12. DÜŞ KAPANLARI


12, Düş Kapanları

Scarlett Rose - Dark Times

İDİL

Ivan Armaković hüzünlü bakan biriydi. Yeşil gözleri parlamaya yakındı ve ben, onu ilk gördüğümde bunun sadece hınzır bir zeka parıltısını olduğunu düşünmüştüm. Birbirimizi mesafeli bir yakınlıkla tanımak için sohbet edene dek de böyle zannetmeye devam ediyordum.

Bugün Nina bizim için kuru üzümlü kek getirdiğinde yemeden önce iyice koklamıştı. Her ne kadar aklıma Manal'ın Türk çayını koklayarak tanımaya çalışması gelse de canım buna gülmek istememişti. Çünkü yine parlaklığı sonuna kadar açılmış yosun yeşili gözleri kederli bir okyanus gibiydi.

"Senin biraz kalbin mi kırık?"

Dilini ağzının içinde döndürmeyi kesip bana baktı. Masada mola verdiğimizi belirten kek tabakları ve yarısına kadar içtiğimiz çay bardakları vardı. Bana ikinci kez bakmadan önce gözlerini bu küçük sofrada gezdirdi. "Kalbi kırık olmayan insan mı olur?"

"Peki senin kalbin her gün mü kırık?"

Dudakları kıvrıldığında hüznü de kısa bir anlığına silindi. "Çok fazla soru soruyorsun İdil, keşke aynısını matematik çalışırken de yapsan."

Boynumu sağa sola esnetirken gözlerimi kaçırdım. "Mükemmel bir öğretmensin, her şeyi eksiksiz anlatıyorsun. Bu yüzden sana dersle ilgili soracak bir şey bulamıyorum."

"Belki de söz konusu matematikken sadece anlattıklarımı dinlemen sana yetiyordur." Başını öne doğru eğdiğinde gözlerine bakmamı sağladı. "Duygulara rakamlardan daha çok önem verdiğini ilk andan anladım ve inan bana bu kötü ya da eksik bir şey değil. Birilerinin bu merhamete sahip olması gerekiyor."

Ivan başını salladığında ben de başımı salladım ve zarifçe gülümsedim. "Peki söyleyecek misin neler olduğunu? Yoksa bir matematikçinin kendini savunma durumuna girmesine gerek yok mudur?"

"Okudun mu o kitabı? Hem de hoşlanmadığın türde bile olsa bu kadar kısa sürede?"

"Bana keşke hep okumalı ödevler versen. Ne kadar fazla olursa olsun, ertesi gün beni donanımlı bir şekilde bulabilirsin."

"Hiç öyle bir niyetim olmadığı düşünülürse çok yazık. Ayrıca Bir Matematikçinin Savunması'nı okuman ödev değil sadece bir tavsiyeydi."

"Bir kitaptan bahsediliyorsa söz ağızdan çıkar çıkmaz onu merak ederim. Köşke geldiğimden beri ufacık bir kitap alışverişine bile gitmedim. Bu odada olanlarla ilgileniyorum ve içinde Godfrey Harold Hardy'e yer açacak kadar karmaşık ama eğlenceli bir bilgi ağı var."

"Çünkü Alphanlar Köşkü'nün kütüphanesindesin. Yüz yıllık bir başarıdan bahsediyoruz. Ekonomi, bilim, sosyoloji ve matematik kitaplarını karıştırmadan olmazdı."

"Canları sıkıldığında kurgu romanları da okumuş olmalılar. Mesela Leonard," dedim ansızın aklıma düştüğünde. "Neredeyse bütün dünya klasiklerini mecburen okumuş ama en çok macera kitaplarından hoşlanıyormuş."

O da bir şey mi, resim bile çiziyormuş. Boyalarını kullanmak için her ne kadar ızdırap içerikli karanlık sanatı tercih etse de.

"Sen de aşk temalı klasik kitapları sevdiğini söylemiştin. Burada onlardan da bulunduğuna emin misin?"

"Beklediğimden az. Ama Leonard bir liste yaparsam alacağını söyledi." Hemen karşımızda kalan ve iki katına aksesuar dizilen kitap rafını işaret ettim. "Veya şurayı benim okuma zevkime göre dizayn edebilirmişiz. Daha modern bir kitaplık için tasarımcılarla görüşebilirmiş fakat buranın nostaljik havasını bozmak istemiyorum."

"Bay Leonard önüne dünyaları serebilirmiş gibi görünüyor."

Söylediğiyle kalakaldım. "Çünkü biz gerçek arkadaşız." Sandalyenin yüzeyinden küçük iğneler fırlamış gibi rahatsız eden oturuşumu düzelttim. "Gerçek arkadaşlar tam olarak böyle yapar."

Dalgayla güldü. "Öyleyse benim hiç gerçek arkadaşım yok. Önüne dünyaları sereceğim biri ya da önüme dünyaları serecek biri."

"İki taraftan biri zenginse böyle oluyormuş."

Konuyu kapattığımızı düşünerek tabağı kendime çekmiştim ki Ivan yeniden konuştu. "Sizi ilk gördüğümde nişanlı olduğunuzu düşünmüştüm."

"Ben ve Leonard?" Bu kez dalgayla gülen ben oldum. "Sevgili de değil üstelik, nişanlı. Resmi bir ölüm emri gibi. Üstelik parmaklarımızda yüzük bile yokken. Olması da zaten saçma, durduk yere neden aynı yüzükleri takalım ki?" Çatalı, ucundaki keki yemeden geri indirdim. "Sen neden böyle düşündün?"

"Hiç," dedi önemsizmiş gibi. Ve gerçekten surat ifadesi de bu konuyu önemsiz bulduğunu ele veriyordu. "Parmaklarınıza bakmak aklıma bile gelmedi. Sadece o gün sizi tanımadığım için davranışlarınızdan bu sonucu çıkarmıştım."

"Nasıl davranıyorduk ki?"

"Sen de oradaydın," diye hatırlattı.

"Hafızam pek iyi değildir. Leonard'la ilgili anılarımızdan arşiv oluşturma gibi bir huyumsa hiç yoktur."

"Ama dinlemeye merakın var gibi görünüyor." Ivan tarafından köşeye sıkıştırılmaya daha fazla dayanamadığım için omuz silkip bakışlarımı indirmiştim ki, "Tamam tamam," dedi gülerek. "Surat asma hemen. Her ne kadar Leonard kadar dünyaları önüne serebilecek gerçek bir arkadaş olmasam da normal bir arkadaş sayılırım."

"Gıcık bir matematik öğretmeni olmadığın zamanlarda."

Konuşmadan önce çay fincanını eline alıp sırtını geriye yasladı. "İlk karşılaşmalar, her ne kadar yanıltıcı görüşlerle dolu olsa da ilk hisleri meydana getirir. Profesör adımı seslenince evin o büyük kapısına döndüğümde, bana oldukça yabancı iki insan gördüm. Senin buraya ait olmadığını düşünebileceğim kadar farklı ya da aykırı durmuyordun. Ne bu köşke, ne de Bay Leonard'ın yanına."

Oturduğum yerde huzursuzca kıpırdandım. Belki de biraz heyecanla.

"Profesör Tunç, Leonard'ı eski öğrencisi seni de yeni öğrencisi olarak tanıttığında ilk kafa karşılıklığımı yaşasam da anlaşmaya vardığımızda tokalaşmak zorunda kalmıştık. Gerçek arkadaşın Leonard benden hoşlanmadı, laf sokuşturup durdu ve elleri buz gibiydi. Benden nasıl bir enerji aldı bilmiyorum ama seni heyecanlandırmam, dünyanın en kötü adamıymışım gibi bir önyargıya kapılmasına neden oldu."

"Aslında beni heyecanlandıran durum, bir öğrenciyle ders işleyecek olmamdı."

"Gel de bunu gerçek arkadaşına anlat. Seninle yaşıt görünmeme bile delirmiş gibiydi, iyi anlaşırız diye ödü kopuyor."

"Aslında Leonard da bizden o kadar büyük değil," dedim savunmayla. "O daha sadece yirmi beşinde."

Dudak bükmeden önce fincanı ağzına götürüp bir yudum aldı. Yutkunduktan sonra yine aynı dudak bükmeyle fincanı indirdi. "Görünüşüne laf yok tabii, ben ruh yaşını kastetmiştim. Dedikodusunu yapmak gibi olmasın da."

"Aslında bayağı eğlencelidir."

"Bay Leonard mı?"

"Gülmekten çenen ağrır," dedim kocaman tebessüm ederken. "Nereden geliyorsa aklına böyle şeyler, hayatta bitmez anlatacakları. Yanındayken sıkılmak mümkün değil."

Zorlukla gülümserken kaşlarını da merakla çattı. "Birkaç gün önce akşam yemeğini birlikte yediğimiz aynı adamdan bahsediyoruz, değil mi?"

"Sadece bazen stresli bir gün geçirebiliyor," diyerek toparladım. "Şansına sen tam da öyle bir gününe denk geldin."

"Her gün ders bitiminde öyle gördüğüm düşünülürse galiba talihsizlik bende."

"Yorgun olduğu saatler," diye geçiştirdim.

Leonard Alphan'ı tanıma üzerine yaptığımız kültürsel konuşma sona erdiğinde Ivan'la masayı özgürleştirip derse döndük. Şu matematik problemlerinin zorluğu kadar gerçek ki, Leonard sıkıcı falan değildi. Bir kere ben sıkıcı insanlarla anlaşamazdım ki. Çekilmez, şımarık, kara kalpli, şeytan tüylü, zengin bir züppe kabul edilebilirdi ama ruhu ölmüş biri kesinlikle dengim değildi.

Normalde ders çalışırken, -ben mutlaka bir yandan başka şeyler düşünmeye de devam ediyorken- iki kez mola veriyorduk. Ivan haftanın beş günü kesinlikle köşke geliyordu, bazen geç kalacak gibi olsa Jason onu yanıma getirmiyor adeta uçuruyordu. Bugünse cuma klasiği olarak, okuldaki dersi erken bittiği için öğleden itibaren kütüphanedeydik. Biraz daha erken gelse kahvaltıma yetişeceğini imayla söylediğimde beni şaşırtarak sonraki hafta için daha erken bir saat koşuluğuyla teklifimi kabul etti. Ben teklif falan etmemiştim. Birincisi erken uyanan adamlar, ikincisi de matematik öğrencilerinin benim kahvaltımla çözemediğim bir dertleri vardı.

"Paydos!" dedim kalemi attığımda. Ivan henüz kitaba eğik durmaya devam ediyordu. Küçük masa üstü saatimizi ona çevirdim. "Hiç öyle bakma. Dinlenme zamanımın bir saniyesini bile çalışarak geçiremem. Öylece bekleyebilir, nasılsa geri döneceğim."

Belini doğrulturken ben rahatlamayla gülümsüyordum Ivan da bıkkınlıkla ofluyordu. "Sözde öğretmenim ama senin karşında otorite sağlamak imkansız gibi. Umarım bu huyun sadece bana özgü değildir yoksa kendimi kötü ve yetersiz hissedeceğim."

Başımı yana eğdiğimde gözlerine saçmalama dercesine baktım. "Koskaca Leonard Alphan'ı bile canından bezdiyorum. Asla üstüne alınma."

"Sana büyücü diyor."

"Bana taktığı yüzlerce saçma isimden biri."

"Yüzlerce?" diye sorduğunda başımı sallayıp geçiştirdim çünkü gözlerim Ivan'ın uzaklaştırdığı kek tabağını arıyordu. "Anladım." Hemen ardından gülmüştü.

"Hey, ne oluyor? Soruyu berbat derecede yanlış çözmediğime göre neye gülüyorsun?"

"Hiç." Bana bakıp tekrar güldü. "Hiçbir şey olduğu yok." Ve işte yine.

Kollarımı birleştirip Ivan'a dik dik baktım. Söyleyecekti, söylemek zorundaydı. Merak etmiştim, artık kaçmak için çok geçti.

"Aklıma henüz lisedeyken flörtleştiğim bir kız geldi, hepsi bu."

"Ah tamam öyleyse," dedim gülümseyerek. "Ama o zaman neden bana bakıp güldün ki?"

"Çünkü senin tavırlarında bir an onu gördüm." Söylediğini yanlış anlamasam da ellerini panikle kaldırıp bana döndü. "Yani aynı şekilde Bay Leonard'da da kendimi gördüm demek istiyorum."

Gözlerimi irileştirdim. "İkimize bakınca liseli âşıkları mı anımsadın?"

"Âşık olduğunu gizleyenleri," diye kısaca açıkladı.

Gözlerimi Ivan'dan ayırdım. Sonra nereye odaklanacağımı bilemeyerek şaşkınca etrafa bakındım. Sandalyemi masaya girecek kadar itekleyip yönümü tamamen kitaplara çevirdim. Rahatlamayla attığım kalemi, elime bu kez gerginlikle aldım. Diğer elimi de uzatıp saatin yönünü kapıya döndürdüm. İşte tüm bunları yaptıktan sonra nefes alabildim.

"Gıcık kızın tekiydi," diye anlatmaya başladı. "Bir ön sıramda otururdu ve dirseğini masama yaslardı. Bunu yapmaya devam ederse kolunu tutup bir daha bırakmayacağımı söylemiştim. Öyle yaptı, öyle de yaptım. Bir ders boyunca gerçekten de o şekilde durmaya kararlıydım. Kaçanılmaz bir şekilde sınıftan atıldık tabii. Sonra hangimiz suçlu diye oylama yaptık ama kimse oy vermedi çünkü artık sevgili olup bizden kurtulmak istediklerini söylediler." Kucağında birleştirdiği ellerine bakarken, "Fil kafalı filozof ve kuş beyinli flamingo," diye mırıldandı.

Ivan'a döndüğümde suratım buruştu. "Birbirinize fil kafalı filozof ve kuş beyinli flamingo mu diyordunuz?"

Gayet normal isimlermiş gibi gülümsedi. "Tıpkı bir flomingoya benziyordu." Gülüşü hemen kesildi. "Sonuçta o bir kuş beyinliydi."

Ivan'ı böyle görmek çok tuhaftı. Yüzündeki çocuksu keder aşka hem yakın hem de bir o kadar uzaktı. Yeşil gözlerinde nihayet hüzün ve zeka dışında bir parıltı görünce içtenlikle gülümsedim. "Flamingoya âşıksın."

Beklediğimden daha çabuk toparlandı, kemikli yüzü yine olabildiğince sakin görünüyordu. Anı denize batıp çıkmamış gibi kupkuruydu dudakları. "Bunu da nereden çıkardın? Yoksa sen o gün akşam yemeğinde Bay Leonard'a âşık olduğun için mi zebani diye bir isim taktın?"

Bu defa hiçbir şey olmamış gibi ifadesizce masaya dönen yine ben oldum. Halbuki o esnada kalbim, kaburgalarımın arasında durdurulması güç ve patlama tehlikesi içeren yabancı bir maddeye dönüşmüştü.

Önümdeki defterde uzayıp giden sayıları net algılamaya çalışırken Ivan sessizliği bozdu. "İdil Ulukan kendi isteğiyle ders arasını mı bitiriyor yoksa bana mı öyle geliyor?"

Leonard'a beni sinirlendirdiğinde kapa çeneni diyebiliyordum ama Ivan'la gerçek arkadaş değildik. Bu nedenle ne düşündüğünü anlasam da düzgün bir karşılık veremiyordum çünkü düzgün cümleler kurabileceğim bir konu değildi bu.

Konu mu? Ne konusu, bu resmen bir suçlamaydı! Beni Leonard'a âşık olmakla suçluyordu. Kim o kadar aklını kaybetmiş olabilirdi ki? Ben mi? Ben bile aklımı henüz o kadar kaybetmiş değildim. Henüz mü...

Göğsünü masaya eğip bana mesafeli bir açıyla ulaştığında, "Tamam yine de ders arasındayız," dedi. "O nedenle ben bir telefon görüşmesi yapıp geleceğim, özgürce dinlen."

Ivan gitmeden önce yüzüne bile bakmadım çünkü belki de yanaklarım kırmızıydı. Kütüphaneden çıkıp kapıyı da arkasından kapattığında zaman kaybetmeden telefonu çıkarıp ekrandan kendimi görmeye çalıştım. Siyah erkandan yüzümdeki renk değişimini ayırt etmek mi? Tanrım, ben gerçekten de aklımı galiba o biçim kaybediyorum!

Kilidini açtıktan sonra telefonu hemen önüme bırakıp kollarımı da iki yana uzattım. Tırnaklarımı masada tıkırdatırken gözüm sadece rehber sekmesindeydi. Yeni kaydettiğim bir numara ve arayacağıma dair söz verdiğim fakat sözümü de tutmadığım biri.

Arama tuşuna basıp kulağıma dayadığımda ne yaptığımı fark ederek aceleyle kapatıp geri indirdim. Belki de benim numaram Leonard'da yoktu. Ben onunkini Manal'dan kaçak bir şekilde almıştım sonuçta. Manal da asla söylemeyeceğine göre bundan haberi olması imkansızdı.

Aynı dakikanın sonunda telefonum titredi.

Ellerimi yüzüme bastırdım. Arıyordu, o arıyordu! Neden yanlışlıkla yapılan sıradan bir çağrı olarak değerlendirmek yerine beni zora sokuyordu? Acaba ben olduğumu anlamış mıydı? Aslında öğrenmenin de basit bir yolu vardı. Uzun uzun çalan titreşim sona ermek üzereyken açıp kulağıma yasladım.

İkimiz de bir süre sessiz kaldık; hatta
nefessiz.

Soğukça ve sitemle, "Beni neden hiç aramıyorsun?" diye sordu.

Biliyordu, bu numaranın bana ait olduğunu biliyordu. Öyleyse o da tıpkı benim yaptığım gibi başkasından almıştı telefon numaramı. Meğer yine birbimizden gizlenerek birbirimize ulaşmaya çalışmışız. "Az önce aradım işte."

"İki saniye bile sürmedi."

Sesindeki şu sitem dolu tını gitmiş değildi, bu yüzden utançla üfledim. "Telefonla konuşmayı sevmediğin için seni rahatsız etmemeye karar vererek hemen kapattım."

"Ben sana öyle bir şey demedim, o Martin için geçerliydi. Ve," dedikten sonra kısa bir an sessiz kaldı. "Diğer herkes için."

Ayaklarımdan kulaklarıma tırmanan bir yanma hissederken parmağımı stresle dişledim. "Beni neden herkesin dışında tutuyorsun?"

"Çünkü sen rahatsız olduğum şeyleri yapmayı seviyorsun."

"Diğerleri sevmez mi bunu?"

"Diğerleri daha önce hiç denemedi ki bunu."

Boynumu esnetirken kendime itiraf etmek istemeyeceğim kadar aptalca gülümsedim. "Çünkü soğuk görünüyorsun, böyle yaparsan insanlar senden korkar."

"Ee," dedi abartıyla uzatarak. "Sen bana boşuna mı zebani diyorsun? Artık tüm dünya böyle biri olduğumu öğrenebilir."

"Ama sadece ben öyle söylüyorum." Deminden beri Leonard'la konuşuyor olmama rağmen kaşlarımı ilk kez çattım. "Bu isim en önce benim aklıma gelmişti."

"Hım," dedi ipeksi bir mırıltıyla. "Başka, yeni bir şey mi bulsunlar?"

"Bay Leonard desinler işte. Bu haliyle de yeterince soğuk ve itici."

"O zaman sen bana bir daha Bay Leonard dersen, gerçek adımın zebani olduğunu yazan imzalı broşürleri Berlin sokaklarında dağıtırım."

Adama resmen bir şeyleri dağıtmak pahasına da olsa sokaklarda halka karışmayı öğretmiştim... "Ben sana zaten uzun zamandır Bay Leonard demiyorum ki."

Güldü. "İşte bunu itiraf etmen iyi oldu, saygısız kız. Neyse," diyip toparlandı. "Hani bazen kızdığın zamanlarda ciddi görünmek için böyle söylüyorsun ya, o bile olmasın diyorum."

"Öyle anlarda, yani günün büyük bir kısmında ne söyleceğim o halde?"

"Zabani dışında mı ne söyleyeceğini soruyorsun?"

"Hı hı," şeklindeki fısıltımı, "Buldum!" diyerek tamamladım. "Eskiden olduğu gibi Leonardo diyeyim. Zaten ilk seferde adını da bir türlü öğrenememiştim."

"Leonardo kim ya?" diye sordu sinirle. Hem de gerçekten ses tonundan ayırt edilen bir sinirle. Kaşlarını, çatabileceği son noktaya kadar indirdiğine bile emindim.

"Bak işte, hoşuna gitmedi. Senin hoşuna gitmeyen şey benim hoşuma gider, o yüzden beni kızdırdığında sana Leonardo diyeceğim."

"Neyse." Üflemişti. Benimle konuşurken onu ne çok neyse demeye mecbur bırakıyordum. "Aklına daha da hoşlanmadığım başka bir şey de gelebilirdi, o olmadığı sürece bu kabul edilebilir."

Kulaklarımı dört açarken merakla, "Diğeri ne ki?" diye sordum.

Dilini damağına vurup gıcık bir ses çıkardı. "Söylemem. Sonra bana hep öyle seslenip beni çileden çıkarırsın. Hem belki zebaniden bile daha çok kullanırsın. Katiyen olmaz."

"Lütfen söyle, lütfen."

Bir süre sessiz kaldığında, mavi gözlerinin kısıldığını ve dudaklarını gamzesini belli edeceği kadar içine çekip bunu düşündüğünü hayal ettim. "Leo," dedi kısık bir sesle. "Bana Leo dersen çok kızarım."

Tırnaklarımın ucuyla oynarken dudaklarımı kemirdim. "Leo," diyerek onu denedim.

Nefesini dahi duyamayacağım kadar büyük bir sessizliğe gömüldüğünde yüz ifadesini bu kez hayal edemedim çünkü bunun Leonard'a ne hissetirdiğini bilmiyordum. Gerçekten öfkeli ya da oldukça keyifli.

"Sana böyle söyleme demiştim."

Ses tonunda değil kızgınlık, ufacık bir pürüz bile yoktu. Belki duygudan yoksun değildi ama duygularını sesinden saklamayı çok iyi beceriyordu. "Yapma dediklerini yaparım demiştim."

Nihayet gülse de bir kapının açılma sesini işittim. Leonard muhatabının ben olmadığımı anlayacağım bir tavırla, "Telefona bakmıyorsam meşgulümdür," dedi. Diğer sesin ne söylediğini duyamıyordum, muhtemelen elini telefonun hoparlörüne kapatmış ama suratına da yakın tuttuğu için kendi sesini duymamı da engelleyememişti. "İstedikleri kadar önemli ziyaretçiler olsunlar, ben de şu anda önemli bir konuşma yapıyorum. Madem anlaşmaya varmaya o kadar hevesliler, biraz bekleyebilirler." Aynı kapı yeniden kapanınca deminkine dönen bir ses tonuyla, "En son ne demiştin?" diye sordu.

"Sen az önce sırf konuşmaya devam edelim diye işini mi erteledin?"

"Ben işimi ertelemedim, onlar yanlış zamanda geldiler."

"Muhakkak," diye sayıkladım. "Ama yine de keşke görüşmeyi kabul etseydin çünkü benim kapatmam gerek."

"Ne demek kapatmam gerek?" Soğuk ve sitem dolu sese geri dönüş. "Hem beni aramıyorsun hem de ben seni aradığımda kapatman gerekiyor. Ben ne anladım bu işten?"

Telefonu kulağımdan indirip ekranı kontrol ettim. "Ayrıca şarjım da bitiyor. Vedalaşamadan her an çat diye yüzüne de kapanabilir ve aslında düşününce öylesi daha iyi olurmuş."

"Şarj makinesi diye bir şey var. Seninki kadar eski telefonların bile vardır."

Hazır göremiyorken rahatça gözlerimi devirdim. "Sen tabii patlama tehlikesi taşıyan bir telefon kullanmadığın için Amy'i anlayamazsın. Yani beni," diye düzelttim. "Bu ikimizin ortak telefonu da."

"Daha azını beklemezdim."

Artık sıkıntıdan üflemeye ve tepkisel baygınlıklar geçirmeye başlayan Ivan'a baktım. Onun görüşmesi çoktan bitmiş, geldiği andan beri sandalyeye oturmuş tavanı izliyordu. "Dersim başladı, artık gerçekten gitmek zorundayım."

"İyi tamam, Ivan'ı seç." Bu koca adamın her konuda çocuk gibi alıngan olması normal miydi? "Ben de diğer sıkıcı işime döneyim."

"Benimle konuşmak sıkıcı bir işti yani, öyle mi?"

"Seninle konuşmak büyüleyici bir işti, büyücü. Sıkılmayayım diye yine büyü yapmışsın. Şimdi de git matematikle büyü yap. Hadi, iyi büyüler."

Gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım ve beni kızdırmadığı halde, "Hoşça kal Leo," diyip telefonu suratına kapattım.

Ivan'a bakmamaya çalışarak telefonu uzak bir noktaya itekledim. Zebani desem bundan iyiydi. Leo, her ne kadar Leonard'ın sözde nefret ettiği bir isim kısaltması olsa da öfkelendiği bir anı hatırlayamadım. Ayrıca kulağa daha hoş ve samimi geliyordu. Ve bana da tıpkı bunun gibi hoş ve samimi davranıyordu.

"Hislerinden sıyrıldıysan biraz da benimle bilim tartışmak ister misin, büyücü?"

Kemikli parmaklarının arasında tuttuğu koyu yeşil kaleme ve yosun yeşili gözlerindeki imaya bakarken hınzırlıkla gülümsedim. "Eğer benimle kavga etmeden aynı sırayı paylaşacaksan neden olmasın, fil kafalı filozof?"

***

Ivan'ın cuma günü daha erken geldiğini söylemiştim ama bu diğer zamanlar olduğu gibi akşama kadar kalacak demek değildi. Sadece farklı olarak mola süremizi daha uzun tutuyor, Ivan acıkırsa yemek yiyorduk. Leonard'ın açık büfe tabirinin gerçeklerden yoksun bir alay sanmış gibi basbayağı acıkmıyordu. Yani matematik çözdüğü halde acıkmıyordu, bu enerjiyi nereden buluyordu?

Profesör Tunç'un bana ders verdiği takdirde olacakları merak ediyordum doğrusu. Eğer bana, liseli gençlik dönemlerinde bir kızın ona fil kafalı filozof dediğini söylese soğukça gülümseyip geçerdim. O yaşta ve o görünüşte bir adama asla aynı şekilde hitap edecek kadar samimi olamazdım. Ama Ivan öyle değildi, kendimi sanki bir sınıf arkadaşımla birlikte matematik yazılısına hazırlanıyor gibi hissediyordum. Bu yüzden şanslıydım; umutsuz hayatım için bir şükür sebebi daha...

Konuşmalarından anladığım kadarıyla Leonard bir zamanlar Profesör Tunç'un öğrencisiymiş. Yani ihtimalini düşünürken bile gerildiğim hatta ilk gün stresten ağladığım gerçekle yetişmişti. Fakat o benim gibi değildi, geçen hafta dersi anlatışında bile bana kıyasla matematiğe ne kadar yatkın olduğu belli oluyordu. Ayrıca anlayışlıydı da, düşündüğüm gibi aniden çarpım tablosu sormamıştı hiç.

Bugünkü dersin bitiminde, hafta sonu konuyla ilgili test ve deneme sınavı yapacağına, önümüzdeki pazartesi de sonraki konuya geçmeye hazır bir bilgi birikimiyle geleceğime dair Ivan'la sözleştik. Ve sözüme inandı. Ama cidden, bana inanacağı bir seviyeye yükselmek için de çok çalışıyordum. İkimiz de, üçümüz de, matematik ağırlıklı bir bölüm seçmeyeceğimi biliyorduk. Bu nedenle sayılar teorisi, analiz, olasılık ve istatistik, son olarak da temel seviye geometri işeyecektik.

"Bugün biraz fazla çalıştığımız için yarın daha az çalışır mıyız?"

"Elbette hayır," dedi çantasını toplarken. Yüzüme bile bakmamış, sadece notlarını doğru sırayla yerleştirmeye odaklanmıştı. "Ben her gün birer dakika arttırmayı bile düşünüyorum."

"Komik değil. Böyle hassas konularda benimle dalga geçmemelisin."

Postacı çantasını omzuna asarken gözlerini devirdi. "Senin matemetiğe olan nefretini düşmanımın bana hissetmesini istemezdim."

Dudaklarımı şişerek ofladım. "Öyleyse sen düşmanına karşı bile sakın matematik kadar çekilmez ve anlaşılmaz olma."

Ivan'ı yolculamak ve akşam yemeğine kadar Manal'la fiskos edebilmek için kütüphaneden birlikte çıktık. Hafta sonları Ivan gelemezse buraya bir daha asla girmiyordum çünkü tatilimin son saniyesine kadar kullanırdım.

Merdivenlerden inerken, "Bugün de bizimle akşam yemeğine kalabilirdin," dedim.

"Neden sitemle söyledin ki?"

"Çünkü dersi bitirdiğin saate bak! Neredeyse akşam oldu, hava kararacak. Bana tatil borcun var diyorum, kabul etmiyorsun."

Ivan hızlı hareket ettiği ve enerjisi hiç azalmadığı için benden önce inmişti, hâlâ peşinden sürünüyordum. Arkasını dönüp yukarıya, bana baktığında nedense gülümsedi. "Sana burada yemeklerin sıkıcı olduğunu söylemiştim."

"Leonard sıkıcı değil!" diye parladım. Merdivenin bir basamağında öfkeyle kalsam da sesimi alçattım. "Bizimle yemek yemekten hoşlanmıyorsan peki tamam. Ama bunun sıkıcı olduğunu söyleme."

Kanımı beynime sıçratma pahasına yine güldü. "Sen gerçekten eğleniyor musun ki?"

"Ben mutlu oluyorum," diye düzelttim. Ivan parmaklarını çantasının askısına dolayıp, küçük adımlarla kapıya doğru geri geri giderken ben de inmeye kaldığım yerden devam ettim.

"Yemeklerimiz gayet keyifli geçiyor fakat sen anlamazsın. İkimizin dışında kimse anlamaz."

"İkiniz," dedi küçümseyici bir gülümsemeyle.

"Biz! Ben ve o. Leo." Basamaklardan tamamen indiğimde salonla merdiveni ayıran duvarı da geride bırakmıştım. Kafamı Ivan'ın gevrek bir gülümsemeyle baktığı yere, şömine önüne çevirdim. Amanın.

Leonard tüm zarafeti ve eksiksiz parça lacivert takım elbisesiyle elleri pantolunun cebinde, üstündeki kumaşın renginden dolayı daha mat duran mavi bakışlarını düşünceyle kısmış, dudakları gülmemeye çalışmaktan ya da konuşmaya direnmekten sımsıkı kapanmış bir halde bana bakıyordu.

A-ma-nın.

Başımı çevirip Ivan'a baktım. "Sen gidiyor musun? Tamam o zaman. Dikkatli git. Jason'a söyle, o da dikkatli gitsin."

"Jason seni dışarıda bekliyor, teşekkürler." Bakmamaya dirensem de Leonard'ın yüzünü bana çevirdiğini anladım. "Her şey için teşekkürler, Ivan."

Ivan saygılı bir baş selamı verirken benimle göz göze gelmemeye çalıştı. Kapıya doğru yürüdüğünde çıkana dek el salladım. Hiç kimse burada değildi, tıpkı Leonard bir anda eve gelince herkesin ortadan kaybolması gibi.

"Sen nereye kaçıyorsun?"

Merdivenin ilk basamadığında kaldığımda içimden bir küfür savurup dudaklarımı kemirdim. Elimi tırabzanda tutmaya devam ederken sırtıma geriye eğip, duvarın izin verdiği ölçüde Leonard'a baktım. "Gidip biraz konu tekrarı yapacağım, unutuyorum sonra."

Dudağını hadi oradan dercesine yana kıvırdığında yüzünü ekşitti.

Azıcık daha eğilsem belim kırılacağı için boğuk bir sesle son kez deneyerek, "Ya da sadece biraz kitap okurum," dedim.

"Bence artık dinlenmelisin. Hem acıkmadın mı? Ben işten geldim ve bu yüzden çok açım."

Kurtuluşum olmadığını anladığım için ayaklarımı mecburiyetle geriye kaydırıp merdivenden indim. Yine de aramızda sağlıklı bir uzaklık sağlayan birkaç metrelik mesafe vardı. "Bugün ara öğünlerimi fazla kaçırmışım. Akşam yemeğini yemem diye düşünüyorum."

"İstediğin kadar yemiş ol, onun adı ara öğün. Sağlıklı bir yemeğin yerini tutmaz."

Parmaklarımı çıtlatırken omuz silktim. "O zaman ben de acıktığımda yerim."

"Sofra kurmak için senin midenin keyfini mi bekleyeceğiz?"

"Evet öyle yapacağız, Leo."

Ne kızdı ne de mutlu oldu, anlık bir şaşkınlığın etkisiyle dudakları aralandı. Duygularını belli etmemeyi seçtiği anlar aklından ne geçtiğini hiçbir zaman tahmin edemiyordum ama şu an zihninin içini görebilmeyi çok isterdim.

"Peki senin acıkman için ne yapmak gerek?"

Güzel bir yemeğin kokusu kadar basit... "Birazcık vakit geçmesi lazım."

"Hadi o zaman gidiyoruz."

"İleriki bir zaman dilimine mi?" Kötü esprim havada kalmasın diye kendime acıyarak tatlı tatlı gülümsedim.

"Ben bir mucit değilim sadece araba kullanabiliyorum." Bir eli cebindeyken bakışlarını kol saatine indirdi. "Sağlıksız bir şeyler yerine şık bir yerde yemek istersen bir saat sonrasına rezervasyon yaptırabilirim."

"Sağlıksız ve tadı güzel olanı seçiyorum."

Arkasını dönüp koltuğa yürüdü. "Suratındaki kurşun kalem izlerini temizleyip gel, büyücü."

Yalancı. Halbuki yüzümü göreceği kadar yakınında değildim. Laf olsun torba dolsun, büyücü diyeceği bir cümle bulsun. Zebani dediğin başka ne isterdi ki.

Merdivenleri gürültüyle tırmanıp odamın kapısını çarparak kapattığımda ellerimi çırptım. Leonard'ın sessiz olmamla ilgili haykırışlarını güzel bir müzik gibi dinleyeyip banyoya girdim. Oranın kapısını da çarptım.

Aynadaki yansımam matematiği anlamaya çalıştığım için yorgun olduğumu fısıldıyordu. Yüzük parmağım kadar olan kapatıcıdan bir miktar alıp, göz altlarıma yedirerek biraz tazelenmeye çalıştım. Çenemde sönmüş ama kırmızılığı kalmış küçük bir sivilce vardı. Amy böyle kötü zaman nazar boncuklarını kapatmamın sağlıksız olduğu konusunda beni daha önce uyarsa da onu dinleyecek değildim. Söylemesi kolaydı tabii, bebek suratlı Leonard'dan habersizdi.

Yirmi beşinin baharında genç bir zebani ne kadar kusursuz olursa o da o kadar mükemmel görünüyordu. Cilt bakımına gittiğine emindim, bence odasındaki çekmeceler maske ve krem doluydu. Kafasına yastık attığım an dışında saçlarının tek bir telini bozuk görmemiştim. Rujumu sürerken kıkırdadım.

Dudaklarımı eme eme banyodan çıktığımda beni elbise dolabının köşesindeki boy aynası karşıladı. Yansımama doğru yavaş yavaş yürürken kaçamak bakışlar attım. Her zamanki gibi görünüyordum ve her zamanki görüntümün dışına çıkabilecek tek bir kurtarıcım vardı.

Dolabın kapağını açtığımda hâlâ kararsızdım. Ya dört pantolonumdan birini ya da henüz giyinmediğim ve olası özel zamanlara ayırdığım ekose eteğimi giyinecektim. Gözlerimi kısıp hayatımı düşündüm. Bir daha baloya gitmeyeceksek sanırım Leonard'la akşam yemeği yemek artık en özeli sayılabilirdi.

Pantolonumu çıkarıp yatağa oturduğumda siyah renk parlak külotlu çorabımı giyindim. Üst bacaklarımdan çekmek için tekrardan ayağa kalktığımda belimden yukarıya götürdüm. Evet, ben her şeyi birkaç beden büyük alan ama asla boyu uzamayan ve muhtemelen artık bir santim bile uzamayacak olan o kişiydim.

Kazağımı da üstümden çıkardığımda her kızın yaptığı gibi aynadan bu halimi keyifle inceledim. Keşke bir günlüğüne erkekler sokağa çıkmasaydı da böyle çılgın bir özgürlükle dışarıda gezseydik. Bunu çok kişi en az bir kez düşünüp istemiştir.

Ekose eteğimin rengi siyahtı ama çizgileri beyazdı. Yapabileceğim en mantıklı hamle üzerine yine beyaz bir kazak giyinmekti çünkü paltonun rengi de beyazdı ve Leonard'ın yanında bir külah karışık dondurma gibi rengarenk dolaşmak istemiyordum. Kazağımı bu düşünceye sığınıp üstüme geçirdiğimde dar olan alt kısımları da eteğin içine sıkıştırdım. Aynaya iyice yaklaştığımda ellerimle göğüslerimi düzelttim. Hadi ama İdil, onlar zaten harika görünüyorlar.

Hırkalarımı aklımdan hemen silmeye çalıştım çünkü hem hırka hem palto fazla gelecekti ve ben kesinlikle o paltoyu giymek istiyordum. Birkaç dakika sonra evden çıkacağımız düşünülürse böyle durmam sorun olmazdı. Ellerimi göğüslerimden çektim.

Henüz ev terliklerimle istediğim gibi görünmesem de Leonard'ın karşısına tamamen hazır olmaya yakın bir şekilde çıktım. Oturuşunu düzeltmeden önce bakışlarını telefonundan çekti. Yüzümden başka hiçbir yere bakmamaya çalışırken gözlerini üst üste kırpıştırdı.

Ağır hareketlerle ayağa kalktığında telefonu ceketinin cebine sıkıştırarak yürüdü. "Büyü yapıp hava şartlarını mı değiştereceksin?" Hâlâ kıyafetlerime bakmadan sadece gözlerime doğru konuşuyordu ama nasıl giyindiğimi biliyordu. Büyücü Leonard. "Belki unutmuşsundur, Berlin'de hava ısınmış değil."

"Sıcağın yanından ayrılmak istemiyorsan sen şömine dibindeki koltuğunda tünemeye devam et, zebani."

Ruhsuzca bakmaya devam ederken bir yandan kibirle gülümsedi. "Ben gelmezsem yapabileceğin en eğlenceli aktivite Manal'la bahçede piknik yapmak olur."

"Sen öyle san," dediğimde diğer tarafa dönmüştüm ki kolumu, zar zor hissedeceğim kadar hafifçe tuttu. Adım atmasam da hemen o saniye teması kesmek yerine bana dokunmaya devam ederek önüme geldi.

"Tamam bir gün Manal'la piknik yapıp kıyasla." Kolumu yavaşça serbest bıraktı. "Ama önce bir kez benimle dene."

Kazağımın kumaşından kopup giden, tenimdeyse bir kalıcık bırakan parmaklarından ayırdım bakışlarımı. "Sen işi bulandırana kadar zaten öyle yapıyorduk."

Vücudunu bir milim kıpırdatmadan başını yana eğidi. "Düş önüme."

Omuzlarımı kaldırıp indirdikten sonra dediğini büyük bir zevkle yaparak Leonard'ı peşimden gelmeye mecbur ettim. Sinir bozucu derecede yavaş yürüdüğü için ben çoktan vestiyere ulaşmıştım. Yarım, siyah botlarımı yerinden çıkarırken paltoyu da düşmemesi için omzuma attım. Paltoyu omzumdan çekip kendi koluna sararak zarifçe tuttu.

"Ayakkabılarını rahatça giyin." Bana bakmak yerine suratını bozup botlarıma bakıyordu, işte yine bir şeyimi beğenmemişti. "Hem zaten arabanın içi de sıcak oluyor, sen sevmiyorsun öyle."

Sıcağı seven zebani bu noktada haklıydı. Araba, ev, sözünü geçirebildiği her kapalı mekanı bunaltıcı derecede bir sıcaklığa getirmeye çalışıyordu. Bence Leonard asla ısınamadığı gibi hiç terlemiyordu da, bunun başka açıklaması olamazdı.

Dışarı çıktığımızda bizi donuk bir soğukluk karşıladı. Jeep araç yolunda hazır beklediğine göre şu eski model arabayı da Jason almış olmalıydı. Leonard'ın onu hiç kullanmadığına bakılırsa galiba Hans'a aitti. Küçükken o kadar dikkatli biri olmadığımdan beni hangi arabayla gezdirdiğini hiç hatırlamıyordum.

Jeep'e ulaştığımızda değil kapımı açmak bir de paltoyu burnuma sokacak kadar uzatmıştı. "Vazgeçtim soğukmuş, giy bunu."

Yüzüme değen paltoyu çekiştirerek aldım. "Sen az önce klimayı açacağını büyük bir yetenekmiş gibi söylemedin mi?"

Kendi paltosunun yakasını düzeltirken yine sadece gözlerime baktı. "Düşündüm de bir sıcak bir soğuk hasta eder seni. O yüzden şimdiden giy, bir daha da çıkarma."

Saçlarımı düzeltirken kaşlarımı çatmamak içten değildi. "İki haftaya bir hasta olan sensin, beni kendinle karıştırma." Söylene söylene de olsa paltoyu giyindim çünkü insanın tenine işleyen bir serinlik vardı.

Motoru çalıştırdıktan sonra klimayı da düşük bir seviyeyle sıcağa ayarladı. Bacaklarım ılık hava akımını hissettiğinde yavaşça çözülüyordu. Ellerimi de küçük çantamın üzerinden uzatıp, çaktırmadan bu sıcaklıktan faydalanmaya çalıştım.

"Beni nereye götürüyorsun?"

Gözlerini yoldan ayırmadığı süre boyunca sorumu duymadığını düşündüm. "Seni yol üstündeki herhangi ucuz, sağlıksız bir lokantaya bırakacağım."

"O yüzden mi otobana saptın?"

Hiçbir şey demedi.

İçime içime gülüp geriye yaslandığımda ellerimi de bacaklarımdan çekip göğsüme bağladım. Teklifini neden hemen kabul etmiştim ki? Hayır demeli ve peşimden sürüklemeliydim. O anca bu dilden anlardı.

Sessizlik uzayınca, "Benim sana şimdi ne kadar borcum birikti?" diye sordu.

Dalga geçip geçmediğini anlamak için inadımı kırıp Leonard'a döndüğümde bakışlarımı kıstım. "Borç mu? Ne borcu?" Bilmeden bir iyilik yapmış olabilir miyim diyeceğim ama söz konusu zebani olunca bu da pek mümkün değildi.

"Hani satıp hakkın olan parayı sana veremediğim araziyi." Gözlerinden anlamamı ister gibi kafasını çevirip birkaç saniye bana baktı. "Her gün bana faiz işleyeceğini konuşmuştuk."

"Hı," diye mırıldandım. "Evet, evet. Borcun bayağı birikti."

Bugün neredeyse ilk kez gerçekçi güldü. "Ne kadar oldu peki?"

"Öyle çok ki saymayı bıraktım. Ivan'la hesaplayalım dedik, onun bile matematiği yetmedi."

Gülme molasında dudaklarını yaladı ve gözleri hâlâ kısıktı. "Eyvah, ben bitmişim o zaman. Nasıl ödeceğim şimdi?"

"İstersen parça parça ver, seni bu genç yaşında iflas ettirmeyeyim şimdi."

"Yaşım genç mi gerçekten?" Cevap olarak başımı salladığımı gördüğünde yeniden önüne döndü. "Öyleyse yüce kalbin hiç değilse bugünlük kredi kartlarımı kullanmayı da kabul eder."

"O niye?"

Omuz silkti. "Üstümde hiç nakit yok, bana biraz acı."

Ve Leonard beni kandırıp alışveriş merkezine götürdü. Aslında bunu daha önce söylemişti, yani birbirimize hediyeler alacağımızı ve borçlu olduğu için onun ödeyeceğini. Bir avukat gibi beni, yine bana karşı savunduğu için ona inanıyordum. Aynı zamanda talan etmek, batırmak, maddi olarak soymak istiyordum.

Arabayı kapalı otoparka park ettikten sonra güvenliği geçip göz kamaştırıcı bir ışığa çıktık. Aynı zamanda göz kamaştırıcı insanların arasına. Herkes şıklık yarışında gibi ışıltılıydı ve ben de bugün sırf etek giydiğim için bir anlığına kendimi dünyanın en güzel kızı sanmıştım.

"Burası da ne böyle be," diye söylendim.

Leonard başını çevirip bana baktı, ben ona bakmadım ama anlamıştım. "Burası bir alışveriş merkezi. Bak şunlar da içindeki ürüne göre türlere ayrılan dükkanlar." Parmağını bir sağa bir sola uzatıyordu. "Hareket eden basamaklara yürüyen merdiven deniyor. Orada asansörler var, seni yukarı taşır. İnanır mısın aşağıya da geri indirir."

"Uzaydan gelmedim bunları biliyorum herhalde."

"Ama etrafı bir uzaylı gibi inceliyorsun. Benim tanıdığım İdil'in şimdi sağa sola koşuşturup beni de peşinden sürüklemesi lazımdı."

Dudaklarımı içten içe bir nazlanmayla büktüm. Ellerimi yumruk yapıp paltomun içine sıkıştırdığımda küçük adımlarla yürümeye başladım. Adım attıkça birbirinden iyi giyimli insanların arasına karıştık ama ben bir an olsun onlara uyum sağladığımı düşünmedim.

"Gel bak, buranın mimarisi çok iyidir." Omuz atarak yön verdiğinde bizi sarı ışıklı genişçe bir mağazanın içine soktu. "Hem erkek hem de kadın giyimi var. Bu sayede özgürce hareket ederken aynı yerde bulunmuş oluruz."

Gözlerimi korkuyla irileştirdim. "Ne yani, gidiyor musun? Burada tek başıma mı takılacağım?" Bakışlarını kısmen kalabalık mağazının içinde dolaştırınca kısık bir sesle, "Yani tanımadığım insanlarla," diye ekledim.

Dudağının içini kemirirken askılıkları inceledi. "Ya da ben de seninle geleyim. Sen şimdi en kötülerini bulup seçersin sonra beğenmeyince borcumu da silmezsin."

"Aynen öyle yaparım," dediğimde koluna girdim.

Çünkü Leonard bana güven veriyordu ve ben bunu kabul etmek zorundaydım. Bunu hissediyorsam inanmayı da bilmeliydim. Üslubumuzun saygı seviyesi tartışmaya açık olsa da birbirimizle kısa zamanda mühim şeyler paylaşmıştık. Ve yine o, bana sözleriyle savaş açıyor ama bir yabancının değil kırıcı konuşmasına, bana karşı ağzını açmasına bile izin vermiyordu.

"Bütün gün kolumda mı gezeceksin?" Yaptığı zebanilik karşısında kolundan çıkıyordum ki diğer elini bastırırak beni durdurdu. "Sadece bir soruydu. Sen de hiçbir şeyden anlamıyorsun. Tamam söylemedim say, yürü."

Benim daha yabanıl olmam lazımdı ama kadın giyimini içeren bir koridora saptığımızda etrafı inceleyen oydu. Mavi bakışları ciddiyet dışında kısıldığında o kadar komik görünüyordu ki üstümdeki gerginliği atabilsem bununla saatlerce dalga geçebilirdim.

Elimde bir karıncalanma hissedince Leonard'a döndüm. "Biraz daha sıkarsan nefes almayacağım."

"Senin nefes borun kolunun içinde mi?"

"Parmaklarım uyuştu diyorum," derken çekiştirmeye çalışıyordum.

"Ne yapıyorsun?" diye fısıldadı stresli bir aceleyle. Temasımızı kesmeme izin vermedi. "Beni hem zorla bu bölüme getirdin hem de gitmeye çalışıyorsun. Yolumu kaybetmiş gibi tek başıma mı dolaşacağım?"

Yüzüne dişlerimi sıkarak döndüm. "Sadece biraz hareket özgürlüğü!"

"Bağırma, herkes bize bakıyor."

"Hiç kimsenin umurunda değiliz." Yine de emin olmak için çevremize kaçamak bakışlar attık. Her an, ufacık bir taşkınlığımızla tüm sosyetenin dikkatini üstümüze toplayabilirdik.

"İyi, çok meraklıysan git. Kaybolursan bir çocuk gibi adını anons yaptırırım."

"Asıl sen kaybolma," dedim kolumu bıraktığında. "Buralarda yoksan Jason'ı ararım gelip beni eve götürür."

Gözlerini şüpheyle kıstığında, "Hiç düşünmezsin değil mi hangi cehenneme gitti bu adam diye? Sana güvenmemem gerektiğini biliyordum büyücü," dedi.

Arkasını döndüğünde dil çıkarmaya direndim. Gerçi Leonard'la kavga etmek bana yine iyi gelmiş, stresimin büyük bir kısmını atmıştım. Peki bu defa cidden kızdıysa? Ya beni rezil etmek için gerçekten burada bırakıp tek başına dönerse? Bu yeni korkumunun zihnimin içinde kötü sahnelerle şekillenip, büyük bir fobiye dönüşmesini kurgularken elimdeki askılığı tutuşum hafifleşti. Leonard'ın gittiği yöne panikle döndüm.

Ellerini cebine koymuş bir şekilde elbiselere bakıyordu. Çiçekli olanlardan birini, sanki ateşten bir parçaymış gibi tırnaklarının ucuyla tutup çevirdiğinde kaşlarını çatarak inceleyip hemen bıraktı. Sonra da biri onu izliyor mu diye etrafına bakınmayı ihmal etmedi.

Bu şapşal zebani beni asla burada tek başıma bırakmazdı.

Birbirinden farklı tarzların arasında kendime uygun parçalar bulmam fazla zamanımı almadı. Seçtiklerimi koluma yerleştirirken hiç değilse gözlerimi doyurabilmek için bakışlarımı gezdirmeyi de ihmal etmiyordum. Acaba Leonard'ın bana ne kadar borcu vardı? Bunu Ivan'la hesaplamamın zamanı gelmiş olabilirdi. Hatta Ivan'ı özel muhasebecim yapabilirdim.

Yaklaşık yirmi dakika boyunca değil Leonard'ı, tüm hayatımı unutacak kadar çılgınca kıfayet incelediğimden zamanın nasıl geçtiğini anlamamıştım. Kolumda zorlukla seçebildiğim iki kazak ve bir bluzle mağazının içinde dolanarak Leonard'ı aramaya başladım. Eğer gerçekten ortadan kaybolduysa elimdekileri yere atıp buradan çığlık çığlığa kaçardım.

Neyse ki onu kısa sürede buldum. Kabinlere yakın olan bekleme alanındaki üç koltuktan birinde oturuyordu. İki erkek de yer olmadığı için ayakta dikiliyordu. Aynı zamanda yine bu iki erkek, o hiç umursamasa da bacak bacak üstüne atan Leonard'a öfkeyle bakıyorlardı. Çünkü diğer iki koltuğun üstü de birbirinden çeşitli kıyafetlerle doluydu. Gizlice incelediği çiçekli elbisenin en üstte durduğuna bakılırsa giysileri buraya istifleyen de o olmalıydı.

Adımlarım acelesiz olsa da dikkatini çekebilmek adına yankılıydı. Geldiğimi fark ettiğinde elini çenesinden çekip bana baktı. Ayağını sallandırmayı kestiğinde kararsızlıkla da olsa oturduğu yerden kalkıp bana geldi. Sayemde boşa çıkan koltuğa da onlardan biri oturmuştu.

Kolumdakilere üstünkörü bakarken, "Beni peşinden sürükleyip her hafta alışveriş merkezine getirmek için sadece birkaç tane seçebilmişsin," dedi.

"Bunları da sana ayıp olmasın diye aldım zaten. Fikrim değişmeden ödemesini yapsan iyi olur."

Başıyla arkasında kalan koltukları işaret etti. "Seninle bir daha alışveriş merkezine gelmemek için çalışanlardan defolu ürünleri getirmelerini rica ettim. Hepsini alıyoruz."

Kahkahalarla gülmemeye direndim. "Burada defolu giysiler varmış yani, öyle mi? Gidip bakacağım."

Beni tutmasına fırsat vermeden yanından süzüldüğümde birkaç adımda koltuklara ulaştığımda kendi seçtiklerimi de buraya bırakıp çiçekli elbiseyi kaldırdım. Siyah kumaşın üzerindeki küçük, pembe çiçekler o kadar zarif işlenmişti ki karanlığı ve naifliği aynı anda sunuyordu. Eğer zenginseniz ve kalın bir paltonuz varsa hiç üşümezdiniz.

Elimde tutmaya devam ederken Leonard'a dönüp, "Defolu?" dedim imayla.

Elbiseyi elimde incelerken dudaklarını büzüp ciddi ciddi düşündü. "Yani ben özellikle en kötü olanları getirmelerini söylemiştim ama demek burası tıpkı tahmin ettiğin gibi mükemmel yer." Sessizliğim üzerine sıkıntıyla ofladı. "Söz ağızdan bir kere çıkar. Mecbur alıp gideceğiz artık, düş önüme."

Arkasını döndüğünde önüne geçmek yerine ben de arkamı dönüp kabinlere ilerledim. "Sen önden git, ben bir tane defoluyu denemek istiyorum."

"Sen nereye gideceksin?" diye sorduğunda peşime takıldı hemen.

"Deneme kabinine."

"Basbayağı hemen şimdi giyecek misin bunu?"

Aynalı bölüme geldiğimizde ona duvara asılan, kırmızı harflerle erkeklerin bu bölüme girmelerinin kesinlikle yasak olduğu tabelayı gösterdim. Galiba ortak giyim mağazası olduğundan ve kim bilir daha önce neler yaşandığından bu mahremliğin altını çizmişlerdi. Yazıyı Loenard da fark ettiğinde utangaç bir tavırla birkaç adım geriledi.

"Şu odalardan birinin içinde olurum."

"Ama yani hangisinde?" Bakışlarımı kıstığımda sonunda ne söylediğini fark edip, sırtını dikleştirerek toparlandı. İşaret parmağını bana doğrulttuğunda geri geri yüreyerek uzaklaştı. "Ortadan kaybolursan ne yapacağımı biliyorsun."

"İdil Ulukan hangi soyunma kabinindesin diye anons yaptırırsın, anladım."

Sözün doğrusu delidir ne yapsa yeridir değil de zebanidir ne yapsa yeridir olmalıymış. Köşkün ayrı ayrı köşelerinde olduğu yetmezmiş gibi dışarıda da peşimi bırakmıyordu. Kabine gel desem gelirdi, yüzsüz.

Utançla kaçışısını ve bu elbiseyi gizlice inceleyişini hatırlarken gülümsedim; şapşal yüzlü.

Kabinlerin sıralandığı yer geniş bir oda kadardı çünkü mağaza büyük olduğundan birkaç farklı yerde deneme kabinleri bulunduğunu anlamıştım. Altın sarısı ve tıpkı bir altın gibi parıltılı perdeyi itekleyip içeriye girdim. Paltomla çantamı çıkarıp astığımda zaman kaybetmeden soyunmaya başladım. Bir yandan da aynaya iyice yaklaşıp suratımda herhangi bir olumsuzluk var mı diye incelemeyi de ihmal etmiyordum. Eteğimi çıkarmak için botlarımdan kurtulurken ahşap zemine baktım. Temizdir, temiz.

Elbiseyi üstüme geçirirken heyecan doluydum. Kolaylıkla giyindiğimde aynaya dönmek için sabırsızlansam da önce tamamen hazır olmak istiyordum. Fakat gel gör ki şu baş belası fermuarlar... Kapandığında her ne kadar güzel dursa da kapanacağı ana gelene dek baş belasıydılar.

Elbise tıpkı göründüğü gibi bayağı dardı. Fermuarı en azından sütyen kopçamın altına dek çıkarabildiğimde saçlarımı düzeltip aynaya döndüm. İşte bu kez sadece kendime ağız dolusu bir amanın diyebilirdim!

Her ne kadar fermuarımı tamamen kapatamadığım için omuz kısımları biraz pot dursa da acayip şık olmuştum, özgüvenim tavan yapmıştı. Ben meğersem zayıfmışım ve belim kusursuzmuş. Yan döndüğümde kalçalarım güzel bir kavis oluşturuyordu. Dizlerimin üstünde olduğu yetmezmiş gibi bir de kalçam eteği daha da yukarı taşıyordu. Boyumu da uzun gösterebilmek için hemen botlarımı giyindim.

Perdeyi usulca açtığımda başımı uzatıp bakındım. Birkaç kadın fısıldaması dışında oldukça sessizdi. Ayaklarımı kaydırdığımda bağcıklarımı bağlamadığım için dikkatli ve minik adımlarla ilerledim. Sanki farklı ve cazibeli ve aynı zamanda aksinin düşünülemeyeceği kadar önemli biri gibi hissediyordum. Onların arasına karışmak için buraya gelmiş gibi değil de zaten her şeyin en iyisine layık gibi.

Ben kendimi izleyip bu yeni görüntüme alışmaya çalışırken birkaç sıra ilerideki kabinlerden birinin perdesinin açıldığını da aynadaki yansımadan fark ettim. Topuklu parlak çizmeleri sayesinde benden iki karış daha uzun görünen sarışın bir kızdı ve neredeyse hemen aynı saniyede aynadan göz göze geldik. Başını çevirip bana baktığında ben de bakışlarımı aynadan çekip refleksle onun gerçek silüetine baktım.

Kolundaki kumaşlardan biri, üstümdeki elbisenin aynısıydı. Beni tepeden tırnağa ezici bir bakışla süzdükten sonra elbiseye baktı. Eğer almayacaksa kabinin içinde bırakacak birine benziyordu. Fakat beni daha da şaşırtarak elbiseyi iğrenç bir şeymiş gibi yere attı. Yüzüme bir kez daha bakmadan çekip gitti.

Alt dudağımı ısırıp hızla geri dönüp perdeyi çektim. Elbiseyi beni yüzümden almamıştı oh ne hoş! Ama bana çok kötü bakmıştı, bir insan birinden nasıl birkaç kısa saniyede nefret edebilirdi ki? Ayrıca elbiseyi de yere atmıştı, çok yazıktı. Anlamazlardı.

Dışardan tanıdık bir sesin, "Bitmedi mi?" dediğini duyana kadar o seksi kız gibi görünebilmek için terbiyesizce pozlar verip kendimi inceliyordum.

Korkuyla irkildim. Bu nasıl soruydu? Sanki tuvalete girmiştim. Aramızda perde yokmuş gibi kaşlarımı çatarak, "Bitse burada durmam herhalde," dedim.

"Ayırdıklarım paketleniyor sen de çıkarsan artık gidebiliriz. Hadi, çık artık."

"Bekle de eski kıyafetlerimi giyineyim! Ayrıca uzak bir yerde bekle, yasak diyor adamlar yahu."

"Ya diğeri?" diye sordu. "Kesin çok kötü oldu değil mi, o yüzden göstermiyorsun."

Çok kısık bir sesle, "O kıza daha çok yakışırdı," diye mırıldandım. Duymamıştı bile. "Şu kabinin önünden defol yoksa bağırırım."

"Bağır. Sanki hiç bağırmıyorsun ya," dedi umursamazsa. "Ben de seni burada bırakıp giderim."

Bir saniye bile korkmadan içimdeki öfke patlamasıyla güldüm. "Hah! Jason'ı ararım ki."

"Ben senden daha önce ararım."

Jason kesinlikle zebani patronunun dediğini yapardı. Koskaca Berlin'de Amy hariç herkes benim yerime Leonard Alphan'ı seçerdi. Elbiseyi üstümden çıkarmadan önce uzun kahverengi saçlarımı omzumdan dalgın dalgın sarkıttım. "Ben bunu almak istemiyorum."

"Neden?" diye sordu hemen. "Yakışmadı mı sana?"

Yutkunurken dudaklarımı büktüm. "Hayır aslında çok yakıştı. O kadar çok yakıştı ki artık bir başkası satın alamaz." Almak istemez...

"Bugüne kadar görmeden inandığım tek şey Tanrı'nın varlığı." Açığa çıkardığı inanç değeri üzerine ikimiz de sessiz kaldık. "Bu yüzden o elbiseyi üstünde görene dek, sana da inanmıyorum."

Hemen kabinin içindeki aynaya bir kez daha dönüp baktım. İyisin İdil, bu elbisenin kumaşına diğeri gibi davranmayıp saygı duyuyorsun ve bu yüzden sana daha çok yakışıyor. Şimdi birini daha buna inandırmanın zamanı. Derin bir nefes aldığımda perdeyi bir kenarından tutup hızla açtım.

Leonard sadece gözlerimin içine baktı. Ona yardım edebilmek ve bana, amaca uygun bir şekilde bakabilmesini sağlamak için başımı eğip kendi elbiseme baktım. Boynumu kaldırmadan, gözlerimi hafifçe Lonard'a diktiğimde onun da nihayet elbiseyi incelediğini gördüm.

Kolunu uzatıp perdeyi yüzüme kapattı.

"Sen ne yaptığını sanıyorsun!" dediğimde perdeyi açmaya çalışıyordum ama izin vermiyordu.

"Tamam gördüm, yeterli bu kadar. Üstünü değiştirebilirsin artık."

Perdeyi birkaç santim zorlukla açabildiğimde bile sadece kol saatini görüyordum. "Çekil, aynadan bakacağım!" Doğrusu, Leonard'a neler olduğunu anlayacağım.

"İnsanların içine çıkma böyle, çok komik görünüyorsun."

Kızın bana bakışı aklıma geldiğinde yeterince bozuk olan sinirim daha beter bir hale dönüşüyordu ve ben bu öfkeyi Leonard'ın göğsünü yumruklayarak dindirmek istiyordum! Boş bulunduğu bir anda perdeyi biraz aralayabildiğimde yüz yüze gelmiştik ve tam o esnada karşı çapramızdaki kabinden bir kadın neredeyde yarı çıplak bir şekilde çıkıyordu. Diğer yönden de kucağı dolu birilerinin yaklaştığını sadece seslerden bile anlayabildiğimde Leonard'ı paltosunun yakasından tutup refleksle içeri çektim.

Koca adamı döndürerek kabindeki duvara yasladığımda ses çıkarmasın diye de elimi ağzına kapattım. Kendi işaret parmağımı da dudaklarıma bastırarak kesinlikle susması gerektiğini belirttim. Başını ağır ağır salladı.

Ilık nefesinin avucumda olması garip hissettiriyordu. Neredeyse burnunu kıracak kadar sert bastırsam da canı acır gibi durmuyor, daha da iyisi elimi ittirmiyordu. Öylece kalmaya devam ediyordu, öylece dokunmaya devam ediyordum.

Boğukça bir şeyler söylemeye çalıştığında avcumun içini ağzına daha sıkı bastırdım. "Sus dedim."

Kabinin loş ışığında masmavi görünen gözlerini tatlı tatlı kırpıştırdı. Bana bakabilmek için iyice eğdiği gözlerine öyle bir dalmıştım ki nereye baksa ben de bir kukla gibi oraya yöneliyordum. Son olarak bakışlarını indirdiğinde ona uyum sağlayarak ben de yavaşça indirdim. Karnımı onunkine sımsıkı bastırdığım yetmezmiş gibi bacaklarımı da yapıştırmıştım. Bunların hepsi yarım dakikanın içinde yaşanıyor olsa da Leonard'la tam temas halinde olduğumuz gerçeğini değiştirmezdi.

Önce vücudumu onun bedeninden ayırdım sonra da elimi çektim. Avcumda asla iğrenç denemeyecek tatlı bir nemlilik vardı. Sıcak nefesi, panikten soğuklaşan tenimle birleşmiş gibi duygusal bir buğu.

"Gittiler mi?" diye fısıltıyla sordu.

Kör müsün ben de buradayım nereden bileyim! demek gelse de içimden, bir anda usluluğum tutmuştu. Bu yüzden omuzlarımı kaldırıp dudak bükerek, "Bir bakayım," diye fısıldadım.

Leonard'a sırtımı döndüğümde dik durmaya çalıştım. Sanki bu beni gizleyecek gibi saçlarımı omuzlarımın önüne attığımda perdeyi hafifçe araladım. Çok minik bir açıklık bıraktığımda tek gözümle etrafı görmeye çalıştım. Burası temizdi ama girişi de görebilmek için iyice eğildim. "Bir kişi var ama o da sorun çıkaracak tipte bir kokonaya benziyor."

Ses gelmediğinde geriye dönüp ona baktım. Kafasını iyice yukarı kaldırmış, bana bakmamaya direniyordu. Elbisenin omuz kısımların epey geniş durduğunu fark ettiğimde fermuarı tam kapatamadığımı hatırladım. Hemen aynı anda elbise yeterince kısa değilmiş gibi bir de utanmadan önünde eğildiğimi fark ederek hızla doğruldum.

Saçlarımı geriye iteklediğimde duvara yaslanıp kollarımı göğsümde birleştirdim. "Sen bak artık. Neden ben gözcülük yapacakmışım?"

"Sana gözcü ol diyen olmadı. Her şeyi kendi isteğinle yaptın," dediğinde sesinde gizli bir gülüş ve ima vardı.

Kaşlarımı çatmaya çalıştım. İlk kez olmuyordu... Tanrım, yardım et. Neden şu anda Leonard'a öfkeyle bakamıyorum? "Zaten önce senin çıkman gerekiyor. Ben daha üstümü değiştireceğim."

"Ama daha giyinmiş sayılmazsın." İşaret parmağını belli belirsiz doğrulttu. "Şey, yani fermuar. Gel de kapatayım."

Yutkundum. Yok daha neler. Daha neler? "Neden ben gelecekmişim? Çok meraklıysan sen gel."

Leonard sırtını ayırdığında ben de titrek dizlerim ve kızarık kulaklarımla yavaşça arkamı döndüm. Gerginlikten, heyecandan, hiçbiri birbirine benzemeyen binbir türlü duygudan dolayı saklanmak ister gibi o kadar ileri adım atmıştım ki burnumun ucu neredeyse duvara değiyordu.

"Ah," diye irkildim. "Ellerin buz gibi."

Bu yüzden fermuarı çekerken tenime temas etme konusunda artık daha dikkatliydi. Sırtımda kaldığı için göremediğim saç tutamlarını da öne doğru özenle uzattı. "İşte böyle," dedi fısıltıyla. Neydi işte böyle olan? Yakınlığımız mı, elbisenin artık tamamen üstüme oturması mı?

Yüzümü ona döndüğümde bana hareket özgürlüğü vermek için birkaç adım geriledi ki zaten bu küçük yerde ancak bu kadarı oluyordu. Bana bakmaya utanan ya da bunu tercih etmemesine alışkın olduğum adam gözlerini dikmiş merakla beni inceliyordu. Bu defa hep yaptığı şekilde yüzüme bakmayı es geçip mavi bakışlarını omuzlarımda, göğüslerimde ve bacaklarımda dolandırıyordu.

"Elbise yakıştı," dedi.

Bu yüzden. Elbisenin nasıl durduğunu görmek için tabii ki de vücut hatlarıma böyle bakması gerekmişti. Yanaklarımdaki yanma geçmemiş,
heyecanımda en ufak azalma meydana gelmemişti. Konuşmak ya da teşekkür etmek yerine sadece gülümsemeye çalıştım. En azından denedim.

"Ben artık gitsem iyi olur. Sen de üstünü rahatça değiştir. Tamamen hazır olduğunda çıkarsın dışarıya, gelirsin yanıma."

Kabinden ayrılmak için arkasını döndüğünde sesimi yükseltmiyim diye kolunu, daha doğrusu paltosunun ucunu tutarak onu son anda durdurdum. "Leonard."

Bana büyük bir çeviklikle döndüğünde aynı saniye gözlerimin içine baktığı yetmezmiş gibi, "Söyle," diye fısıldayarak üstüme üstüme geldi.

Mesafeyi korumaya çalışırken dudaklarımı yaladım. "Şimdi ben bu fermuarı kapatamadığım için dolayısıyla açamıyorum da. Tekrardan yardım eder misin?" Sonuçta artık bir zebaniyle iki kez hangi renk sütyen taktığımı paylaşmıştım, üçüncüsünden bir şey olmazdı. Battı balık yan gider.

"Şaka yapıyor olmalısın." Bir anda dünyanın en egoist bakışlarına sahip oldu. "Ben bütün gün senin elbiselerini mi kapatıp açacağım? Peki bu mesleğin adı ne? Ayrıca borcum da siliniyor mu böyle? Eğer öyleyse iyi, biraz düşünebilirim." Bir saniyeliğine sustu. "Tamam, düşündüm. Bugün sana ikinci kez iyilik yapmayı kabul ediyorum."

Çenesi düşük birine dönüştüğünde iki katı çekilmez oluyordu. Laflarının sona ermesini alnımı duvura vurup çekerek beklemiştim. Parmaklarının soğukluğu ikinci kez ürpettiğinde tenimin onunla kıyaslandığında ne kadar sıcak olduğunu fark ettim. Evet, belki de aslında böyleydi. Leonard donmuyordu, beni ateş basmıştı.

"Teşekkür ederim," dediğimde elbise kaymasın diye ellerimi üstümde tuttum ve ona yüzümü dönmedim. Yine de akıbetini düşündüğüm için, "Çıkmadan önce etrafı iyice incelediğinden emin ol," diye hatırlattım.

"Umurumda bile değil."

Kaşlarımı çatarak başımı geriye çevirdim. "Yasak diye bir şey var, seni bir kadın soyunma kabininden çıkarken görürlerse ne yaparlar?"

Parmaklarını perdeye doladığında şeytanice güldü. "Daimi müşterileri olduğum düşünülürse Leonard Alphan'a hiçbir şey yapamazlar, soramazlar ve ima da edemezler."

"Madem öyleydi," diye fısıldadım arkasından, kendime kendime, boşluğa doğru. Alçak, düzenbaz, haydut! "Madem öyleydi de benimle neden aynı kabine dakikalar boyunca sıkışıp kaldın!" diye tamamladım sözlerimi.

Elbiseden tamamen kurtulduğumda kendi kıyafetlerimi de aceleyle giyiniyordum çünkü en ufak sesle irkilip, Leoanard'ın bana baskına geleceğini düşünüyordum. Sanki ilk seferinde kabine girmek isteyen oymuş gibi. Sanki onu yakalarından tutup zorla buraya sokmamışım gibi.

Leonard yanımdayken utanç yerine heyecan ağır basıyordu ama kendimle baş başa kaldığımda da anılarla yüzleşiyor, o yüzden de yerin dibine girecek gibi hissediyordum. Ne yani, böyle hissetmemek için Leonard'ın yanından bir saniye bile ayrılmamalı mıydım? Kafamı düşünceyle kaşıdım.

Kabinden çıktığımda paltomu kolumda taşımamak için üstüme giyinmiş fakat düğmelerini de kapatmamıştım. Hararetten kızaran bir yüzle bu bölmeden uzaklaştığımda Leonard'ı da duvara yaslanmış bir halde telefonuna bakarken buldum. Onun için hayat çabucak normale dönmüştü tabii. Kim bilir bugün yaşananlar yüzünden benimle ne dalgalar geçecekti.

Geldiğimi fark ettiğinde çenesinin ucuyla elbiseyi işaret etti. "Alıyor musun?"

Gözlerimi indirip bir kez daha baktım. Kısa zamanda o kadar çok duygu karmaşası yaşamıştım ki elbiseyi önce beğenmiş, sonra soğumuş, hemen ardından yine beğenmiştim. "Bilemiyorum... Hem fermuarı da uğraştırıp duruyor."

"Sana onu kapatabileceğimi söylemiştim." Sırtını duvardan ayırdığında kaşları gereksiz yere çatıktı. Birinin Leonard'a acilen ağız dolusu gülmeyecekse de sinirli görünmek zorunda olmadığını hatırlatması gerekiyordu. "Sen de eğer beni uğraştırdığın her bir an için borcumu sileceksen bunu yaparım. Canın bu elbiseyi giymek istediğinde ben evde yoksam ara, bir toplantının ortasındaysam bile gelip fermuarını kapatırım. Çünkü tüm servetimi sana harcayacak değilim."

"Dediklerinden hiçbir şey anlamadım."

"Lütfen artık onu da alıp gidelim mi?"

"Burada kalmaya meraklı mı görünüyorum?" diye sorduğumda kasaya doğru yürümeye başlamıştık ki bir anda durdum. İşte yine şu kız ve ona benzeyen arkadaşları. Orada hizaya geçmiş fiskos ediyorlardı. Refleksle arkamı döndüm. "Birazdan gitsek olur mu?"

Leonard da bana eşlik etmek yerine dümdüz duruyor ve böylelikle saklanmaya çalıştığımı istemeden de olsa belli ediyordu. Ah, belki de isteyerek.

"Ne oldu, eski sevgilini mi gördün?"

"Benim buraya alışverişe gelebilecek maddiyatta bir erkek arkadaşım olmadı."

"Buraya gelemeyecek maddiyatta sevgililerin oldu ama, öyle mi?"

"Tabii ya, ne sanıyorsun." Başımı çevirip gizlice kasayı görmeye çalıştım. "Şu sarışın kız, saçları uzun olan. Onunla tatsız bir olay yaşadım ve yüzünü görmek istemiyorum." Cevapsız kaldığında dişlerimi sıkarak dirsek attım. "Leonard!"

Eğilip bana baktığında keyifsizdi. "Sen zaten hep tatsız olaylar yaşarsın, aksini beklemem. Ne yaptın kıza?"

Belli etmeden dudağımın içini dişledim. "Beğendiği elbiseyi almamasına neden oldum."

"Üstünde kötü durduğunu söyleyerek mi?"

"Asla, ben asla öyle bir şey yapmam." Parmaklarımla oynadım. "Sırf ben giyindim diye almak istemedi. Herhalde elbise gözüne bir anda daha ucuz görünür oldu."

"Belki de sen alınganlık yaptın, her şeyi abartmayı seversin."

"Elbiseyi yere attı!" derken sesimi yükseltmek zorunda kaldım. "Gözlerime bir pislikmişim gibi baktıktan sonra."

Bunu bir başkasına, özellikle Leonard'a itiraf etmek bana acı verip kendimi kötü hissettirmişti. Bir kalıba girmek gibi bir derdim olmasa da asla uyum sağlayamayacağımı ağzımdan kaçırmak gibi. Onun da ağzından teselli edici bir şeyler kaçırmasını beklerken sessizliğini korudu.

"Biraz bekleyelim burada," diye mırıldandım.

"Hayatında sadece bir kez denk geleceğin insanları kendine neden bu kadar dert ediniyorsun?"

Omzuna doğru öfkeyle döndüm. "Aldıklarımı bir başkasının ödediğini görmelerini istemiyorum, tamam mı? İnsanların ne düşündüğü umurumda değil ama ne gördüğü umurumda." Çaktırmadan kasaya da bir göz atmayı ihmal etmedim. "Sanki orada durmuş sırf bu anı izlemek için beni bekliyor."

Leonard da tamamen anlamazdı, onunkinin çeyreği kadar gamsız olmak isterdim. Hislerimi anlatmak çok zordu ya da birilerinde aynı hassasiyeti uyandırmak. Leonard'la aramızda bir borç esprisi vardı, evet, sadece espri. Arazi için alıcıları bekler ve işine bakardı. Dolayısıyla bana borcu falan yoktu, benim için hiçbir şey yapmak zorunda değildi. Babası ne yaptıysa onu devam ettiriyordu. Alınmıyordum, alınamazdım. Ben zaten bugüne dek hayırseverlerin aldığı kıyafetleri giyinerek büyüyen bir kızdım. Üstümdeki hiçbir parça tamamen bana ait olmamıştı. Babamın parası yoktu, babam yoktu. Abim ya da ablam yoktu. İkinci kez evet, ben birileri bana bir şeyler almak istediğinde bir şeylere sahip olabilen bir kızdım. Sadece artık büyüdüğüm için yaşıtım görünen genç kızların arasında utanıyordum.

Leonard'la farklı yönlere bakar halde durmaya devam ediyorduk. Yana sarkık kollarımızı birbirine yapıştırdığında elimde bir keskinlik hissettim ve bana gizlice verdiği şeyi refleksle kavradım. "Martın yirmi birinde doğdum. Eğer doğum günümü unutursan mahvoldun demektir." Kredi kartını elime tamamen sıkıştırdığında elini paltosunun cebine soktu. "Seni dışarıda bekliyor olacağım, alışverişini bitir ve gel."

Leonard uzaklaşınca üstünde adının yazdığı kartı kaldırıp inceledim. Tamamen anlar mıydı bilmiyordum ama Leonard benim hissettiklerimi tamamen hissedebilecek biriydi.

Kasaya yaklaştığımda elinde büyük karton poşetler tutan bir görevli bana gülümsediğinde siparişlerimin onda olduğunu anladım. Parantez içi, sarışın kız bana bakıyordu. Parantez içi parantez, sarışın kız bu siyah elbiseyi alacağımı tahmin etmiyor, beni deneyip bırakan tipte biri olarak sanıyordu.

Pos cihazına Leonard'ın doğum tarihini tuşladım; yirmi bir ve sıfır üç. Fişi uzattıkları ana kadar da kendi doğum tarihimi düşündüm; yirmi bir ve sıfır dört.

Poşetlerin bazılarını koluma kadar çıkarmak zorunda kaldığımda kızların yanından gözlerimi süze süze geçtim. Bunu bir kez daha yaşar mıydım bilmiyordum ama en az elbiseyi alan taraf olmak gibi iyi hissettirmişti. Sanırım etek giyindiğim için de bugün kendimi dünyanın en güzel kızı gibi zannetmeye devem edebilirdim. Güzel ve havalı.

Mağazadan çıktığımda gözlerimi kısa kısa etrafı izleyip Leonard'ı arıyordum. Işıklar artık daha güçlü bir şekilde yansa da akşam olduğu gerçeğini değiştirmiyordu. Belki de beni terk etmek için bilerek daha korkunç bir zaman dilimi seçmişti. Sonra hemen hatırladım; şifresini bildiğim kredi kartı bendeydi!

Neyse ki onu birkaç metre ötemde, korkuluklara yaslanmış halde beni izlerken buldum. Poşetleri zorlukla taşırken saçlarım da esintiden dolayı yüzüme uçuşuyordu çünkü mağazalar arası geçiş koridorları bir köprü gibi açık alandaydı.

"Seni aradığımı gördüğün halde orada durmuş beni izliyorsun." Söylenmeye devam ederken poşetleri ayaklarının dibine koyup bileklerini ovuşturdum.

"Onları boşuna bıraktın çünkü şimdi de başka bir yere uğramamız geriyor."

Paltomun önünü iliklerken başımı yana eğip ciddi olup olmadığını anlamaya çalıştım. "Yemek yemek dışında mı?" Belli belirsiz onayladığında, "Öyleyse nereye?" diye sordum.

"Arama tuşu çalışmayan şu külüstür telefonundan bıktım. Onu da değiştireceğiz."

Burnumu kaşıdım. Elbette Leonard'ı bizzat kendi isteğimle aramıyordum. "Benim için yeterli, zaten sadece Amy'le konuşuyorum."

"Çünkü onun telefonu," diye açıkladı. "Bu nedenle de özgürce kullanamıyorsun." Aklına yeni bir şey gelince uzaklara bakıp bakışlarını kıstı. "Ya da arayıp sor. İsterse ona yenisini alırım, bu da tamamen sana kalır. Hadi, ara. Bekliyorum."

Kararsız görünmemek için dediğini yaparak birkaç metre uzaklaştım. Benim yüzümden Amy, Susan'ın telefonunu kullanıyordu ve bu nedenle aramama yanıt veren de Susan oldu. Amy de ben de çok müsait olmadığımızdan, detayları sonrasında saatlere dökeceğimiz kısa bir konuşma yaptık. Beklediğim cevabı aldığımda yeniden Leonard'ın yanına geldim.

Yüzüme konuşmamı bekler gibi baktığında omuzlarımı sıkıntıyla kaldırıp indirdim. "Leonard'ın bana bir şey almasından sana bir şey almasını tercih ederim dedim ama o da bunu da kabul etmedi."

"İkinizin gözünde dünyanın en kötü adamı falan mıyım?"

Gülmemeye çalıştım. "Saçmalama, bizim için o kadar sıradan değilsin. Sen bir zebanisin," diye hatırlattım.

Rüzgardan kuruyan dudaklarını ıslattı ve hemen o saniye parlaklaştılar. "İyi," dedi dirseğini korkuluktan ayırdığında. "Bir zebanin poşetlerini taşımayacağını da akıl edebiliyorsundur."

Uzaklaşmaya başladığında ağlarcasına, "Leonard," diye söylenirken poşet askılıklarını tutmaya çalıştım. "Beklesene. Tamam, belki bir zebani beklemez ama yorgunsa yavaş yürür. Acıktım demiştin?"

Burnumu sürtercesine hızlı yürüyüp, bir saniye bile dinlenemeden beni peşinden sürükledikten kısa bir süre sonra teknoloji mağazası ya da dükkanı sayılabilecek kadar küçük ama şık bir yerdeydik. Umarım bana hangi model istediğimi falan sormazlardı. Bu konu ilgi alanıma girmediğinden marka isimlerinden fazlasını bilmiyordum.

Ve tabii ki bütün eksilerime oynayan Leonard, "Hangi modeli istiyorsun?" diye sordu. "Sana özelliklerini anlatabilirler. Onlara tarif et."

"Senin telefonunun çok güzel olduğunu hatırlıyorum." Kurtulmak için en basit yol buydu.

Çenesini sıvazlarken düşünceli görünüyordu. "Aynı telefonlardan kullanmamızı mı istiyorsun yani?"

"Neden olmasın," dediğimde dudak büktü. Masalardan birine yaklaştığımızda görevliye tarif etti ve içinde yeni bir hat da dahil olacak şekilde eksiksiz donatılmasını istediği için onlara kimliğimi verdim.

Parmaklarımı çıtlatırken bir yandan da rafları inceliyordum. Boynumu hafifçe uzattığımda bu bölmenin arkasında dükkanın devam ettiğini fark ettim. Mimarı açıdan bir labirent gibi görünmemesi için her yer güzel tasarlanmıştı. Kasaya gitmeden önce görevli kısaca bir şeyler anlattıktan sonra yakından incelemem için telefonu bana verip uzaklaştı.

Ekranın netliği gözümü alırken kirpiklerimi kırpıştırdım. Harika görünüyordu ama Leonard beni izlerken, daha doğrusu benimle aynı ekrana bakarken ne yapabileceğimi, nasıl oyalanabileceğimi bilmiyordum.

"Mesela kamerasını deneyebilirsin," diye önerdi.

Daha iyi bir fikrim olmadığımdan dediğini uygulayarak kamerayı açtım. Gözümden bile daha net gördüğü için neredeyse rahatsız olmuştum. Bir şeyler yapar gibi görünmek için telefonu sağa sola çevirip inceledim. "Fazla net. Ama iyidir tabii, çok iyi."

"Gerçekten de sinir bozacak kadar net gösteriyor." Parmağını uzatıp efekt tuşuna bastı ve aralarından birini seçti. "Ben de bu yüzden bazen siyah beyaz kullanırım."

"Vay canına, böyle daha estetik!" Hem nostaljik hem de acayip gerçekçi göründüğünden heyecanlanmıştım. Leonard'ı da böyle görebilmek için telefonu ona doğrulttum.

"Beni rahat bırak," diye söylense de bir anlığına olsa kameraya odaklanmıştı. "Şunu yüzümden çek."

"Gülümse, çekiyorum!"

Telefonu elimden almaması için göğsüme bastırdığımda öfkelenmişti ama üfleyip gözlerini devirmekten başka bir şey de yapmamıştı. Kasaya yürüdüğünde onu yavaşça takip ettim. Kızacak ne vardı ki? Zaten hemen silecektim. Gözlerimi, göğsümden çektiğim telefon ekranına indirip bir kez daha baktım. Asla silmeyecektim.

Kasanın önünde kollarını birleştirip durduğunu görünce kartın bende olduğunu hatırlayarak ödemeyi yaptım. Telefonun diğer ekipmanlarını da teslim ettiklerinde poşetleri bıraktığımız yere geçip onları da birer birer kavramaya başladım.

"Bir şey taşırken çok yavaş yürüyorsun, seni beklemek zorunda kalıyorum. Bırak şunları."

Telefonun kutusunu koydukları minik poşeti ona kıyamayarak kendim aldığımda diğerlerini de Leonard yüklenmişti. "Amy'nin telefonunu da en kısa zamanda kargolarız değil mi?" diye sorduğumda otoparka doğru yürümeye başlamıştık.

"Hafta içi hallederim. Ayrıca göndermek istediğin başka şeyler de olursa hepsini bir kutuya koyabilirsin."

Şaşkınlıkla durdum. "Ciddi mi söylüyorsun?"

Bana uyum sağlamak için istemsizce durduğunda kaşlarını çattı. "Seninle konuşurken ciddi olmak zor ama bu defa ciddiyim." Omuzlarını kaldırıp poşetlerin duruşunu düzeltti. "Sana aldığımız giysilerden bazılarını, istedikleri kitapları ya da ne bileyim, Nina'nın yaptığı kuru yiyeceklerden arkadaşlarına yollayabilirsin."

Arabayı park ettiğimiz noktaya gidene kadar mutluluktan dudaklarımı ısırıyordum. Böyle şeyler bizim için o kadar değerliydi ki, küçücük bir toka bile paha biçilemezdi. Ayrıca Nina'nın da bunu gönülden yapacağını ve kızların tadına bayılacağına emindim.

Poşetleri bagaja yerleştirişini de aynı sevinç ifadesiyle izliyordum. Melek görünümlü bir zebani mi iyidir yoksa zebani görünümlü bir melek mi? Ben kendi zebanimin nasıl olduğunu artık biliyordum, bu yüzden gerisini de umursamıyordum.

Bagajı kapatırken, "Neden bana öyle bakıyorsun?" diye kuşkuyla sordu.

Öyle bakmayı kesmeyerek yavaş adımlarla yanına yürüdüğümde gözlerinde neredeyse bir endişe vardı. Gerçekten de benim tehlikeli bir büyücü olduğumu düşünüyor olabilir miydi? Çünkü ben adım attıkça o da kapalı bagaj kapısına doğru geri geri gitti. Tamamen önüne geldiğimde kollarımı uzatıp hafifçe beline dolayarak ona sarıldım. Bir anlığına o kadar iyi hissettirmişti ki buna karşı koyamayarak başımı paltosunun kumaşına yasladım. "Her şey için teşekkür ederim," diye fısıldadım.

Ne ağzından ne de kollarından bir cevap gelmedi. Zaten bunu cevap vermesi için de yapmamıştım. Hiçbir beklentim yoktu. Sadece ona olan minnetimi mesafeli bir samimiyetle göstermek istiyordum.

Kendimi ondan ayırdığım esnada sol kolunu kaldırdığını fark ettim. Muhtemelen elini belime ya da saçlarıma yaslayacaktı fakat öncesinde tahmin edemediğim için benim geri çekildiğim bir ana denk gelmişti. Yüzünde bir çeşit geç kalınmışlık ifadesiyle kolunu tekrardan boşluğa doğru indirdi.

"Teşekkür edilecek bir şey yapmadım. Ben sadece... sana olan borcumu ödüyordum."

Anlayışla başımı salladıktan sonra ellerimle cebimi yoklayarak bana verdiği kredi kartını çıkarıp ona uzattım. "Bu arada, kartın."

Birkaç saniye bakarken yüzü aynı ifadeyi sunuyordu. Parmaklarının ucuyla zarifçe itekledi. "Bence bu sende kalmalı, hem rehin olarak tutarsın. Senin arazin de hâlâ Alphanlarda, unuttun mu?"

Bu detayın umurumda olmadığını ikimiz de biliyorduk ama ikiletmeden geri çantama koydum. Zaten tek başıma çıkıp alışverişe gidecek halim de yoktu, konuyu kapatmak ve kendini iyi hissetmesi için de olsa kısa bir süre bende kalması bir şey değiştirmezdi.

Arabaya bindiğimizde klimayı açmadığını göz ucuyla fark ettim. Sağlıksız yemek seçimini henüz evdeyken yaptığımız düşünülürse bu pahalı caddeleri geride bırakmamız gerekiyordu. Hava, yapay ışıkların izin verdiği ölçüde tamamen kararmıştı. Cuma akşamı olduğu içinse gündüzden bile daha yoğun bir insan kalabalığı vardı.

"Sen esniyor musun?"

Gözlerini kırpıştırırken yola odaklanmaya çalıştı. "Bana bir sürü macera yaşattığın için uykum geldi. Uykuyla derdi olan birinin bile uykusunu getirirsin sen."

"Yani sıkıcı mıyım?"

"Yorucusun."

Ben buna hiç alınmazdım, demek ki o zaman eğlenceliydim de. "Sakın eve gittiğimizi söyleme, dışarıda yiyeceğimize söz vermiştin."

"Bunların hepsini teker teker Nina'ya anlatacağım."

"Sen bir ispiyoncusun," dedim şoför koltuğuna döndüğümde. "Sen bir ispiyoncusun ama Nina anlayışlı. İki kişinin akşam yemeğini dışarıda yemek istemesini anlayışla karşılar."

"Bunu ikimiz de istiyor muyuz peki?"

Camdan dışarıya bakarken düşündüm. "Beni sağlıksız bir yere bırakıp sen pahalı restoranda günü kapatabilirsin. Ama sonra gelip al, orada unutma."

Başını yana eğip işaret parmağını benim tarafımdaki cama doğruttu. "Şurası yeterince sağlıksız bir yere benziyor."

"Harika görünüyor, duralım lütfen."

Arabayı gerçekten de uygun bir park alanına çektiğinde ikiletmeden indim. Aslında sağlıksız diye sınıflandırılacak bir mekan değildi, sadece herkesin ödeyecebileceği çeşitlik barındıran bir fast food kafeydi. Leonard'a göreyse o aptal alışveriş merkezini içeren yerleşkeden çıktığımız andan beri her şey iğrençti.

Ellerimi paltomun cebine sıkıştırdığımda omzumun üstünden ona baktım. Birkaç adım geride duruyordu. "Hadi görüşürüz. Karnım doyduğunda seni ararım."

"Epey kalabalık görünüyor," dedi arkamdan.

Geriye dönmeden güldüm. "Demek ki yemekleri sağlıksız olduğu kadar tadını da güzel yapan bir yer."

Birkaç uzun adımda yanıma geldi. "Sana bugün son kez iyilik yapmak adına kuyruğa girebilirim."

Bana kıyasla önünü açıkta bıraktığı paltosunun ardından görünen, kusursuz bir mavilikle parıldayan takım elbisesinin kumaşına imayla baktım. "Ceketin kirlenir."

Elleri cebinde bir şekilde karşıma geçtiğinde sol yanağını çukurlaştıracak kadar derinden güldü. "Bir yer cücesinin ezilmesine göz yummaktan iyidir."

"Yer cücesi mi? Sen bana kısa olduğumu mu ima ettin? İma mı, ne iması? Düpedüz insanların ayağının altında kalacak kadar küçük göründüğümü söyledin!"

Beni hiç umursamadan yürürken kendi kendine mırıldanıyordu. "Mutfak faresi."

"Şimdi de mutfak faresi mi? Bana gizlice hâlâ bunu söylemeye devam mı ediyorsun?" Adımlarına yetişmeye çalıştım. "Hem de cüce bir fare miyim yani?"

Bakışlarını kısıp bana döndü. "Fareler zaten cüce değil midir?"

Yeniden yürümeye başlamadan önce dudak büktüm. "İnsanların boyuyla karşılaştıracak olursan tabii cücedir. Ama bir fare, diğer farelerle kıyaslandığında yaşına göre çok daha minik kalıyorsa o bir cüce faredir." Sıraya girdiğimizde bir aydınlanmayla duraksadım. "Ya biz aslında bazı küçük fareleri yavru sanıyorsak ama aslında onlar orta yaşlı bir cüce fareyse? Ve-" dediğimde Leonard elini ağzıma kapattı.

"Lütfen sus artık."

Hem yanımda hem de kısmen arkamda olacak şekilde çaprazlama duruyordu. Bu yüzden elini ağzıma bastırırken kolunu, boynumun etrafından uzatmıştı. Lütfen sus artık cümlesini de doğal olarak saçlarımın üstünden fısıldamıştı. Elini usulca indirdiğinde uzun bir süre konuşamayacağımı sandım.

Hissettirmemeye çalışsa da sırada dururken vücudunu bana siper etmişti. Köşkten çıkıp arabaya bindiğimizde bir çağrıya bile tahammül edemeyip telefonunu sessize almıştı. Bana sadece bugün yaptığı iyilikler bile ortadaydı. Arkamı dönüp şimdi hemen şuracıkta bize neler olduğunu sormak istiyordum. Ya da ona dönüp hiçbir şey sormamak. Sadece dönüp bakmak işte, bu kadar.

O kadar değil.

Bir düş kapanını anımsatan gözlerine dalıp, hayaller kurmak istiyorum.

"Burası hayatımda yediğim bütün zararlı yiyeceklerin karışımı gibi kokuyor."

Bizden sonra başkaları da geldiği için artık sıranın sonunda değildik, dolayısıyla birbirimize daha da yakın duruyorduk. Bu nedenle konuşmak için ona dönme hayalimi erteledim. "En son ne zaman yemiştin ki?"

Sesindeki tatsız tonu sakınmadan, "Üniversite kaçamakları," diyerek geçiştirdi.

O halleriyle ilgili bir albüme erişmenin hayalini kurarken sipariş sırası bize geçmişti. Belimden daha yüksek masanın üstüne yapıştırılan ve karşı duvara asılan broşürlere baktım hızla. Leonard'a mide bulandırıcı gelenler bana fazlasıyla iştah açıcı göründüğü için aralarında bir seçim yapmak zordu.

Sipariş için bekleyen beyzbol şapkalı çocuk arkamda bir zebani durduğu için hızlı olmamla ilgili hiçbir uyarı yapamıyordu. Fakat bu defa Leonard sıkılmış olmalı ki beni kenara ittirip az önce durduğum yerde durup, benim az önce baktığım kağıtlara göz attı.

"Bir tane büyük boy sebzeli pizza, bir orta boy kıvırcık patates, biraz da şu peynirli kroketlerden." Gözlerini listeden ayırdığında buzdolabına baktı. "Bir kutu kola ve pipet." Çocuk ekrana hızlı hızlı girerken Leonard da kenara çekilip bana döndü. "Öde."

İnsanların yanında böyle davranmaktan hiç çekinmiyordu çünkü galiba buraya bir daha asla gelmeyeceğini biliyordu. Yeniden masaya yaklaştığımda kartı pos cihazına uzatıp ödemeyi yaptım. Siparişler kısa sürede geldiğinde ben pizza tepsisini alırken o da diğer atıştırmalıkların olduğu ikinci tepsiyi aldı.

Henüz yemeğimizi yemeye bile geçmeden, "Oturacak bir tane boş masa yok," diye nazlanmaya başladı.

"Kalkanların yerine oturmamız gerektiğini anlayamadığın için sana öyle geliyor." Ayakta dikilmeye dayanamayarak uçta kalan, duvar dibi masaya yürüdüm ve pizza tepsinini bıraktım.

Leonard da beni takip etmek zorunda kalarak yanıma gelmişti ama oturmamıştı da. "Bu masa pis."

Sakin kalmaya çalışırken sandalyeme iyice yerleşip rahat yemek yiyebilmek için saçlarımı topladım. "O yüzden böyle tepsi veriyorlar, yemeğin masaya temas etmesin diye." Elinde tepsiyle tepemde dikilmeye devam edince üfledim. "Orada öylece durup iştahımı mı kapatacaksın?"

"Ya nereye oturacağım?"

Ağzım açık bir şekilde karşımdaki boş sandalyeyi işaret ettim. Bence konuşmama bile gerek yoktu. Zaten artık çabalamayı da bırakmıştım.

Sandalyeye bakmak için başını uzattığında yüzünü buruşturdu. "Biri oraya yiyecek paketini düşürmüş." Dirseğimi sandalye kenarına dayayıp alnımı ovalarken, "Kay," dedi. Başımı kaldırıp anlamsızca baktım. "Yanına oturacağım."

"Sen diğer tarafa otur, beni neden duvar dibine itekliyorsun?"

"Belki orası da pis olabilir. Temas etmek istemiyorum," dediğinde inadı tutmuş bir Leonard'la baş edemeyeceğimi anlayınca mecburen söylediği gibi diğer sandalyeye geçtim. Duvara değmemeye özen göstererek tabii.

Nihayet kararını verip yanıma oturduğunda tepsiyi bırakırken benimkini de kaydırdı. Bunu öyle bir abartıyla yaptı ki bütün yiyecekler resmen benim önümdeydi. "Sen bana şişman mı demek istiyorsun?"

Bana bakmaya tenezzül etmeyerek dümdüz karşı cepheye odaklı tavrını korudu. "Çok kararsızsın demek istiyorum. Fazla oylanıyorsun. Ama en çok bunlara baktın, izledim seni."

Tıpkı şimdi benim seni izlediğim gibi. Yan profilinden bile yakışıklı bir adam olduğu anlaşılıyordu. Sağ tarafında kaldığımdan gamzesini göremiyordum ama sorun değildi, zaten şu anda gülmüyordu.

Pizzama dönüp dilimlenmiş parçalardan birini yerinden çıkardım. Biraz beklediğimiz için ılıktı ama peynirin üzerinde duman tütmeye devam ediyordu. Bu anı Leonard'a gösterip bir ihtimal şevke getirmek için dirsek attım. "Hadi, en azından tadına bak. Nefis görünüyor."

Pizzaya küçümsemeyle baktığında benim bile kalbim kırıldı, sanki mide bulandırıcı bir şey gibi davranıyordu. "Bunun için ellerimi kirletmeyi düşünmüyorum."

Pizzanın kalbi artık paramparça olmalıydı, Leonard'ın onu daha fazla üzmesini istemediğim için hepsini yiyip bitirmek geliyordu içimden. "Ellerin kirlenmeyecek," dedim son kez deneyerek. "Uzatıyorum işte."

Elimdeki pizza diliminden sonra bana baktı, neden yine bu kadar yakına gelmek zorunda kalmıştık ve neden gözlerimiz birbirine değdiğinde içindeki anlamlar yumuşayıveriyordu?

Dudaklarını ıslattıktan sonra boynunu hafifçe uzatıp parmaklarımın arasındaki pizza dilimine yaklaştı. Ağzı hafifçe araladığında uç kısmından bir miktar ısırdı. O dişlerini hamura batırırken ben de refleksle boşluğu ısıyordum.

Geri çekilmek yerine hafif kambur duruşunu ve dolayısıyla pizzaya yakınlığını da korudu, bu pozisyonda beklerken birkaç kısa saniye çiğneyip yuttu. Dilini dişlerinde gezdirdikten sonra bir ısırık daha aldı.

Gülümsedim. "Beğendin."

"Hım," dedi mırıltıyla. İki lokma yediği dilimin geri kalanına da ulaşmak için bileğimi tutup pizzayı kendine yaklaştırdı.

"Anladık çok beğendin," dedim bileğimi kurtarmaya çalışırken. "Her lokmanı çocuk gibi benim elimden mi yiyeceksin?" Hiç istifini bozmadan ağız dolusu çiğnerken maviş gözleriyle tıpkı söz konusu bir çocuk gibi masumca yüzüme baktı. Tamam olur, nasıl istersen. İşte bu kadar kolay.

"Burada bile elimizi yıkayabileceğimiz bir yer vardır, değil mi?"

"Burada bile vardır," diye onayladım pizzayı ısırdığımda. Tadını her bir baharatına kadar ayırt edebilirken iştahla çiğniyordum ki duraksım. Leonard'dan geriye kalan dilimdi.

Kaçamak bakışlarla ona döndüğümde gülümsedi. "Beğendin."

Bu ima yüzünden yemeğimin geri kalanına utana sıkıla devam ettim. Kroket kemirirken Leonard'ın pizzayı bitirmeye yemin etmiş gibi keyifli yiyişini izliyordum. On saniyede bir ellerini peçeteye silip dursa da bütün tiksinme duyguları gitmiş ve geriye sadece koca bir açlık kalmıştı. Köşkte doğal olarak birçok kez birlikte yemek yemiştik ama onu ilk kez böyle görüyordum. Normalde sofrada aşırı kibar ve de mıymıydı.

Kolamı önüne itekledim. "Boğulursan bundan bir yudum alabilirsin."

Yalancıktan öksürüp boğazını temizledi ve utanmadan kolamı da aldı. Dudaklarını pembe pipete yaslayıp üst üste büyük yudumlar alırken bu defa da yaramaz bir çocuk rolüne girmişti. Yeterince sömürdüğüne ikna olduğunda kutuyu bana uzattı.

"Ne yapayım, çöpe mi atayım? Bomboş kaldı."

"Hayır hepsini bitirmedim daha var içinde, bak."

Pipeti gözüme sokmasını engellemek için parmaklarımla durdurup dudaklarıma yasladım. İçinde gerçekten de biraz kalmıştı. Ayrıca gerçekten onunla aynı şeylere ağız değdirip duruyorduk. Ve üçüncü gerçek de şuydu ki, bundan tiksinti duymuyorduk.

Tepsileri boşların toplandığı bölüme bırakıp Leonard sayesinde içinde en ufak kırıntı kalmayan paketleri de çöpe atıp lavabolara dağıldık. Bağlı durmaya devam eden saçlarımı özgürlüğe kavuşturduğumda elimle de olabildiğince düzelttim. Gün bitmiş olsa da çıkmadan rujumu tazelemeyi ihmal etmedim.

Hava iyice serinlediği için oyalanmadan arabaya yürüdük ve bu defa klimayı en yüksek ısıya ayarlamasını ben de istiyordum. İçerisi yemeklerden dolayı da ekstra basık olduğundan bunalmıştım ama dışarıdaki soğukluk sadece ilk yarım dakika iyi hissettirip, sıcağı özletmişti.

Arabayı kullanırken stresli olduğunu fark ettiğimde, "Bir şey mi oldu?" diye sormadan edemedim.

Cama doğru hafifçe üfledi. "Hiç. Sadece... bir sigaraya ihtiyaç duyuyorum."

"Yanına mı almadın?"

"Yanımda fakat," dediğinde dikkatlice bana döndü. "Bu seni rahatsız etmez mi?"

Söylemek istediği şeyi tam olarak anladığımdan emin değildim. "Kendini zehirlemen benim neden umurumda olsun?"

"Ya kokusu?"

"O cihazın kokusu falan da mı var?" Leonard'da bir tütün ya da sigara kokusunu aldığım küçük bir an bile hatırlamıyordum.

Hiç oyalanmadan eli paltosunun iç cebine dek gitti. Bu adam sigarayı göğsüne bastıracak kadar çok mu seviyordu? Parlak siyahlıktaki çelik kutuyu çıkardığında düğmesine bastı. Ardından kendi camını da hafifçe açtı. Ağzına sıkıştırıp ciğerlerine çektiği derin nefesi dinlemiş ve dudaklarının arasından özgürlüğe kavuşturduğu yoğuk kıvamlı beyaz dumanı da aynı merakla izlemiştim.

"Tadı güzel mi?"

"Berbat." Aceleyle üfledi. "Aklından bile geçirme."

"Bir kerecik."

Ciddi olup olmadığımı anlamak için bana baktığında samimiyetle gülümsedim. Yeniden yola döndüğünde bir eli direksiyondayken sigarayı tutan eliyle de alnını kaşıdı. "Sadece bir şartla." Sırf merak ettiğimden sessizce bekledim. "Tek bir nefes çekeceksin ve eğer ben yanından yoksam böyle şeyleri denemeyeceksin."

"İki şart oldu."

"İdil..."

"Peki, peki. O neden?"

"Sırf bir özentilik yüzünden kendini zehirlemeni istemem de ondan."

"Ben özenti değilim."

"Öylesin." Elektronik sigarayı uzattığında, "Al özenti," dedi.

"Farkında mısın bilmiyorum ama hiç güzel bir isimle seslenmiyorsun."

Gözlerini yoldan ayırmadan, "İdil," dedi. "Sana her İdil dediğimde saf ve içten aşk diye sesleniyorum." Ben duyduklarımın etkisiyle kaskatı kesilmişken Leonard bana sakinlikle döndü. "Türkçesine baktığımda bu anlama geldiğini gördüm."

Konudan kaçmak için başımı sallayıp yönümü çevirdim ve ikinci kaçış yolu olarak sigarayı dudaklarımın arasına sıkıştırdım. Ha siktir ya! Kullanmadan önce silmeyi unutmuştum. Ya da şu yüzden kocaman bir siktir, Leonard'la böyle ipi kopuk bir hijyensizliğe alışmıştım.

Dumanı üfledim ama ben üfledikçe bitmiyordu. Bu yüzden genizden gelen bir öksürükle boğuşurken elimle de önümde biriken dumanı dağıtmaya çalıştım. Sözümü tutarak, berbat bir içici olduğuma bakılırsa tutmak mecburiyetinde kalarak uzattığım sigarayı gülerek aldı.

"Ağzıma duman dolduğunu falan hiç fark etmememiştim." Boğazımı temizledim. "Meğer nefes aldıkça içimde birikiyormuş."

Dalga geçmediğinde kaşlarımı çatıp Leonard'a baktım. Kendisi de bir nefes alıp dumanı yavaşça üfledikten sonra dudaklarını yaladı. "Demek meyve aromalı bir ruj kullanıyorsun."

Sigarayı bana çevirdiğinde gösterge panellerinin ışığı sayesinde çelik uçtaki kırmızılığı görebildim. Düğmesine basıp söndürdükten sonra baş parmağını parlak yüzeyde gezdirirerek ruj lekesini temizledi. Sigarayı yeniden cebine sıkıştırdı ama bu sefer parmağına bulaşan ruju silmeden elini direksiyona götürdü.

Daha kötüsü gelene kadar en utanç verici anımın bu olduğunu fark ederek hemen geriye yaslanıp gözlerimi kapattım. "Çok uykum geldi. Uyuyorum ben."

"Yarın en sevdiğin derse yorgun katılmamak için mi dinleniyorsun?"

Hiç ses etmedim. Gözlerim sıkıca kapalı, parmaklarım da emniyet kemerine dolanmış bir halde uyuyordum.

"Belki de yarın Ivan'la metametik çalışmana bile gerek kalmaz."

Çok azıcık merak etmiştim. Çok, çok az.

"Eğer hafta sonunu dışarıda geçirirsek diyorum, Ivan seni bulamaz."

"Nereye gideceğiz?"

Dudakları kapalı bir şekilde güldü. "Kabul edersen ciddi söylüyorum ki hayatındaki en eğlenceli ve bir o kadar da verimli bir cumartesi geçirebilirsin."

"Bugün yaptıklarımızdan daha farklı bir şey mi yapacağız?" Başını ciddiyetle salladı. "Ne kadar kötü olabilir ki? Matematikten daha kötü ne olabilir ki? Teklifini kabul ediyorum."

"Sana yeni bir telefon almamız da iyi oldu çünkü yarın bol bol fotoğraf çekmek isteyeceksin."

"Öyle öyle," diye mırıldandım gülümseyen bir tınıyla. Fotoğraf kelimesini duyduğumda aklıma sadece Leoanard'ın fotoğrafı geliyordu.

Köşke ulaştığımızda arabadan yorgun bir şekilde indim. Buraya gelene dek yorgunluğu bir saniye bile hissetmemiştim. Işıklar yanmıyordu çünkü biz, gerçi benim adım henüz duyulmadan önce de Leonard olmadan evde keyif çatılmadığı, tüm çalışanların dinlenmek için odalarına dağıldığı belli oluyordu.

Poşetleri bölüşüp yukarı çıktığımızda sessizdik. Karanlık merdivenleri aşarken ciddi olmamızla ilgili bir kural yoktu ama ben bu evin, ikimize de sanki böyle davranmaya direttiğini hissediyordum. Yanlış bir önsezi de olabilirdi.

Odama girdiğinde kapıya yakın bir noktaya poşetleri bıraktı. Leonard'a yine teşekkür etmek istiyordum ama o, bunu bir kez daha duymak istemiyordu. İkimizin de istediği bir duş alıp hemen uyumaktı, belli oluyordu.

Kapıdan çıktığında, "Leonard," demiştim ki durdu. Yüzüme boş bir merakla baktığında gülmemek için yutkundum. "Neyse, unuttum." Üfleyip arkasını döndüğünde koridorda yürümeye başlamıştı ki yeniden, "Leonard," dedim.

"Yine neyi unuttun?"

"Ah, unuttum işte." Başını sabır dilercesine sinirle çevirdiğinde odasına doğru yol almaya devem etti. "Leonard!"

Bu defa tamamen bana döndüğünde elini beline yerleştirip yüzüme ciddiyetle odaklandı. "Galiba sen bu gece uyumak istemiyorsun."

"Sadece iyi geceler diyecektim."

Cümlem biter bitmez Leonard'ı oracıkta, o sakin kalmaya çalıştığı bakışlarla bırakıp kıkırdayarak odama girdim. Çantamdan telefonu çıkarınca hemen fotoğrafını açarak vücudumu yatağa attım.

"Leonard," diye fısıldadım. "Yüz kere, bin kere Leonard! Neden yüzüme öfkeyle bakmak yerine benimle konuşmuyorsun?" Telefonu yastığa bıraktığımda çenemi de avcuma yaslayıp, dirseğimin üstünde durarak mavi düş kapanlarını izledim. "Yoksa sen bu gece benimle mi uyumak istiyorsun?"

Bölüm Sonu.

Yukarıdaki fotiye siz de İdil gibi zoom yapın bi aszgshsh

Kâbus yuvasından çıktık derken düş kapanlarına yakalandık. İşte bu hikâyenin en sevdiğim yönü bu. İki farklı bakış açısı ve geçişler 🖤

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top