çünkü midemki hareketlilik dayanılacak son boyutu da az önce aşmıştı.


Teo'yu açıklama yapmadan geride bırakırken gidebildiğim yere, gücümün yettiği kadar koştum. Dizlerim, bir ağaç kökünün hemen dibine kapandığında vücudum iki büklümdü. Midemde ne kaldıysa öğürerek çıkardım. Bunlar da zaten hiçbir şeyin biraz fazlasıydı, o yüzden kendimi zorlamam hem karnıma kramplar sokuyor hem de boğazımı acıtıyordu. Her şey birkaç dakikalığına hafifletmiş hissedebilmem içindi. Başardım mı? Belki de saniyelerle yetinmeyi öğrenmeliydim.

Ayağa kalktığımda üstümü aheste aheste çırptım. Bir yandan, Leonard'ın kuzeninin karşısına bitkin bir şekilde çıkmaya utanmamın yersiz olduğuna kendimi ikna etmeye çalışıyordum. Teo'nun da benim gibi kayıplardan gelen bir hiçlik yolcusu olduğunu bildiğimden, bana bu beter gecede arkadaşlık edecek daha iyi birini bulamazdım. Her ne kadar o, artık süper iyi bir görünüme sahip olsa da. Her ne kadar ben, kusmuk içinde boğulsam da. Belki birkaç saatliğine, midesinin bulandığı yere kadar birbirimizi tamamlayabilirdik.

"Biraz su var ama ısınmış."

Çekingen adımlarım beni yine de Teo'yla buluşturmuştu. Sesindeki sıcak ton, aşılamaz mesafeyi bir kenara iterek bakışlarımı kaldırmamı sağladı. Teşekkür ederek aldığım pet şişeyle birlikte tekrardan gidecekken, "Sorun yok," diyerek durdurdu. "Midem zaten pistir, ağzını hemen burada çalkalayabilirsin. Tiksinmem."

Dudak bükmesine karşılık duygusal bir gülümseme sundum. Hiç değilse sırtımı çevirerek birkaç adım uzaklaştığımda tükürürken ses çıkarmamaya gayret ettim. Öğle güneşi yediği belli olan tadı kaçmış sudan bir yudum alarak boğazımı da bu şekilde temizledim. Ne yenilenme ama.

Uzattığım şişeyi geri çevirirken, "Sende kalabilir," dedi. "Bir marketin önüne çıkana dek sana lazım olabilir." Bu akşam kelimeler ağzımdan cımbızla alınıyordu ve üstelemedi, sadece ellerini iki yana hafifçe açtı. "İdil eğer başka bir şey lazım olursa," diye devam etti kararsızlıkla. "Mesela birine sarılmak istersen, berbat bir tercih olsam da buradayım."

Ufacık bir tetiklenme bekleyen gözlerim ışık hızında dolarken başımı belli belirsiz olduğu kadar da ihtiyaçla salladım. Teo iki adımda önümde bittiğinde, ıslak yüzüm koyu gri gömleğine temas etti. Ben sadece alnımı yaslamaya özen gösterirken o da ellerini omuzlarımda hakeretsiz tutmaya çabalıyordu. Dünyanın en mesafeli ama bir o kadar da yürekten hissedilen yakınlaşmasıydı.

"Geçti diyerek telkin etmeyeceğim seni, muhtemelen her şey yeni başlıyor."

Burnumu çekerken bu kadar açık sözlü olduğu için ona içten içe kızdım. Fakat o an ben de itiraf etmek istedim. "Bir yetimhaneden gelirken daha az çaresizdim."

"Böyle söyleme, o zaman da çaresiz değildin ve hâlâ da öyle bir şey yok. Yazık, hâlbuki yelkenleri suya indiren bir kıza da benzemiyordun."

"Yelkenleri suya indirmek mi," dedim alınganlıkla. "Benim gemim alabora oldu."

"Ama sonuçta hâlâ cesaretle girdiğin o suyun içindesin, ha? Bir deniz ejderhası tarafından yutulmadığın sürece toparlayabilirsin."

"Az önce her şeyin daha yeni başladığını kendin söyledin."

Omzunu silktiğinde başım hareket etti demek isterdim ama maalesef o kadar uzun boylu değildim. "Belki de iyi şeyleri kastetmişimdir. Yaşaman gerekenleri yaşadın ve şimdi hayatının geri kalanına bir başka yerde devam edeceksin. Ya da," diye mırıldandı. "Gittiğin yere geri dönmeye karar vereceksin."

Alnımı, gittikçe yapıştırdığım kumaştan usulca ayırdığımda birbirimizden uzaklaştık. Gömleğini çekiştirerek düzeltirken biraz oyalandı ama ben gözlerimi azıcık olsun kırpmamıştım. "Leonard'a geri dönmeyeceğim," dedim kararlılıkla. Adını, kararlılıkla anmaktan hâlâ hoşlandığımı fark ettim. "Aramızdaki her şey sonsuza kadar bitti."

Teo'nun yorum yapmasına fırsat vermeden arabanın tam örtülmemiş kapısını açtım. Belki de yorum bile yapmayacaktı, sadece şaşkınlığını yaşamak için soluklanmıştı. Hiçbir şey bilmediğini köşkün bahçesindeki anlık tepkisinden öğrenmiştim ve tabii ki bana arka çıkmasından da. Leo'nun tarafını tutsa şu anda burada olmazdı, değil mi? Neyse ki soyadı Adremov'du, yani belki de iyilikleri bedelsizdir ve göründüğü kadar şeffaftır.

Arabaya bindiğinde emniyet kemerini homurdanarak taktı. Belki de bizim yerimize cansız nesnelerle muhatap olduğu için kızgındı. Boynumun etrafını yakan saçlarımı hizaya getirirken burnumu çektim ve ona, hiç değilse bir kısmını anlatmaya karar verdim. Fakat benden erken davranak, "Birbirinizi kızdırmak için geçmiş anıları kullanmanız ne kadar doğruydu bilmiyorum," dedi.

Katıksız bir şaşkınlıkla döndüm yüzüne. "Her şeyi bugün öğrendim."

Kemikli suratı kasılırken, "Yıllar önceyi baz alarak söyledikleriniz," diye açıkladı, başımı sallayınca devamını getiremedi. Ela gözleri pencereden dışarıya doğrulsa da kısa süre sonra tekrar bana çevrildi. "Hans'ın babanı öldürdüğünü söyledin." Başımı aynı ifadeyle salladım. Teo'nun yaşadığı her yeni aydınlanma, beni de bir karartıya hapsediyordu. "Leo bunca zaman sana yalan mı söyledi?" diye sorduğundaysa, o karartının ne denli büyük bir karanlık olduğunu anladım."

Gözlerimin içine baka baka," dedim sessizce. "Hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi davrandı. En başından biliyormuş, çocukluğundan. Suçu olmadığı için kızmazdım, ondan nefret ettiğim ilk günümüzde olan biteni anlatsaydı bu kadar kızmazdım." Sesim titreyip güçsüzleşmeye başladığında dudaklarımı yaladım. "Uzun zaman boyunca kendince haklı sebeplerle sakladı. Gerçeği öğrenmediğim her yeni gün onun yanındaydım, ona biraz daha âşıktım. Sanki çaresizliğimi plandı. Planladı ve sonunda bensizliği kazandı."

Araba aynı yerde durmaya devam etse de açık pencereden tenime değen rüzgâr, bedenimin içine sızıp ruhumun kıvrımlarında dolandı. Duymak istediklerimi fısıldadı: Hiçbir şey kazanmadı, hatırlasana ne kadar da kötüydü bıraktığında. O kaybetti ve sensizliğin ne kadar yaralayıcı olduğunun farkında.

Teo ise hiddetle, "Bu ne biçim bir oyun?" diye sordu. "Sizin bir ilişkiniz vardı, nasıl olur da sana herhangi biri gibi davranarak sır tutar? Aşkı bilirmiş ha, aşkı. Aşkına bak." Bundan sonrası benimle mi ilgiliydi yoksa ikisi arasındaki kırgınlık mıydı, merak bile edemedim. Şu anda o kadar haklıydı ki, ikisinin anılarını gözlerimin önüne getirmeye vaktim yoktu. "Neden yapmış peki, derdi neymiş?"

Omuz silktim. "Tek amacı beni oyalamakmış gibi görünüyor."

"Hans sana ne denli büyük bir miras bıraktı da böyle insanlık dışı bir plan yaptı?"

"Aslında ortada bir miras bile yok," diyerek itiraf ettim. "Hans Alphan, bundan en az yirmi yıl önce babamın satın aldığı araziyi bana tekrardan teslim etmek istemiş. Vasiyeti de sıcak bir yuvaya kavuşmam için bir süreliğine biricik oğluyla yaşamamı içeriyordu, özür dilemek ya da özür diletmek için. Cenneti hedeflemiş olmalı, çıkarcı herif."

"Ve Leoanard da senden her şeyi gizledi çünkü araziyi işleterek para kazanıyordu," diyerek bir varsayımda bulundu.

"Aslında orası bir mezarlık kadar sessiz. Para benim cebime gireceği için kaynağını bile özenle seçiyordu. Neden böyle düşünceli görünmeye çalıştığını ise Tanrı bilir."

"Öyleyse neden elinde tutmaya devam etti? Araziyle ilgili planları geleceğe yönelik olabilir mi?"

"Bilmiyorum," diye şüpheyle mırıldandım. İşin aslı bunu daha önce hiç düşünmemiştim, Leonard'ın o kadar da içten pazarlıkçı olduğunu ummazdım. Kahretmesin, hâlâ da öyle.

"Babasına düşkün değildi, neden onun çizdiği yolu seçti ki?" diye kendi kendine sordu. Bakışlarım Teo'ya kaysa da araya girmedim. Leonard'a kızgındı ve sanki hep bu anı beklemişti. Onunla aynı nedenden olmasa da ben de bayağı öfkeliydim, bu yüzden bölmedim. "Olanların annende bıraktığı izler..."

"Onu öldürdü," diye tamamladım, aynı kaderi paylaşıp paylaşmayacağımızdan emin olamazken. "Bebeğini doğurduğu gün, kocasının öldüğünü öğrendi hatta belki de o kurşun sesini duydu. Aynı gün bir yaşam ölüme karıştı ama ölüm o kadar acıydı ki, yaşam merhem olamadı."

Etrafta sadece benim nefes alış verişlerim vardı. Teo kıpırtısızdı, yeniden konuştuğundaysa sesi olabildiğince kısıktı. "Peki Leonard'ın babası gibi bir katil olduğunu söylediğinde ciddi miydin?"

Ağzım aralandı, kapandı, aralandı, boşlukta oyalandı ve Teo tüm bu kararsız anlarımı gözlemledi. "Farz et ki gözlerinle görmediğin bir şey, en güvendiğin insanı hedef alıyor. Farz et ki en güvendiğin insan yalancının teki çıkıyor ama her şeyi bildiğini öğrendiğinde yalanlamıyor." Tuzlu dudaklarımı kemirirken, tırnaklarımın kenarıyla canımı acıtacak bir sertlikle oynadım. "Kalbini parçaladığını içi yana yana kabul etse de, senden başka birine zarar vermediğini söylüyor. Ona inanır mıydın?"

"Kendimi senin yerine koyamadığım için üzgünüm," dedi dürüstçe. "Ne yapardım bilmiyorum çünkü böyle bir durumu hayal etmek ve yalandan anlamaya çalışmak bile epey zor. Sadece şunu söyleyebilirim ki, Leo'nun doğru kişilerden tavsiye almaya ihtiyacı hep vardı. Etrafındaki insanlar gerçekten kötüydü, kendi kararları ise ne yazık ki bunlardan bile daha kötüydü. O böyle büyüdü."

İçimi titreten çocukluğunun üstüne durmamak için hızla, "Hans Alphan tüm olanları ölmeden sadece birkaç saat önce anlatmış," dedim. "Yani Leonard bu sırrı saklamasının kendi tercihi olduğunu itiraf ediyor. Aslında bana yalan söylemiyor, hiçbir şey söylememeyi seçiyor. Ağzını açmadan yalanı konuşanlar azdır ama bilirsin, en yeteneklisi de onlardır."

"Peki bu bir şeyi değiştirdi mi? Sessizliği sayesinde daha az üzüldün mü ya da ona daha fazla hak verdin mi?" Başımı olumsuz anlamda, olabildiğince yavaşça salladım. "Öyleyse kararları yine işe yaramamış. Belki de gerçekten iyi biridir ve denemiştir, ama yapamamıştır."

"Leonard'ın normalde kötü biri olduğunu mu düşünüyorsun?"

"Herkes için nasıl olduğunu boş ver, senin için nasıl biri?"

Teo beni hep çıkmaza sokuyordu, tanıştığımız ilk günde de böyleydi. Bazen duygularımı dinlemem, bazense mantığıma seslenmem gereken hamleler yapardı. "Emin olamıyorum," dediğimde, tavrımda aylar önceki kararsızlığımı tekrar görmüş olmalıydı. "Beni üzdü, kendiyse neredeyse öldü. Üzgün bir ölü. Cennetlik mi, cehennemlik mi işte orasını bilemem."

Motoru çalıştırmak için uzandığında neredeyse tebessüm ediyordu. "Onu biraz bile sevmemiş gibi acımasız konuşuyorsun."

Teo'ya öfkeli bir şaşlınlıkla baktım. Karşımda Leonard'ı görsem böyle bakmazdım. "Ne yapmaya çalıştığını anlamıyorum. Soru soruyorsun cevabını beğenmiyorsun, yetmiyor duygularımı eleştiriyorsun. Gerçek hislerimi mi söyleyeceğim yoksa sadece senin hoşuna gidecek yanıtlar mı vereceğim?"

"Doğru cevapları almak için seni kışkırtıyorum, " dediğinde artık tamamen gülüyordu. "Hatırlarsan tanıştığımız ilk gün geceyi mutfakta laflarken geçirdiğimizde de aynısını yapmıştım ve Leo'ya âşık olduğunu anlamıştım."

Kollarımı göğsümde küskünce birleştirdim. "Şimdi ne gördün peki, neymiş yeni duygularım?"

Arabayı çalıştırmaktan vazgeçerek arkasına yaslandı, beni taklit ederek kollarını bağladı. Duruşumu değiştirmek istesem de benimle anlaşma stiline karışmamak için bozmadım. Alayla baksa da onu, can kulağıyal dinlediğimi belli etmemeye çalıştım.

"Bu nasıl büyük bir aşkmış ki, diye düşündüm seni dinleyip çaktırmadan da izlerken. Kısacık zamanda filizlenmesine rağmen nasıl büyük bir aşkmış ki hayatının yüzleşmesini yaşadığın hâlde Leonard'dan nefret etmiyorsun."

"Yanılıyorsun. Nefret, aşktan daha güçlüdür ve zamana değil tek bir kırıcı ana ihtiyacı vardır. Nefret, aşktan daha akılcıdır çünkü duyguyla değil mantıkla çalışır."

"Ve sen sevgilinden nefret etmiyorsun."

"Eski sevgilimden nefret etmek için sadece yalnız kalıp düşünmeye ihtiyacım var," diye düzelttim.

"Yani olması gereken bu diyerekten, bir çeşit prosedür gereği mi?"

"Elbette Leonard'dan onu affedemeyecek kadar nefret etmem gerekiyor. Prosedür değil, insani bir tepki gereği. Hiçbir şey olmamış gibi yatağıma mı girmeliydim yani, sana göre bugün neyi yanlış yaptım?"

Kendisi hiç öfke duymamış gibi bana güldü. Aslında hâlâ kuzenini korumuyordu, Teo'nun derdi şimdi bile benimle ve sakladığımı düşündüğü gerçek düşüncelerimleydi.

"Madem iş bir çeşit intikama dönüyor, öyleyse kısasa kısas yap. Otur ve sana kaç gün yalan söylediğini hesapla. Ondan o kadar gün uzak kalıp, asla dönmeyecekmişsin gibi yalan söyle. Günün dolduğunda içindeki öfke soğumuş, özlem çoğalmışsa ve cezasının yeterli olduğuna kanaat getirirsen de bıraktığın yere geri git."

"Darya'nın sana böyle mi yapacağını mı düşünüyorsun?"

Sorum, içimde bir yerlerde birikmiş öfke patlamasının sonuçlarından yalnızca biriydi. Bunu yersiz olduğunu Teo'nun gözlerinden anlamıştım fakat tutamamıştım işte, bazı yüzleşmeler her gündü ve o da biliyordu.

"Darya da nereden çıktı şimdi?" dediğinde, adını anmaktan hoşlandığını belli eden nükteleri gizleyememişti.

"Nedeni ne olursa olsun Darya'yı Üsküp'te bırakıp gittin," diyerek üsteledim.

"Kalsaydım yalanlar söyledim."

"Leonard'a benzerdin."

Gözlerini kaçırması pes edişinin sinyaliydi. "Ve o kaybediyor, ben kaybetmek istemezdim. Ayrılıklarda umut var ama terk edilişlerde sadece acı oluyor."

"Ben de terk ettim," dedikten sonra bu kez arabayı çalıştırdı. İkimizin ilişkisinde de ayrılık konuşulmamıştı ve geriye yalnızca acı kalmıştı. Bizi, bunu kabullendiğimiz yerden hızla uzaklaştırmaya çalıştı.

***

Başım o kadar ağrıyordu ki ensemi dahi koltuğa yasladım. Birçok şeye aynı anda ihtiyacım olduğundan, açık bir eczane bulup ağrı kesici almak aklıma bile gelmiyordu. En ufak konforluk dahi istemiyor, sadece idare etmeye çalışıyordum.

"İdil seni kendi evimde misafir etmek isterdim ama Leonard'ın geleceği ilk yer orasıdır çünkü biliyorsun ki birlikte gittiğimizi gördü."

"Sana gelmek istediğimi düşünme ama öyle biri değildir, yani beni takip edip baskı yapmaz." Yine de geride bıraktığımız yola aynadan bir bakış attım, köşkten uzaklaştığımız ilk andaki gibi temizdi. "Ucuzundan bir pansiyon bulabilirsek işimi görür."

"Ucuzundan istersen elbette bulabiliriz fakat ben kasabaya döneceğini sanmıştım."

O kibarlık etse de ben, "Yetimhaneye öylece gidemem," dedim. "Hiç değilse bugün, pat diye olmaz. Müdire benden hoşlanmıyor ve zaten fazlalık olarak görüyordu. Öncesinde birkaç telefon görüşmesi yapıp orayı hazırlamalıyım." Yarın sabah erkenden Amy'i aramam gerektiğini fark edince duraksadım. "Telefon demişken bir külüstüre ihtiyacım var. Gururu bir kenara bırakıp hattımı aldım ama o pahalı cihazı yanımda getiremezdim."

"Külüstür istersen elbette olabilir."

Az önceki gibi tekrar edince birbirimize bakıp güldük. Kısa bir anlıktı ama gerçekçiydi. "Ucuz, külüstür, ikinci el her şeyi halledecek kadar param var."

"Borcumu ödeyeceğim."

"Masraflar benden olsun. Hem bugün doğum günün," dedi imayla.

Leonard koca bir yara açtığı için bu kötü şakalara alınamıyordum bile. "Teknik olarak yanlış," karşılığını verdim. "Yalanlar iyi saklansın diye bazı gerçekler değiştirilmiş. Meğer ben şubat ayına doğmuşum."

"Benim için çok bir şey fark etmez, geçmiş doğum günün derim." Sesli bir nefes verdiğimde başını direksiyona kadar eğip suratıma baktı. "Yine de hediye olarak kabul etsen ölür müsün?"

"Ölürüm," dedim üstüne basa basa. "Bildiğin gibi ben yaşarken de ölebiliyorum."

Yolun geri kalanında birbirimizi incitmeden, bu düzeyde şakalaştık. Aslında komik tarafları olduğundan değil, sadece başka şeylerden konuşabilmek için böyle diyalogları tercih etmiştik. Hem Teo da plansızca Berlin dışına çıkmamızın doğru olmadığını düşündüğünden, beni de buna inandırdığından, merkezin biraz dışında kalan pansiyona kısa sürede ulaşmıştık. Bu yürüyüş mesafesini aşan uzaklık da paramızın orta düzeyde bir mahalleye ancak yeteceği içindi.

Arabadan benden önce indi fakat ne benim kapıma ne de bagaj tarafına geçti. Üç katlı binayı süzmek, ışıkları açık pencerelerinin önünde gezelemek ve kapıdaki güvenlikle bakışmakla meşguldü. Adımlarına yetiştiğimde Jan'ın Aile Evi yazılı tabelanın altında yan yana durduk.


İşkillenen iri kıyım adam, "Nasıl yardımcı olabilirim?" diye sorduğunda Teo'ya olabildiğince yakın kalmaya çalışıyordum.

"Boş odanız varsa yardımcı olabilirsiniz."

Bir devin uzvuna benzeyen kolunu geriye çevirerek bize kapıyı işaret etti. "Bunu içeriye girip resepsiyona sormalısınız."

Teo başını yana eğmişti ki dirsek atıp kulağına eğildim. "Sakın laf sokmaya çalışma, henüz akşam yemeğini yemediyse çıtır bir atıştırmalık olabilirsin."

Adam ikimizin gözlerine de şüpheyle bakarken Teo boğazını temizledi. Direkt söz almaması dediğimi uygulayacağı anlamına geliyordu. Bana kibarca yol verdiğinde mecburen önden yürüdüm ama bir yandan da arkamda kaldığı için göremediğim suratının, devi kışkırtmak için şekilden şekile girmemesi adına dua ediyordum.

Günün ilk artısı, iki adımda ulaştığım resepsiyon bankosuna Teo da tek parça hâlinde gelmişti. Fakat sorun hiç bitmezdi, şimdi de bize açık bir memnuniyetsizlike bakan yaşlı adamı geride bırakmamız gerekecekti. Bizi süzdüğünde refleksle başımızı eğip kendi kıyafetlerimize baktık; modaya uyum sağlamayan yirmili yaşlarda yarı Almanlardık işte. Neyimizi beğenmemişti şimdi?

"Ne istemiştiniz?" sorusunu duyduğumuzda, birbirimize anlamsızca bakmayı kesip tekrardan adama döndük.

"Boş bir oda."

Teo'nun yaşlılara göre saygısız ve sabırsız tavrı yüzümü sertçe kaşımama neden olsa da ihtiyarın, "Evlilik cüzdanınızı görebilir miyim," ricası kadar kızarmamıştım.

"Hayır," dedim panikle.

"Çünkü öyle bir cüzdan yok," diye ekledi Teo.

İkimiz de bunun imkansızlığını savunmak için kıpır kıpırdık ama bir yabancının iması bizi utanç içinde bıraktığından konuşamıyorduk. Endişe dolu sessizliğimiz karşısında kırışıklıklarında memnuniyetsizlik izleri dolaşırken kaşları çatıldı. Biraz daha çattığı her saniye daha da yaşlandı. "Burası aile müessesi," dedi sertçe. "Genç sevgililere oda vermeyiz. Kavga çıkarırlar ya da bizi beğenmezler, bu yüzden kurallarımız katıdır."

Teo savunmaya geçerek, "Fakat biz sevgili değiliz," dedi. "Zaten birlikte de kalmayacağız. Sadece onu bırakıp gideceğim." Bana döndü, gözleri yumuşadığında sonraki hamlesini anlamaya çalışıyordum ki, "Kız kardeşim," sözü döküldü dudaklarından. "Odanız varsa kız kardeşimi burada bırakacağım."

Bir yuvada büyüdüğüm için kan bağım bulunmayan kızlarla kardeş olmaya alışkındım ama bir erkeğin, üstelik pek zaman geçirmediğim bir erkeğin kardeşi hiç olmamıştım. Bunu daha önce hiç hissetmemiştim.

"Hâlbuki benzemiyorsunuz," diye mırıldandı.

"Bizim çocuklarımız da pek benzemez ya hayatım," dedi bir kadın sesi.

Resepsiyonun arkasında kalan duvarın karanlık kapısından bir hayalet gibi süzüldüğünden onu fark etmemişim. Elini, kocası olduğuna kalıbımı basacağım adamın omzuna yerleştirip başını iyice eğdi. Geldiğimizden beri huysuz görünen ihtiyar neşeyle ona, o ise mutlulukla bize bakıyordu. Beyazın hakim olduğu sarı, ince örgüleri ikisinin de omzuna dökülüyordu.

"Dışarıdaki koca oğlan Jan bizim çocuğumuzdur. " Kısık sesle, "Adını büyük dedesinden aldı," diyerek durumu özetledi. "Ablasıyla aynı canlı türü olmaları dışında bir benzerlikleri yoktur. Belma bir kuş gibi hem hafif hem hareketlidir, Jan ise sadece konuşabilen bir duvar." Kıkırdadı. "Arkasından söylediklerime alınmaz çünkü böyle olmaktan hoşlanıyor. Ah küçük kalpli koca bebeğim, keşke her şey daha farklı olabilseydi. "

"Evet, anlıyoruz."

"Gerçekten anlıyoruz," dedim Teo'nun koluna dirsek atarken.

Kadının gözleri beni bulduğunda sıcacık gülümsedi. Bir anahtar uzatacağını sanıyordum fakat yaşlı adam tekrar söz aldı. "Gençliğimde ben de iriydim." Avuçlarını masaya yasladığında omuzlarını oynattı, pazularındaki hareketliliği bizden daha dikkatli izledi. "Ordudaydım. Jan kuvvet konusunda tamamen bana çekmiş, Belma ise annesine. Emma haklı, onlar da sizin gibi pek benzemezler. Gerçi yalnızca biriniz kalacaksınız gerisi beni ilgilendirmez."

Öyleyse neden hayat hikâyelerini anlattıklarını elbette sormadım. Hatta bence, kendi kitabımı bir süre yatağımın altına saklayıp başkalarının yaşantılarıyla ilgilenmek daha iyi gelebilirdi. Teo ellerini cebine sıkıştırınca uzatılan anahtarı ben teslim aldım. Teşekkür etmek için göz gözeydik fakat Emma'nın, dudaklarına yapışık olduğunu düşüneceğim sabit gülümsemeyle arkama baktığını fark edince refleksle duraksadım.

"Bakın, Belma. Misafirlerimize hoş geldin de, kızım."

Teo ve ben de arkamıza dönünce, Jan'ın cebine sığacak kadar minyon bir sarışınla karşılaştık. Orta yaşlı olduğu kesindi fakat bir genç kızdan, ah kendi adıma çok üzgünüm ama benden bile daha enerjikti. "Aile evimize hoş geldiniz!" Kenara kayarken kolunu iki kanadı açık kapıya uzattı. "Sizi yemek salonumuzda ağırlamaktan şeref duyarız."

Yemek kelimesini duyunca bile midem kasılmıştı fakat söz hakkı bana geçmeden salondan fırlayan küçük bir oğlan çocuğu Belma'nın uzun eteğini çekiştirdi. "Anne, anne. Babam yemeğin bittiğini söylemişti."

Belma elini, kendisine tıpatıp benzeyen oğlunun sırtına yerleştirirken bize mahcubiyetle gülümsedi. "Ah, affedersiniz. Odalara erken dağılmak için burada akşam yemekleri biraz vakitli yenir. Bugün de epey kalabalıktık." Tam rahat bir nefes alıyordum ki, "Çorbamızsa hiç tükenmez," dedi. "Çünkü müesesenin ikramıdır, faturaya işlemez."

"Tüh," diyerek yakındı Teo. "Masayı donatamayacağımıza üzüldüm. Neyse madem tek seçenek bu, birer kase çorba içelim öyleyse."

Zorlukla, "Tıka basa doluyum," desem de, Teo'nun sırtımdan yön vererek beni içeriye sürüklemesine engel olamamıştım.

Kaç tane oda varsa o kadar da masa olduğu izlenimini veren yemek salonu, eski bir malikânenin estetiğine sahipti. Dört tarafı koyu yeşil duvarlar ve sandalye minderlerine dek kahverenginin baskın olduğu mobilyalar bunaltmıyordu çünkü uzun pencereler açıktı, kısa tül perdeleri uçuşturacak kadar rüzgârlı bir sokağa bakıyordu.

Sadece televizyonun karşısındaki iki masanın doluluğu göz önüne alınırsa dinlenmeye çıkanlar daha fazlaydı. Pencerelerin önüne sıralanan temiz masalardan birine, futbol maçı izleyen gruptan uzak olanına oturduk. Aslında gürültülü değillerdi, biz kendimizi daha iyi duyabilmek için tenhalığı seçmiştik.

"Vay be, gerçekten de Jan'ın Aile Evi'ymiş. Damat da dahil, bütün sülale burada çalışıyor." Boynunu çevirirken aile fotoğraflarını insanı boğmayacak şekilde yerleştirdikleri çerçevelere baktı. "Fakat neden acaba Belma erkek kardeşinin adına mekan açmalarına kavga çıkarmamış?"

"Dedelerinin ismi de Jan'mış, duymadın mı?"

"Ne fark eder, belki de büyükannelerinin adı da Belma'dır. O kadarını bilemeyiz."

"Bence annesinin adı Emma olduğu için Belma'nın adı da Belma'dır."

"Ah, doğru ya. Kafiyeli," derken güldü. "Bence babasının kendisine benzetmekten hoşlandığı Jan'a bu adı bilerek koymuşlardır. Geleceğe fiyakalı bir yatırım gibi düşün. Belma'nın yerinde olsam," dediğinde baharatlıkları alıp ellerini havaya kaldırdı. "İşi bitmişti."

Teo'yu rahat davrandığı bir ortamdayken görmek insanı keyiflendirirdi ama ben sadece tebessüm edebildim. "O kadarından emin olamayız."

Zaten sonra da çorba tepsimiz geldi. Neredeyse neşeli bir seremoniyle. Böylelikle annesine benzeyen Belma'nın, kardeşine ya da ailesine zorluk çıkarmayacağına bir kez daha emin sayılırdık.

"Yemek yemek istemiyorum."

Teo, "Neden?" diye sorarken yüzüme bakmadı, peçeteleri özenle açmakla uğraşıyordu.

"Gün boyunca neredeyse hiçbir şey yemediğim hâlde ne için durduğumuzu hatırlasana. Midemi doldurdukça bulanacak, o nedenle gerek yok."

"Hayatına artık böyle mi devam edeceksin?"

Her şeyin değişeceğini duymak yok yere tüylerimi diken diken etti. "Hayır, tabii ki hayır." Benim için doldurduğu suyu aldım. "Sadece bir süre."

"İçinde bulunduğun ruh hâliyle bir de hastalandığını düşünsene, atlatması daha zor olur. Birkaç kaşık yudumla, gerisi gelir."

Parmaklarımı kasenin yanında tıklattığımı fark eden Teo, ağzına götürmek üzere olduğu kaşığı tekrar indirdi. "İştahını kaçırıyorum, kusura bakma. Ben yukarıya çıksam belki daha sağlıklı olur."

Sandalyesinden doğrulduğunda başımı kaldırıp endişeyle baktım. Bir anda küsüp gideceğini, onu incittiğimi sanırken masanın etrafından dolanıp hemen yanımdaki sandaleyeyi çekti. Otururken, "Şu solgun teninle sağlıktan bahsetme," diye de bir güzel azarladı.

Kaşığımı eline aldığında, "Sakın düşündüğüm şeyi yapma," dedim.

"Ne bileyim ne düşünüyorsun, ben sana çorba içirmeyi düşünüyorum." Özenle doldurduğu kaşığı uzatınca geri çekildim. "İyi ki onlara sadece kız kardeşim demişim. Beş yaşında kaldığını söylesem dalga geçerlerdi."

"Şu anda bile dalga geçiyorlardır, herkes bize bakıyor." Hayır, aslında görünürlüğümüz bile yoktu. Hem ters bir açıdaydık hem de televizyondaki rekabete dalanlar dışında yalnızdık.

"Siyah beyaz fotoğrafların bile umurunda değiliz. Şimdi, başka bir bahanen yoksa aç ağzını."

Dudaklarımı kenetleyerek başımı sağa sola salladım. "Birkaç yudumdan sonra kesin kusacağım ve insanlara rezil olacağız."

"Sana kusma diyen oldu mu? Biraz yiyip vitamini al sonra da ne yapmak istersen yap."

"Teo gerçekten canım istemiyor."

"Oh, aslında açsın. Sadece duygusal olarak reddediyorsun. Ben buradayken yediklerinin yanına kâr kalacağını bildiğim için uğraşıyorum." Boştaki eliyle, havada kalmaktan uyuşan kolunu ovuşturdu. "Bütün pansiyonu arkandan kaşıkla dolaşmamı istemiyorsan birkaç yudumcuk olsun iç."

"Okulda gördüğüm ebeveynler gibi," dedim dalgınca. "Hayatım boyunca bir ailem bile olmadı. Söylediğin şeyin nasıl hissettireceğini bilmiyorum bu yüzden de korkmuyorum."

Nefesini burnundan verirken başını yana eğdi. Kaçmanın zor olduğu ela gözlere sahipti ve bu bakışın altından ne çıkacağını merak ediyordunuz. "Bir ailenin olmaması, abinin de olmayacağı anlamına gelmez."

Ağzından çıkanın farkında mıydı bilmiyordum ama kendimi iyi hissediyordum, öyle ki dudaklarımı yaladım. Kaşığı uzatmasına bu kez karşı koyamadım.

Açığa çıkardığı yaklaşımın ardından, kardeşliğimizin rol icabı olmayabileceğini düşündüm. Eğer isteyeseydi, beraber kalmayacağımız ortaya çıktıktan sonra bu yalanı uzatmasına bile gerek yoktu. Belki yalan da sayılmazdı. Çünkü ben, eğer var olabilseydi bir pansiyona abimle sığınırdım. Beni ancak abim o köşkten sorgusuz sualsiz çekip alabilirdi. Öğürmelerimden yalnızca abimin midesi bulanmazdı. Sadece abimle ılık bir çorbayı bu kadar sıcak içebilirdim.

"Odama çıktığımda bu mutlu anların acısını çıkarmak ister gibi ağlayacağım," dedim gözlerimi kaşırken.

"Seni bilmem ama ben hesap ödemeden doyduğum için geceye keyifli devam edeceğim."

Beni çabuk unutmasına karşılık kaşlarımı çattığımda umursamayarak pantolonunun cebine eğildi. Bu arada hâlâ yan yana oturmaya devam ediyorduk. Onun tabağı tamamen boş, benimkiyse mide atağı geçirmeden yarıya kadar inebilmişti.

Cep telefonunu çıkardığında, ekranda bir bildirim var mı diye kontrol etmeden arka kapağını açtı. Dokunmatikti ama Amy'ninki kadar eski usuldü. Yapmaya çalıştığını anladığımda Teo'yu nefes seslerimle durdurmaya çalıştım fakat bu da, diğer tüm konularda olduğu gibi hiçbir işe yaramadı.

"Bir külüstür istememiş miydin, öyleyse sorun ne? Sana piyasadaki en kötü cihazı veriyorum."

"Nasıl olduğu önemli değil, bunu bana bırakırsan sen ne yapacaksın? Daha da önemlisi, benim seninle iletişim kurmam gerekirse ne yapacağız?"

Bu ihtimal Teo'yu sadece birkaç saniye duraksatmıştı, omuzlarını kaldırıp indirmesi fazla uzun sürmedi. "Ben gece yarısı bile kendime ikinci el telefon bulabilirim. Seninkiyse acil çünkü belki arayıp nerede olduğunu söylemen gereken birileri vardır."

"Bunu asla yapmam, sen de yapma."

"Şimdi Leo'nun adını mı andım?" diye sordu yakınmayla. "Elbette seni getirdiğim yeri, mantıklı bir sebebi yoksa kimseye söylemem. Ben arkadaşlarından ya da vedalaşamadıklarından bahsediyorum, ima ettiğin kişiden değil." Fikrini mantıklı bulduğum için ona hattımı uzattığımda tekrar işine odakladı. "Mesela birileri bana, öylece gittiğini anlatsa ne hâlde olduğunu merak ederdim. Belki merak ettiğim için de arayıp anlatmayı tercih ederdin. Yok mu böyle tanıdıkların? Vardır. Nasihat verdiğimi düşünme ama etrafında insanlar varken en azından birkaçının kıymetini bil. Ben ölsem, cesedim bile haftalar sonra bulunur."

"Abartıyorsun!" diye aniden yükseldim. Bize ait olmayan sandalyelerden bazıları çekildi, Teo da şaşkınlıkla televizyon köşesine baktı. "Bazen gerçekten çok abartıyorsun! Söylediğinin farkında mısın? Ne yani, seni rahatsız etmemek için aramadığımdan mı böyle düşünüyorsun? Fakat bundan sonra asla, asla bu denli melankolik takılmana izin vermeyeceğim!"

Görünmemek için elini alnına yaslayıp masaya iyice eğilirken, "İdil tamam," diye fısıldadı. "Lütfen bağırma. Öldüğümü ilk senin fark edeceğine ikna oldum ama yeter ki sesini alçalt."

"Yine aynı şeyden bahsediyorsun!"

"Tamam tamam," dedi üst üste. "Belki ölmem bile. Evet, şey... Nerede kalmıştık?"

Yemek salonuna gelen Emma'nın gülümsemesi bile soluk görünüyordu. Ona her şeyin yolunda olduğunu göstermek için sevecen bir ifadeyle el salladım. "Kardeş kavgaları işte," deyip gitti.

Teo saklanmaya devam ediyordu. Başı eğik, parmaklarıysa öne yatırınca alnına ulaşabilen saçlarındaydı. Hâlâ çok uzun değildi ama son görüşmemize göre bayağı fark vardı. "Saçlarını bu kez kısaltmamışsın, geçici bir tarz mıydı?"

Konu değişimi oturuşunu düzeltmesini sağlarken bunun, kaçması gereken yeni bir soru mu olduğunu düşünmeye başlamıştım çünkü hâlâ o kadar rahatlamış sayılmazdı. "Sadece biraz sık çalışıyorum, fırsatım yoktu."

Belma bizim için sıcak çay getirdiğinde ona minnettar olmak ya da midemi zor duruma soktuğu için kızmak arasında gidip geliyordum. Tamamen iyi niyetli davranışının hatırına, kibarca kabul ettim.

Teo parmağını sıcak fincana dokundurup çekerek, acıya ne kadar dayanacağının hesabını yapıyor, ben de onu izliyordum. Bir anda, "Leonard seninleyken..." diye söze girince alnını kaşıdı. "O kadar iyi görünüyordu ki bölmek istemedim. Fakat ona iletmem gereken bazı yeni ve olumsuz haberlerim vardı."

Şimdi bir anda Leonard'dan bahsetmeye gücüm olmadığından omuz silktim. "Git ve ona dünyadaki bütün kötü havadisleri uçur, mahvolsun."

"Amcası Elias'la ilgili." Utanç içinde duraksadığımda konuşmaya devam etti. "Belki adını duymuşsundur, Darya'nın babası. Yani işte, o, Elias Alphan... Beni evlatlık almak isteyen kişiydi."

Konunun tamamen onlara dönmesi, söz alabileceğimi hissettirince başımı salladım. "Ne olmuş Elias'a?"

"Bir süredir hasta. Son zamanlarda ağırlaştığını duydum." Fincanda uzun süre beklettiği parmaklarını ovuştururken kısa bir an sustu. "Ne sıklıkla görüştüklerini bilmiyorum ama Leonard'a haber vermek istedim. Gerçi ziyaret etmek dışında ne yapabilir ki? İnan bana, gidişinden sonra hiçbir şeyi o kadar da umursayacağını sanmam."

Konuyu tekrardan ona çevirmek için, "Peki sen ne yapmayı düşünüyorsun?" diye sordum. "Elias'ı görmeye gitmeyecek misin?"

Yüzüme, içini yiyip bitiren ihtimali bir başkasından duymuş gibi dikkatle baktı. Ela gözleri sessiz sokağa çevrildiğinde dudaklarını kemiriyordu. "Ben, bilmiyorum... Ben, gerek görmüyorum..." Yavaş yavaş konuşsa da bölmedim. "Üsküp'e uğramayalı uzun zaman oldu, çok yaşlandıysa beni unutmuştur. Evet, doğrusu belki beni hatırlayan bile kalmamıştır."

"Elias ölse mezarını ziyaret eder miydin?"

"Ne? Tabii ki, her şeye rağmen tabii ki."

"Bence onu bir kez bile olsa canlıyken gör. Darya'yla cenaze sonrasında bir araya gelmeyin, uğursuzluk getirebilir."

Hans Alphan'ın ölümünü kastetmiştim ama Leonard'la bir araya gelişimiz, yeryüzündeki en acı verici tüm ölümlerden sonra gerçekleşmişti. Ve hâlimize bakılırsa bu epey uğursuzluk getirmişti.

Maç bittikten sonra dağılan grup ve Belma'nın masaları silmek için yemek salonuna uğraması, ailelerin uyuması için artık kalkmamız gerektiği anlamına geliyordu. Belma'nın lise çağındaki büyük oğlunu da, yarınki fırtınaya hazırlık için koşuştururlarken tesadüfen görmüştük ama çantamı odaya çıkarma konusunda Teo daha ısrarcıydı. Eh, sonuç olarak bir abinin kız kardeşinin kalacağı pansiyonu üstünkörü de olsa turlamasını kimse mantıksız bulmazdı.

Teo sadece kapının ağzına çantamı bıraktı fakat ben, o yakınlardayken içeriyi turlamak istedim. Alphan Köşkü'nde olduğu gibi burada da kişisel bir banyo vardı ama soluk renkli fayanslarla kaplı ortam çok soğuktu. Ambalajlı küçük şampuan şişelerinin yeni bırakıldığını anladığımda ilk rahat nefesimi verdim. Tek kişilik yatağımsa yalnızlığı dibine kadar vurguluyordu. Sadece ufak bir komodin ve yine aynı boyutta buzdolabı vardı. Kapının hemen arkasındaki elbise dolabıysa bana, kırışmaması için asmam gereken hiçbir güzel kıyafetimin olmadığını hatırlattı.

Tekrardan yanına geldiğimde Teo, "Seni konuşturdum ki gece boyunca aynı şeyleri düşünüp durma," dedi. "Uyuyup dinlen, yarın sabah ilk işim buraya gelmek olacak. Başka bir ihtiyacın var mı?"

"Yok," dedim gülümserken. "Seninle arkadaş olabildiğim için yok gibi görünüyor."

Gözlerini kaçırdığında ilk kez utandığını fark ettim. "Güzel, odada herhangi bir şey eksik mi? Aşağıya indiğimde söylerim, ben gitmeden de hallederler."

"Her şey yeterince iyi."

"Tamam. Sıcaklığı nasıl peki?"

Kollarımı birleştirip duvarlara baktım. "Kesinlikle ısı yalıtımı var, battaniye de gayet kalın görünüyor. Hem artık kış soğuğu da kalmadı, idare edebilirim."

"O zaman gidiyorum. Yani hemen değil, bir süre buralarda dolaşırım çünkü abiler böyle yapar. Sen de konuştuğumuz gibi yap, telefonu yarın aç. Bugün sadece dinlen. Aynı şeyleri milyon kez düşünmeni yasaklıyorum."

"Kesinlikle deneyeceğim."

"İyi geceler," dediğinde ayaklarını geriye doğru kaydırdı. "Yarın görüşürüz, tekrar konuşuruz."

Elimi salarken ben de ona iyi bir gece dileyip kapıyı kapattım. Hemen arkamı dönmek ve yalnızlığımla bakışmak istemiyordum ama buna alışmam da gerekiyordu. Hayır, aslında öyle zorunda değil. Teo düşünmemi yasaklamıştı ve belki de ilk kez birinin, bana uygulamaya çalıştığı kurala kendi iyiliğim için boyun eğmeliydim.

***

Uyuyabildiğimi, uyandıktan sonra fark ettim. Bakışlarım, açık renk tavandaki avizenin kıvrımlarında gezinirken gözlerimi kıstım. Düşünme. Düşünme yasağının hâlâ geçerli olduğunu kendime hatırlatmaya çalışıyordum. Perdenin arkasından yansıyan loş aydınlık, gece boyunca baygın kalabildiğimi gösterse de beni heyecanlandıracak hiçbir şey yapmadan doğruca banyoya gittim. Su ısındıktan sonra buharlı bir küçük banyoda titremeden bile duş alınırdı.

Giyinmek için odaya döndüğümde saatin henüz sekiz olmadığını fark ettim. Zaten öyle bir günün üstüne de ancak bu kadar uyku olurdu. Telefonumu açmaya cesaretimse hâlâ yoktu. Uzun ve karmaşık, dalgalı ve gür saçlarımı taramak bana tekrardan zaman kazandırabilirdi. Her şeyin yolunda gittiğine inanırken kendimi, gözyaşlarımı kurularken buldum.

Leonard'ın şimdi ne yaptığından çok, nasıl olduğunu merak ediyordum. İyi geçen bir günün gecesinde dahi kolaylıkla uykuya dalmadığından, bugün gözlerini bile dinlendiremediğine emindim. Kafasını dağıtmak için işe gidecek miydi, kendini eve kapatmayı mı tercih edecekti yoksa bir yerlerde beni mi bekleyecekti?

Beni aramasını ama bulamamasını istiyordum. Beni ararken onu izlemek istiyordum. O hüngür hüngür ağlarken benim yalnızca içim titresin istiyordum. Biraz böyle bencil olabilmek istiyordum. Nasıl güçlü hissettireceğini merak ediyordum.

Kendimi yatağa attığımda, Teo'nun nasihatlerini anımasayınca ani bir cesaret dalgasıyla telefonu açtım. Manal'dan gelen arama sayısı daha fazlasıydı, Leonard cevap vermeyeceğimi elbette biliyordu ya da beni yalnız bırakmayı tercih ediyordu. Bu saatte uyandığını bilsem de Manal'a gizli kalması şartıyla kısa bir süre konuşabileceğimizi, yazdıklarımı gördükten sonra bana dönüş yapmasını istediğimi belirten mesajımı vazgeçmemek için süratle yazdım.

Telefonun ekranı henüz kararmıştık ki tekrardan ışıldadı, hep bu anı beklediğini anladım. Adımı fısıldayan titrek sesi gözlerimi doldururken her şeyden önce, "Konuşma şartımızı hatırlıyorsun," diye uyardım. "Kimseye, özellikle patronuna bir şey söylemek yok."

"Biliyorum, biliyorum. Ne dersen o olsun. Nasılsın, gerçekten nasılsın Lili? Sesin bir hayal gibi geldiğinden beni yanıltıyor, bu yüzden sen anlat lütfen."

"Ben iyiyim," dedim nemli saçlarımı iteklerken. Manal'a duyurmadan derin bir nefes aldım. "Orada durumlar nasıl?"

"Bay Leonard..."

"Onu sormadım," dedim çabucak. "Vedalaşmaya zamanımın olmadığı köşk halkını kastediyorum."

"Seni çok merak ettik ama bir diğer kişi için de epey endişelendik, sadece bu kadarını söyleyeceğim ve daha fazla konuşmayacağım." Manal ne yaptı bilmiyorum ama ben avuçlarımı stresle tırnakladım. "Nina ve ben gece boyunca uyumak yerine ağladık. Sabah olduğunda Nina ağrı kesici içti, inanabiliyor musun? Normalde asla kullanmaz ve bize de kızar. Köşkteki cenazelerin ve kutlamaların bile başını bu kadar ağrıtmadığını söyleyip durdu."

Dudaklarım neşeden yoksun bir şekilde kıvrıldı. "Ona iyi olduğumu ilet."

"Ah, gerçekten mi? Tanrı aşkına, bu habere ve seninle iletişimde kaldığıma çok sevinecek."

"Başka kimseye bahsetmeyin, sırrımız bozulursa bir daha hiç arayamam ve birbirimizi unutmak zorunda kalırız."

"Bir kişiye daha söylesem?" diye ricada bulundu.

"Bay Walton mı?" Ah, yaşlı adam tansiyon hastasıydı ve dün geceki Leonard'la uğraşmak bir atak sebebi olabilirdi.

"Hayır, Bayan Bianca. Onu dünkü hazırlık sürecinden hatırlıyorsundur. Bu sabah sana bir sepet dolusu kahvaltılık getirmişti ama akşam yaşananları öğrenince resmen yıkıldı." Sesini alçaltarak, "Hâlâ burada," diye ekledi.

"Gerçekten mi, neden bekliyor?"

"Senden iyi bir haber alana kadar gitmeyecekmiş."

Kendi kendime sordum, "Beni neden sevdiğini anlamıyorum."

"Aslında hepimiz seni ilk günden sevmiştik."

Dudaklarımı birbirine bastırmadan önce, "Peki," dedim. "Bayan Bianca'ya da iyi olduğumu söyle. Nina'yla ikisine aynı şeyleri anlat, nasılsa beraberler."

"Oh, nihayet. Alınma ama tek bir özet konuşmasının yeteceğine özellikle sevindim." Bunun üzerine ikimiz de tebessüm etmiş olmalıyız.

"Amanda." Adını andığımda bir karıncalanma hissettiğim için elimi boynuma dolayarak kendime sarıldım. Sanki duvarlardan kolunu uzatıp beni kilitli bir odaya çekecekti. "O nasıl?"

"Hafta sonu klasiğini bilirsin, doğum gününe kalmadan kendi evine gitti. Mesajlarıma bile bakmayınca kafa dinlemek istediğini anlayarak üstelemedim, yani olan bitenden haberi yok. Köşke döndüğünde tüm bunlara çok şaşıracak."

Köşke bir daha adım atmayacak. Muhtemelen bir senede kazanacağı parayı tek bir ajanlık işiyle halleti, ülke değiştirmesi bile olası.

"Artık yüz yüze görüşemeyecek miyiz, Lili?"

"Yaşadığım yeri ayarladığımda kafam daha rahat olacak. O zamana dek biraz özleyeceğiz."

"Şimdi neredesin?" Sessizliğimi korudum. "Aramızda kalacak, patronuma söylemem. Sadece gerçekten nasıl olduğunu merak ediyorum."

"Mitte çıkışında bir pansiyonda. İnternette sayfaları var mı bilmiyorum ama Jan'ın Aile Evi diye bir yer."

"Araştırıp bulamadığım bir şey olmaz," diye hatırlattı. "Peki yalnız mısın? Yemek yedin mi?"

"İkisi için de evet, Teo beni bıraktıktan sonra gitti."

Düşünceli bir mırıldanmayla, "Demek Bay Adremov partide bu yüzden ortadan kayboldu," dedi.

Böyle bir durumda bile gülmemek için kendimi zor tuttum. "Ona Bay Adremov mı diyorsunuz?"

"Yanlış mı ezberlemişim?" Harfleri tek tek kodladı. "Hiç diyaloğa girmedik ama Meteo Adreamov'un beyefendiyle yakın arkadaş olduklarını biliyorum."

"Konuşmadığınız için böyle hitap ediyorsun, sadece Teo denilmesini tercih eder."

"Sen de mi böyle söylüyorsun?"

İması karşısında, "Herkes Manal," dedim. "Adamın tercihi bu." Bu konudan ya da başka bir can sıkıcı konudan bahsetmemek için artık kapatıp Amy'i aramam gerektiğini söyledim.

Yetimhanenin olduğu kasabayı kastederek, "O kadar uzağa gitmezsin umarım," dedi. "Görüşmeye sıklıkla devam edebilmek için Berlin yakınlarında bir daire kiralayabiliriz."

"Belki de o kadar uzağa gitmem." Çünkü belki de Bayan Maja beni kabul etmez. "Sana mutlaka haber veririm. Eksik vedamız için kocaman öpüyorum, hoşça kal."

"Ben de, öpüyor ve sarılıyorum. Kendine iyi bakmayı ve beni aramayı unutma."

Manal'la bu kadar erken konuşmak, hayallerimin dışında bir olaydı. Sesinde Alphan Köşkü'nden yankılanan bir tını vardı. Kurala uyabilmek için gözlerimi kapattım. Ne diyordu sevgili abim, düşünme. Biraz bu şekilde kalarak sırtımı yatakla buluşturdum.

Uyumayı denedim ve uyudum da. Yatakta dokuz buçuğa kadar debelensem de, bir saatin ancak onda biri kadarında bilincim kapalıydı. Ufacık bir şekerlemeden daha fazlası değildi ama az düşünebildiğim her dakika değerliydi.

Yüzümü yıkadıktan sonra nefesimi düzene sokmak için de perdeyi itekleyip pencereyi açtım. Gökyüzünde, akşamla çatışan bir sabah aydınlığı vardı. Durağan ve kasvetli. Meteorolojik uyarıya göre de fırtına habercisi. Muhtemelen motel olan diğer bloklar oldukça yakındı ve komşularımın bütün perdeleri, bu yeni günü reddetmek ister gibi kapalıydı. Bense, burada en kötü hissedenler listesinde zirveye oturacak kadar berbat bir ruh hâlinde olsam da camı açmış etrafı izliyordum.

Transit bir arabanın sokağa yanaşması dalgınlığımı o yönde topladı. Durup sürgülü kapıları araladıklarında, üçüncü kata kadar ulaşan taze hamur kokusu sokağı kapladı. Hassas noktama burun kırıştırmaya çalışırken, oğluna yön veren Belma'nın bakışları da eş zamanlı olarak yukarıya kaydı. Tek uyanan benmişim gibi mutluydu, el işaretleriye beni çağırmasını görmezden gelemedim.

Olan olmuştu artık, zaten Amy'i aramak için de erken bir saatti. Ona henüz Leonard'la aramızda geçenlerden, en azından tartışma olarak bahsetme konusunda bile kararsızdım. Söyleceklerimin hesabını yaparken, bir yandan da etrafı tanımaya çalışıyordum. Bazı odalardan sabah fısıltıları gelse de çoğunluğu sessizdi. Teo'nun burayı nereden bulduğunu bilmiyordum ama gerçekten de kurallar dahilinde özgür bir aile evindeymişsiniz gibi hissettiriyordu.

Köşkten iki misli daha yorucu merdivenlerden inip, bildiğim tek yere doğru yürürken resepsiyon köşesinden, "Günaydın İdil, çay mı kahve mi?" sorusuyla karşılandım. Hiçbirinin bir seçenek olmadığını anladığım için Belma'yı çay olarak yanıtladığımda Emma beni dünkü salona götürdü.

Yemek salonunun bir köşesinde uzun koltuk da bulunduğundan ikinci bir ağırlama odası yoktu. Eğer odanıza çıkmak istemiyorsanız bu parayla -ücretini hâlâ bilmiyorum- sandalyede dinlenmeyi göze almalıydınız. Sabahın ilk saatlerinden beri zaman geçirdiklerini anladığım masanın etrafına oturduk.

"Hafta sonları herkes geç uyanıyor. Alric ve ben, aile evinin iyi anneyle babası olmak için hiç ses yapmayız." Gülerken örgülerini düzeltti.

Alric ise dünkü grubun oturduğu ikinci masadan, bir haber kanalının sağanak yağış uyarılarını takip ediyordu. Belma, babasına da dahil dumanı üstünde çaylarımızı getirdiğinde yanında pudra şekerine bulanmış tatlılar vardı. Tuzlu atıştırmalıkla döneceğini söyleyince kendi adıma onu kibarca reddettim. Zaten bunlardan bir tane yesem bütün günü atlatmama yeterdi.

"Merkezdeki en iyi fırından alırız, sen sevmez misin?"

Anılarım tarafından kuşatılınca rahatsızlıkla, "Aslında severim," dedim. "Fakat son zamanlarda iştahım kapalı."

"Hiç değilse reçelli bir kurabiye ye."

Emma'nın gözlerine baksam da konuşan o değildi. Sesi tanıyordum, benim için epey yeni olsa da tanıyordum. Yemek salonunun kapısına bakıp, Bayan Bianca'nın kararsızlıkla bana yaklaştığını görünce sandalyemi sürükleyerek ayağa kalktım. "Sizin ne işiniz var burada?"

Saçları dünkünden daha özenli yapılmış da sonradan dağılmış gibiydi. Bu kez yelek yerine sütlü kahve renginde bir hırka giyinmiş, kollarını da avuçlarına dek çekmişti. Pantolonuyla aynı tonda olan küçük siyah çantasını her an gidecek gibi tutuyordu.

"Tanışıyor musunuz?" diye sordu Emma. Gözlerim, Binanca'nın bakışlarına kenetli kalsa da sandalyeden kalkmadığını ayırt edebiliyordum. "Bianca hem arkadaşım, hem de iş ilişkimiz olduğu pastanenin sahibidir.

"Demek Nina'nın sözünü ettiği pastaneden geliyordu bugünkü kahvaltım. Demek ki Bianca'nın eli, uzak yerlerden sipariş alacak kadar lezzetliydi ya da sadece beni görmeye gelmişti. Manal. O an aklıma en çok Manal gelmişti.

"Burada olduğumu nasıl öğrendiniz?"

Öfkeli yerine meraklı tavrım, adımlarını sıklaştırmasını sağladı. Bizi yalnız bırakmayı tercih eden Emma, sandalyesini bu kez de Bianca için çekti. Sorusuna cevap vermemiş olsak da Alric'le birlikte uzaklaşırken ona, "Mutlaka tanışmış olmalılar hayatım, " dedi.

"Arkadaşına lütfen kızma." Manal'a ne yapacağımı bilemediğim için parmaklarımla oynadım. "Sadece biraz fazla soru sormak zorunda kaldım ve inan bana duyduklarımı kimseye anlatmadım. Gerçekten nasıl olduğunu görecek birilerinin varlığı, endişeli kızcağızın içini biraz olsun rahatlattı."

Ben hızla, Bianca için yavaşça oturdu. "Açıkçası Manal'ın ağzını sıkı tutamamasından daha çok, neden bu kadar ısrarcı davrandığınızla ilgileniyorum."

Biraz geriye gitmek pahasına oturuşunu dikleştirdi. "Jan'ın Aile Evi'nde olduğunu öğrendiğimde, elbette ki ürün gönderdiğim pansiyona sırf senin için gelecektim. Emma haklı, sadece bugün değil uzun zamandır tanışıyoruz."

"Peki ben neden yalnızca Jan'ın Aile Evi'nde değil, bir başka yerde olsaydım oraya da geleceğinizi düşünüyorum?"

Bir çeşit gerginlik sinyali verir gibi çantası hâlâ elindeydi. Servisleri Belma yapsa da Bianca'nın çayını bu kez Emma getirdi ve nasıl bir yüz ifadem varsa gitmeden önce arkadaşının omzunu okşadı.

"Haklısın," dedi bir tür kabullenmeyle. "Seni merak ederdim, nerede olursan ol görmek isterdim."

"Neden böyle Bayan Bianca, ben sizin için ne ifade ediyorum?"

İnce dudakları gülümsemek üzereymiş gibi titredi. "Anılarımdaki bir bebeksin. Dolayısıyla en acı olduğu kadar en masum hatıramın içindesin."

Dirseğimi masaya yasladığımda alnımı stresle ovuşturdum. "O gece siz de oradaydınız, değil mi?" Yüzüme, deminkine kıyasla neredeyse memnuniyetsizlikle baktığında bir çırpıda konuştum. "Hans Alphan'ın babamı öldürdüğü gece doğduğumda, siz de köşkte çalışıyordunuz."

Saç diplerini kaşımaya başladığında nefes alışı güçleşti. Yalnızca dün akşam öğrendiklerimi hatırladığımdan, kadının astım hastası olduğunu unutmuştum. İşler daha kötüye gitmeden öne uzanarak ellerini kavradım ve masanın üzerine doğru çektim. O şaşkın, bense berbattım ama zorlukla gülümsedim.

"Böyle bir konudan bahsederken sakin kalamadığım için beni bağışlayın. Sizi suçlamak için söylemedim, ki zaten ortada suçlu olduğunuz bir durum da yok. Lütfen artık biraz da siz konuşun."

Ellerimize bakarken yüzünde oluşan tebessümü saklamayarak başını salladı. Artık benim parmaklarım onun avuçlarındaydı. "Ben de sadece bundan bahsetmek istemiştim Lili, hazırsan sadece o geceden konuşmak için gelmiştim. Leonard'ı bu sebeple bırakmandaki hakkını ve haksızlığını aynı anda anlatmaya."

Önümdeki çayı bile fark edemediğimden, boğazımdaki yumruyu zorlukla indirdim. "Pekâlâ, sizi dinliyorum."

"Leyla Ulukan hanımefendinin seni doğurduğu gece ben de köşkteydim. Tıpkı söylediğin gibi, çalıştığım yerdeydim." Burnunu çekmeye başladıktan sonra ellerini de çekti. "Yani dışarıda değil, içeride. Köşkte, mutfağın içinde, her zamanki gibi fırının önünde." Kendini sıktıkça soluklanması güçleneceğinden ona peçete uzatıp, ağlamanın normal bir durum olduğuna inandırmaya çalıştım. "Bu yüzden görmedim, ah, yapmadı sandım. Hans Alphan yapmazdı."

"Görseniz bile sizin suçunuz değildi." Leonard... Görmüştü, şahit olması onun da suçu değildi. Tek sorun bu olsa ona kızmazdım, bu nedenle Bayan Bianca'ya azıcık olsun alınmadım.

"Doğrusu gördüğüm tek şey, hıçkıran bir palto taşıyan çocuktu. Ah kim bilebilir, Tanrı'dan başka kim bilebilirdi içinde ağlayanın bir bebek olduğunu. Sen dünyaya yabancı, Leonard ise o güne dek cesarete yabancıydı. Dostluk makamında birbirinize aittiniz, adeta bütünleşmiştiniz."

Bianca ağlamaya sakince devam ederken, ben de sessizce gözyaşı akıtmaya başlamıştım.

"Annenin pskolojik durumu, öldüğüne inanacağı kadar ağırdı. Köşke bir doktor gelip de kanamasını durdursa da mutlaka hastaneye gitmesi gerekiyordu. Sense henüz beslenmemiştin bile, annenle kısa bir süre vedalaşamayacak kadar ona ihtiyaç duyuyordun. Leonard ise seninle vedalaşmaya hazır değildi."

"Sonra onu hep gördüm mü? Leonard'ı bebekliğim boyunca gördüm mü?"

Başını hiç acele etmeden sağa sola salladı. "Hans Alphan vasiyetine yazana kadar bir daha hiç görüşmediğinize eminim."

Ben de öyle, Bayan Bianca. Babamın katili beni hayatımın aşkıyla bir araya getirdi. Bu yüzden ona, hayatımın sonuna dek öfkeli bir minnet duygusu besleyeceğim.

"O gün Leonard'ın en son yediği şey, annenin gül reçeliyle yaptığı kurabiyelerdi." Tuzlu dudaklarımı ısırarak sakladım. "Annen kendi şehrinde gülle ilgili ne tatlı yaparsa Alphanlara ziyaretinde getirirdi. Keklere, pastalara, çöreklere bir kaşık olsun eklerdi. Bayan Corinna'dan gizli yiyebildiği sürece Leonard'ın en sevdiği şeydi. Aynı gün hastalanması, bütün gece gül reçeli kusması büyük talihsizlikti."

Kan kırmızısı bir travma. Babamın kanı, annemin kanı, doğumumun kanı, gülün rengi, gülün tadı. Midemde, bana şimdiye dek yabancı bir tiksintinin dolandığını hissedince elimi karnıma bastırdım.

"Buraya, dünü bilerek değil tahmin ederek geldim. Güllerle dolu bir masada oturduğunuz hâlde neden kavga ettiğinizi merak ettim. Leonard onu görmemi reddedecek kadar kötüydü fakat seni de bulmalıydım."

"Sadece kavga etmedik, aynı zamanda ayrıldık da."

"Ah, çok kötü. Hayatın başladığı yerden bitmesi kadar kötü." Masaya doğru eğildiğinde nemli gözleri yumuşak bakıyordu. "Peki neden ayrıldınız?"

"Dalga geçiyor olmalısınız. Neden olacak, ezbere bildiği hayat hikâyemi bana anlatmadığı için."

"Nasıl yani, o zaman tüm olanları nereden duydun? Yoksa ilk günden beri biliyordun da Leonard'ı test mi ediyordun?"

"Öyle sayılır," dedim gergince. "Hem bu saatten sonra ne fark eder?"

"Yalanladıysa hiçbir şey, hatasını kabullendiyse çok şey fark eder." Birbirimize dikkatle odaklandığımızda gözlerini kıstı. "Peki Leonard dün hangisini yaptı?"

Masadaki yapay çiçekle oynamaya ara vermedim. Bu sorudan, gittiği yere kadar kaçabilirdim. Omuzlarımı kaldırıp indirdim ama Bayan Bianca'nın üstelemek yerine sessizce cevabımı beklemesine de fazla kayıtsız kalamadım. "Bir anlığına olsun yalanlamadı."

"Sanki suçunu pişkince itiraf ettiğini söylemek istiyorsun."

"Hayır, öyle denemez. Aslına bakarsanız kendine, benim ona yaptığımdan daha çok eziyet çektirmek pahasına bütün detayaları anlatıyordu."

Hareketlendiğini fark edince gözlerimi kaldırdım. Neredeyse rahatlayarak gidecek olması beni kuşkulandırıyordu. Oysa ben, konuşmaya daha fazla dayanamadığımı söyleyip uzaklaşan taraf olacağımı sanmıştım.

Eşlik etmek için ayağa kalktığımda, "Gidiyor musunuz?" diye sordum.

"Evet ama sadece şimdilik. Jan'ın Aile Evi'nde kalmaya devam edersen seni bugün tekrar ziyaret edeceğim. Tabii rahatsızlık verip başını ağrıtmadıysam."

"Aksine, konuşmak bana da iyi geldi. Aramızda kalacağını bildiğim sürece bundan keyif alabilirim."

"Kuşkun olmasın, güzelim."

Bayan Bianca'yı kapıya kadar yolcu ettim. Jan da uzak bir köşedeyken açık havada biraz soluklanmak bana iyi gelirdi. Sarılmasak da tokalaştık, elimi sıcaklıkla okşadı. "Bana söylemek istediğiniz başka bir şey kalmadıysa," diye mırıldandım. Yokmuş gibi bakınca gerçekten kalmadığını hüzünle anladım. "O hâlde size iyi günler."

Gülümserken başını yana eğip, "Ne gibi şeyler?" diye sordu.

Bayan Bianca'yla bakışmaktansa, siyah bulut kümelerinin hareketliliğini izledim. "Sonda Leonard'la ilgili sorduğunuz o sorular... Yalanladıysa bir şey fark etmez, kabullendiyse çok şey fark eder dediniz. Garipti, neyin değişebileceğini anlamadım."

"Elbette ona olan hislerini değiştirecek. Ona sonsuza kadar kızgın mısın yoksa onu sonsuza kadar sevecek misin? Ona sadece bir süre mi kızgın kalacaksın yoksa onu sadece bir süre mi seveceksin?"

Gözlerim, hayatımın yolculuğunu yapıyor gibi asfalt boyunca dolaştı.

"Sanırım," dedim dalgınca. "Ama çok uzun yıllar sonra. Belki kıyamete dek yapmam." Bayan Bianca başını sabırla salladı. "Ona sonsuza kadar kızgın görünüp, bir süre sonra haberi olmadan affetmeyi seçerdim. Onu sadece bir süre sevmiş gibi görünüp, sonsuza kadar bağlı kalmayı."

İlk kez güldüğünü işitince dikkatim o yöne kaydı. "İyi ve havalı kızlar da aynen böyle yapardı. Aferin, kızım."

İçler acısı hâlime üzülmek yerine güldüm. Bayan Bianca köşeyi dönüp, sokağın arkasındaki transitine ulaşana dek orada öylece bekledim. Aslında henüz bir seçim yapmamıştım fakat birden fazla tercihimin olma ihtimali beni heyecanlandırmıştı.

Hâlâ iyi değildim, tamamen iyi olmamın zaman alacağını da biliyordum. Yemek salonuna uğrayıp, gülden yapılmış olmasa bile reçelli kurabiyeleri bırakarak diğer atıştırmalık tabağını aldım ve odama çıktım. Hâlâ iyi değildim, sevdiğim lezzetlerin beni bir anda kendime getirmeyeceğini de biliyordum fakat denemek zorundaydım. Biraz yaşamayı, biraz da öfkemi yatıştırmayı.

Hiçbir şey yapmadan öğle saatlerinin içindeydik. Teo'nun düşünme tabusunu yıkalı uzun zaman oluyordu. Kendine aldığı yeni biri telefonla beni aradığında, ona akşamdan önce gelmesini gerektirecek bir durumun olmadığını söyledim. İnanmadı hatta daha çok endişelendi. Eğer akşam vaktinde gelirse yemek yiyebileceğimize söz verdiğimdeyse kısmen rahatladı. Evine, parayı günlük kazandığı işlerine dönmek zorunda kaldığını biliyordum, bu nedenle onu ekstradan meşgul etmek istemiyordum.

Leonard'ı, Leonard'ın çocukluğunu, kendimi ve bebekliğimi tüm masalsı ayrıntılarıyla derinlemesine düşündükten sonra kaslarımı hareket ettirmek için ayağa kalkıp odanın içinde dolaştım. Onu hiç tanımazken, başımıza gelenleri anlatması hâlbuki ne çok işimize yarardı. Muhtemelen o buz kütlesi yabancının, babamın katilinin oğlu olduğunu öğrendiğim için yanında kalmazdım. Bir daha görüşmez ve asla âşık olmazdık. Böylesi bir hissizliğe ihtiyacım vardı.

Kendi sorularıma kendim cevap veremediğimi anladığımda Amy'i aradım. Aslında daha çok, Manal'ı aramamak için Amy'yi aradım. Umarım onun soruları benim kendimle yaptığım içsel mahkemeden daha insaflı olurdu ve Bayan Maja'nın genel durumu hakkında bilgi koparabilirdim.

"Selam," dedim heyecanla, biraz da sorunsuz görünmek için. "Nasıl gidiyor?"

"Yorgun ama süper iyi! İlk kez bir müfettiş kontrolünü olaysız atlattık."

"Ben orada olmadığım içindir."

"Hey, öyle demek istemedim."

Biliyorum. Orası sıradan bir devlet yurdu değildi, ucu zenginlerin hatalarına dokunan çocukların geçici eviydi. Hepimizin zengin bir akrabası, tanıdığı ya da bizi istemeyen ailesi vardı. Benim para kaynağım Hans Alphan'dı. Bağışlarını eksik etmezdi ama yataklara düştüğünden beri de bizzat ilgilenememişti ve artık büyüdüğüm için Bayan Maja yerimi yeni kardeşlerime bırakmamın zamanı geldiğini her açığımda söylerdi. Özel prosedürler uygulandığından reşit olduğumuzda çıkmamız tercih edilirdi, bizi istemeyen kişinin artık bir ev tutması istenirdi. Biliyordum.

"Bety rüyasında seni görmüş," dedi konuyu değiştirmeye çalışarak. "Devasa bir oyun parkının üstünde, kanatlı bir atla havada dolanıyormuşsun. O kadar heyecanlanmış ki aşağıdaki eğleneceye mi yoksa gökyüzündeki mucizeye mi bakacağına karar verememiş."

Çocuk aklının her zaman iyileştirici bir gücü vardı. Alnımı pencereye yapıştırıp güldüm. "Demek sinirim tepeme atmış, yalnızca ülkeyi değil dünyayı da terk etmeye çalışmışım."

"Bety senin gitmediğine, sadece çocukları neşelendirip prensi takip ettiğine emindi."

"Prens?" diye tekrar ettim.

"Hepimizden daha iyi tanıdığın Prens Leo işte. O da kanatlı bir atın üstünde, senden daha öndeymiş. Epey mesafeli olsanız da aranızda görünmez bir ip varmış gibi birlikte hareket ediyormuşsunuz. Hatta Bety, senin atının Leo'nun yönlendirmesine göre ilerlediğini söylüyordu."

"Hah!" diye parladım. "Ben de sanırdım ki saçma bilinçaltım kimseyle yarışamaz. Asıl onun beni takip etmesi gerekirdi, ben neden peşinden gidiyormuşum?"

"Ne bileyim neden Lili, gümüş kordon öyle karar vermiştir." İkimiz de aynı anda üfledik. "Senin niye canın sıkkın hem, Pegasus'lu Leo ile kavga mı ettin?"

Gök gürleyince pencereden uzaklaşıp perdeyi de kapattım. Bir şeylerin yolunda olmadığını ben mi çabuk belli ediyordum yoksa saklandıkça yakalanmak doğanın bir kanunu muydu?

Amy, "Neyse sen müsait olana kadar dün gecemizi anlatayım," deyince sessizce yatağa oturdum. "Doğum gününü, çocukların tabiriyle bir şatoda kutlayacak olman hepsini çılgına çevirdi. Kendileri için de bir masal, yeni bir mucize beklediler ve uykuya dalmaları gece yarısını buldu. Ola'yı, en azından bir diş perisi gelsin diye dişini kırıp yastığının altına saklama planını uygulamak üzereyken yakaladım. Maceracı bir grupsa Noel Baba'ya acil durum mektubu yazıp bacaya bırakmışlar. Kelimenin tam anlamıyla nöbet tuttum ve koridorda sabahlığıyla dolaşan Bayan Maja'yla rastlaşıp, öfkeli bakışlarından nasiplenmek hiç hoş bir deneyim değildi doğrusu."

Yüz kez amanın, orada olmadan bile orayı karıştırmanın bir yolunu bulmuştum. "Keşke bunlara sebebiyet veren masalların ana kahramanının kimliğini Bayan Maja'ya açık etmeseydin."

"Zordu Lili'm," dedi esnerken. "Ben yine kendi uydurduklarımla kalmak isterdim ama solucanların susmuyor. Adınızın anılmadığı bir gün yok. Şey, öyle ki duyanlar duymayanlara anlattı. Büyük küçük fark etmeksizin herkes sizi görmek istedi."

Söylemeye çalıştığı şeyi anlayınca bacağımı stresle sallandırdım. "Olmaz Amy, bu mümkün değil."

"Tamam kendince haklı nedenlerin var fakat bizi ziyaret etmeye hâlâ gelmedin. Bunu yapacağın gün seni Leonard getirse fena mı olur?"

Olan olmuştu. Adı anılmıştı ve yağmurlar yağmaya başlamıştı. Hava raporunu unutup her şeyi ondan bilmeye hazırdım. Üşümemin sebebi de yine oydu. Çok kızgındım, yine onun yüzünden. Tanınmadan sevilecek biri olduğuna dair derin kuşkularım vardı ve bundan bahsedemiyordum. "Katiyen yapamam. Bayan Maja benim misafirliğimden hoşlanmazken bir de yanımda promosyon mu getireceğim?"

"Zengin ve yakışıklı bir promosyona kimse hayır demez. Söz aramızda, cömertliğiyle bilinen Hans Alphan'ın oğluyla tanışmak Bayan Maja'yı umutlandırır. Hem belki bunun hatırına bize de bir süre güleryüzlü davranır."

Suratsız birinin etrafa yaydığı enerjinin nasıl olduğunu bildiğimden beni gafil avlamıştı. İsteksizce, "Peki," dedim. "Bir düşünürüm ama söz vermiyorum."

"Neden şimdi böyle dedin ki? Benim tanıdığım Lili'nin bu fikirle ayakları yerden kesilirdi." Duraksadığında panikleyip cevap verememiştim ve bu onu hararetlendirmişti. "Bir sorun var, büyük bir sorun var."

"Hayır, bekle. Bir şey olduğu yok."

Büyük değil, halledebilirim. Yalnız yaşamayı bile öğrenebilirim. Ivan, talihsizliği görmezden gelip ders çalıştırmaya devam ederse hâlâ iyi bir üniversiteye bile gidebilirim. Bütün düşüncelerimin karanlık bir mürekkeple üstünü çizdim. Amy beni dinlerdi fakat sonrasında Leonard'ı asla affetmezdi.

"Prens Leo olacak adam bana evlenme teklifi etmeyince hayal kırıklığına uğradım, o kadar."

Gerçekten büyük bir dertmiş edasıyla, "Ah canım arkadaşım," dedi. "Baş başa olacağınız bir anı kolluyordur."

"Gece boyunca yalnızdık oysa." Gözlerimi kaçırırken, "Elbette farklı odalarda," diye ekledim. Başka evlerin bambaşka odalarında.

"Bu Alphanları tek vârisi biraz gösteriş manyağıysa şayet, sana aldığı mücevher yüzüğün parlaklığını yetersiz bulup vazgeçmiş olabilir. Daha iyisiyle değiştirmesi için ona biraz zaman ver. Bu esnada küsüp de romantik yemek tekliflerini geri çevirmemeye çalış."

"Kafanda kurdukların beni de yersiz bir beklentiye sokuyor," demiştim ki gökyüzündeki karanlık kavga, önce göz alıcı bir ışık, sonra da kulak kapattıran cinsten bir gürültüyle sonuçlandı.


"Amanın, orada hava fena bozmuş."

Perdeleri en ufak aralık kalmayacak şekilde çekiştirirken, "Meteoroloji Berlin için fırtına değil felaket uyarısı yapmalıydı," diye mırıldandım.

"Ne dediğini anlamadım." Tekrar ederken, "Seni duyamıyorum," diye araya girdi. "Galiba şebeke çekmiyor. Telefonu kapattıktan sonra teknolojik aletlerden uzak durup Leonard'a yakınlaşmanı tavsiye ederim. Görüşürüz, canım arkadaşım."

Benim yaptığımsa, telefonu kapatır kapatmaz duvarla bakışmaktı. Bir gün öncenin Lili'si için ne hoş bir fikirdi. Leonard'a sığınmak bütün ürpertilerimi alıp beni huzura yolculardı. Özlememeye çalıştığım bu hissi biliyordum çünkü uzun günler boyunca tatmıştım.

Odamda volta atarken kapının çaldığını işittim. Kapı deliğinden yoksun olduğu için, "Kimsiniz?" diye sessizce sordum.

"Jan'ın en küçük torunu Simon."

Gerçekten kendini tanıtma da dahil, her konuda aileler. Kapıyı açtığımda, zaten bir gözetleme deliği bulunsa da Simon'un yukarıdan görünmeyecek kadar kısa olduğunu hatırlayıp çaktırmadan güldüm. Kot pantolonu, sarı çizgili kazağı ve taranmış sarı saçlarıyla oldukça mütevazi duruyordu. "Merhaba, Simon."

"Sana da merhaba." Hanımefendi mi yoksa abla mı demeliyim ikiliminde kalır gibi beni süzdüyse de karar veremedi. "Büyükannem bir konuğunuz olduğunu söyledi. Yemek salonunda, aynı masada bekliyorlarmış."

Bayan Bianca beni ziyaret etme sözüne bağlı kalmış olmalıydı. Fakat Teo da, akşamdan önce uğramasının gereksizliğini vurgulamama rağmen yine bildiğini okuyor olabilirdi. Gerçi ziyaretçim o olsaydı kapıyı açtığımda görürdüm ama Emma, resepsiyon dışında kablolu telefon bile bulundurmayan evinde ancak arkadaşı Bianca için bu kapı hizmetini uygular gibi geliyordu.

"Hadi gel Simon, " dedim, benden bir cevap almadan gitmeyeceği belli olan çocuğa. "Birlikte inelim."

Elektrik tasarrufu uygulanan Jan'ın Aile Evi'nde, hava kapansa da sarı ışıklar yanmıyordu. Bu yüzden Simon tırabzandan destek alarak, ben de parmaklarımı duvarda sürükleyerek ileriyordum. Kör bir karanlık olmasa da bu eski merdivenleri hızla geride bırakmak çok kolay değildi.

"Söylesene Simon, okula gidiyor musun?"

"Birinci sınıf," dedi yüzüme hiç bakmadan.

"Okulu sevmiyor musun?"

"O kadar yoruluyorum ki sevecek zaman bulamıyorum."

Yanaklarını sıkmak istesem de henüz o kadar samimi olmadığımız için dokunmadım. "Haklısın, sana katılıyorum. Özellikle yürümen gereken uzun bir okul yolu varsa ve hafta sonu yağışlı geçeceği için pazartesi ayakkabılarına yapışan çamurları şimdiden düşünüp hiçbir şeyden keyif alamıyorsan."

Kendi eğitim anılarıma dalmışken Simon ilk kez duraksayıp başını benden tarafa çevirdi. "Gerçekten tam da aklımdan geçenleri söyledin. Yoksa sen zihin okuyabiliyor musun?"

Duvara yaslandığımda gülümsedim çünkü koyu renk basamaklar karanlıkta kalsa da suratlarımızı ayırt edebiliyorduk. "Yapabildiğimi söylesem beni sever miydin?"

"Evet, garip insanları severim. Onların genelde özel güçleri olur ve aslında eğlencelidirler."

"Peki senin özel gücün ne?"

"Ben garip bir çocuk muyum?"

"Her iddiasına varım ki öylesindir."

Benimki kadar olmasın ama, ne denli sıkıcı bir hayatı varsa bu söylediklerim Simon'u heyecanlandırdı. "Aslında özel gücümü henüz bulamadım," dedi başını kaşırken. Gözleri merdiven boşluğundaydı. "Özenti olduğumu sanma ama ben de bazen zihin okuyabildiğimi düşünüyorum. Mesela babam, bazı zamanlarda annemin söylediklerini bile anlamazken ben gözlerinin içine bakıp aklından geçenleri bulabiliyorum."

Tartışmalarının şiddetli olmamasını dileyerek elimi Simon'un omzuna bıraktım. "Vay canına, işte bunu duyduğuma sevindim. Dünyada birden fazla kişinin zihin okuduğunu hep biliyordum."

Henüz yarısına kadar çıkmış ön dişini gösterecek kadar büyük güldü. "Bana kalırsa o kadar da iyi değilim."

"İstersen şimdi hemen deneyebiliriz." Simon kirpiklerini kırpıştırırken yüzümü yaklaştırdım. "Gözlerime bak ve aklımdan geçenleri söyle, çırak."

"Hım, tamam, bir deneyelim." Bakışlarını kısarak birkaç saniye kaşlarımın şekline kadar beni inceledi. "Öyle görünüyor ki sen buraya abinle gelmişsin ve evini özlemişsin."

"Hadi canım," dedim cidden bozularak. "Tek seferde doğruyu bilmen haksızlık."

Yolun geri kalanını acele etmeden ve birbirmize yakın yürüyerek aşarken, zihin okuma ustaları hakkında bildiklerimizden bahsettik. İkimiz de henüz bir çırak olduğumuzdan eminsek de, biraz büyüdüğünde Simon'a bunun psikolojik açıklamalarını yapıp yapamayacağımı ve bir zamanlar yarı büyücü de olduğumu anlatıp anlatamayacağımı merak ettim.

Son basamakları geride bıraktığımızda enerjisi yerinde olan Simon benden önce zıplamıştı. Resepsiyonun bomboş olduğunu fark edince Alric'in bile Emma'yla yemek salonuna geçtiğini fark ettim. Fakat ben, Alric diğer müşterilerle sohbet ettiği için yalnız kalan Emma'nın yanına gidememiştim çünkü sırtımda kazağımı tutan bir el, daha doğru yabancı bir cisim hissetmiştim.

"Seni burada görmek ne üzücü, sevgili kader arkadaşım."

"Jo..." Sesini, fısıltısını, kötücül aromalı kokusunu tanımıştım. Yemek salonunun köşesinde kalakaldığımızda, sırtımdaki metali sıkıcı bastırınca elindekinin bir silah olduğunu anlamıştım.

"Ben ve matematiğinin yetmeyeceği sayısız adamlarım seni daha sıcak bir yuvaya götürmeye geldik. Eğer bağıracak olursan buraki herkesin ölüsünü de geçerken bir kimsesizler mezarlığına bırakırız."

Yutkundum. Sanki öyle büyük yutkundum ki bir yankı oluşturdum ve Emma oturduğu yerden dönerek geriye baktı. Beni, Johanna'nın yanında gördüğü hâlde tasasızca gülümsedi.

"Yakın arkadaş olduğumuzu sanıyor. Sesini çıkarırsan burayı yağmalarım. Kapıdaki deve hiç güvenme, onun yarım akıllı olduğunu da anladık. Buradaki herkesin bir kurşunluk canı var. Yine parmağını bile kıpırdatmadan insanların hayatını mahvetmek istemiyorsan benimle yürü."

Johanna'yla yapışık bir şekilde ayaklarımı sürüklemek, hayalini kuramayacağım kadar beter bir durum olduğundan hâlâ şaşkındım. Cevaplamayacağını bildiğim sürüsüyle sorum vardı ve girişe dikkatli baktığımda gördüğüm siyah arabalar, ağzıma görünmez bir bant yapıştırmıştı.

"Sen niye hâlâ buradasın?"

Johanna'nın benden başka biriyle konuşması, kaçmam için bir fırsat olabilecekken ilgilendiği köşeye göz atma gafletinde buldum. Ve o esnada, saçının teline zarar gelirse kendimi ömür boyunca suçlayacağım Simon'u gördüm. Saklanırcasına büzüştüğü resepsiyon bankosunun köşesinden isteksizce sıyrıldı.

"Büyükannem masada bekleyeceğinizi söylemişti ama onu ayakta karşıladınız."

"Seni ne ilgilendirir ki küçük. Çabuk ikile bakalım, iyice uzaklaş."

Bana baktığında gözlerim ıslanmamış gibi gülümseyerek başımı salladım. "O haklı, ailenin yanına git Simon."

Kötü bir masal cadısı gibi göründüğü hâlde Johanna'dan korkmuyormuş gibi kararsızca durmaya devam etti. "Emin misin? Pek iyi görünmüyorsun."

Johanna kükremesin diye, "Ne söylüyorsam odur Simon," dedim. "Sanki zihnimi okuyamıyor musun?"

Daha fazla konuşmamı istemeyen Johanna beni, paltosunun altına sakladığı silahıyla canımı acıtacak kadar sertçe itekledi. Girişte koruyucu bir tente bulunduğu için açık bıraktıkları kapıdan, fırtınanın hüküm sürdüğü havanın altına çıktık. Adamlarından biri siyah şemsiyesiyle Johanna'yı karşılarken benim saçlarım saniyeler içinde yapış yapış oldu. Bir düzine kadar adam bizi takip etmek için diğer arabalara doğru yürürken, kim bilir nasıl sohbetlerle kandırdıkları Jan'la da veda mahiyetinde dostça tokalaştılar.

Johanna beni yere çarpmak ister gibi koltuklara iteklemeden hemen önce başımı çevirip geriye, iyi olduğumu söylediğimde sesim yerine zihnimi dinlemeye çalışarak yağmurun altına kadar gelen Simon'a son kez baktım.


Bölüm Sonu.

Keşke soruları paragraf aralarında sorabilsem, şimdi son sahneye odaklandığınız için sohbet etmemiz biraz zorlaşacak🐝

İlk sorum, benden yüzde kaç nefret ediyorsunuz? Öfkenize teslim mi olacaksınız yoksa bana güvenecek misiniz?

Johanna en kötü mü bilmem ama çok kötü olduğu kesin.. umarım ortaya çıkıp kaybolmalarını klişe bulmuyorsunuzdur çünkü karakteri gereği sinsi hareket ediyor. Johanna Roksanford'u yazana kadar, aklımda Johanna Roksanford diye birinin olduğunu bilmiyordum bakın o kadar sinsi....

Peki sizce kitaba heyecan veren karakter kim/kimler?

Jan'ın Aile Evi'ni belki sonra bir yerlerde görürüz, dünya küçük.. Bu yüzden orada en sevdiğiniz kişiyi de öğrenmek istiyorum🏚

Mateo Adremov'a gelince, ona karşı İdil gibi iyimser misiniz yoksa Leonard gibi limoni mi?

Leonard demişken👻 25. bölümü sadece düşünmek bile bana radikal kararlar aldırdı. Fakat bunları final bölümünde paylaşacağım <3

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top