23. CİNAYET MERHAMETİ
23, Cinayet Merhameti
Sezen Aksu - Güvercin
LEONARD
Güneşin battığı arka bahçede, sandalyelere oturan ortak çevremiz neşeli bir kalabalığı oluşturuyordu. En sevdiği renkler, en sevdiği yemekler ve en sevdiği insanlar bir aradaydı. Birazdan gidip, ben de en sevdiğimi getirince yeri dolmayan o büyük boşluk, eşsizlikle tamamlanacaktı. Güzel olan her şey onun için ve güzel olabilenler yine onunla ilgiliydi.
Bugün, her yönüyle bir kusursuzluk arayışındaydım. Her şey ortak bir ambiyansın parçasıydı. Aynı nedenden ellerim pantolonumun cebinde, iki ağaç arasında sabırsızca gidip gelirken havanın bizim için anlamlı olan o renge dönüşmesini bekliyordum. Mavi kolyeli bir kız ve mavi gözlü adam. Diğer mavi takılar. Gümüşi halkaya konumlanmış bir mavi daha. Gökyüzünün saati de dolmak üzere.
Çünkü İdil'e layığıyla teşekkür etmem gereken birçok konu vardı. Misafirlerimizin burada toplanması ve unutmama ramak kalan dostlukların tekrardan filizlenmesi dahi onun sayesindeydi. Bir ay önce benim için aynısını yapmıştı, üstelik o gün bu türlü bir ilişkimiz bile yoktu. Bana güvenebileceği bir sebep dahi yoktu, çabasını hak edip edeceğimi öngöremezdi, tüm ihtimallere rağmen denedi. Başardı da, bana başarabileceğimi hissettirecek gücü de verdi.
Geriye dönme şansım olsa, en savunmasız anımda çocukluğumun karşısına dikilip biraz abarttın demek isterdim. Travmalarımı yıllar boyunca taşıyarak biraz abarttın. Her gün, beş yaşının cenazesine katılarak epey abarttın. Yarım bir hayata doğanları da düşünmeliydim. Belki de İdil'i, onu birileri bana getirmeden önce bulmalıydım. Biraz da bu yüzden geçmişe dönük gençliğim, yine kendi ellerimle sırtıma yüklediğim bir düşünceler kamburunu taşımaktan ibaretti. Yaşamaya çalıştığım doğruydu ama en iyi göründüğüm kısmım da en büyük aldatmacamdı. Birkaç düne kadar.
"Hava olaylarından pek anlamam ama zamanı gelmiş gibi."
Teo'nun sesini duyduğumda ona uyum sağlayarak etrafımdaki loş maviliği inceledim. Emin olmak için başımı kaldırmayı da ihmal etmeyince bu kez Ivan konuştu. "Anlattığınıza göre şıkları yakmak için aradığımız atmosfer tam da bu an, Teo'ya katılıyorum."
İkisinin tanışıp anlaşabilmesi beni sebepsiz yere mutlu etmişti. Martin, Lucas'la eğlenirken biraz yalnız kalmış gibi görünse de Thomas'ı çağırmadığım için üzülemezdim. İşin aslı onu çağırmak benim için endişe olurdu çünkü kiminle geleceğini kestiremiyordum. Kız kardeşini peşinden sürüklemeyeceğine emindim ama takip edilmeyeceğine de güvenemezdim.
"Gayet iyisin," dedi Teo, gömleğimin kollarını sürekli düzelttiğim için gülerken. "Birbirinizi neredeyse yirmi dakika önce gördünüz, yeni bir şey yok."
Sırıtmamak için kaşlarımı çattım. "Umarım aynı şey başına gelir de beni anlarsın." Ağzını neredeyse umarım der gibi açtığını fark edince geri kapattı. Ela harelerindeki değişken odak hızı, muhtemelen kalbinin atışıyla bile yarışmazdı. Beni yolculamak için omzuma dostça vurdu.
Teo'ya da her iyi şeyin mümkün olabileceğini anlatmak istiyordum. Eğer tekrardan beni dinlemeye karar verdiyse bir ara bundan kesinlikle bahsetmeliydim. Umudunu her nerede bıraktıysa gidip geri alacaktım ve ona da kanıtlayacaktım. Arkadaşımı, kuzenimi, kardeşimi de bu derin yalnızlıktan kurtaracaktım.
Köşkte kimse yoktu; bir zamanlar olduğu gibi. Çalışanlar dahil herkes dışarıdaydı çünkü İdil'le baş başa geçireceğim birkaç dakikaya ihtiyacım vardı. Şu anda yanımda olmadığı hâlde ellerimi o titretiyordu ve yine ancak o sakinleştirebilirdi. Doruklarda bir heyecan dalgasının içinde savruluyordum ama canım hiç acımıyordu, yüzümden gülümseme eksilmiyordu. Göğsümü şişirdiğimde açık kapıdan içeri girdim.
Salonda olmadığını hissettiğim ilk anın hemen sonraki saniyesinde, nazlı prensesin yukarıda kalma ihtimaline karşılık gözüm merdivenlere ilişti. Fakat kırmızımsı hareketliliğin basamakların arkasından geldiğini fark ettiğimde başımı yana eğip, karanlık koridora bakınca İdil'in orada durduğundan emin oldum.
"Balım?" Ayak seslerimi ayırt ettiğinde bana doğru yürümeye başlamıştı ama ben onun geldiği noktayı ve kapalı kapıya yaslanan bedenini net bir açıyla çoktan görmüştüm. "Odamızda beklediğini sanıyordum. Mahzende miydin? Bensiz bal şarabı içmiş olamazsın."
Gülüşlerime eşlik etmediğinde bunu heyecanına bağladım ve yürümeyi yavaşlatarak, adımlama hakkını yine ona verdim. "Elindeki kâğıt ne? Nihayet aşk mektubunu mu tamamladın?" Geçmişteki sohbetlerimizi hatırlarsa soğukça da olsa tebüssüm eder sanmıştım. İdil ise artan bir ivmeyle, rüzgârından savrulan şarap kırmızısı elbisesiyle yanımdan geçtiğinde koluma değmemeye çalıştı. Hareketlerini izlemek için sadece gözlerimi değil komple vücudumu çevirdiğimde, hızlıca kapattığı dış kapıyı bir de kilitlediğini gördüm. "Ne yapıyorsun?"
Yüzünü tekrardan döndüğünde, "Sana son iyiliğimi," diye yanıtladı.
"Neden bahsettiğini anlamadım."
"Konuşmaktan hoşlanmıyorsun ya hani, diğerleri duymasın diye çabalıyorum."
"Konuşabiliriz," derken kekeledim. Ne olduğunu ısrarla sormalıydım ama sanki dilim tutulmuştu.
Ciddiyetle duraksadı. "Dürüstçe cevap verecek misin?"
Afallasam da başımı salladım. "Elbette."
Elindeki kâğıdın bu tüyler ürpertici sohbetimizle alakasını anlamaya çalışırken bana oldukça kısa adımlarla yaklaştı. Kaskatı kesilmişken İdil kadar güçlü görünmeye çalışmam zordu. Ne olduğunu, ne yaptığımı bilmiyordum. Sadece onu kaybetmekten korkuyordum ama bundan zaten her zaman korkuyordum. O ise, bütün korkularını kilitlediği kapının dışına süpürmüş gibi daha önce görmediğim kadar yabancı bir kinle karşımda dimdik duruyordu. Ve sonra da dürüstçe cevap vereceğime söz verdiğim soruyu sordu.
"Babamı, babanın öldürdüğünü biliyor muydun?"
Dünyam durdu. Benim dünyam, bu sorunun yeryüzünde kalan tek muhatabı olduğumu fark ettiğimde bile böylesine durmamıştı. Her şey, bunu bir kez de ondan duyana kadardı.
"Babamı, babanın öldürdüğünü biliyor muydun..." diye tekrar fısıldadı.
Görüşüm, ses tonunu idrak etmemin mecburiyetiyle netleşince donuk bakışlarını yakınımda ayırt ettim. Gözlerine baktıkça saç diplerim karıncalanıyordu, aldığım nefes ciğerlerime ulaşmadan boğazımdan geri çıkıyordu. Bu yarım yaşam, ölecekmişim gibi hissettiriyordu.
"Babamı, babanın öldürdüğünü biliyor muydun!"
"Biliyordum."
Sesin, yanağıma inen tokattan geldiğini başım diğer tarafa dönünce anladım. Tahmin ettiğimden daha çok acımıştı. Bütün hırpalanmalarımın toplamı kadar canım yanmıştı. Kırgın bir çocuğa bürünen ifademden o kadar utandım ki, elimi sızlayan yanağıma yerleştirirken gözlerimi kapattım. "Sen benim beş yaşıma vuracak biri değilsin, İdil."
"Bunun arkasına sığınamazsın! Sen hiçbir şeyin arkasına sığınamazsın! O kadar büyük bir duvar yok Leonard, artık seni saklayacak kadar koyu hiçbir karanlık yok!"
Vardı, karşımda kocaman bir karanlık vardı. Gözlerimi açtığımda o karanlığa karışıp kaybolacaktım ama yemin ederim ki saklanmayacaktım. Utançtan ölmeyi beklerken ya da İdil'den, bir kez daha kolay yolu seçmem için bir cinayet merhameti dilerken sadece gizli gizli ağlayacaktım.
"Küçük bir kefaret miydim senin için?"
Göz kapaklarımı zorlukla araladığımda, "Sen benim her şeyimsin," diye mırıldandım.
"Her şey, ha!" Şimdi de gülüyordu, benim yüzümden bir sinir krizinin kıyısındaydı. "Doğru, her şeyin yalan ki senin. Hayatın koca bir yalan, ben de içinde!" Düşünceyle volta atışını, elimi yanağımdan indirmeden sessizce izledim. "Sana nasıl güvendim?" diye sordu kendi kendine. "Nasıl, nasıl, nasıl.." diye sayıklama devam etti. Sanki ben yoktum. Keşke gerçekten de olmasaydım. "Senin gibi birinin benimle işi olmayacağını nasıl düşünemedim?"
"İdil yalvarırım böyle konuşma."
"Bana ne yapıp ne yapmayacağımı söyleme!" diye sertçe uyardı. Gözleri kısa bir anlığına kapalı tuttuğum yanağıma kaysa da başını sağa sola sallayarak yürümeye devam etti. "Ağlayamıyorum, gülmek istiyorum. Deli gibi gülmek istiyorum. Annemi delirttiniz, sıra bende. Alphanlar... Alphanlar biraz da insanı hasta etmeleriyle bilinirler."
Annesinden bahsettiğini fark ettiği an irileştirdiği gözlerini bana çevirdi. Beni birazcık dinlemesi, birazcık hatırlaması için bulanık gözlerimle ona baksam da odağım, havaya kaldırdığı kâğıda kaydı. İyi bildiğim kurşuni izleri ayırt edince parmaklarımı usulca aşağıya indirdim. "Ne o, yoksa çizdiğin onlarca portredeki bu kadını hayatında ilk kez mi görüyorsun berbat ressam? Artık Leyla Ulukan'ı bile mi hatırlamıyorsun? Hadi bana şimdi de hepsini gözünü kapatıp çizdiğini, haberin olmadığını falan söyle."
Bir eskizi nasıl bulduğunu sormak aklımın kıyılarında dolansa da, "Anlatacaktım," dedim. "Ben değil, sen hazır olduğunda."
Kâğıdı katlayıp yemek masanın üstüne çarparak bıraktığında cıkcıkladı. "Senin gibi profesyonel bir yalancıya bu bahane fazla basit kaçtı. Beğenmedim."
"İdil o odayı yok etmek için ne kadar zamanım olduğunu bir düşünsene. Yapmadım. Hiçbirini yakmadım. Annen benim kâbuslarıma girince de sana âşık olduğumu anlayınca da yakmadım." Tam hedefini bulan öldürücü bakışları bana döndüğünde başımı eğerek karanlığını kabullendim. "Senden uzak durmalıydım."
"Kendini bana yaklaştırmamalıydın." Çabuk kabullenmesi beni korkutunca başımı hızla geri kaldırdım. "Sana inanmıştım, Leonard. Babam kötü biri dediğinde, onu daha iyi tanıdığım hâlde sana inanmıştım."
"Anlatabildiklerim doğruydu."
"Ne anlattın sen?" diye bağırarak sordu. "Beni ne zaman karşına alıp konuşmayı denedin? Ağzını açtığında bile bana hep yalan söylemeyi seçtin. Onların, örnek almamız gerekecek kadar iyi anlaşan iki arkadaş olduklarını söyledin."
"Ağlama ne olur." Elimi uzatmama izin vermezsin, peçete getirsem geri çevirirsin.
"İkisini örnek alarak," diye tekrar etti. "Bak işte, sen de beni öldürdün. Babalarımızın yolundan yürüdük, kader arkadaşım."
"Kim ne anlattı bilmiyorum ama bir kez de benden dinle, sonra kız. İstersen bana hep kız." Bir anda hayatta kalma ihtimalim aklıma gelince daha çok heyecanlanıp nefessiz konuştum. "Bana çok kız ve intikam al. Böyle yapalım, tamam mı? Şikayet et, kanunla haklarını ara. Ben seninle her yere gelip söylediklerini doğrularım. Küsebilirsin; günler, haftalar boyunca. Gönlünü almak için çabalayabilirim hatta bir süre evden de giderim. Mesela sadece sen istediğinde buluşalım veya aklına daha iyi bir anlaşma gelirse hepsine varım."
Sıralamaya devam ederken sözümü keserek, "Beni neden sevmeye çalıştın?" dedi. Söylediklerimin hiçbirini duymamış gibi ifadesizdi. "Neden her şeyi bu kadar zorlaştırdın?"
Gözlerimi kırptığımda alt kirpiklerime bir ıslaklığın tutunduğunu ayırt ettim. "İkimiz için her şeyi yeniden inşa etmeye çalıştım." Buz kesen ellerimi ona doğru açtım. "Yapabilirim sandım."
Ellerime tiksintiyle baktı. "Benden sana ne?"
Parmaklarımı kapatarak sakladım, çenem istemsizce kıpırdıyordu. Yabancıymışız gibi konuşması, varlığıma katlanamaması beni kahrediyordu. "Önceleri öyleydi, yani ben de kimsenin umurunda değilken. Fakat sonra sen geldin, nihayet." İdil'i görünce bakışlarım zaten yumuşuyordu ama şimdi bir de çaresizlik eklenmişti.
"Bana şöyle bakmayı kes, utanmasan gülümseyeceksin."
Ellerimi ağzıma kapatıp dudaklarımı sildim, dalıp gittiğim için istemsiz bir mimikti. Utançtan titrerken neden gülecektim yoksa? "Özür dilerim, hayır öyle değil."
"Bugünü yaşamaktansa fırtınanın altında ölmeyi tercih ederdim." Birbirimize, araya yılları katmış gibi uzaktan bakıyorduk. "Seni öpmektense yüzünü en son o zaman görmeyi."
Başımı sağa sola salladım. "Olmaz, öyle de olmaz. Orada tek kalamazdın, ben gelmeliydim, geldim de. Ve beni öpmen gerekiyormuş. Öptün de."
Elini karnına bastırdığında yüzü ekşidi. "Babamın katilinin oğlu."
Nefesim sıklaşırken parmaklarımı şakaklarıma yasladım. "Artık böyle mi düşünüyorsun? Bana böyle mi diyeceksin?"
"Baban, babamı öldürdü. Görmedin mi?"
"Gördüm." Parmaklarımı daha sıkı bastırdım. "Çok küçüktüm."
"Bana söylemedin."
Başımı sağa sola salladım. "Sana söylemedim."
"Neden?"
"Neden ben?" diye sorarken sesim titredi. "O anlatmalıydı. Ben yapmadım, suçlu ben değilim, neden en zor kısmı bana bıraktı? Hans kendisini senden sakladı, seni de herkesten."
"Sen de dürüst biri değilsin."
"Ben de dürüst biri değildim."
"Sen de beni öldürdün."
"Ben seni öldürmedim!"
Kollarımı indirince farkında olmadan yürümeye başlamıştım ama benden kaçtığını fark ettiğimde çaresizce durup ayaklarına baktım. Beni tanımadığı gün, benimle yaşamayı kabul etmişti ama şimdi bir adım olsun yaklaşmama izin vermiyordu.
"Bugün duyduklarını ben de babam ölüm döşeğindeyken dinledim. Son dakika, yemin ederim ki son dakikalarda. Acısını bitirmek için bile boğazını sıkamayan bir korkağım ben, nasıl olur da seni öldürebilirim?"
"Korkaksın," dedi sessizce.
"Söz konusu senken," dedim süratle.
Elinin tersini ağzına kapatıp yere baktı, ikimizin de midesi bulanıyor olmalıydı. Kendimi bir tarafa bırakan gözlerimse İdil'in hiçbir hareketini kaçırmamak için tetikteydi. Nefesimi tutmuş, dudaklarından benim için dökülecek fermanı bekliyordum ama konu sürekli değişiyordu. Dediği kadar varım, korkaktım.
"Biliyor musun, biraz bile sempatik gelmiyorsun." Bakışlarını yarıya kadar ancak kaldırdı. "İhanetinizi düşününce seninle aynı havayı solumaktan utanç duyuyorum."
Parmaklarımı stresle çıtlatmaya başladım. Benden bahsetmiyordu, bu kısım kesinlikle benimle ilgili değildi. Babamı görmüş gibi hissediyordu, bütün nefreti onaydı.
"Sanırım artık senden de nefret ediyorum."
Derimi tırnak izleriyle doldururken gözlerimi uzak noktalara kaçırarak oyalandım. Bana söylemiyor, bana söylemiyor, bana asla böyle söylemez.
Başını geriye çevirip kapıya baktığını fark ettim. Duruşunu düzeltirken tamamen o yöne dönünce geniş adımlarla yanından dolanarak kilitli kapının önüne İdil'den önce dikildim. Gitmiyor, gitmiyor, beni böyle bırakmaz.
"Çekil önümden, çocuklaşma."
Artık çocukluğumu bile sevmiyor. Hak ettiğim tokattan sonra kalbim ilk kez kırılmıştı ama gücenmeye bile hakkım olmadığının farkındaydım. "Sadece biraz sinirlisin," dediğimde, onu mu yoksa kendimi mi kandırdığımı bilmiyordum. "Geçecek."
Kollarını göğsünde bağladığında bir yıkıntı gibi göründüğünü kabul ettim. Güçlü falan değildi, sağ çıktığı bir şey yoktu. Benden sadece birkaç dakika sonra ölmüş gibiydi, aramızdaki tek fark buydu. "Geçecek, seni tamamen unutmayı başardığımda hepsi geçecek."
Avuçlarımı tahtaya iyice yapıştırsam da gücümün tükendiğini duyumsuyordum. "Öyle bir şey olmayacak. İstemen bile mümkün değil."
"İnan bana, yapayalnız ölmeni bile isterim."
Boğazımdaki yumru acıtmaya başladığında ellerimi kapıdan ayırıp yüzüme bastırdım. Ses çıkarmadan ağlamak çok zordu, vücudum kasılıyor ve terliyordum. Bu hâlimi görüyordu ama elbette, elbette bana sarılmak bile istemiyordu. "Biraz..." Yutkunmaya çalıştım. "Biraz sakinleşmeni beklesek olur mu?"
"Yıllarca bir yalana bel bağladığımı öğrendim, ne sakinliğinden bahsediyorsun sen! Hayatım baştan sona aldatmacaymış, ne birazı!" Utandığım için gözlerimi açamasam da İdil'in de hıçkırarak ağladığını duyuyordum. "O katil benim saçlarımı tarardı, düştüğümde pansuman yapardı, masallarıyla dizlerinde uyuturdu. Kime dönüştüğüne bir bak, sana bıraktığı mirası gör. Sana kendi ruhunu bahşetmiş, sen bir Hans Alphan olmuşsun. Bir katilsin, değilsen de bir katilin oğlusun ve görünen o ki tamamen babanın kara kalbini taşıyorsun."
Yaşlar artık bileklerimden süzülürken zorlukla, "Kötü bir şey yapmak istememiştim," demeye çalıştım.
"Ama yaptın, en kötüsünü sen yaptın! Ben babamın o tek fotoğrafına bakınca artık iki katil göreceğim. Duygularım, inançlarım ve güvenim de senin ellerinde ölü."
"İdil ben de yalanların içinde büyüdüm, sen de benim gibisin. Düşme diye sana yürüyeceğin yolları anlatmam gerekiyor." Birkaç kez iç çektim. "Kalmalısın. Böyle bitmesin."
"Her yerim yara bere içinde Leonard, canım o kadar acıyor ki sanki sen iteklemişsin."
"Aksine, seni bulduğumda... Seni ikinci kez bulduğumda her yerin kanıyordu. Ben yaralarına bant olabilirim sanmıştım."
"Beni sen kanattın. Aynı anda hem veba hem şifa olamazsın."
"Madem ben başlı başına bir vebayım, öyleyse bırak kendi kendimi öldüreyim. Sonum sensizlikten olmasın, ne olur beni vedanla cezalandırma."
"Haklısın, seni öldüremem. Haklıyım, sana dokunamam."
"İdil," diye fısıldadım. "Aslında benden nefret etmiyorsun. Toparlayacağım."
"Bunları söylerken neye inanıyorsun, kime güveniyorsun? Beni yeterince kandırdın, şimdi de sıra kendine mi geldi?"
Gözyaşlarından, ecel terinden, kendimi kasmaktan sırılsıklam olan utanç dolu yüzüm hâlâ avuçlarımın arasındaydı. Bildiğim tek gerçeğe sığınarak, "Benden nefret etmiyorsun," dedim.
"Senden nefret ediyorum!"
"Geçecek."
"İsteseydin kısa sürede geçebilirdi." Nefesimi tuttum. "Fakat sen, gözlerinle gördüğün gerçekleri itiraf etmeyerek beni aldattın. Hakkında neredeyse hiçbir şey bilmediğim diğer kişi olan annemi birazcık bile anlatmadın. Belki... Belki ondan korkmanı da anlayabilirdim. Belki çocukluğunda ona deli kadın demenin açıklamasını bile dinleyebilirdim."
Islak ellerimi yüzümden çektiğimde kaşlarımı o kadar sert çattım ki ksrşımda ilk kez sadece İdil yerine koca bir boşluk görüyordum. "Johanna," ismi döküldü dudaklarımdan.
'Deli kadın bize bakıyor, Leo.'
'Linda. Adı Linda.'
'Fakat Corinna böyle söylüyor.'
'Annem senin için de yaramaz bir kız diyor.'
'Ona inanma.'
'Sen de.'
Deli kadın bizimle evcilik oynamak isterse kaçacakmışız, ona böyle söyleme. Deli kadının pişirdiği tatlıları yemeyecekmişiz, ona böyle söyleme. Deli kadın konuşursa kulaklarımızı kapatacakmışız, ona böyle söyleme. Deli kadının bize dokunmasına izin vermeyecekmişiz, ona böyle söyleme.
Ezbere bildiği çocukluğum, yalnızca Johanna'nın ağzında acı bir sakızdı. Bu yüzden İdil'in her şeyi tek bir bakış açısıyla kimden dinlediğini artık iyi biliyordum. "Nerede?" diye sorduğumda gözlerim her noktayı didik didik ediyordu. "Şimdi nerede?"
"Şarap mahzenindeydi," dedi kısaca. "Ama gitmiş."
Duvarlara, "Evimizde ne işi vardı!" sorusunu yöneltirken tırnaklarımı saçlarımdan geçirdim. "Konuşması gereken en son kişiydi! Tanrım... Ne konuşması, ağzını bile açmaması gereken ilk kişiydi!"
"Ve konuşan tek kişi," dediğinde İdil'i yeniden ayırt etmeye başladım. "Ya onun doğrularını dinleyecektim ya senin yalancı sessizliğini. Kusura bakma ama sırf gizlediklerini kaba bir dille açığa vurdu diye burada durup bir anda sana hak vermeye başlayacak değilim."
"Öyleyse sadece söz hakkı ver," dedim çabucak. Yanaklarım o kadar tuzluydu ki yanıyordu. Ağzımın içinde de yine aynı tat vardı, başımı eğsem belki ayakkabılarımın ucunda da yine kurumak üzere olan damlacıkları görecektim. O kadar çok ağlamıştım ki, meğer o kadar çok hapsetmiştim ki korkularımı içimde, büyüklüğünü hesaba katamamıştım.
"Söz hakkı her zaman sendeydi, kullanmamayı seçtin."
Kısmen kapının önünde durmaya devam etsem de ileriye doğru küçük bir adım attığını görünce ağzımı hızla açtım. "Babam ölmeden önce beni yanına çağırdığında, babanın o gece tek kurşunla öldüğünü söyledi."
Durup başını kaldırdığında cesaretimi tekrardan kaybetmemek için ara vermeden devam ettim.
"Dostunu, düşmanın gibi göreceğin tek bir an dahi mümkünmüş dünyada. Böyle düşünmüştüm," dedim. "Hatırladığım kadarıyla. Küçük Leo, babasının bir tabanca tuttuğunu ve yerde de arkadaşının yattığını gördüğünde Cihan Ulukan'ın hemen hastaneye kaldırıldığını sanıyordu. Yirmi beş yaşındaki Leonard da öyle sanmaya devam ediyordu."
"Onları sahiden bu şekilde gördün mü?" dedi fısıltıyla, yumuşamamaya çalışsa da sesi oldukça kısıktı.
Gözlerimi indirirken başımı salladım. "Uzun yıllar evvel arkadaşını öldüren babam, birkaç ay önce kendisi de ölmek üzereyken Linda'nın olaydan sonra gerçekten delirdiğini ve sana bakmaktan bile vazgeçtiğinden bahsetti. Küçük bebeklerininse bir yuvada büyüdüğünü itiraf etti."
İdil'in nabzını ölçmek için yeniden ona baktım. Sevdiğim kadının nabzını uzaktan ölçmeye çalışmak kadar zor bir sınav yoktu. Kalbinin üstüne başımı koyduğum sevgilimdi, ne ara bu kadar yabancı olmuştuk? Birbirimizi tanımazken bile bu kadar mesafeli değildik.
Araya girmeyince, "Bunları söyledikten sonra son nefesini verebildi," diyerek tamamladım. "Kollarımda boyumdan büyük sırlarla kalakaldım. Yıllardır, o gecenin nihai sonuçlarına dair düşlediğim bütün kötü senaryoların koca bir gerçek olduğunu öğrendim. Bir saat içinde hepsiyle yüzleştim. Neden vasiyeti olduğu hâlde seni babam öldüğü gün değil de bir ay sonra davet ettiğimi düşünüyorsun? Çünkü bir karar vermem gerekiyordu. Ya sana hiçbir şey söylemeyerek sadece kâğıtta yazan dileğine uyacaktım..." Sözlerimin burasında gözlerine detayı fark etmesi için dikkatle baktım. "Böylelikle tamamen Hans Alphan olacaktım. Ya da sana her şeyi söyleyecektim ve hakkın olan tek bir kuruşu dahi kabul etmeyecektin. Bu alternatif kötü sonda da, senin acı içinde büyümenden keyif alan Corinna Alphan'a benzeyecektim."
Yine tiksintiyle bakmamasını dilerken ellerimi iki yana açtım.
"Ben de aptal bir Leonard Alphan olmayı seçtim. İkimiz için bir başka yolu var mı diye kafayı yedim ve aklıma duygularıma yenilmekten daha iyisi gelmedi. Linda'nın karnındaki o bebekle hep arkadaş olmak istemiştim, seninle. Annem kız kardeşimden hoşlanmazdı diye sana abilik yapmayı aklımdan hiç geçirmeyerek beş yaşındaki hayal dünyamda bile seni arkadaş kabul ederek korudum. Ve Tanrı karşıma fırsatın böylesini çıkardı."
Sana kız kardeşim gözüyle bakamam, bir kez gördükten sonra bunu kabul edemem. Önce annem yüzünden, sonraysa kendim için.
"Önceliğim, Hans ve Corinna'nın kanını taşımama rağmen iyi biri olabileceğimi hem kendime hem sana kanıtlamaktı. Geçmişimizden intikam almalıydık ve yapıyorduk da. Her şeyden haberin olduğunda senin dünyan benimkinden daha büyük yıkım alacaktı. Çünkü özür dilerim ama kimsen yoktu. Senin için biri olmak istedim. Hayatının koca bir yalandan ibaret olduğunu itiraf edeceğimde sana sarılacak kişiydim. Göğsümden itekleyecek, sarılacaktın. İtekleyecek, sarılacak. İtekleyecek..."
"Ama çok zaman geçti." Bu anı da uzatmak ister gibi derin bir nefes aldı. "O kadar fazla zaman geçirdim seninle ama ağzını bıçak açmadı. Sen de beni bir başka yalana sarmaladın."
"Yalan söylemedim," diye üsteledim. "Sadece hiçbir şey anlatamadım, asla unutamasam da hâlâ haberim yokmuş gibi davrandım."
"Peki daha ne kadar sürecekti?"
"Bilmiyorum," diye itiraf ettim utançla. "Ama mesela şundan eminim ki, sana her şeyi anlatmadan seninle evlenmezdim."
Sinirle güldü. "Yine ucu bucağı belirsiz bir zaman dilimi." Bense uçsuz bucaksız olduğunu düşünmüyordum. Hiçbir şey söylemediğim için sessizce alkış yaptı. "Konuşmamız bittiyse bana artık müsaade."
Aklım başımdan giderken düzeltmeyi beceremediğim ağlamaklı sesimle, "Kıyamete kadar sözümüz söz," diye hatırlattım. "Söz vermiştin İdil, verdiğim sözleri tutarım demiştin."
"Hangimiz cennete giderse diğerimiz onu yanına dilesin, ha?" Doğrulamak için başını yana eğdiğinde, dalgalı saç tutamları da yönünü takip ederek açık omzundan aşağıya döküldü. "Ya seninle artık cehennemde bile karşılaşmak istemiyorsam?"
"Dünya bir cehennem ve sen benimle çoktan karşılaştın."
Soğuk gülümsemesinin beni mutlu etmek yerine korkutmasına alışmam zaman alacaktı ama yine de dudaklarındaki yarım ifadede takılı kaldı gözlerim. "Vay be, gerçekten zebanilik taslıyorsun."
"O zamanlar, henüz senin gözünde bir zebani değildim." Parmaklarım nemli olduğu için yanaklarımı bu kez gömleğimin koluyla kuruladım. "Senin için ilk insandım," dedim buruk bir neşeyle. "Ben daha beş yaşındayken, annen seni araziye giden yoldaki korulukta doğurduğunda."
Şimdi İdil'e bakmak istemiyordum, o minik bebeği bir anda karşımda görmek istemiyordum çünkü sıkıca sarılı kendimden korumaya engel olamazdım. Fakat o buna birazcık bile katlanamazken hiçbir şey yapamazdım.
"İdil ben, annenin seni doğurmasına yardım eden o çocuğum. Babam, babanı birkaç kilometre ötede öldürürken ben senin küçük bedenini paltoma sardım. Birileri ne yapmamı söyleyene kadar iyi şeyler yapıyordum ama seni, paltomla birlikte bir bilinmeze götürdüklerinden beri de üşüyorum."
Islak gözlerimiz ortak bir noktada buluştu; köşkten gitmek üzereyken onu yolun kenarında baygın bir şekilde bulduğum günde. İkimiz de artık yetişkinken ve gitmekle engel olmak, tamamen kendi kararımızken.
"Seni bir kez daha fırtınada bırakamayacağımda anlamıştım. Sana anla demiyorum ama hatırlamaya çalış. Öfkeni boynuma as ama yalvarıyorum bana nefretini yakıştırma."
Gözlerini yavaşça kapatıp açtı. "Annem beni doğururken yanında sadece sen mi vardın?"
"Bunu hak etmezdi ama maalesef evet. Linda için zor bir gün olduğundan erken doğum yaptı, bunların anlamını tabii yıllar sonra öğrendim. Babalarımızı aramak için yolun kenarından yürürken yorulup durdu, ormanın içine girdi. Su istiyor sandım, meğer suyum geldi diyormuş. Orada öylece, hiçbir imkanımız yokken yere uzanıverdi. Bilmiyordum ama yardım ettim. Bir yanlış yaparsam iki arkadaşımın zarar göreceğine sebep olacağımı sansam da o korkak çocuk gitmiş, yerine sanki bir kahraman gelmişti. Ne istediğiyse soğukkanlılıkla uygulamaya çalıştım, kanların içindeki bir bebeği kaldırdığımdaysa korkmak yerine gülümsedim. Sen ve ben. Kucağımdaydın, güvendeydin. Kal öyle, inme, gitme bir yere."
Bizi bir sessizlik kuşattı. Artık yalnız ben değil İdil de bu hatıraların içinde dolanıyordu. Sadece hayal edebilse de gözünde canlandırabiliyordu çünkü yorgun bakıyordu. Anlamanın yorgunluğu. Buna rağmen tanıdığı kollarıma gelmiyordu. Hâlbuki kokumu daha bebekken biliyordu.
"Babamın öldüğü, annemin delirdiği bir dünyaya gelmeme yardım ettiğin için teşekkür ederim. Aklımda böyle kalacaksın." Tekrardan mı ayrı düşüyorduk? Anlamak için gözümü kırpmadan baktım. "İzin verirsen yalnız kalmaya ihtiyacım var," dediğinde bir robot gibi kapının önünden uzaklaşıyordum ki elini kaldırıp durdurdu. "Bu tarafa gelme, sen dışarı çık. Biraz orada beklemeni rica ediyorum."
"İdil lütfen kötü bir şey yapma." Başını salladı, ikna olmadım. "Ben seni hiç unutmadım, sen de beni unutma. Yazdığın şiirler bile ezberimde, beni sakın tamamen aklından çıkarma."
"Evet, şiirler."
Başını tekrardan salladığında kilidi çevirdim. "Kapının önünde bekleyeceğim seni."
Onu orada öylece bırakmak içimden gelmese de tekrardan kızdırmamak için dışarıya zorlukla çıktım. Hava, zifiri bir siyaha dönen hayatım kadar kararmıştı. İki yana sarkıttığım kollarım sanki boşlukta süzülüyordu ama rüzgârı bile duyumsamıyordu. Arka bahçeden yükselen sesleri sadece kuru bir gürültü olarak algılarken kapının önündeki tek basamağa oturdum. Omuzlarım tamamen düşmüştü ve kendimi kaldırmaya dahi gücüm yoktu.
Sızlayan bacaklarımı uzattığımda rengini ayırt edemediğim çimenleri yolmaya başladım. Kazanıp kaybettiğimi ya da ispatlayıp batırdığımı bilmiyordum. Hangisiydi? Bana hangi noktada inanmıştı veya hikâyemizin neresinde asla affetmeyeceğine karar vermişti, koca bir bilinmezlikti. Beklediğim saniyeler arttıkça çimleri daha hızlı kopardım. Yalnız kalmak istese de bir anlaşma yapmalıydık. Bahçedeki çimenlerin her birini yerinden söktüğünde geleceğim, gibi. Bahçedeki çimenlerin hiçbirine dokunmazsan geleceğim, gibi.
Sonra bir an, ben bu kısa sürede onsuzluk kâbuslarına dalarken Teo'nun yaklaştığını ve arkamdaki kapının geceye doğru açıldığını aynı anda fark ettim. Bu özel anlarımızı kimsenin görmesini istemezdim ama elindeki telefonuna ve bana birlikte bakmaya çalışan Teo'nun ifadesini endişeliydi. Biraz bile önemsemeden basamaktan doğrulup aceleyle İdil'e döndüm. İlk önce kırmızı elbisesini neden çıkardığını sormak istedim, boynundaki boşluğu ve valizinin niçin elinde olduğunu.
Sadece başımı yana eğmekle yetindim, gözyaşımın boynumdan akışını izledi.
"Yaptığın iyiliklerin hatırına, özür dilerim. Gitmek zorundayım."
"Değilsin," dedim güçsüzce. "Halledebiliriz."
"Bir şeyleri çözebileceğimizin mümkün olduğunu düşünmüyorum." Bana bakmayı kestiği an, kahverengi gözlerine gömüldüğüm andı. Odağı artık Teo'ydu, tamamen yok sayılmıştım. "Emrivaki olmak istemem ama beni buradan götürebilirsin, değil mi?"
Teo sessiz kaldı, bense nefessiz. İdil'e umutla bakmaya devam ettiğimden geriye dönmemiştim ama Teo başını sallamış olmalı ki İdil çantasını sıkıca kavrayıp yürümeye başladı. Basamaktan indiği an benden rahatsız olmayacağı bir yakınlıkla önünü kestim.
"Öyle sessizce gidemezsin, bana daha çok soru sormalısın. Dilersen kırıp dökerek yap ama lütfen biraz daha kal."
Omzuma bindirip yürümek yerine sakinliğini korurken, "Peki, soruyorum," dedi. "Baban gibi bir katil misin?"
"Her şeye tamam ama..." Neye tamam, hangi birini aşabildim? "Tabii ki de birini öldürmedim." Bu nereden gelmişti aklına, bir saatte dünyanın en kötü adamı olup çıkmıştım. Beni, benden daha iyi tanıdığını İdil'e nasıl hatırlatacaktım?
"Bugünden itibaren, artık eskiden olduğundan daha fazla güvendesin demiştin." Trajikomik olduğundan dudağı seyirdi. "Baş düşmanın Pedro da yine bu sabah ölü bulunuyor. Ne tesadüf."
"Pedro ölmüş mü?" Kendi yazgımı çabucak hatırlayınca silkelendim. "Bunun bizimle ne ilgisi var, onunla arası bozuk olan tek kişi ben değildim ki."
"Yapmak istemedin mi?" diye sordu bu kez. Benimle oyun oynamıyordu, bana çoktan kaybettiğimi göstermeye çalışıyordu. "Onunla buluştuğunda, onu öldürmeyi aklından geçirmedin mi?"
Bir kez daha Johanna'nın adını haykırmak istediğim için benim bakışlarım daha sorgulayıcıydı ama ağzını bıçak açmadı. "Sana zarar verme ihtimali olan herkesi yok etmeyi düşünebilirim."
Saçını yüzünden iteklerken, "Bana her zaman böyle doğrularla gelmeliydin," dedi. "Beş yaşın cesaretli ama sen değilsin."
Çare dilenen titrek ellerimi pantolonumun cebine attığımda, günün bir ihtimal mutlu sonunu dışarı çıkardım. Teo kadar şaşkın görünmese de elimdeki kapağı açık yüzük kutusuna üstünkörü baktı. Boynunda olmayan mücevher kolyenin takımına ait en önemli parçaydı. "Sana o soruyu sormayı başarsaydım, bugünden itibaren eskiden olduğundan daha güvende tutabilmek için çabalayacaktım."
Ben bu anı hayal ederken bile ataklar geçirirken İdil tepkisizdi. Ama mesela şundan eminim ki, sana her şeyi anlatmadan seninle evlenmezdim. Sadece bakışları kısıktı ya da küçümseyiciydi, veya küçülmüştü. Bana karşı ne his beslediğini bile anlayamamak, emin olamamak çaresizliğin büyüğüydü. "Yani belki de Johanna senden önce davranmasaydı her şeyi bizzat kendin anlatacaktın."
Omuz silkmeye çalıştım ama ne kaslarım ne de kemiklerim kasılmaktan başka bir iş görmüyordu. Ya öyle yapacaktım ya da yüzüğü saklayacaktım. Zaten bu kararsızlığımdan dolayı setin içeriğine dahil edememiştim.
"Eğer öyle olmasaydı," dedim tam da arkasını dönerken. "Ben bir korkak olmasaydım... Benimle evlenir miydin?"
Tereddüt etmeden, "Evlenmezdim," dedi. "Baban, babamı öldürüp annemin delirmesine sebep olmasaydı muhtemelen bu şekilde bir araya gelmezdik." Teo afallayarak birkaç soruyu aynı anda sorsa da ikimiz de onu duymazdan geldik. "Ben babamın yaşamasını seçerdim," dedi, konudan sapmayarak. "Seninle aramda ne geçeceği umurumda bile olmazdı."
"Umurunda," diye yakındım. "Bunlar yaşanmasaydı ikisi arkadaş kalırdı ve biz o zaman yine tanışırdık."
"İnsanların katledilmediği bir evreni mi tartışıyoruz? Kaç senaryon var Leonard, kaç muhtemel sonun?"
Bizim için en iyisini bulana kadar sonsuz. "Ben hepsinde seni seviyorum," diyerek açık yüreklilikle itiraf ettim. "Evet, senaryolar düşünüyorum. İyi bir aileye sahip olduğumu hayal ediyorum. Seni hak edebileceğim tüm alternatif hikâyeleri yazıyorum."
Vücudunu diğer yöne çevirirken, "Keyifli okumalar," diye mırıldandı.
Peşinden giderken, "İdil," dediğimde, yüzüme son kez olacağını belirtecek bir öfkeyle baktı. Öfkeyle baktı. Öyleyse asla vedalaşamayacağız. Gözlerim onun detaylarında boğulurken kollarım onsuzlukta süzülüyordu. "Sarılmayacaksan bir kez de yavaşça vurur musun," diye rica ettim.
Kaşlarının ifadesi yumuşadı, dudakları alışık olduğum konuma geldi ama başını sağa sola sallayarak tanıdığım tüm izleri düzeltti. "Hoşça kalman için vuramam Leonard, hoşça kal."
"Kalamam," dedim gitmek için yeniden arkasını döndüğünde. O kadar kararlı ilerliyordu ki merak içindeki Teo bile beni geri bırakıp adımlarına yetişmeye çalışıyordu. "Kalamam!" diye tekrar ettim. "İdil bunu yapamayacağımı söylüyorum, ben sensiz kalamam!" Biraz daha yaklaşırsam bütün şansım bitecekti. Yumruklarımı, boğazıma sarılmışım gibi sıktım. Silueti küçülüyordu, yok oluyordum. "Ne olur geri dön," diye fısıldadım. "Hoşça kalabilmem için geri dön!"
Elimde kapağını kapatmadığım bir yüzük kutusuyla kalakaldığımda, orada ne kadar durduğumu hatırlamıyorum. İfadesiz, hareketsiz, kesintisiz. İdil ise gitti, çok oldu gideli ama ben hâlâ sırtına dökülen saçlarına bakıyorum. O motor sesinin Teo'nun külüstür arabasından geldiğini kabul etmiyorum.
"Bay Leonard," dedi bir ses, Leonard diyen seslerden kaçıncısıydı ayırt edemedim. Başımı yavaşça çevirdiğimde bizim için gelen kalabalığın bizim için dağıldığını fark ettim. Hepsinin gözlerine tek tek baktığımda her seferinde bir insan gördüm ama onlar bana baktıklarında sanki bir hortlak görüyorlardı. Başımı sağa sola sallayıp tekrardan önüme döndüm ve İdil'in burada olmayan sırtına bakmaya devam ettim.
Zaman zaman, bahçeden çıkan insanların arabaları görüş açımı bozunca sessizce küfrettim. Hayalini izlemenin bile bir tadı vardı, bu derin tatsızlığı yine ancak bu şekilde hafifletebilirdim. Hava çok soğumuştu, herkes yazı beklerken ben, ne kadar süreceğine İdil'in karar vereceği kış ayına tekrar giriyordum. "Üşüyorum," dedim sırtına bakarken. "Sensizlik kasırgası yetmezmiş gibi bir de fırtına çıkacak."
"Meteoroloji yarın akşam için uyarı vermişti, efendim."
Derin yalnızlıkta bir başıma kaldığımı zannederken tekrardan sese döndüm. Genç bir adamdı. Kaşlarımı kaldırdım. Bu Jason'dı. Hemen yanındaki yaşlı adamsa Walton. Bilincim yerindeydi, öyleyse bütün o anlar yaşanmıştı. Gözlerimi kırpıştırıp İdil'in sırtına odaklanmaya çalıştım ama hafif rüzgâr sanki hayalini bile süpürmüştü, sinirden ağlayacaktım.
"Ne yapalım, Bay Leonard?"
Dikkatimin sürekli dağılması beni içinde bulunduğumuz bu acımasız zamana kanlı bir mıknatıs gibi çekiyordu. Diğer çalışanların da burada olduğunu ama bütün konukların gittiğini hatırladım. Onlara sertçe bakarken Walton'ın ne yapalım sorusunu, "Beni öldürün," diye yanıtladım.
Omuzlarımı dikleştirdim, evet çözümü biliyordum ve hazır burada bana küçük bir iyilikte bulunmak isteyen insanlar varken gerekeni söyleyebilirdim.
Birbirlerine bakıp hareketsiz kaldıklarında, "Size para veriyorum!" diye parladım. "Ne istersem yapmak zorundasınız. Emrediyorum, beni öldürün!"
"Sadece üzgünsünüz ve biraz dinlemeye ihtiyacınız var."
"O yüzden beni aile mezarlığımıza götürün."
"Ziyaret için uygun bir saat değil gibi."
"Ziyarete değil, gömülmeye gideceğim."
Yeniden birbirlerine baktılar. Hayır onlara fikirlerini bile sormuyordum, sadece yapmalarını istediğim basit şeyi uygun bir dille anlatmaya çalışıyordum. Beni oyaladıkları her bir saniye onsuzluktan zaten yavaşça tükeniyordum.
"İdil Hanım orayı bilmiyor." Burada ne kadar insan varsa hepimiz gözlerimizi çevirip, kendinden emin duran Jason'a baktık. "Bir anda köşke dönmeye karar verdiğinde sizi bulamazsa endişelenebilir."
"Jason haklı," dedi Manal, sesleri duydukça simaları tanıyordum. Cuma akşamları evine dönen Amanda dışında hepsi buradaydı. "Ne kadar plansız olduğunu bilirsiniz, belki yarı yolda kararını değiştirip eve gelecek."
Kurumuş dudaklarımı ilk kez yalarken bu kez de Nina'ya baktım. Konuşmasını istediğimi anladığında tatsızlıkla gülümsedi. "Bana kalırsa hepimiz içeri girdikten sonra kapının üst üste çalınmasını an meselesi çünkü Bay Leonard bu gürültüden hoşlanmadığı için hepimize anahtar yaptırdı. İdil'in ise anahtarı yok. Sırf bu yüzden bile geri gelmeye karar vererek beyefendiyi rahatsız edebilir."
Neredeyse gülümseyecektim. Bu kez Walton'a döndüm, duyularım sadece İdil'le ilgili fikirlere açık olsa da ondan da bir şeyler dinlemek istiyordum.
"Bana kalırsa Bay Leonard, eve girin ve küçük hanımın gönlünü nasıl alacağınızı sağlam kafayla düşünün. Sizi yenilmiş değil, kazanmaya hazır görmek istiyordur çünkü o sizin kız arkadaşınız."
Benim kız arkadaşım. Hâlâ öyle midir? Köşke mi veda etmişti yoksa bana mı? Ayrılmış sayılır mıydık, bunu konuşmak için bir kez daha görüşebilir miydik? Ne zordu şu ayak bileklerime sarmalanan çaresizlikle mücadele etmek ve elimi kolumu bağlayan diğer ipleri kesememek.
Tepemde asılı kalan çaresizlik bulutu ve ruhumu yıkayan hüzün yağmurlarıyla Walton'ın açtığı kapıdan içeri girdim. Kocaman bir neşesizlik, insanın emeklerini boşa çıkaran korunmasız duvarlar ve ışıksız tabiat. Başımı döndüren hiçbir şey yok, anlatacakları bitmeyen sesten ve şen kahkahalardan yoksun. İşte burası bizim aile mezarlığımız.
İdil için alınan armağanları salona yerleştirdiklerinde, onlara uyumalarını ya da dinlenmeye çekilmelerini söylemedim. Her şey burada, gözümün önünde hazır beklerken aynı zamanda bir de derin sessizlik istedim. Nihayetinde bu da benim için yalnızlık anlamına geliyordu. Düşünmemeye çalışıyordum, düşüncelerin insanı delirttiğini biliyordum. Zihnimi daha az duymak için evin tüm odalarını gezerek oyalandım, bütün ışıkları yandırdım. Karanlıktan korkmuyordum ama boşluğunun karanlığı başkaydı, bir de dışarıdan bakıldığında köşkün her cephesinin aydınlık görünmesini istiyordum. Uyumuyoruz, eve dönmeni bekliyoruz.
Sigaramı bahçede içtim. Arayabileceğim iki numara vardı ama ikisi de kapalıydı. Bu yüzden sigaramı üst üste içtim. Biraz arka bahçedeki sandalyelerden birinin üstüne oturup bekledim, biraz da kapının önündeki basamağa. Biraz çimenlerin üstünde dolaştım, biraz da yol kenarında. Araziye kadar yürüdüm, koruluktan geçtim, bazen de bir sigara gibi yanmak istedim.
Biri karşıma çıkıp, kafana silah dayayıp tetiği çektiğin an İdil karşında belirir deseydi ona inanırdım. Ne yapmam gerektiğini o kadar çok bilmiyordum ki ölmek istiyordum. Cennette gittiğinde beni yanına çağırıp çağırmayacağını merak ediyordum. Kalbimde bir delik açılmış gibi değil de, kalbim yerinden sökülüp alınmış gibi hissediyordum. Yanağımda hayaletimsi bir sızı kalmıştı. Vurduğu yerden çürümeye başlamıştım.
Dün gece ölen biri olarak, sabahın ilk ışıklarından rahatsız oldum. Evin kuytuluğuna döndüğümde parmaklarımı yemek masasının üstünde, koltuk kenarlarında, duvar kâğıtlarında gezdirerek yürüdüm. İnebildiğim kadar derin bir karanlığa inmek istedim.
"Bal şarabı," dedim, evin en derinine açılan mahzenin kapısına omzuna yasladığımda. "Ben senin için bal şarabı getirmiştim."
Bunun yerine, en haz etmediğim bir çeşidini raftan çıkardım. İdil'in gelmediği her gün... Duraksayıp sırtımı duvara verdim. "Gelmediği her gün ne demek?" diye sordum kendi kendime. "Ne kadar büyük bir ayrılıktan bahsediyorum ben böyle? Kim söyletiyor bunları bana? Daha bir gün bile dolmadı." Camı sıkarken başımı sağa solla sallayarak sözümü düzelttim. "İdil'in gelmediği her saat buradan bir şişe çıkartacağım." Evet, böylesi daha iyiydi. Bütün şişeler biterse, diye düşündüm dönüp arkama bakarken. Burayı da ancak o zaman yakacağım.
Acım bir cenazeyi andırsa da mahzenden sarhoş olarak çıkmak istemiyordum. Çünkü İdil'in dediği gibi Hans Alphan değildim, Nico'nun ima ettiği kadar Korb Daghmar'a da benzemiyordum. Ben sadece Leonard olmak istiyorum ve o kimsesiz aptalın teki; yani tüm özellikleri karşılıyorum.
"Neredesin yaşlı hayalet?" diye sordum, ışıklarını açmadığım deponun merdivenlerinde ilerlerken. "Yerimde olsan ne yapardın, Levent Alphan?" Söyle ki, hiç tanımadığım sana benzemenin bir yolunu bulayım. Görünen o ki, sadece kendim olduğumda hatalarımla sınanıyorum.
Pencerelerden yansıyan güneşten gözlerimi kısa kısa geçtim koridorları. Önümde arkamda bir kız koşup duruyordu, elimdeki şarap şişesine çarpıyordu. Tek yudum içmeye acele acelem yoktu, hayalinin rüzgârı bile sarhoş ediyordu. Önce İdil'in odasının, sonra bizim odamıza dönüşen kendi odamın önünde başımı kaldırmadan geçtim. Doğruca müzik odasına girdim, rüzgârı içeri girene kadar da kapıyı kapatmadım.
Acı şarabı elimden indirmeden plakları izledim. Benimle dans ederken ayağının değdiği yerlere bakmamaya çalıştım. O gün şarkıya eşlik ederken bana, ben bu yüzden hiç kimseden gidemem demişti. Hatırlıyorum, gitmeyecekti. "Hangisiydi o, adı neydi?" diye sordum plakları darmaduman ederken. Sonra hemen sıkıldım, yere düşenleri kaldırmak yerine devrilmekle yetineni alıp rastgele yerleştirdim. Anlayabildiğim kadar, duyup gelene kadar. Başlarda güzeldi ama sonra o çok sevdiği Sezen Aksu bile itiraf etti.
Gitti cancağızım gitti
Bitti, son İstanbul
Kaburgalarım içe dönmüş gibi sıkışan kalbim, duyduklarına dayanamadığında beni gerisin geri dışarıya itti. Koridora çıktığımda hayalet rüzgârını geride bırakacak kadar süratle yürüdüm. Ne diyordu bu şarkı, nereden biliyordu? Dön gel, çağrıları devam ederken kendimi İdil'in kapısının önünde buldum. Yokluğundan izin almayarak daldım içeriye, sonlandırmaya fırsatım olmayan müziğin melodisi eşliğinde dolanıp durdum. Ne kadar da sahipsizdik, nasıl da bir başıma, bir müziği kaldıramayacak kadar ezik. Beş yaşımdan daha fazla cesaretsiz.
Haksızlığa uğradığımı düşünerek döndüm dolandım. Burası hala İdil'e ait olduğu ve her zaman İdil'e ait kalacağı için eşyalara zarar vermiyordum. Bu bilinç hali beni sakinleştiriyordu ama canımın yanmadığı anlamına da gelmiyordu. Yatağa serdiği kırmızı elbiseye bakmamaya çalıştığım hâlde kokusunu solumak için de delirmem, beni sanki onsuzluğa hazırlıyordu.
Boşluğa selam vererek yatağın ucuna ürkekçe oturdum. Parmaklarımı yana uzatıp elbisenin saten kumaşında gezdirdim. Gözlerim kâh yüksek tavanda, kâh çarpmaması konusunda defalarca uyardığım kapıdaydı. "Kızmak yok," dedim sesim titrerken. "Dön de evi başıma yık, sana söz kızmak yok."
Özlem arsızı parmaklarım elbiseyi kırış kırış ederken bir zincir dokusunu ayırt ettim. Ne olduğunu bilsem de başımı refleksle indirdiğimde kolyesini gördüm. Telefonu da küçük bir kâğıt parçasıyla birlikte buradaydı. Kelimelerine açlık duyduğum için her şeyden önce uzanıp onu aldım. Ne demişti kimseye benzemediğini savunarak seçimlerinin bedelini ödeyen Leonard, yazdığın şiirler bile ezberimde, beni sakın tamamen aklından çıkarma. Aklından silmesi imkânsız son dizeler de burada.
Kan, bal ve üzüm
İhanetin, tadıyla incitti beni
Aşk, yalan ve hüzün
Sevgilim, şarabın artık zehirli
"Bana son şiirin mi bu, sevgilim?" diye ağlayarak sordum. "Ne acelen vardı, nasıl düşündün hemen, nefret etmek için bile biraz daha kalmak gerek bazen." Parmaklarıma yapışan, ağırlığını yeni duyumsadığım şarap şişesini yavaşça yere bıraktım. "Sen şarabıma zehir katmak için dönmedikçe bir yudum olsun içmeyeceğim."
Yatağın üzerinde ona ait ne varsa kollarıma alarak cenin hâlinde uzandım. Şiirler yazan kız, benim için bu kez zehirli bir ölüm dileği bestelemişti. Bu yüzden aklım, hak etmediğim o cinayet merhametinde takılı kaldı. Henüz gömülmesem de ruhum, tanıdığım tüm günahkârların yattığı aile mezarlığındaydı.
Bölüm Sonu.
Duygularınız tazeyken aşağıdaki vieoyu da izlemenizi tavsiye ederim ama sadece 1 kez izleyin bence👉🏻👈🏻
[Burada bir GIF veya video olmalı. Görmek için uygulamayı şimdi güncelle.]
Ne hissediyorsunuz?
Bölümü yazarken Leonard kadar olmasa da acı çektim... Yalnızlığı kalabalıklaştı derken artık tamamen yarım kalması..:')
Sizi en çok etkileyen sahne hangisiydi?
İdil'in yerinde olsaydınız ne yapardınız?
Leonard'ın her şeyi çoook önceden bildiğini mi düşünüyordunuz yoksa onun da son dakikalarda (Hans ölmek üzereyken) öğrendiğini tahmin etmiş miydiniz?
Sizce Lili mi dönecek yoksa Leo mu yanına gidecek?
C- hiçbiri, mutsuz son😹👋🏻
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top