2. DİK YOKUŞLAR
2, Dik Yokuşlar
Cults - Gilded Lily
İDİL
"Hey, Lili! Seni görmek isteyen biri var."
Adımı duymamla birlikte hızlıca içtiğim sıcak çorba dilimi yaktı. Ağzımdan solurken peltek peltek, "Önemsizse öldün Amy," diye öfkeyle mırıldandım.
Beni mutfak kapısından dışarıya sürüklerken, "Yemek çalmandan daha önemli olduğu kesin. Seni obur fare," dedi.
"Yemek falan çaldığım yok, bunlar asılsız dedikodular. Ben sadece hepsinin tek tek tuz oranına bakıyorum." Suratını buruşturduğunda, "Yemin ederim ki farklı kaşıklarla," dedim aceleyle.
"Bırak şimdi hepimizin sağlığını düşünmeyi." Köşeyi dönmemiz gereken koridorun sonuna ulaşmışken kolumu tutarak geriye çekti. "Seni görmek isteyen biri var diyorum Lili, bu en son ne zaman oldu?"
Alt dudağımı çiğnerken, "Gelmez ayın son perşembesi?" diyerek fikir yürüttüm.
Burun kemerine sıktığında sesli bir nefes verdi. "Deyimin doğrusu, çıkmaz ayın son çarşambası olacak. Neyse neyse, konu bu değil. Sonuçta şimdi ilk kez biri senin için buraya kadar gelmiş ve müdireyle neredeyse yarım saattir konuşuyor. Onu sanki bir şeye ikna etmeye çalışıyor gibiydi."
Amy'nin heyecanına ayak uydurmak için gözlerimi kocaman açarak başımı salladım. Ellerimizi ağzımıza kapatıp, durdurulması güç bir şekilde sessizce gülmeye başladık.
"Söylediklerimden hiçbir çıkarımda bulunmadın değil mi?"
"Hayır!" dedim neşeyle. Yüzü düştüğünde gömleğinin saçaklı kollarıyla oynadım. "Evlatlık alınma yaşını geçtim, Amy. Geçen sene yurttan çıkarılmam gerekiyordu. Üzülme ama düşündüğün gibi değildir, işin içinde mutlaka başka bir şey olmalı."
Amy'le aramızda iki yaş vardı, ben ondan daha büyüktüm. Gerek görünüşteki olgunluk, gerekse zeka seviyesi olarak daha büyük duransa oydu. Notları üst seviyede iyi olduğundan önümüzdeki sonbaharda istediği üniversiteye girecekti. Burada yalnız kalma ihtimalim, belki de kaçanılmaz sonum, onu endişelendiriyordu.
Sulanmaya yakın yeşil bakışlarını benim koyu kahve gözlerime diktiğinde, "Başka bir şeydir Lili," dedi.
Kolumu cimciklediğinde zıpladım. "Hey! Adam okul sahibi falan olsa bile beni davet etmez. Biliyorsun, notlarımı son sene biraz bozdum." Ne zaman onardım ki?
Sakin kalmaya çalışarak ellerini salladı. "Demek oluyor ki bundan da başka bir şeydir Lili, anlasana."
Geçen her bir saniye müdireyi zor duruma soktuğumuzu bildiğimden, sırtımı duvara yaslayarak kollarımı göğsümde birleştirdim. Olası ihtimalleri büyük bir rahatlıkla tartarken hiç mi hiç acele etmedim. Dudaklarımı tam da öpücük şeklinde büzmüştüm ki süratle durdum. "Aman Tanrım! Biri benimle evlenmek istiyor."
Amy ellerini çırptığında ayaklarımı taş zemine vurdum. "Ne heyecanlı! Acaba seni nerede gördü? Aşçıyla birlikte pazara giderken mi yoksa kütüphane için kitap kolilerini taşırken mi? Amanın, ne romantik!"
Olaylara iyi niyetle yaklaşmaya çalışmasına güçlükle gülümsedim. Dışarıdan bakıldığında ne de beter bir hayatım varmış.
Yürümeye devam ettiğimizde, "Peki sen onu gördün mü?" diye sordum. "Sarışın mı yoksa kumral mıydı? Esmer dersen düşüp bayılırım. Düşüp bayılırsam beni sadece sevgili nişanlımın kucaklamasına izin veririm."
"Gidip kendin baksan iyi olur," dediğinde beni kapının önüne itekledi. "Belki de bir tür mantık evliliğidir ya da söylediğin gibi işin içinde başka bir iş vardır."
Beni bırakıp karşı duvara geçtiğinde, sarı saçlarının kenarından solgun kulakları görünüyordu. Az önce keyifliyken neden bir anda kaygılanmıştı acaba? Ah, muhtemelen yine benden uzak kalacağı için hüzünlenmişti.
Hafifçe çaldığım kapıyı, aynı hafiflikle itekledim. Kahverengi düşük topuzlu müdireye, daha önce hiç sunmadığım tatlı bir reverans yaptım. "Beni çağırmışsınız."
Bayan Maja, beyaz ojeli ellerini masadaki deri kaplamada hareket ettirirken bana ilk kez samimiyetle gülümsedi. "Bu beyefendi seninle mühim bir konu hakkında görüşmek istiyor."
Masanın üstünde durmaya devam eden işaret parmağını gizlice doğrultsa da söz konusu beyefendiye hemen bakmadım. Bayan Maja'nın saygılı tavırları, odadaki hoş ve yabancı kokuyla birleştiğinde kalbimi kıpır kıpır etmeye yetmişti.
Kökenli unvanlarla dolu asilzade mi, kılıcı belinde bir süvari yoksa vatkalı gömlek giymiş bir prens miydi? Dudaklarımın kenarına ölçülü bir tebessümü, bakışlarıma masum bir merakı konuk ederek misafir koltuğunda oturan beyefendiye döndüm.
Amanın! Ancak ölüm kadar romantik.
Hiç görmediğim dedem kadar yaşlı bir adamla üç saniye bakıştıktan sonra gözlerimi hüzünle kıstım. "İnanır mısınız bugün inanılmaz yoğunum. Birinci sınıflara matematik çalıştırmam gerekiyor."
Bayan Maja tehditkâr bir gülümseyle, "Vakit var İdil," dedi. "Çocuklar henüz okuldan dönmediler. Lütfen otur."
Gözlerimi sımsıkı yumarak koltuğa gömüldüm. Bu yaşlı adamla karşılıklı oturmaya bile tahammül edemezken nasıl olur da evlenebilirdim ki? Tırnaklarımı dizlerime batırarak, ruh acısından sıyrılıp vücut acısına odaklanmaya çalıştım.
"Bay Walton sırf seninle görüşmek için Berlin'den geliyor. Eminim ona bir merhaba demek istersin."
Kendimi yaşlı adama bakmaya zorladığımda bir kukla gibi gülümsedim. "Selam, Walton amca."
Bayan Maja kibarca öksürdüğünde Walton denen adam da benimkinden kat be kat samimiyetle tebessüm etti. "Merhaba hanımefendi, sizinle tanışmak güzel. Bay Hans aranızdaki dostluk ilişkisinden çok kez bahsetti."
"Hans'ı tanıyor musunuz?" diye sordum merakla.
"Çok yakından," dediğinde bakışlarını indirdi.
Hans, benim de en uzun zamandır tanıdığım tek kişiydi. Baba ya da amca değil, bir dost gibi. Ben henüz küçükken yurdu ziyarete geldiğinde, taşkınlıklarım dolayısıyla cezalı tutulduğum odanın kapısını açmıştı. O gün burada ilk kez personeller ve öğretmenler dışında bir yabancı görmüştüm. Önce korkuyla tepki versem de, beni odadan çıkarmak için uzattığı ellerinin ne kadar sıcak olduğunu hatırlıyordum.
Aslında her şey o gün başlamıştı.
Müdüre yurt kanunlarının yazılı olduğu kitabı buldurup seslice okutmuştu. 'Yaramazlık yaptığında kilitli tutulmanı söyleyen bir şey okuyacak mı bir dinleyelim İdil,' demişti. Elbette o tarz da bir madde hiç geçmemişti. Sonraki haftalarda beni ziyarete geldiğinde kollarımda yara izleri olup olmadığından, saçlarımdaki bit kontrolüne kadar benimle ilgilenmişti.
Sonraları yurda seyrek gelmişti, ben büyüdükçe hayatımdan çekilmişti. Uzun bıyıkları beyazladıkça senede iki kez görüşür olmuştuk. Aramıza nazlı bir soğukluk girse de beni hiçbir zaman tamamen bırakmamıştı. Noelde ve özel günlerde hediyeler, doğum günlerimde kısa şehir turları ve ansızın gönderdiği para zarflarıyla hayatımı çok kez kurtarmıştı.
Hans benim, uzun zamandır görmediğim ilk dostumdu.
"Ne yazık ki yaklaşık bir ay önce Bay Hans'ı kaybettik." Walton ellerini önünde kenetlerken bir anda daha da yaşlı göründü. "Çok üzgünüm."
Mesafeyi hiçbir zaman ortadan kaldırmadan benimle ilgilenen kişiyi kaybetmek nasıl hissettirirdi, bilmiyordum. Buza dönüşmüş gibi donup kaldım. Ben de üzgündüm, yaşlı adam kadar üzgündüm. Onu izledikçe bir başka üzüldüm ve titreyen dudaklarımı sakladım.
Bayan Maja, "Ne kötü bir haber," diyerek sessizliği bozdu. "Yıllıkları incelediğimde bağış listesinde adı sıklıkla geçiyordu. İdil'in de dışarıdan görüştüğü tek kişiydi. Acınızı içtenlikle paylaşıyoruz, Bay Walton."
Yanmaktan kızarmaya başlayan gözlerimi avuçlarımın içiyle kuruladım. "Kötü haberleri telefonla almayı tercih ederim. Buraya kadar gelerek zahmet etmişsiniz."
"Sizi bizzat görmem gerekiyordu."
Sizli bizli konuşmayı bıraksak mı, diye sorsam yangına körükle giderim diye ödüm kopuyordu. Henüz niyetini anlamamışken mesafeli kalmak en iyisiydi. "Hans'ın arkadaşı mısınız?"
"Öyle de denebilir." Gözlerinin kenarlarındaki derin çizgiler kıpırdandı. "Hayatımızın büyük bir kısmı birlikte geçti."
Hans'ın bir gün öldüğünde bile beni yalnız bırakmayacağını söylediğini anımsadığımda, "Beni size mi emanet etti?" diye sordum.
"Bunun da kısmen öyle olduğu söylenebilir."
O kadar çaresizdim ki dönüp müdireye baktım. Mimikten yoksundu, ser verip sır vermeyen yüz hatları sanki bal mumundan yapılmıştı. Öfkem, sabırsızlığın bacaklarına dolandığında ortaya çıkan şeyden kimse hoşlanmıyordu. Ellerimi koltukların kenarlarına çarparak ayağa kalktım.
"Hayatımın mükemmel gittiği söylenemez ama evlenip daha beter bir hâle sokmaya hiç niyetim yok."
Walton'ın bakışları benimle Bayan Maja arasında dolaştı. "Yanlış anladınız, Bay Leonard sizinle evlenmek istemiyor."
"Ben de Bay Leonardo ile evlenmek istemiyorum!" dedim hiddetle. İfadem çabucak yumuşadı. "Ayrıca Leonardo da kim?"
"Leonard," diyerek düzeltti. "Bay Hans'ın oğlu, sizi misafir etmekle yükümlü olan kişi." Deri kaplamalı masanın üzerinden bir zarf alıp bana uzattı. "Vasiyetinin bir kopyası. Okursanız daha iyi anlayacaksınız."
Zarfı tutarken parmaklarım titriyordu. Bir çırpıda şüpheyle açtığımda, yazılan uzun cümleyi okurken yavaşça güçsüzleştim. Hangi ara yeniden koltuğa oturmuştum, fark etmemiştim.
Bilmiyorum herkes aynısı mı hissederdi ama elimde, ölen bir adamın son isteğini tutuyordum. Bilmiyorum bunu yaşayan kaç kişi vardı ama birinin son arzusu benimle ilgiliydi.
"Hans Alphan'ın size bıraktığı payın yanında bu da kendi özel isteği. Köşk artık Bay Leonard'ın elinde ve babasının vasiyetini yerine getirmeyi, bir evlat olarak kendine borç biliyor. Gerek Bay Hans'ın dileğine bağlı kalmak, gerek beyefendinin görevini yapmasına yardımcı olmak adına, kabul ettiğiniz takdirde sizi Berlin'e götürmek için geldim."
Gözümden akan zamansız bir damla beyaz kâğıdın üstüne yuvarlanarak büyüdü. Sorun yok, bir kopyaydı. Daha büyük bir sorun var, hayatımı değişterecek bir isteği içeriyordu. Alt köşedeki imza kesinkes Hans'a aitti, ziyaretçi listesini imzaladığında omzunun üstünden defalarca sabırsızlıkla bakmıştım. Kızlarla hazırladığımız, isteklerle doldurduğumuz çeteleyi bile geri çevirmeden aynı samimiyetle imzalardı.
Hans Alphan, buradaydı. İmza.
"Şartlar yazmıyor," dediğimde kâğıdı arkalı önlü enikonu inceledim. "Benden bir karşılık beklenmeyeceğini nereden bileceğim?"
"Şartlar yazmıyor çünkü şartlar yok." Sesinde kolaylıkla karşı tarafa geçen bir güven vardı. "Sadece evin kendine has kuralları."
"Muhtemelen bunları da Bay Leonardo belirliyordur."
"Katı kurallara aşinasın, İdil."
Bayan Maja'ya döndüm. Neydi bu şimdi, itiraf mı? Gözlerinin içine bakarak katladığım kâğıdı zarfın içine sıkıştırdım. "Sizin istekleriniz ve kurallarınıza karşılık benim de bir dilek hakkım olmalı." Zarfı Walton'a uzattığımda, söylediğimin onu meraklandırdığını görebiliyordum "Okula başlamak istiyorum. Liseden sonra devam etmek için bir sene geç kaldım. Kaynak kitaplara, gerekirse bir eğitim merkezine yazılmaya ihtiyacım var. Bana düşen payın sadece bunlara yetecek kadarını alırım."
Yüzü rahatlayınca kırıkşıklıkları yumuşadı. "Lütfen endişlenmeyin. Kayıt zamanı geldiğinde özel bir üniversiteye gitmeniz sağlanacaktır."
Kitap kapağı açmadan okula gidebilmek benim için de mümkün müydü yani? İşte bu, bütün dengeleri değiştirirdi. Bayan Maja söz almak için boğazını temizledi.
"İdil bizim çok kıymetlidir. Aslında zaten özel yurdumuzda kalması prosedürlere aykırı. Evlilik ya da iş hayatına adım atsaydı bu sene bizimle olmayacaktı."
"Veya üniversiteyi kazansaydım," diyerek araya girdim.
"Elbette, elbette. Fakat karne kayıtlarına göz atacak olursak-"
"Tamam," dediğimde elimi kaldırdım. "Lise son sınıfın ne kadar zor olduğunu ve ortalamayı allak bullak ettiğini Bay Walton da biliyordur bence."
Walton başını saygıyla eğdi. "Son senenizde karneye yazılacak bir notunuzun olması bile okumaya kararlı olduğunuzu gösterir."
Hans'ın gönderdiği bu adamı kesinlikle sevmiştim.
"Eşyalarımı toplamak için kaç günüm var?"
"Araba kapının önünde bekliyor hanımefendi, istediğiniz zaman hareket edebiliriz."
İğneli bir küçükhanım değil, doğrudan bir hanımefendi. Gözlerimi kırpıştırmamaya direnirken duruşumu dikleştirdim. "Sizi bekletmek istemem, arkadaşlarımla vedalaştıktan sonra hemen yola çıkabiliriz." Kapının yanına yaklaşmıştım ki yeniden onlara döndüm. "Hem bu arada Bayan Maja da benim dosyamı imzalayıp rafa kaldıracak bir zaman bulur."
Odadan çıktığımda, ana demir kapının açık kalan aralığından gelen bir rüzgârla çarpıştım. Bu taze nefesi görmezden gelmeyerek derinden soludum. Bakışlarım odağını bulduğunda Amy adeta koşarcasına önümde bitti.
"Epey uzun sürdü, Lili. Kimmiş o adam, senden ne istiyormuş, ne konuştunuz?"
"Evlilik olduğunu nasıl düşünebilirsin?" dedim ona döndüğümde. "Senin yüzünden içeriye şapşal gibi girdim."
"İlk değil," dediğinde omuz silkti. "Derdi neymiş peki?"
Amy'le adımlarımız arka bahçeye kayarken hisli bir nefes çektim. "Hans'ı hatırlıyor musun?"
"Hani şu bize on dört çeşit kurabiye getiren adam mı? Tabii ki, onu birkaç defa görmüştüm."
"Sahiden on dört müydü onlar? Üşenmeden sayıyor muydun?"
"Sen kurabiyeleri ısırıp ısırıp bırakırken ben matematik çalışıyordum."
"Aferin sana küçük kafa." Amy'nin koluna girdiğimde yürüyüşünü yavaşlattım. "Aslında ben diyecektim ki. Şey işte, bilirsin. Konu da onunla ilgili. Huh! Neyse, o sarışın adam var ya. Hans işte, ölmüş Amy!"
"Hadi ya."
Amy'nin kolundan sıyrıldığımda yakındaki ağaca koşup, hemen önüne diz çöküp ağladım. Vücudum sarsılırken parkamın yüzeyi yaşlı gövdesine sürtünüyor, üstümde ağaç tozları bırakıyordu. Burnumu çekip Amy'e baktım. "Bana katılmayacak mısın?"
"Şey," dedi kararsızlıkla. "Sen iyi gidiyorsun Lili, böyle devam et. Biraz toparlandığında geri kalanı da anlatırsın."
"Benimle dalga mı geçiyorsun? Ne kadar da duygusuzsun öyle."
"Duygu mu, sahiden mi? Yapma Lili." Yanıma geldiğinde dizlerinin üstünde durdu. O kadar kalın ve kat kat giyiniyordu ki toprağın soğuğunu hissetmediğine emindim. "Bizim bir başkası için ağlayacak zamanımız olmaz."
Benden daha büyük göründüğü anlardan birindeydik, tam olarak. "Bu ne demek şimdi?"
"Tüm o armağanlar, gözyaşların kadar değerli değildir. Ölümler ve kayıplar bize en tanıdık olan iki şey. Aynı zamanda etkileyiciliğini en çabuk yitiren iki şey." Sırtımı sıvazlarken başını benimkine yasladı. "İnsanlar, biz kimsesizleri kefaret olarak görürler Lili. Onlar için çok fazla üzülme."
Bunun üzerine gözyaşlarım Amy'e küstükleri için artık akmıyorlardı. Yanaklarım tuzdan yanarken suratımı sildim. "Peki o insanlardan biri, bana miras bırakıyorsa?"
"Vay canına! Burası henüz anlatmadığın kısım mı?"
"Benimle ilgili bir vasiyet hazırlamış Amy, inanabiliyor musun? Ben aslında Hans'ın kaybettiği bir kızı olduğunu ve şans eseri görünüş olarak ona benzediğimi düşünüyorum. Tüm bunların başka bir açıklaması olamaz."
Amy yine duygusal yerinden bahsetmeyi bırakıp asıl konuya yönelerek, "Vasiyette ne yazıyordu?" diye sordu.
"Beni okutmak, zamanı geldiğinde de evlendirmek gibi şeyler. Her konuda bütün masraflarım oğlu tarafından karşılanacak, yani benimle ilgilenme işine devam edeceğini söylüyor. Bir de..."
"Bir de ne?"
Saçlarımı kulaklarımın arkasına sıkıştırırken kafa derimi kaşıdım. "Onunla birlikte yaşamamı istiyor."
"Hans ölmemiş miydi?"
"Oğluyla, Amy."
"Amanın."
"Bence de, amanın."
Bacaklarımı kendime çektikten sonra çenemi dizlerime yasladım. Gerçekten bu ne kadar da kötü bir fikirdi. İyiliğe giden çetrefilli bir yol. Bayan Maja'nın da söylediği gibi, okul haricinde dışarıdan tanıdığım tek kişiydi Hans. Evi, oğlu ve şu yaşlı arkadaşı o olmadan benim için nasıl anlamlı hâle gelebilirdi ki?
"Kalk, kalk, kalk. Valizini hazırlayacağız." Yüzüne isteksizlikle baktığımda yeşil gözlerini kıstı. "Bana sakın vasiyeti yırtıp attığını söyleme."
"Hayır, daha kötüsünü yaptım. Maja'nın iticiliği beni gaza getirdi ve gitmeyi kabul ettim."
"O kadın bir işe yarıyormuş ha, ne hoş! Hadi kalk, kalk, kalk."
Amy'nin bitmek bilmez üçlemeleri devreye girdiğinde kolumu sıkıntıyla çektim. "Beni biraz rahat bırak. Walton'ı reddetmek için plan yapmam lazım."
"Bu defa da kafayı mı yedin, seni obur."
Mırıldanmalarına kulak vermeyi keserek yetimhanenin soluk gri duvarlarına baktım. Hayatım aslında burada başlamamıştı, hatırladığım sıcak bir kucak vardı. Fakat aslında bu şansızlık anlamına geliyordu. Aileni hiç tanımamak biraz daha fazla güç ve dayanıklılık demekti. Ama mesela kokusunu bildikten sonra annenle vedalaşmak... Ölüm gibi bir şeydi.
"Burayı bırakıp gidemem."
"Ne yazık ki biz senden kurtulmak istiyoruz."
Ciddiyetsiz gözlerine ciddiyetle odaklandım. Küçük yalancının bakışları böylesine tir tir titrerken dürüst olmaya karar verdim. "Seni terk edemem, Amy."
Arkasından biri iteklemişçesine boynuma atladı. "Asıl ben seni terk edemem, Lili! O yüzden önce sen git."
Günün geri kalanı, bavul hazırlamak ve vedalaşmakla geçti. Buradaki herkesle tek tek kucaklaşma isteğimi Walton anlayışla karşıladı. Çünkü birçoğu aniden terk edilmiş çocuklardı, nasıl olur da ben de hayatlarından öylece çıkıp gidebilirdim ki? Varsın Berlin'e gece yarısı ulaşalım. Hem bana kalırsa Leonardo vasiyetlere uyduğuna göre iyi kalpli ve anlayışlı biri olmalıydı.
Öğleden sonra bütün çocuklar okuldan gelmiş ve hepsiyle uzun uzun konuşmuştum. Bugün onlara matematik çalıştıramayacağımı söylediğimde sevinçten havaya uçtular. Amy'nin küçük kafalı solucanlarını galiba o kadar da özlemeyecektim.
"Bayan Maja'nın sıska yanaklarını öptün mü?"
"Hıhı," diye mırıldandım parkamın kuşağını sağlamlaştırırken. "Gözyaşlarını sildiği mendiliyle kapımın önünde baygın hâlde bulunca dayanamadım."
Amy kıkırdadığında aniden aynada belirdi. Arkamdaki silüetine bakarken gülümsedim. Duygusuz görünmeye çalışmaktan yeşil gözleri ince çizgilere dönüşecek kadar kısılmıştı. Bedenimi döndürdüğümde ona sıkıca sarıldım.
"Mutlaka geri geleceğim."
"İyi bir okula kabul mektubun olmadan dönme."
Belki buna gerek bile kalmaz, demedim. Yani bunu Amy'e söyleyemezdim, düşük notların yettiği süper iyi okullardan nedensizce hoşlanmıyordu. Ya da direkt zengin öğrencilerden.
"Bu arada Lili," dediğinde arka cebinden cep telefonunu çıkardı. "Sende kalsın. Gittiğin zaman Susan'ın numarasına bir mesaj çek, o bana ulaştırır. Ben de seni ararım."
"Gerçekten gerek yok Amy, ben seninle konuşmanın bir yolunu bulurum."
"Ben senden önce buldum işte Lili, kıskançlık etme." Burs parasıyla kendine aldığı telefonu zorla avucuma sıkıştırdı. "Benim burada arkadaşlarım var, sense bir süre yalnız kalacaksın. Sonra senin bulacağın yolları da düşünürüz."
Kaçınılmaz bir şekilde yeniden sarıldık. Bu aylarda güneş erken battığından karanlık çökmek üzereydi. Amy'le birbirimize çarpa çarpa loş koridorda yürürken Walton'la karşı karşıya geldik. Belimize sardığımız kollarımızı güçlükle ayırdık.
"Hazır mısınız, hanımefendi?"
Amy ani kahkahasını bir öksürükle gizlerken ona dirsek attım. "Hazırım Bay Walton, gidebiliriz."
Şoförü bir el hareketiyle çağırdığında bavulum elimden alındı. Walton'ın da tıpkı eşyalarım gibi önden gitmesi için geride durduk. Yemek saati geldiğinden ana koridor bomboştu. Amy, hanımefendi replikleriyle kulağıma iğneleyici espriler yaparken gözlerimi devirdim.
"Zenginlerin klasik araba merakı hiç bitmeyecek," dediğinde bahçeye çıkmıştık.
Bu araba gerçekten beni alıp birkaç uzun yıl geriye götürecek gibi duruyordu. Götürecekti nihayetinde, yılın ne önemi vardı? İlk kez içimde adını bilemediğim bir korku hissettim. Ait olmadığın bir yerden, ait olmadığın bir başka yere gitmek gibi. Belirsizlik.
"Hey, korkuyor musun? Korkma. Onlara uysallığını ve tırnaklarını aynı anda göster."
"Her şey düzelecek mi dersin?"
"Bırak her şeyi, birazı iyileşse yeter. Bak ne diyeceğim. Tüm muhteşem hikâyeler iki şekilde başlarmış. Ya bir insan yolculuğa çıkarmış ya da şehre bir yabancı gelirmiş. Git ve yolculuğunun tadını çıkar."
Tolstoy öyle derdi, ama ya gerçekler? "Peki şu söz konusu yolculuk," dedim uzaklara bakmaya devam ederken. "Oldukça dik yokuşlar içeriyorsa?"
"Sonsuza dek sürmez. Mutlaka heyecanlı bir inişi olur, bana güven. Sen kemerini bağlamayı unutma, gerisini akışa bırak."
Ve daha önce defalarca yaptığım gibi Amy'e güvendim. Kemerimin beni ne kadar sıkı tutacağınıysa zaman gösterecekti.
Henüz birkaç adım atmıştım ki son kez olacağına kendi kendime söz vererek arkama baktım. "Seni seviyorum, Amelia."
Elinin tersiyle burnunu kaşıdı ki bunu yapmaktan nefret ederdi. "Ben de seni, İdil."
"Lili," diye düzelttim. "Bana annem gibi seslenmeye devam et."
Bir şoförün açtığı kapıdan pahalı arabaya binmek, alışamadığım ülkenin başkentine gitmek, her bir kilometrede usulca yitmek. Bana sorsalar muhteşem hikâyem için diğer yolu seçerdim. Şehrime bir yabancı gelmesini.
Ama ben de belki bir başkasının hikâyesindeki yabancıydım, kim bilir.
Walton benim sormama fırsat vermeden, aşağı yukarı dört saatlik bir yolumuz olacağını söyledi. Parkamın geniş cebine sıkıştırdığım Prens Caspian kitabını çıkarttım. Otobandaki ışıklandırmalar ve gökte asılı duran kızıllık biraz bu şekilde oyalanabileceğim anlamına geliyordu.
Kendimi hakikaten tanımıyordum. Hayatımda kaç kez yolculuk yapmıştım da bu anı görmezden gelip kitaba gömülecektim? Gözlerim pencerelerin arasında merakla mekik dokuyordu. Çoğunluk için durum tam tersidir ama şu anda kalabalık bana sanki özgürlük vadediyordu.
Elimdeki paketi koltukların arasından öne uzattığımda, "Karanfilli sakız ister misiniz, Bay Walton?" diye sordum.
Elinin tersiyle kibarca reddetti. "Teşekkür ederim, çok naziksiniz."
"Ya siz?"
Şoför de gözünü yoldan ayırmadan, "Sakız sesinden hoşlanmadığım için tercih etmiyorum efendim," dedi.
"Ah, affedersin. Söz veriyorum bir daha patlatmam."
Walton arka koltuklara dönüp, "Mideniz mi bulanıyor?" diye sorduğunda, sakızı artık gizli ve sessiz çiğniyordum.
"Kimin, benim mi? Yok ya, neden bulansın ki durduk yere?"
"Uzun bir yolculuk olacağı için mideniz kötü etkilenebilir."
Yüzümde kendimden emin bir gülümsemeyle geriye yaslandım. "İnan bana hiç de öyle bir şey olmaz, turp gibiyimdir."
Bir sonraki benzinlikte kustum.
Elimi ağzıma kapatıp tuvalete koşmam utanç vericiydi. Walton bana su ve göz bandı almıştı. Hayatımda ilk kez yolculuk yaptığım için elbette kötü etkilenmiştim. Deneyimim ya da ne yapmam gerektiği hakkında fikrim yoktu. Fakat şuna emindim ki, göz bandı takıp yolu izlememek saçmalıktı. İşte bunu uygulamayı kabul edemezdim.
Bu yüzden diğer benzinlikte yine kustum.
Yolculuğum iğrenç geçiyordu. Hikâyemin muhteşem kısmı tam olarak ne zaman başlayacaktı? Parkamı yastık yaparak koltuklara uzandım. Göz bandının diğer tarafında da karanlık bastırmıştı. En iyi yaptığım şeye sığındım. Uyumak. Yanımdakilerin ölüp ölmediğimi kontrol edeceği kadar derin bir uykuya hapsolmak.
Sormam gereken tonla soru vardı. Gidiyorum böyle ama nereye ve nereye kadar? Benimkisi kolay yol değil, mecburi bir seçimdi. Bir müfettiş teftişe geldiğinde sorularından kaçıp odalara saklanmaktan yorulmuştum. Ayrıca Bayan Maja beni sevmiyordu, kariyerine kurban etme konusunda bir an bile tereddüt etmezdi. Öbür taraftan, Alphanlardan saygı görüyordum. Hanımefendi, hanımefendi, hanımefendi.
"Ha? Ne var?"
Göz bandımı aceleyle çıkardım. Gördüğüm ilk şey, Walton'ın açık kapıdan içeriye uzanan bedeniydi. "Geldik hanımefendi."
Bedenimi doğrulturken suratımı buruşturdum. Kafamı koltuktan ne biçim sarkıttıysam boynum fena tutulmuştu. Parkamı peşimden sürükleyerek dışarı çıktım.
Algılarım açıldığında hissettiğim ilk şey dondurucu soğuktu. Üstümü giymek yerine çevreye bakınarak bulunduğum yeri tanımaya çalıştım. Walton bana hiç karışmadan sessizce izlerken kendi etrafımda bir tur döndüm. Kar birikintileri ve ev. Büyük bir yuva ama soğuk duvarlar. Karanlık ve yalnızlık.
Yanıma geldiğinde, "Bizi bekliyorlar," dedi.
"Çok mu kalabalık? Dur bir dakika."
Parkayı Walton'a uzattığımda refleksle aldı. Parmaklarımla hafif dalgalı gür saçlarımı taradım. Yüzümdeki tek makyaj kirpiklerimi hizaya sokan maskaraydı. Ne ağlarken ne uyurken çıkmıyordu, Amy'nin kısa kirpiklerime layık gördüğü pahalı hediyesiydi. Küçükken dolgunluğundan hoşlanmadığım dudaklarımı sertçe ısırarak kan akışını sağladım. Artık daha kırmızıydılar.
"Kimler bekliyor demiştin?"
"Bay Leonard bizi bekliyorlar hanımefendi."
Ya cümlede anlatım bozukluğu vardı, ya Bay Leonard birden fazla kişiydi ya da ben saygılı hitap zırvalıklarından bihaber taşralıydım.
Ben bunları düşünürken şoförün çaldığı kapı, eski dönem hizmetçi kıyafetleri giyen bir kadın tarafından açıldı. Şaşırdık. Kadın da ben de şaşkındık. Eşikten içeri girdiğimde parkamı ve bavulumu aldı. Beni ne kadar tanıdığını bilmiyordum ama teşekkür ederek gülümsedim.
"Türkçe konuşmaya devam edebilirsiniz," dedi Walton. "Evdeki herkes iki kültüre de hakim."
Hans'ın ne kadar iyi Türkçe konuştuğunu anımsadım, belki de aramızdaki bağı oluşturan bir parça da buydu. Anlattığına göre o da benim gibi Türkiye'de doğmuştu ama ben yedi yaşından beri oraya dönmemiştim.
Geniş antre bizi kolaylıkla salona ulaştırdı. Burayı sadece üst düzey zengin dekore edilmiş bulmayı bekliyordum. O kadar. İkinci bir beklentim yoktu. Hans'ın duvarda yağlı boya portlerle dolu eski, karanlık bir köşkte yaşadığını tahmin etmezdim. Çağlar arası yolculuk beni gerginleştirirken, cayır cayır yanan şöminenin içimi ısıttığı sıcak bir nefes çektim.
Walton geride durmamı işaret ederek birkaç adım öne çıktı. Nereye gittiğini izlerken uzun pencerelerin yanında birinin durduğunu yeni fark ettim. Neredeyse duvarla aynı renk bir gömlek, koyu renk pantolon giyindiğinden hayalet gibi gizlenmişti. Hâlbuki ne kadar da uzun boyluydu.
"Bay Leonard."
Walton'ın ses tonundaki saygı öyle büyüktü ki yutkundum. Ev sahibi vücudunu döndürmeden önce başını omzunun üzerinden çevirerek geriye baktı. Sadece yere baktı ama gözlerimin içine bakmış gibi hissetmiştim.
Ayakkabılarını eski ama güçlü tahta zeminde yankılandırarak yürüdü. Yürüdükçe durduğu karanlık köşeden sıyrıldı, yürüdükçe aydınlığa biraz daha yaklaştı, yürüdükçe yüz hatları belirginleşti, gözlerini kaldırdığında beni iki parlak noktayla çarpıştırdı.
"Geciktiniz."
Yüz hatları sertti ama fazla da kemikli sayılmazdı. Farklı bir genetik karışım olsa da babasına gerçekten benziyordu. Muhakkak bir de annesine. Örneğin mavi gözleri, daha önce görmediğim bir tasarım harikasıydı.
"Uzun bir yoldu, efendim."
Walton'a sert bir bakış attıktan sonra tekrardan bana döndü. "Akşam yemeğine yetişemediniz."
"Affedersiniz, efendim."
Bana şüpheyle bakmaya devam ederken elini havaya kaldırarak Walton'ı susturdu. "Onunla konuşuyorum."
Sorularının muhatabı olduğumu anladığımda gözlerimi kırpıştırarak silkelendim. Benimle konuşuyor. Ne konuşuyordu? Yardım istercesine Walton'a döndüm.
"Yolculuk kötü mü geçti?"
İkinci sorusunu yanıtsız bırakmamak için hemen başımı salladım. "Arabanın eski modeliyle mi alakalı bilmiyorum ama berbattı. Tam tamına iki kez kustum sonra Walton bana kruvasan aldı. Yani akşam yemeğine gerek yok, aç değilim."
Bir süre boyunca gözlerime, kırmızı ışıklar çıkarıyormuşum gibi kısık baktı. "Kruvasan," dedi Alman aksanıyla. "Karnını onunla mı doyurdun? Aslında iyi yaptın çünkü uzun bir süre o iğrenç şeylerden yemeyeceksin."
"İçinde çikolata olan bir şeye iğrenç denemez."
"Yapılış şekli." Yüzüme ters ters baktı. "Eldivensiz eller, fareli bir fırın..."
"Iyy." Gözlerimi aceleyle kapattım, üçüncü kez kusmak istemiyordum.
"Harika," dedi beni orada bırakıp salonun merkezine doğru yürümeye başladığında. "İlerleme kaydediyorsun."
Walton'a baktığımda, ona uyum sağlamam için başını salladı. Adımlarını mesafeli olarak takip ettikçe köşkle tanışıyordum. Gözlerimde bir tür tarihi açlık vardı ve kafamı çevirdiğim her yer, beni bu yönüyle adeta doyuyordu.
Bir koltuğa oturduğunda masadaki açık dizüstü bilgisayara baktı. Benimle ilgili bütün konular kapanmış mıydı yani, şimdi ne söylemem gerekiyordu? Ne yapacağımı bilemeyerek boğazımı temizledim. Bunun üzerine verdiği tek tepki, kaşlarını havaya kaldırıp alnını sıvazlamak oldu. Gerçek bir hanımefendi gibi gülümsemeye çalıştığımda beni baştan aşağı süzdü.
Gördüklerinden memnun olmamış gibiydi. İspanyol paça pantolonum ve beni küçük bir panda gibi gösteren balon kollu, kalın hırkam. Hah! Bir leydi göreceğini umduysa kendi hatasıydı. Ne bekliyordu ki?
Şu saçma ana son vermek için, "Babanızın ölümü için üzgün olduğumu belirtmek isterim," dedim. "Kendisi gerçekten tanıdığım en iyi insanlardan biriydi." Gözlerim zamansız dolarken tablolara odaklanıp Hans'ın portresini bulmaya çalıştım. "Ona benziyorsunuz."
"Bizi pek benzetmezler." Arkamda kalan açıyla göz teması kurduğunda salona, beni kapıda karşılayan yaşlı kadın girdi. "Kasabadan başkente gelerek bayağı zor bir gün geçirmişsin, misafir odasına çıkıp dinlen. Yarın gün içinde uygun olduğumda asıl mevzuları konuşuruz ve hayatına neler yapabilirim diye bir bakarım. Şimdi gidebilirsin."
Yeniden bilgisayara döndüğünde şaşkınlıktan ağzım açık kaldı. Geride durmaya devam eden Walton'a öfkeyle baktım ama o da gözlerini çoktan kaçırmıştı. Beni sıcak bir yuvaya değil, tek derdi bir kâğıtta yazılana uymak olan zebaninin yanına getirmişti.
Bunu halledecektim, bunu kesinlikle halledecektim ve kendimi kötü hissettiğim bu yerde bir besleme gibi kalmayacaktım. Yarın. Sadece yarına kadar.
Hizmetçinin kibar davetine uyum sağlamadan önce, "Bay Leonard," dedim. Oturduğu yerden suratıma ilgisiz bir merakla baktı. "Onlar haklıymış. Babanıza hiç mi hiç benzemiyorsunuz."
Bölüm Sonu.
İdil küfür mü etti ya n'oldu anlamadım... Leonard'ın surat ifadesi büyük spoiler olurdu ama neyse ki şu anda burada değil.
Odasının balkonunda, pipo içiyor.
Sonraki bölüm ➛
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top