11. KÂBUS YUVASI
11, Kâbus Yuvası
Arctic Monkeys - I Wanna Be Yours
LEONARD
Kendi karanlığından körelmiş gecenin acımasız vaktinde, canımı acıtmaktan gocunmayacak tatlı bir canavarla savaşıyor gibiydim.
Saatin kaç olduğunu bilmiyordum, hissettiğim tek şey karanlıktı; bir de sesi.
Gözlerimi açamıyordum, üzerinde uyuduğum yatak bile bana yabancı geliyordu ama en son kendi odama gittiğimden emindim. En son demişken... Gün hangi noktada bitmişti?
Algılarımı yitirmiştim ama fırtınanın dindiğini biliyordum, geriye sadece ayazdan çok uzak, hafif bir serinlik bırakmıştı. Dudaklarım kuruydu ama susamamıştım, sanki tüylerim diken dikendi ama üşümemiştim, uyuyordum ama daha çok uyanık gibiydim.
Anların anlamsızlığından gözlerimi açıp etrafı görmeye ihtiyaç duydum. Karanlık. Bu zorlu eylemimin sonu sadece derin bir karanlıktı. Mantıken odamın tavanına bakıyordum ama yine aynı mantığım, bu anlarda olan hiçbir şeye inanmamamı söylüyordu.
Sırtımı yavaşça doğrulttum. Yavaştım çünkü hareketlerim kısıtlı, davranışlarım uyuşuktu. Bedenimdeydim ama bir o kadar da dışarıda. Her an düşüp bayılacak ya da bir şeye teslim olacak gibi araftaydım.
"Leonard," diye yine fısıldadı.
Yine diyorum çünkü bu sesin ilki ya da bilmem kaçıncısıydı beni uyandıran. Ses tonunun sahibini hatırladıkça bilincim de yavaşça yerine geldi, belki de gittikçe kayboldu.
Ona ne istiyorsun mu demeliydim yoksa kalkıp kapıyı mı açmalı? Saatin kaç olduğunu bilmiyorum ama gecenin karanlığına emin olduğum bir vakitte odamın önünde ne işi vardı?
"Burada korkuyorum." Kapıyı tırmaladı. "Yanına gelmek istiyorum."
En azından neyle savaştığımı hatırladım; canımı acıtmaktan goyunmayacak o tatlı canavar bu kızdı.
"Doğru değil," karşılığını verdim, her nedense. Halbuki kimsenin ruhu duymazdı ama bir şeyler de bunu doğru bulmazdı. "Hem unuttun mu, ben bir zebaniyim. İstediğin her şeyi yapamam, bana güvenme."
Yalancı bir Alphan daha.
"Sen zebani değilsin," dediğinde kaşlarımı çattım. Bu kız oydu ama aynı zamanda değildi de.
Neler olduğunu anlamak için yorganı üstümden itekleyip yataktan kalktım. Etraf gerçekten o kadar mı karanlıktı yoksa ayaklarımın altında bir zemin mi yoktu? Yürüdüğümde ışığı açmak için duvara uzandım ama sanki duvar uzaklaştı. Her bir hareketimde bir şeyler benden kaçıyordu ama oda garip bir şekilde aynı boyutta kalıyordu.
Beceremediğimden olsa gerek, kapı kendiliğinden açıldı. Beraberinde getirdiği parlaklık sebebiyle gözlerimi kıstım. Bugün baloya mı gidiyorduk? Üzerindeki mavi elbisenin o olduğuna emindim ama kabarıklığı alınmış, kumaşı parlatılmış, vücuduna yapışıp kıvrımlarını belli eden bir çeşit geceliğe dönüşmüştü.
"Bu elbise böyle değildi."
Dünyadaki en kısık sesin benimki olduğunu zannederken fısıltıyla, "Böyleydi," dedi.
Çıplak ayaklarıyla yürürken yana kayarak geçmesi için yol verdim. Neden geldiğini ve neden böylesine garip davrandığını sormaya çekiniyordum. Beni yanlış anlayabilirdi ve bunu asla istemiyordum.
"Uyuyamadın mı?" diye sordum, sırf konuşabilmek için.
Arkası dönük olduğundan sadece kusursuz sırtını görebiliyordum. Yüzünü bana çevirmediği için omuzlarını, kollarını ve çok az aşağıya baksam kalçasını izlemeye mecbur bırakılıyordum. Gözlerimi eğmemek için dişlerimi sıkarak bekledim.
"Benim yatağım seninki kadar rahat değil."
Merakla yanına kadar geldim ve İdil'in yaptığı gibi pek bozulmamış yatağımı izledim. "Bunu nereden biliyorsun?"
Boynunu eğip tıpkı tatlı bir canavar gibi masumca baktı. "Bana çizimlerini gösterdiğinde oturmuştum, unuttun mu?"
Çok eski bir anı gibi gelse de başımı salladım, hatırlıyordum. Bugündü ya da çok daha öncesine aitti. Belki de henüz yaşanmamıştı.
"Yeniden yatağında olmak istiyorum."
Ricasını dile getiriş tarzı dudaklarımı yalamama neden oldu. Dili sürçmüştü, muhtemelen yatağında oturmak istiyorum diyecekti. Belki de geç uyanmıştım ve saatlerdir kapıda bekliyordu, yorulmuş olmalıydı. Biraz burada oturup dinlense, ne olacaktı?
Olumlu ya da olumsuz, hiçbir cevap vermediğimi yatağıma daha çok yaklaştığında anladım. Dizlerinin altına uzanan saten elbisenin eteği, kumaşta geniş sayılabilecek tek noktaydı. Bir ucunu tutarak yukarıya doğru sıyırdı. Bu hamlesi, elbisenin iki bacağından da yukarıya doğru tırmanmasını sağladığında teni epey açılmıştı.
Sağ bacağını kırıp, çıplak diz kapağını yatağımla buluşturdu. Hemen ardından sol bacağıyla da aynısını yaptığında avuçlarını yatağa yaslayıp, dizleri üstünde yastıklara doğru emekledi. Yatağın dışında, ayakta durduğuma emindim ama sanki hâlâ orada uzanmaya devam ediyor gibiydim.
Nihayet yüzünü bana dönüp ikinci bir güzel manzara sunduğunda başını yastığıma bıraktı. Tıpkı bir sarhoş gibi görünüyordu fakat hareketleriyle konuşması dengeliydi. Sanki sadece ruhu değişmişti. Bir şeyler yer değiştirmişti.
"O zaman tamam," dedim anlamsızca. "İstersen orada uyuyabilirsin, ben bir başka odaya geçerim."
Nevresimi okşarken gözlerini benden ayırmıyordu ve ben de aynı şekilde karanlığa rağmen kahverengi harelerini ayırt edebiliyordum. "Sensiz burada uyumamın bir anlamı yok."
Hayaliyle bile istemsizce dudaklarım aralandı. "Yatağım için geldiğini söylemiştin."
"Beni kıskanma." Birilerinin onu duyabileceği ihtimalini bir saniye bile umursamadan yüksek frekansta güldü. "Paylaşabiliriz."
"Geceleri çöken bir uyku problemim var." Reddetmeye bahane ararken bocaladım. "Sana daha önce söylemiştim."
İşaret parmağını çenesine yaslayıp dudaklarını bükerken başını salladı. "O zaman biz de uyumayız." Bir kaçış ararcasına odamdaki koltuğa bakmıştım ki, "Sadece uzanırız," dedi.
Hiçbir şey anlamadığım için aklımı kaybetmek üzereydim. Gece adeta susmuş, İdil'in günah dolu vaatlerini dinliyordu.
"Madem beni yalnız bırakacaksın, koltuğa yığdığın yastıklardan birini getir öyleyse."
Yatakta iki tane yastık olmasına rağmen benden bir tane daha istemesine bakılırsa gerçekten ima ettiği kadar korkuyor olabilir miydi? Yine de fazladan olan yastıklardan birini alıp ona götürdüm. Almaya tenezzül etmek bir tarafa, kalkma girişiminde bile bulunmadığı için kolunun kenarına bırakıyordum ki bileğimden tutarak beni kendine çekti.
Boş bulunduğum için öne doğru sendeledim ve düşmemek için bir dizimi yatağa bastırdım. "Benimle alay mı ediyorsun?" Ayrıca nasıl bu kadar güçlü olabiliyorsun.
"Ne var, sen de eşlik etsene."
"Alaylarımın kırıcı olduğunu sanıyordum."
"Aslında daha çok kışkırtıcı oluyor."
"Bu konuyu," dediğimde geri çekilmem ve yeniden ayakta durmam gerekiyordu ama dizimi yataktan ayıramadım. "Konuşmak için doğru bir yerde durduğumuzu düşünmüyorum."
"Sana katılıyorum." Parmaklarını yeniden bileğime doladığında beni çekmeye devam etti ve ikinci saniyede diğer dizim de yataktaydı. "Tıpkı benim gibi uzanmalısın."
Ben aklımı kaybederken o da delirmişti işte. Her şey bir yana da bana bu denli yaklaşması hiç normal değildi. Sıradan bir şey mi yapıyorduk yoksa aramızda bir şeyler geçmesinden korkmuyor muydu? Sonrasında olacaklardan, kalıcıya dönüşecek hislerinden?
"Öyle pek rahat görünmüyorsun, Leo."
"Çünkü rahat değilim." Kalbim uçuşa geçse de kaşlarımın çatılmasına engel olamamıştım ve yatağa oturup kalmıştım. "Tüm bunlar neden yaşanıyor?"
"Belki de zamanı gelmiştir."
"Neyin zamanı?" Cevap vermediğinde sırtımı yatak başlığından ayırıp İdil'e baktım. Sadece kıskıs gülüyordu ama ortada hiç de dalgaya alınacak bir şey yoktu. Sadece heyecan vardı. Bolca.
Aniden doğrulduğunda dirseğini yastıklara yaslayıp yüzüme yaklaştı. "Bana karşı bir çekim hissetmiyor musun?"
Kaşlarımı yumuşatan şey, ince askının omzundan sıyrıldığını fark etmemdi. "Bilmiyorum," diye itiraf ettim. Öylece hayır diyip geçemezdim ama anlatamazdım da.
Dirseğini yastıktan usulca ayırarak yükseldi. "Öyleyse bu soruyu sana bir dakika sonra tekrar soracağım."
Saçlarını omzundan geriye iteklediğinde yavaşça üstüme kaydı. Ruhum galiba bedenimi terk etmek için bavul toplamayla ilgilendiğinden kıpırdayamıyordum. Öne eğildiği için seyre dalmalık bir dekolte sunan göğüslerini kaburgalarıma yasladı. Bu arada göğüsleri...
Başını uzatıp boynumu öptü. Ayak parmak uçlarıma dek huylanırken gözlerimi tavana dikmiş ve ağzımı bir daha açmayacak gibi sıkıca kapatmıştım. Tanrım lütfen merhametli birine dönüşmesi için bana acı.
Boynumdan sonra yukarı çıkıp yanağımı öptü. Benden tiksinmesi falan gerekmiyor muydu? Durduk yere bir zebani neden öpülürdü? Ve son olarak dudak kıyısından.
"Şu an..." Dudaklarımı yaladım, nefesim kesiliyordu ve İdil'in nefesini de kendi ağzımda hissedebiliyordum. Kalbim şiddetle çarparken gözlerimi belirli bir noktaya bile odaklayamıyordum. "Ne yaptığımızı bilmiyorum ama buna devam edemeyiz."
Cüretkâr bir sesle, "Kurallardan senin de sıkıldığını sanıyordum," dedi.
"Bu bir kural değil," dedim hemen. Beni öpmeye devam etmesi için bütün servetimi ortaya koyabilecekken yanaklarımın içini dişledim. "Bu sadece çok yanlış olan bir şey. Bir günah." Çenesini tutup gözlerime bakmasını sağladım. "Ve sen bunu hak etmiyorsun. Kusursuz bir melek gibisin. Sana o biçim dokunamam."
İri bakışları gözlerime odaklanmaya çalışırken bir kez daha onun dünya güzeli olduğuna kanaat getirdim. "Ama melek yeryüzüne indiyse günahı da öğrenmeli."
Dolgun dudaklarını beklentiyle ısırdı. Bu istekli manzara karşısında boğuk bir sesle, "İdil," diye inledim.
Burnundan bir nefes verirken üstümden geriye doğru kaymaya çalıştı. "Beni istemiyorsun," dedi yakarışla. "Hepsi bu."
Ellerimi koltuk altlarına yerleştirdiğimde onu yeniden yukarıya, yüzüme yakın bir noktaya kolayca çıkardım. "Senin için deliriyorum."
Bu mücadeleye daha fazla dayanamadığımda başımı uzatıp dudaklarını hedef aldım. Elini enseme yerleştirip karşılık verdiğinde onu açlıkla öptüm. Neye aç olduğumu bilmediğim bir açıkla. Bunu daha önce aklımdan birkaç saniye geçirdiğim için utanç duymuş ve hayal etmeye devam etmemiştim. Şimdi anlıyordum ki bunu düşünmemek bile bana çok şey kaybettirmiş.
Bir elim saçlarındayken kucağıma oturdu. Diğer elimi çenesinden çekip beline götürdüğümde parmaklarım çıplak tenine temas etti. Elbisenin göbeğine kadar sıyrıldığını utançla ayırt ettim. Bu tatlı canavar iç çamaşırı dışında bir şey giymediği kasıklarını karnıma bastırıyordu. Geri çekmeye yeltendiğimi fark ettiğinde elimi sıkıca tutarak yeniden beline bastırdı. Yumuşak tenine tırnaklarımı batırdım ve öylesine inceydi ki ya da benimle kıyaslandığında o kadar narin kalıyordu ki, baş parmağımla göbek deliğini okşayabildim.
Alt dudağımı sertçe ısırdığında pozisyonumuzu değiştirip sırtını yatakla buluşturdum. Üstüne eğilmiş, burunlarımızın ucu birbirine değerken ona inatla bakıyordum ama o gözlerini açmamaya, yeniden onu öpeceğim anı beklemeye kararlı görünüyordu. Gülümsedikten sonra gözlerimi yumdum ve İdil'i öpmeye devam ettim.
Bir daha asla, ne olursa olsun, hiçbir hava şartında üşümezmişim gibi geliyordu. Öpse her şey o an zaten geçermiş gibi. Yanımda olsa buzlarım çözülürmüş gibi. Hayır, yetmez. Kucağımda olmalıydı.
Bir anda başını çevirdiğinde dudaklarım yanağına düştü. Daha fazlasını istediğine inanamıyordum. Onu buracıkta yiyebilirdim ama kibar olabilmek için boynundan usul usul öptüm. Boyundaki sıcaklık delisi vampirler haklı olmalıydı. Çünkü şimdi kanı da dahil, her şeyini istiyordum.
Parmaklarını uzatıp elbesinin askını kaydırdığında bir utanmaz gibi ona yardım ettim. Bu kız benim kesinlikle son duamdı. Ben ölmüştüm ve bana acıyordu. Cehenneme gitmemden önce bir iyiliği çok görmeyen güzel kalpli bir melekti.
Bu arada göğüsleri...
Kalbinden öpmek için dudaklarımı o noktayla buluşturmam gerekiyordu. Nefes nefese bir halde öyle de yaptım. Tadını hissetmiyordum ve bunu heyecanıma bağlıyordum, bir imkansızlığın gerçekleşme anına. Her şey burada bitsin istiyordum ama aynı zamanda onu günlerce keşfetmenin düşüyle de yanıp tutuşuyordum. Süründürsün ama asla sonu gelmesin.
"Leo'm."
Sondaki sahiplenme ekini mırıltıyla uzattığında sırtımı dikleştirip kazağımı üstümden çıkardım. Muzip parmakları hemen karnımda dolaştı. Beni büyük bir ilgiyle incelerken bacaklarını kendi bacaklarımın arasına sıkıştırarak onu hapsettim. Dudağım yana kıvrıktı çünkü güzel gidiyorduk fakat bir anda parmak uçları pantolomunun fermuarına dokundu.
Aşığa kaydırdığı elini tutarak durdurdum. "Uslu durmazsan bana buracıkta bir çocuk vermen gerekebilir."
Bana hak verip artık mantıklı bir adım atacağını sanarken kıkırdayarak elbisesinin ucunu tuttu ve yukarıya kaydırarak başından çıkardı. Zamanlamamı sikeyim. Gözlerimi çok geç kapatmıştım. Gerçi biliyordum; ona bakmaya doyamadığım için nasılsa yeniden açacaktım.
İdil'i kendi vücut ısımla ısıtabilmek için fazla nazlanmadan pantolonumu çıkardım. Sütyen takmasa da tıpkı benim gibi iç çamaşırı hâlâ üstündeydi. Gerçi o minik kumaş dolgun üst bacaklarının arasında incecik bir ipten farksız görünüyordu. Düşündüm de, sanırım özel manzaramı kapatan bu hain bez parçasını dişlerimle bile kesebilirdim.
Kulağıma doğru, "Banyoya gidelim," diye fısıldadı.
Sırtımdan bir panik teri süzüldüğünü hissederken göğsünün kenarını öptüm. "Bizim şimdi burada, kilometrelerce ötede yapacağımız balayını tartışmamız gerekmiyor mu?"
Öpmeye doyamadığım omuzlarını nazlıca silkti. "Islanmak istiyorum, Leo."
Anlam ayrımına takılmadan İdil'i belinden tutup, yatak boyu kaydırarak kendime doğru çektim. Onu kucakladığımda çıplak bacaklarını belime doladı. Kapıya kadar öpüşerek götürdüğümde ayağını geriye atarak kapıyı açmamı engelledi.
"Odandaki banyo."
Duraksadığımda İdil'in tadı olan dudaklarımı yaladım. "Sana oranın bir depo olduğunu söylemiştim."
Sağ gözüme ve sol gözüme sırasıyla baktı, bence bu tatlı hareket onun ikna edicilik silahıydı. "Değil."
"Benden iyi mi bileceksin?" Ama ne söylese inanmaya hazırdım. Güzel yüzüne bu kadar yakınken uzak kalmak dayanılmaz olduğundan yaklaşıp tekrar öptüm.
Bacaklarını aşağıya kaydırdığında kucağımdan indi. Bana arkasını döndüğünde ellerimi tutmaya devam ediyordu. "Öyleyse gidip bakalım."
Zihnimin içinde buna engel olmam gerektiği yankılanırken İdil'i nasıl reddeceğimi bilmiyordum. Orada bir banyo yoktu, uzun zamandır başka bir amaca hizmet ediyordu. Görmemesi gereken bir amaca.
Neyse, bugünün zaten son duam olduğunu biliyordum.
Kapıyı açmadan önce onu kendime çevirip dudağından son kez öptüm, muhtemelen bunu bir daha yapmama asla izin vermeyecekti. Ancak saçlarını derin derin kokladıktan sonra kapıyı açmasına müsaade ettim.
Bana bir tokat atmayınca kaşlarımı çatıp bakışlarımı kaldırdım. Burası gerçekten de eskiden olduğu gibi bir banyoydu. Fakat hayır, böyle olmaması gerekiyordu. Paçayı kurtarışım da sondan ikinci duam mıydı?
El ele tutuşarak yarı çıplak bir şekilde banyonun içine girdik. Fayanslar bomboştu, her yer hiç kullanılmamış gibi tertemizdi, duş başlığı bile duruyordu. İdil bizi o köşeye çekerken neşeli olsa da ben kafam epey karışık olduğu için gülümseyemiyordum.
Suyu açtığında ilk damlaların ayaklarımıza dek ulaşmasını izledik. Bakışlarım ayak parmaklarından diz kapaklarına, oradan bacaklarına, karnına ve göğüslerine çıktığında vücudunu duvara yasladım. Bu kadar çabuk özlemem, bu kadar erkenden acıkmam ve ona dokunmadığımda çıldırmaya başlamam benim sonumu getirebilirdi.
Gece boyunca birkaç muzip cümleleri dışında suskundu. Gerçi bugün İdil, alıştığım İdil değildi. Bambaşka taraflarını konuşturuyordu ve o taraflarına deli oluyordum. Elimin altındaki teni pürüzsüz bir ıslaklıkla kıvranıyordu. Su arttı ama sıcaklığımız, suyun soğukluğunu ayırt etmemize izin vermedi.
"Havlu almayı unuttuk."
Cevap vermek için de olsa ondan ancak birkaç santim uzaklaşabildim ama gözlerim hâlâ dudaklarındaydı. "Bu gece tamamen kuruyacağımızdan emin değildim." Şu edepsiz konuşma tarzını bana da bulaştırmıştı.
"Bizi bir geceye bağlama," dedi dudaklarımın üstüne doğru. "Her şeyin ayrı bir zamanı vardır."
Benden uzaklaştığını hisseder gibi olduğumda vücudumu korkuyla ona biraz daha sıkı bastırdım. "Ne yani, gidiyor musun?" Bir şey demediğinde gözlerine dek eğildim. "Beni böylece bırakıyor musun?"
Tepemizden akan suyun şiddeti arttığı için kirpiklerini üst üste kırpıştırdı. "Gidip havlu getireceğim."
Dilim tutulmuş gibi kalakaldım. Ben getiririm diyebilirdim ya da saçma sapan paniğimi kesebilirdim. Su sanki bir kova dökülürcesine arttığında soluk soluğa kaldım. Haklı olabilirdi, buradan acilen çıkmamız gerekebilirdi. Yanımdan ayrılırken elini sıkıca tutuyordum ama bir noktadan sonra ellerimden kayıp gitmişti.
İdil'i beklerken banyonun açık kapısına baktım, ben baktıkça orası karanlığa gömüldü ve ayak seslerini duymayı beklerken kulaklarıma su damlalarından başka bir şey dolmadı. Alnımı buz kesen fayansa yaslayıp gözlerimi pişmanlıkla kapattım. Gitmesine izin vermemeliydim.
Leo'm.
Gözlerimi açtığımda dudağımdaki ıslaklığı dalgınca yaladım. Saçlarım uçuşuyor, burnumun ucu bir soğuklukla karıncalanıyor ve baktığım nokta dalgalanıyordu. İdil yok olmuştu; aslında o hiç gelmemişti. Yatağım bozulmamıştı; çünkü biz zaten orada olmamıştık. Su kesilmişti; hayır o en başından beri basit bir musluk suyu değildi.
Uyuyakaldığım koltuktan süratle kalktım. Hızlı soluklarım dudaklarımı kurutup burnumun içini yakıyordu. Pencereden içeri giren yağmur damlaları yüzümü ve saçlarımı ıpıslak hale getimişti. Kızardığına emin olduğum gözlerimi birkaç saniye odamın içinde dolandırdım. Her şey aynıydı, olması gereken ve olmaması gereken gibiydi. Bıraktığım gibi, beni bıraktığı gibi. Hiç gelmediği gibi.
Elimi uzatıp açık kalan pencereyi gürültüyle kapattım. Merhamet Tanrım, bu defa da aklımı kaybetmemek ve utançtan kendimi öldürmemem için biraz merhamet. İdil uyuduğunda -ki bu sadece birkaç dakika sürmüştü- odasından çıkmış, yemin ederim ki saçını yüzünden iteklerken yanağına temas etmek dışında ona dokunmamıştım. Bu etkiyi, bu bilinaçtını, bu ayıbı hak etmiyordum.
Son olarak biraz nefes almaya ihtiyacım olduğunu hatırlıyorum. Odama geldikten sonra uyku tutmayacağını bildiğim için uyumayı denememiştim bile. Belki İdil'in yanına kıvrılsam daha önce olduğu gibi onunla bir uykuyu bölüşebilirdim ve sanki iyi niyetime inandığı için bana kızmazdı da. Bunu bile yanlış kabul ettiğimden yanında kalmamışken bu düş de neyin nesiydi?
Biraz nefes alıp düşüncelerimi bulanıklıktan arındırmak için camı açmıştım. İstediğim tek şey ağaç, toprak ve katıksız gece kokusuydu. Bunların uykumu getireceğini, ensemin geriye kayıp açık cama karşı savunmasız hale geleceğini bilemezdim. Bilsem yapmazdım. Tüm o anlar... Nasıl hissettirirse hissettirsin haberdar olmamayı tercih ederdim.
Aynaya bakmaya utanırken ışığı bile açmayarak odamın içinde volta attım. Kusmak istiyordum ama midem bulanmıyordu. Çok kötü. O kızla neler neler yaşamıştım ama midem bulanmıyordu. Aklıma getirmeyi kendime yasaklayacağım kadar iyi hissettiriyordu. Sadece fazla iyi ve heyecanlı. Gözüm yatağa çarptığında bakışlarımın istemsizce yumaşayacağı kadar özel.
Gezinmekten bitap düşünce yatağımın ucuna oturdum. Bu yatağı değiştirmeliydim, belki de odamı. Köşkü İdil'e hediye etsem ve kendime küçük bir apartman dairesi tutup nefsimi cezalandırsam suçluluğum hafifler miydi? Tanrı beni affeder miydi ya da İdil yüzüme bakar mıydı?
Dudaklarımı ısırdım, bir de bu vardı! Yüzüne nasıl bakacaktım şimdi? Onunla nasıl konuşacaktım? Sonuçta artık sevişmiş sayılırdık, aramızda bir samimiyet de olması gerekiyordu. Hem her şeyi o başlatmıştı. Arsızlığını başka tarafa çekmişti, yatakta bile zekice hamleleri vardı. Yoksa bana büyü mü yapmıştı? Geceleri kanlı ay doğduğunda rüyalarıma girip bana sahip olma büyüsü. İyi de böyle bir şeye gerek bile yoktu çünkü ben zaten... Evet, aynen, işte böyle yüz karasısın, Leo!
Leo'm...
Parmaklarımı boynumda dolandırdım. Islaklığını hâlâ hissedebiliyordum. Hayır hayır bu yağmur tanelerinin ıslaklığı falan değildi. Kabul etmiyorum. Rüya aleminde de olsa bunların hepsi yaşanmıştı. Beni öpmek istemişti. Acaba bu hangimizin hayaliydi? Sırf hislerini anlamayayım diye bana bilerek sataşıyor olabilir miydi?
Rüyalarıma girecek kadar etrafımda dolanıp astral seyahat yapmayı öğrendiğine göre bu kız bana kör kütük âşık olmuştu.
Parmaklarımın ucuyla oynarken kendime engel olamayarak gülümsedim. Deli şey. Kim bilir o nasıl rüyalar görüyordu. O da kendine kondurmakta zorlandığı için bana soğuk davranmayı seçiyordu. Muhtemelen ben de utandığım için yüzüne bile bakmamaya çalışacaktım, galiba onu yavaş yavaş anlıyordum.
Bedenimi geriye atarak sırtımı yatakla buluşturdum. Bu geceyi ya iyiye yormalı ya da kötülüğün kol gezeceği bir kahanet gibi algılamalıydım. Kötülük derken İdil'in günden güne güzelleşmesi, birbirimize alışmamız, arazi satılıp hakkı olan parayı aldıktan sonra bile burada kalmak istemesi, güzel parçalar giyinmesi, kara büyüyle uğraşmaya devam etmesi, geceleri ruhunun yatağımı ziyaret etmesi... Tüm bunların bana inanılmaz tutkulu gelmesi.
Göz kapaklarım mucizevi bir şekilde yeniden ağırlaşırken, kötünün bile ne kadar iyi olduğunu fark ettim. Eğer utancımdan intihara kalkışmazsam bundan sonra hayat benim için neredeyse eğlenceli bir hâl alabilirdi. Fakat yine de üstümü değiştirmeliydim. Ya da aynı kalsa aynı şeyler yeniden yaşanabilir miydi? Ergen bir zebani gibisin, Leo.
Leo'm.
***
Evde kimsenin beni uyandırmak gibi bir deneyimi olmadığı için her zamanki vaktimden bir saat sonra yataktan zorlukla kalkmıştım. Sıkıntıyla dönüp durmak değil, açıkça uykudan uyanmıştım ama her yerim tutulmuştu ve saatlerce seviştiğimiz için değildi. O nedenle uykunun dolu bir tarafı olmadığından, kalktığımda saat yine de erkendi. Tek fark, bugün güneş doğduktan sonra evden çıkmış olacaktım.
Odamdaki banyo devre dışı olduğundan, koridordaki karşı odalardan birinin banyosunu kullanıyordum. Koridorda bornozla dolanmamak için yine aynı odayı kendime giysi odası olarak dizayn ettirmiş, özellikle de ofis kıfayetlerimi oradaki dolaplara istiflemiştim.
Üşümekten nefret ettiğim için kışın banyo yapmaktan da hoşnut değildim. Su ne kadar sıcak olursa olsun alışmam ve kendimi gevşetmem zaman alıyordu. Bugünse sırtımı fayansa yaslayıp uzun uzun yıkanmak istiyordum. Alışkın olmadığım hisler bana öfke nöbetleri geçirtmeye çalışıyordu. Sanki İdil tarafından terk edilmiştim de şimdi o yüzden duşun altında yalnızdım.
Yersiz düşünceler eşliğinde kabini terk ettim. Kurulandıktan sonra titrerken havluyu belime sarıp aynanın önüne geldim ve dişlerimi titizlikte fırçaladım. Bir önceki genel diş kontrolümde doktor diş etlerime zarar verdiğimi söylemişti, ben de bu yüzden diş fırçamı değiştirmiştim. Hareketlerimin sertliğiyse aynıydı, ağzımın duman gibi kokmasını göze alacak değildim.
Pantolumu giyindikten sonra gömleğimi de aceleyle üstüme geçirmiştim ki koridordan açık bir düşme sesinin yankılandığını işittim. Biri elinden basitçe bir şey düşürmüş olabilirdi ama ben henüz aşağı inmemişsem çalışanlarım bu kata asla gelmezdi. İdil'in bu saatte uyanması zaten imkan dışıydı. Gömleğin düğmelerini ilikleyecek kadar oyalanmadan kendimi kapıdan dışarı attım.
Kapıyı şiddetle açtığım için, görmeyi ummadığım o kişi de arkasını dönüp bana baktı. Bense geri kaçamayacağım kadar koridorun içindeydim. Yere düşürdüğü kalın kitaplarını yeniden toplamadan önce kirpiklerini üst üste kırpıştırdığını fark ettim.
"Pek uyku tutmadığı için bu sabah vakitli kalktım." Kitaplarını kucağına yerleştirirken bana ikinci kez bakmamaya çalışıyordu. "Ders çalışmak için kütüphaneye iniyordum."
Gömleğimin düğmelerini aceleyle iliklemeye başladım ve işte ne yazık ki, İdil'i gördüğüm bu ilk andan itibaren üşüdüğümü bile unutmuştum. "Dün akşam tavuk gibi erken uyuduğun içindir."
"Başına dert olmamak içindi." Suratını ekşittiğini göstermek için yüzünü tekrar bana döndüğünde bakışları birkaç santim aşağıya kayar gibi oldu. "Ama fırtına dindiğine göre dert olmaya kaldığım yerden devam edebilirdim."
İşte, olması gereken İdil buydu Leo, gözlerine bakamasan da hatırla. Soğuk bir sesle, "İşkolik bir adamı günün anca belirli saatlerinde meşgul edebilirsin," dediğimde hapşırdım.
Benimle aynı anda burnunu çekti. "Ancak geceleri mi demek istiyorsun yani? Seni her gün sabahın köründe karşılayacağımı sanıyorsan çok beklersin."
"Beklemiyorum çünkü tembel olduğun için o saatlerde hep uyursun," demiştim ki tekrar hapşırdım.
Saçlarını savuracak bir hızda bana dönse de bakışları yumuşadı ve kıkırdadı. Bir insan sabahın köründe nasıl kıkırdayabilirdi? Bu saatte hiçbir şey komik olamazdı. Altını çiziyorum; hiçbir şey.
"Ne o, şimdi de karnını doyurmak için işe giden insanlarla mı dalga geçiyorsun ya da soğuk algınlığı geçirenlerle mi?" Dalaşmalarımızın arasında birbirimize doğru yürüdüğümüz için artık neredeyse karşılıklı duruyorduk. Gülüşünü neredeyse çok yakından görebiliyordum.
"Hayır ama gömleğini yanlış ilikleyenlerle dalga geçebilirim. Şu haline bir bak!"
Bakışlarımı indirdiğimde gömleğimin düğmelerini abuk subuk kapattığımı fark ettim. Bir ya da iki düğme atlamış olmalıydım çünkü sağ taraf daha uzun duruyordu. Benim aptal yanımla eğlenmesine alındığım için gözlerine bakarak hepsini teker teker çözdüm.
"Eğer aşağıdan başlarsan şaşırmazsın." İşaret parmağını açıkta kalan karnıma belli belirsiz uzattı. "Şu şekilde."
"Ya da çenesi düşük bir kız kafamı karıştırmasaydı şaşırmazdım."
Kitaplarını, sanki onları bile benden korumak istiyormuş gibi kucağına daha sıkı bastırdı. "Senin de tam olarak aynı düşük çeneyle karşılık vermeni bekliyordum ama bugün iki misli suratsızsın. Ne o, kâbus mu gördün zebani?"
Dişlerimi sıkarken gömleğimin yakalarını düzelttim ve İdil'e karanlık bir bakış atmaya engel olamadım. "İyi bildin, seni gördüm."
Kaşları masum bir merakla havalandı. "Nasıl gördün?"
Islaklığı azalmış saçlarımı düzeltme bahaniyse yüzümü sakladım. "Hiç hatırlamıyorum."
Omuz silktikten sonra bir şey söylemeden yanımdan ayrıldı. Bana inanmıyordu ya da gerçekten hatırlamadığımı düşünüp önemsiz buluyordu. Her ikisi de iyiydi, her ikisi de kabul. Gerçeklerden haberdar olup benden köşe bucak saklanmasındansa bütün olası ihtimallere onay verebilirdim.
İdil'in ikinci kata ulaşıp kapıyı da kapattığını duyduktan sonra bir ağrı kesici alıp evden çıktım. Rüyadan sonra ilk normal diyalog bile beni bu kadar zorladıysa devamını düşünemiyordum. Bunun bir de akşam yemekleri, olur olmadık yerde sataşmaları, her konunun içinde dalaşmaları ve aynı katta uyumaları vardı. Bir gece günaha battığım için ertesi gecelere dair derin şüphelerim kalıcı görünüyordu.
"Jason şurada duralım." Araba kaldırım kenarına yanaşırken bir kahve zinciri dükkanı önünde olduğumuz halde, "İkimize de birer kahve al," diyerek yersiz yere hatırlattım.
Jason arabadan indiğinde dirseğimi cam kenarına yaslayıp dışarıyı izledim. Hiçbir zaman o kadar da meraklı olmadığım bu dış dünya, kafamın içinden daha çekilir duruyordu. Dün öğlen vakitlerinde güneş sunan hava, gecesinde şiddetli yağışı getirmiş ve kaldırımı parlak kılmıştı. Evet zeminin nasıl olduğunu biliyorum çünkü yine bir noktaya kilitlenip aynı şeyleri düşünmeye devam ettim.
Jason'ın gecikmesi ya da benim sabırsızlığım, bakışlarımı kahve dükkânına kaldırmama neden oldu. Sabah sabah kahve içmeden kendine gelemeyen bir yığın öğrenci ve çalışanla doluydu. Mesela İdil olsa hemen tatlı tezgahına koşar ve hangisini daha çok istediğini seçemediği için gideceği yere geç kalırdı.
Jason göründüğünde arabanın camını açtım. Uzattığı karton bardağı aldığımda, neden buradan iletişim kurmaya çalıştığımı anlayamadığının merakı vardı yüzünde. "Seni yeniden o sıraya girmeye mecbur edeceğim için üzgünüm ama bir dilim de bienenstich alır mısın?"
Yüz ifadesi artık biraz daha meraklı olsa da sorgulamadan, "Tabii efendim," diyerek gerisin geri gitti.
Camı kapatıp acı kahvemden bir yudum aldım. İdil neredeyse suya bile şeker atacak kadar tatlı düşkünü bir kız olduğu için bu kahveden hiç hoşlanmazdı. Hem zaten ben de sırf kendime gelebilmek için içiyordum. Yoksa yeni tatlara her zaman açıktım.
Jason, İdil'in de deyimiyle Türkçe karşılığı arı sokması anlamına gelen pastamı getirdiğinde yaniden hareket ettik. Son sefer hariç yıllar önce yemiştim ve hatırladığım tek şey yoğun şekerdi. Fakat şimdikinde, tanınmış bir marka mutfağından çıksa da aromasında eksik olan bir şeyler vardı. Beğenmemiştim işte. Beni hijyensiz yapılan sokak lezzetlerine bu kadar çabuk alıştırmış olamazdı.
Keşke günüm de arı sokması gibi tatlı devam etseydi. Ofiste önümde üst üste birikmiş, son kontrolleri yapmam gereken dosyalar varken ben çenemi yaslamış, burnumu silmeye ihtiyaç duymadığım zamanlarda telefonla oyun oynuyordum. Gidip bir iğne yaptırmam gerekmişti ama dinlenmek için eve dönmemiştim, bu kadar çabuk onunla aynı ortamda bulunmaya henüz hazır değildim. Bugün canım hiçbir şey yapmak istemediğinden muhtemelen yarın çok şey yapmam gerekecekti. Bunun da en sağlıklı hali rüyalarıma izinsizce konuk olmamasıydı.
Ofis odasının nostaljik havasına uyum sağlayayan telsiz telefon çaldığında bakmadan uzandım. Yine bakmadan açtığımda ekrandaki renkli şekerleri kaydırmaya aynı titizlikle devam ettim. Sessizliğimin ikinci saniyesinde sekreter, "Thomas Roksanford burada efendim, sizinle görüşmek istiyor," dedi.
Sırayı tamamlayıp etrafı şeker baloncuğuna boğduğumda gülümsedim. "Gelebilir, teşekkürler."
Telefonu kapatıp yerine yerleştirdiğimde kendi telefonumun kilidini de kapatıp itekledim. Şimdi şu dosyalardan birini açmam, dolma kalemi sıkıca tutup, başım eğik bir şekilde yazılanları gözden geçirmem gerekiyordu. Evet, Thomas Roksanford beni böyle görmeliydi.
Tıklattığı kapıyı açtığını duyduktan sonra başımı dalgınca kaldırdım. Ayılmaya çalışır gibi gözlerimi kırpıştırıp ayağa kalktığımda, Thomas'ın yüzünden çalışkanlığımı kutlayan gururlu bir gülümseme vardı.
"Seni başka yerde bulmam mümkün değildi," dediğinde tokalaştık.
Aynı anda oturduğumuzda dosyanın kapağını kapatıp, sırtımı yorgun bir tavırla koltuğa yasladım. "Tıpkı bildiğin gibi, hâlâ meşgul bir adamım." Sandalyemi kaydıradak telefona uzandım. "Ama birlikte bir şeyler içebileceğimiz kadar vaktim var."
Ne içmek istediğini hâlâ söylemediğinde Thomas'a baktım. Açık renk takım elbisesi tenine, saçlarına ve gözlerine o kadar zıttı ki nereye baktığı, surat ifadesinin hangi mimiklerle kasıldığı hemen belli oluyordu. Gözlerini baba yadigarı içki dolabından zorlukla ayırdığında, "Ne demek krauterlikör içmeyeceğiz?" diye sordu.
Dudaklarım yok artık güşüyle yana kıvrıldı. "Mesai saatimde seninle karşılıklı shot mı atacağım?"
"Bunu en son yaptığımızda keyif alıyordun."
Sesindeki alınganlık, gülümsememi büyütürken telefonu kulağıma yaslayıp iki tane naneli sodayı özellikle şişeyle servis etmelerini istedim. Thomas haklıydı, bütün aşırıya kaçan hareketlerimde en az Martin kadar benimleydi. Likör içmesi de aynı oranda mantıklıydı, mantıksız olan benim tek ayrıcalığım sayılan alkoldan usul usul uzaklaşmamdı.
"Yüzündeki solgunluk dışında seni iyi gördüm." Burnumu çekmeyi kesip Thomas'a döndüğümde beni anlayışlı bir tebessümle izliyordu. "Eskisinden çok daha iyi."
"Çünkü en son gördüğünde babamın defnedildiği gündü."
"Peki gerçekten nasılsın, Leo? İyi gibi görünmeye çalışmadığın zamanlardan bahsediyorum."
"Garip." Kalemi evirip çevirirken heyecanlı konuşmamak için düşüncelerime güzel bir kızın yansımasına izin vermemeye çalıştım. "Garip gidiyor."
Sodalarımız geldiğinde Thomas'ın yüzünde keyifsiz bir ifade vardı ama buna gülmek için sekreterin çıkmasını bekledim. "Bu da içinde yakıcı bir sıvı olan yeşil bir şişe, neden hoşlanmıyorsun?"
Şişeyi memnuniyetsiz dudaklarına götürüp ilk yudumu aldı. "Canım naneli soda içmek isteseydi arabamı otoparkın yerine bir büfenin önüne park ederdim."
"Buraya kadar gerçekten de shot atmaya gelmişsin." Tıslayarak güldüm. "Gitmeden önce bir şişe al öyleyse."
"Şişeyi alıp gitmiyorum seninle her zamanki yere gidip eğleniyoruz." Müzikli ortamlarda asla eğlenmediğimi hatırlayınca dudak büktü. "Ya da ben dans ediyorum, sen de beni izliyorsun."
"Fikrin korkutucu derecede berbat."
"Peki tamam. Kıymetli likörlerin senin olurken centilmenlik de bende kalsın, sana koleksiyonun için yıllanmış bir Petrus şarabı getireceğim." Yarısına kadar içtiği soda şişesini masaya bıraktıktan sonra geriye yaslanıp bacak bacak üstüne attı. "Canın istiyorsa buna inan ki gerçekten seninle konuşmak için geldim." Dirseğini sandalye kenarlığına yasladığında işaret parmağını bana doğrulttu. "Ve sen her ne kadar konulardan kaçmayı tercih etsen de cevapları almaya kararlıyım."
"İyiyim desem inanmıyorsunuz, kötüyüm desem ne zaman kendime geleceğimi soruyorsunuz. Yaradılışımla ilgilenmeyi bıraksanız mı?"
"Tanrı şahidim ki ilgilendiğim şey kaderin, Leo." Bacağını indirdiğinde çalışma masamın müsaade ettiği kadarıyla bana döndü. "Dedeni kaybettiğinde liseye gidiyordun, üniversiteye başladığında anneni kaybettin, yirmi beşinde de babanı. Bir şeylere hep yarım başladın ve şimdi koskaca şirkette yalnızsın. Rakiplerin haline üzülmüyor, sadece sayıları artıyor. Biraz öne çık, eline mikrofon alıp açıklama yap, insanları sustur."
"Veya şey yapayım mı, onları duymazdan geleyim?"
"Böylesi sadece kaçmak oluyor."
"Hayır sadece dedem öldüğünde babam nasıl yaptıysa aynısını tekrar etmek anlamına geliyor." Ellerim bir anlığına elektronik sigarayı arasa da vazgeçerek çekmeceye eğildim. Çıkardığım gümüş sigara tabakasının kapağını açıp Thomas'a uzattım. "Ve babamın işleri batırdığını hatırlamıyorum."
Thomas bir tütün bağımlısı değildi ama kendini benim yanımda bulduğunda mutlaka acı bir nefes çekmek zorunda kalıyordu. Dumanı ağır ağır üflerken arkasına yaslandı. "Hans Alphan'ın iş arkadaşları ve ortakları vardı, ayrıca amcanla da görüşüyordu."
"Amcam elini eteğini çekeli uzun zaman oldu, yıllardır Makedonya'da bir çiftlik evinde yaşıyor. Onu bir varisliğe ikna edip Berlin'e, yanıma falan mı almalıyım?"
"Dostum hayır," diye mırıldandı yeniden bana döndüğünde. "Bunu yapamayacak kadar yaşlı olduğunu ben de biliyorum ama birlikte hareket etmek için güvendiğin tek akraban o değil ya?"
Dudağımı kaydırıp dumanı özgürlüğe kavuştururken bir nefes sesiyle güldüm. "Kuzenlerimin hepsi resmiyetten nefret eden bir kız ordusundan oluşuyor, ayrıca evliler de. Geriye kalan tek kişi kumarbaz Mateo ve ablalarına zıt giden Darya."
Gerginlikle güldü. "Şirketi batırıp çalışanlarına kan kustur demedim."
İşin garibi, Thomas düşüncesiyle bile korkmakta yerden göğe kadar haklıydı. Makedonya'da yaşayan amcam ikinci evliliğini yapmıştı ve Darya da onun son kızıydı. Geceleri karanlıkta resim çizip sabah güneş doğduğunda ne çizdiğine bakan bir ruh hastasıydı. Çünkü resim çizmeyi bilmiyordu, insanları böyle çizdiğine ve o yüzden de ortaya kötü bir şey çıktığına ikna etmeye çalışıyordu. Tek yeteneğinin şarkı söylemek olduğunu, Darya'nın çocukluğuna şahit olan herkes bilse de o bunu artık kabul etmiyordu.
Çizdiği resimleri beğenen tek kişi, bir zamanlar kâğıt üstünde kardeşi olarak gösterilmek istenen ama kan bağları bulunmayan üçkağıtçı Mateo'ydu. Aynı zamanda bu, Mateo'nun üçkağıtçılık yapmadığı tek konuydu. Ve yine bana kalırsa Darya, sadece tek bir kişiye şarkı söylemek istiyordu.
"Görünen o ki Alphanların sorunu aileyi genişletmemekmiş." Thomas'ın sözü, beni bir kez gittiğimiz Makedonya gezimizden ve onların karmaşık aile yapısından uzaklaştırınca sigaramı söndürdüm. "Neyse ki dostların fazla," dedi.
Aklıma Martin'den başka bir isim gelmiyordu, ne acı.
Masamdaki çerçevelerin her ne kadar arkasını görebiliyor olsa da onlara bakarken gülümsedi. "Ve bir zamanlar ne Alphanlar, ne Roksanfordlar umurumuzda değildi. Sadece üç kişiydik."
O günleri hatırladığımda gülmemem mümkün değildi ve evet, doğru söylüyordu. "Çocukken mezarlıkta taşların arkasına gizlenip saklambaç oynardık," dedim, hatıraların arasından bile en karanlık yanı olanı tercih ederek. "O zamanlar daha mı cesurduk yoksa bir yakınımızı oraya emanet etmek aklımızın ucundan mı geçmiyordu?"
"Mezarlıkta saklambaç oynamaktan hiçbir zaman hoşlanmadım," dedi bozuk bir suratla.
"Havuzun içindeki kurbağa kafana sıçradığı zamandan beri," diye düzelttim. Gülmedim ama boğazım hareket etti. "Zaman hızlı geçiyor ha, küçük kardeş Tommy?"
"Tommy," diye tekrar etti gülerek. Ben de bu sayede gülüşümü serbest bıraktım. "Bana artık böyle seslenen kalmamıştı." Yüzünü bana çevirdiğinde yılgınca gülümsedi. "Seninle konuşmak hatıra defterimi kurcalamaya benziyor.
Başımı anlayışla yana eğdim ve içtenlikle sordum. "Neler görüyorsun?"
O kadar sahte gülümsedi ki dudak kenarları zorlamayla kasıldı ve iki uzun çizgi belirdi. "Yasun tutmuş süs havuzundaki kâğıttan gemi, kedi dili boya fırçası, kopup duran örgü tokaları. Tommy, Leo, Anna."
Boynumu düzelterek başımı ciddiyetle eskiden olduğu hale getirdim. Ellerimi masanın üstünde hareket ettirirken gözlerimi de bu kez elektronik sigarayı bulmak için dolandırdım. "Johanna nasıl?"
Bir süre sessiz kaldığında ben de inat ederek Thomas'a bakmamayı tercih ettim. "Oslo'daki tatilini uzattı. Senin de bildiğin gibi hâlâ gelmedi."
Hemen konuşmamak için sigaranın düğmesine basıp uzun bir nefes çektim. Anlaşılan bugün de dişlerimi ağzımın içini kanatacak kadar sert fırçalayacaktım. "Kendini iyi hissettiği yerde kalmalı, işleri oradan da yürütebildiğine eminim."
"Hans'ın ölümü onu çok etkiledi, ne kadar iyi anlaştıklarını hatırlıyorsundur."
"Johanna babam ölmeden çok önce Oslo'ya gitmişti."
"Haklısın," dedi mırıltıyla, sanki kız kardeşiyle ilgili anıları hep yanlış anımsıyormuş gibi. "O zaman Hans sonsuza dek gittiği için geri gelmiyordur."
Tırnağımın ucunu üst üste cihaza dokundurup çektim. Tommy ve Johanna ikizlerdi, hangisinin daha önce doğduğu bilinmiyordu çünkü doğum kayıtlarına bir yanlışlıkla tamamen aynı tarih ve dakikalar işlenmişti. Bu nedenle gerektiği yerlerde sırasıyla biri abi, diğeri abla oluyordu. Johanna daha baskın bir karakter olduğu için herkes onun birkaç saniye değil, birkaç yaş daha büyük olduğunu düşünürdü. Her durumda onlardan bir yaş büyük olduğum için benim için bir şey değişmezdi ama kavgalarımı Tommy'le yapardım.
Hayatımızın bir dönemine kadar Johanna'yla iyi anlaşırdık. Tommy utangaç olup geride kalmayı tercih ettiği için ailelerimiz bizi tanıştırdığında ilk önce onunla arkadaş olmuştum. Birbirimize garip bir şekilde o kadar çabuk alışmıştık ki hafta sonlarını iple çekmek yetmemiş, şoförler sadece bize çalışır olmuştu. Sırasıyla erkek oyunları ve kız oyunları oynayabiliyorduk. O futbolu denediği için ben de ip atlıyordum, dalga geçmek yerine öğretmeyi seçiyorduk. Eğer birimiz düşüp dizini kanatırsa da daha sakin bir oyuna geçiyorduk.
Sonra Johanna birden büyümeye başlamıştı. Hayatının bir senesi için de olsa benden daha uzun boylu bir kıza dönüşmüştü ve siyah saçlarının rengini beğenmez olmuştu. Küçükken tamamen sarı olan saçlarımı kurcalayıp tam da böyle bir renk istediğini söyleyip duruyordu. Böyle davrandığında sadece Tommy'nin değil benim de ablammış gibi hissettiriyordu, sanki artık arkadaş değilmişiz gibi. O yüzden elini öfkeyle itiyor, Tommy'nin bisikletini alıp kaçıyordum.
Sonra ben de birden büyümeye başlamıştım. Johanna bir kış tatilde, beni dört ay sonra gördüğünde gözlerime bakması için çenesini kaldırması gerekmişti. Benimkinden daha mavi olan gözleri şaşkınlıktan irileşince bu defa saçlarını karıştıran ben olmuştum. Cebimden örgü tokalarını çıkarana kadar bana küs kalmıştı.
Kaçınılmaz bir şekilde aynı liseye yazılmıştık. Babaları o okulu istemelerindeki inatçılıkları yüzünden özel araba yerine servisle gönderiyordu. Bu yüzden Johanna hava şartlarını beğenmediği günlerde okul bahçesinde durmak yerine yumruklarını sıkıp arabımıza biner ve bize gelirdi. Birlikte yemek yer, ödev yapar, telefonla Tommy'i işletirdik. Aynı gün akşam yemeğinde ailesi de bize davet edilirdi ve Johanna'nın bu emrivakiliği hiç yanlış anlaşılmazdı.
Annemin kız çocuklarını sevdiğini hatırlamıyorum. Johanna ve Tommy'nin henüz bir yaşında olan kız kardeşleri vefat ettiğinde bile herkes o bebeğe acırken annem ağlamamıştı. Onun için erkekler her zaman bir devamlılık ve güç anlamına gelirdi. Asıl devamlılık için kızların varlığına ihtiyacımız olduğunu kabul ediyor ama her ailede en fazla bir tane olmasını doğru buluyordu. Her şeye burnunu sokmasından o zamanlar da hoşlanmıyordum. Bu yüzden Tanrı'ya, bana annemin doğuracağı bir kız kardeş vermek yerine başka bir annesi olan Johanna'yı gönderdiği için teşekkür ediyordum.
On sekiz yaşımızın sonunda, ailelerimizin tercih ettiği bölümleri özel üniversitelerde okumaya başladığımızda her şey yavaş yavaş değişmişti. Kardeşi Tommy, Amerika'ya gitme hakkını kullanırken Johanna benimle birlikte Almanya'da kalmayı seçmişti. Ona her zaman görüşebileceğimizi söylesem de 'seni görmemeye dayanamam' nedenine sığınıp buradan ayrılmamıştı. O günden sonra Johanna'yı, Anna olarak görmeyi bırakmıştım.
Davranışların değiştiğini hissettiğim için sinemaya davet ederken iki kez düşünür hale gelmiş, eskisi gibi birlikte ödev yapmayı bir kez daha teklif edememiştim. Planlar yapan, beni bir yerlere çağıran, buluşmak isteyen o oluyordu. Tommy de işin içine katacağım kadar yakınlarda bulunmadığından arkadaş çevremizi genişletmeyi denemiştim ama Johanna hiçbirini sevmemişti. Özellikle kız arkadaşlarımdan nefret ediyor, onlara incitici laflar sokuşturup duruyordu.
Yürürken koluma giriyordu, ben de bundan rahatsız olmadığım günlere dönmek istiyordum. Johanna'ya karşı o biçim duyguları bir an olsun hissetmemiştim, o benim sonradan kabul olan kız kardeş duamdı. Çocukluğumuz boyunca onun da böyle hissettiğine emindim, sonradan neyin değiştiğini hiçbir zaman öğrenemedim. Bu konuyu sadece bir kez, aynı zamanda ilk ve son kez, beni öpmeyi denediği gün konuştuk.
Benimle aynı bölümde okuyan bir arkadaşımın doğum günüydü. David, özellikle Johanna'ya hayran olduğundan gelmesini istediği için onu da bize katılmaya ikna edebilmiştim. Başlarda her ne kadar keyifsiz görünse de bizimle içki içmeye, oynadığımız oyunlarda yer almaya başlamıştı. Üstelik özellikle benimle aynı takımda yer almak yerine tam karşıma, David'le aynı takıma geçip eş olmayı seçiyor, güçleriyle canımdan bezdiriyorlardı. Takımımız kaybettiğinde küçük ekibimle bulaşıkları yıkamıştık ve Johanna tezgaha oturup köpüklerle oynamış, kimsenin orada olmadığı bir an ileri gidip burnuma sürmüştü. Öfkelendiğimi gördükçe de devam etmişti. Köpükler artık saçlarıma sıçradığında kızgınlıkla önüne gelip, onu durdurmak için bileklerini tutmuştum. Durulduğunu anladığımda ellerini bırakmıştım ki bu defa o bileklerime tutunup yüzünü bana yaslamıştı.
Dudaklarını bile hissetmeden hemen aynı saniye geri çekildiğimde Johanna'nın gözlerinin arkamda kalan kapıda olduğunu gördüm. Geriye döndüğümde David bizi izliyordu. Bakışları ikimiz arasında öyle kırgın dolanmıştı ki mufak kapısından geri geri yürüyerek uzaklaşmıştı.
O gün en yakın arkadaşımlardan biri olan David'i kaybederken Johanna'yı da hayatımdan kendi istediğimle çıkardım.
Thomas bana telefonundan, ikizinin ona yolladığı fotoğrafları gösterirken bunları düşünüyordum. Yirmi dördünün sonunda bile aynı siyah gür saçlara, aynı bakan lacivertimsi gözlere sahipti. Bana oldukça yakın uzun boyuyla, anıt heykellerin önünde verdiği pozlarla doluydu erkek kardeşinin resim galerisi. Dudakları önceden kesinlikle bu kadar büyük değildi, ayrıca kırmızı mı yoksa kahverengi mi olduğunu ayırt edemediğim bir renge boyanmıştı. Anna değildi, Johanna Roksanford'du.
Thomas telefonu geriye çekmeyince ben kendimi geriye çekip, kız kardeşinin nasıl olduğunu yeterince anladığımı belirtmek için başımı sallayıp sırtımı koltuk sandalyeye yasladım. Bunun üzerine Thomas da telefonu cebine sıkıştırarak beni taklit edip oturuşunu düzeltti. "Sanırım köşkte her şey yolunda. Belki köşk de tıpkı senin gibi eskisinden daha iyi."
"Uzun zamandır konuşamıyorduk," dedim imayla. Yine de günümüzden bahsetmeyi tercih erderdim. "Ne öğrenmek istiyorsun?"
"Şirketler arası düzenlenen baloya, evdeki misafirinle birlikte katılmışsın. Değil magazin, ekonomi dergilerine bile senede iki kez röportaj veren gizli bir adam olman insanların ağzını bantlamıyor."
O kızın babanın genç sevgilisi olduğunu düşünüyorlar. "Ne anlattı sana o ağızlar?"
Kolunu masama uzatmış, parmaklarını ahşap mobilyada aceleci bir ritimle oynatıyordu. "Sevgilin olmadığına göre bir mirasçı olduğu her halinden belli." Bana alttan bir bakış attı. "Herkes ondan kayıp kız olarak bahsediyor. "
Güzel bir kayıp kız demedikleri sürece umurumda değil. "Ya başka?"
"Hans öldü ve bağışlar yapıldı, buraya kadar tamam. Peki o yabancı kız neden ortadan kaybolmak yerine bir baloda boy gösteriyor, bunu tartışıyorlar."
"Ama sen neden kalmaya devam ettiğini biliyorsun."
"Korkarım ki bilen tek kişi ben değilim."
Hemen aynı saniye öfkeli bir stresle dudağımın içini kemirdim. "Konuş, bölmeyeceğim."
"Baban her nedense yıllar önce farklı sebeplerle davalık olduğunuz ve zaman zaman sıkıntılar çıkaran bir araziyi o kıza bağışlamayı tercih ederken-"
"İdil Ulukan," diye sözünü kestim. "İsmi bu."
"Bayan Ulukan'a bırakmak istediği arazi," diye devem etti. "Senin de bildiğin gibi belli dönemlerde sorun çıkarıyor. Orayı Alphanlardan satın alamayanlar bu defa bir devlet malı olduğunu öne sürecekleri yolları araştırmaya başlamışlar."
"Çünkü devletten para karşılığı almaları daha kolay, kanunsuzluk kol geziyor."
Başını salladı. "Parça parça bıraktığınız eski düşmanlarınız birleşmiş ve büyük bir kitle haline gelmiş aynı şeyi istiyorlar. Her ne yapacaklarsa, nasıl bölüşeceklerse o araziyi."
"Tapusu bende."
"Tapu iptali ve tescil davaları da hukukun içinde." Omuzlarını kaldırıp indirdi. "Karşı taraftan biri sadece imar hatası olduğuna dair yazılı bir kanıtla bile huzurunu kaçırabilir. Davaya mahal verecek yolsuzlukları bulabilirler mi ya da bir eksik yakalayabilirler mi bilmiyorum ama kafayı seninle bozmuş birileri var. Bence bundan haberdar olmamız bile yeterli."
Kulağımın arkasına kaşırken, "Pedro," dedim. "Balo gecesi oradaydı ve özellikle beni ziyarete geldiğini anlayacağım kadar sinirimi bozdu."
"Pedro," diye tekrar ettiğinde başını geriye yatırıp alnını sıvazladı. "O sefil piç hâlâ gebermedi mi?"
"İzin vermiyorsunuz ki hayalinizi gerçekleştireyim."
İkimiz de gülemeyecek durumdaydık çünkü fazlasıyla ciddiydik. "Ne yaptı?"
"Elbette hiçbir halt yapamadı. Canı sadece dayak yemek istiyormuş, kıyamadım ben de."
"Kışkırttı ve istediğini aldı yani, öyle mi? Dostum o herif zaten seni camiaya karşı rezil etmeye çalışıyor. Umarım salonun ortasında birbirinizin üstüne atlamadınız."
"Üstüne atlasam kemikleri kırılırdı ben de bu yüzden duvara yaslamayı tercih ettim."
"Leonard."
"Merak etme, sarayın arka bahçesinde oldu bunlar. Onu kaşıdım, vücudundaki fazla kanı akıttım ve geldiği yere geri postaladım."
"Öfkene yenileceksin diye endişeleniyorum ama tamam, Pedro'yu kimsenin görmediği yerlerde dövebilirsin."
Sinirle güldüm. "Amma da merhametlisin."
Beklemediğim bir anda ayağa kalktığında çantasını da aldı. "Arkadaşın olduğum kadar avukatınım da, senden fırsat kaldıkça kariyerim için farklı davalarla da ilgilenmeye çalışıyorum. Bu yüzden başına yeni bir bela açmanı istemem."
"İyi de ben seni hiç meşgul etmiyorum ki."
"Evet, mesela şu anda beni öğle yemeğine çıkarmayı teklif etmiyorsun."
Saate baktıktan sonra ben de ağır hareketlerle oturduğum yerden kalktım. Sandalyenin arkasına astığım ceketi üstüme geçirdikten sonra telefonu da avcuma sıkıştırdım. "Tatlılar senden."
"Sen ve tatlı?" diye sorguladı kapıdan çıktığımızda.
Şaşırmakta haklı olsa da tebessüm ettim. Hayatımın, İdil'den önce ve İdil'den sonra şeklinde ikiye ayrıldığını düşünmekte galiba yanılmıyordum çünkü artık bu durum dışarıdan bakanlar tarafından da fark edilebiliyordu. Thomas için demiyorum elbette, kimse değişimin sebebini İdil'e yoramazdı sonuçta ama ben gerçeklerin farkına varabiliyordum.
Asansörün önüne ulaşmıştık ki, "Anna arıyor," diyerek durdu. "Asansörde şebeke kesintisi olur da sesimi bölük pörçük duyarsa deliye döner."
Başımı sallayıp ona zaman verdim. Hey Johanna'dan sonrasını dinlememek için çabalarken kendi telefonumu çevirip ekrana baktım. Thomas rahatça konuşmak için uzaklaşmak yerine bana dönük duruyordu ve sesi epey gürültülüydü. Bundan kurtulmak için ben de telefonu kulağıma dayayıp usul kaçtım.
"Selam," dedim ensemi kaşırken. "Evde her şey yolunda mı?"
Walton birkaç saniye duraksamamış gibi hızlıca, "Merak etmeyin efendim," dedi. "Köşkte en ufak problem yok."
"Güzel. Sen nasılsın?"
"Teşekkür ederim Bay Leonard, ya siz?"
Thomas'la birbirimizi keserken derin bir nefes aldım. "Kötü denemez, iyi sayılmaya daha müsait. Geri kalan herkes iyi mi?"
"İdil Hanım gayet iyi."
"Hı hı," diye mırıldanırken dudaklarımı yaladım. "Benden istediği bir şey olursa, yani dışarıdan istediği herhangi bir şey. Telefon numaramı ona verebilirsin."
"Kendisi şu anda burada," dediğinde sesi hafiften kesilir gibi oldu. "Eğer hanımefendiye söylemeniz gereken bir şey varsa iletebilirim."
"Ona de ki," cümlem bittiğinde telefonu kapatıp bana dönen Thomas'ı fark ettim. "Akşam görüşürüz."
Saçmalığın zirvesinde bir konuşma yapıp Walton'ı bile işkillendirdikten sonra telefonu cebime sıkıştırıp yeniden asansörlerin olduğu kısma yürüdüm. Thomas asansörü çağırmak için düğmeye basarken epey keyifliydi. "Anna'ya burada olduğumu söylediğimde inanılmaz mutlu oldu. Seninle ilgili sorular sormaktan fırsat bulabildiğimiz kadarıyla biraz sohbet ettik. O da gayet iyimiş."
"Ne güzel," dedim asansörden indiğimizde. "Hadi, şimdi biraz iş konuşalım. Sana anlatacaklarım var."
***
Günün geri kalan kısmını antibiyotik almak dışında, Thomas'la sohbet ederek ya da telefonumda çocuk oyunu oynayarak geçirmeyip kendimi ofise kapattım. Bu yüzden akşam eve döndüğümde saat geç olmasa da hava tamamen kararmıştı. İndiğimde Jason arabayı garaja bırakmadı çünkü Ivan'ın da eve dönüş saati gelmişti.
Nina'nın açtığı kapıdan içeri girdiğimde paltomu çıkardım. Sofra boş tabaklarla da olsa hazır bekliyordu ve sadece iki kişilik servis açılmıştı. Bu da tüm köşk halkıyla ancak elektrikler kesik olduğunda aynı sofraya oturup birlikte yemek yiyeceğimiz anlamına geliyordu.
En üt kata ulaşmadan önce kütüphanenin olduğu kattan geçerken kulak kabarttım ama duyabileceğim düzeyde bir ses ya da gürültüden yoksundu. Bu nedenle banyoda elimi yüzümü yıkarken acele etmedim, muhtemelen gecikmem sebebiyle etüte kalmışlardı.
İkinci kata indiğimde saatleri dolduğu için kapıyı çalıp içeri girdim, gözlerim hemen İdil'e çarptı ve onunkiler de bana. Abartma Leo, sessizliğin içinde kapı açılsa insanlar kim olduğunu bilmeden zaten bakarlardı. Fakat bu genelleme, göğsümün kısa bir an sıkışmasına engel olamamıştı.
"Bugün sanırım benim yüzümden daha verimli geçti."
Ivan kalkmasa da sırtını doğrulttuğunda gülümsedi. "Dün de siz beni idare etmiştiniz, ödeştiğimizi düşünüyorum."
Hayır, bu çocuğun hazır cevap oluşu hoşuma gitmemeli.
"Olan da bana oluyor." İlk kez konuşan İdil defterin kapağını kapattı, saatlerce işkence çekmiş gibi solgun görünüyordu. "Dün seninle çalışmak zorunda kaldım bugün de Ivan'la fazladan bir saat."
"Gören de kötülüğünü istediğimizi sanacak."
Kullandığı çoğul eki üzerine Ivan'a ters ters baktım o ama bunu fark etmedi bile.
"Aksine, her şey iyiliğim için ve iyiliğim de matematiğimin iyi olması."
"Simeon Poisson'ın da dediği gibi hayat sadece iki şey için güzel, matematiği keşfetme ve öğretme. Sen keşfederken ben de öğretiyorum, ikimiz de bundan keyif almaya başlayacağız. Biraz sabredebilirsen çok yakında."
Ivan'a aynı bakışlarla bakmaya devam ediyordum ama o kafasını benden tarafa çevirmemeye yemin etmiş gibi hiç oralı olmadı.
İdil kıkırdayarak, "Hem matematik hem edebiyat," dedi. "Öyleyse neden bölüşmüyoruz?"
Ivan başını yana eğerken kalın tutamlı kıvırcık saçları dalgalandı. "Edebiyatla yanıt verebilirim, bana matematikle geleceksen."
"Bu bilimsel tartışmaya akşam yemeğinde devam etmek ister misiniz?" Bana döndüklerinde kollarımı göğsümde bağlamış, sabırsız bir memnuniyetsizlikle onları dinlediğimi görünce toparlandılar. Böyle bir planım yoktu ama bu çocuğu çekmecemdeki öz geçmiş yazısından daha iyi tanımak zorundaydım.
"Teklifiniz için teşekkür ederim," dedi Ivan, bir kâğıt öbeğini sıkıştırdığı çantasının fermuarını kapatırken. "Rahatsızlık vermek istemem."
"Bence eğlenceli olur," diyerek araya girdi İdil. "Hemen reddetmeden önce bir düşün derim."
Mükemmel. Kesinlikle Ivan'ın da düşündüğü gibi bundan rahatsız olacaktım.
Açık bıraktığım kapıdan suratsız çıkarken arkama bile bakmadan, "Gelmeden önce ellerinizi yıkayın," diye hatırlattım.
Kendimi iğrenç bir ebeveyn gibi hissediyordum. Nasıl olduğunu sormadan kural koyan soğuk bir baba gibi. Muşmula suratlı, eğlencesiz bir abi gibi. Bütün sıkıcı rolleri ben üstleniyordum.
Biraz genç ve daha samimi görünebilmek için sofraya sadece gömleğimle inmeye karar verdim. Yemek masasının görüş açıma girdiği basamakta kalırken gördüğüm boşluk yüzünden kaşlarım çatıldı. Yukarıda biraz oylandığım halde ikisi de henüz aşağıda değillerdi, ellerini birlikte yıkayıp birbirlerine su sıçratıp iki yaramaz çocuk gibi eğleniyorlar mıydı yani?
Dudaklarımın içini eze eze masaya ulaştım. Ben sadece istemiştim ki üniversitede hangi bölümü seçerse seçsin matematik gibi önemli bir alanda yeterli seviyede olsun. Bir şair olmak isterse bile geride kalmasın. Madem yaşlı bir profesöre ayak bağı olacağını düşünüyor o zaman tamam, yaşına yakın biriyle ders çalışsın. Sadece ders çalışsın.
"Ne yapıyorsun be?"
Masaya stresle vurmayı kesip sese döndüm. İdil elinde bir salata tabağıyla mutfaktan çıkmış, yürümeye de bir noktada son vermiş anlamsız bakışlarla beni izliyordu. Sırtımı doğrulttuğumda yumruklarımı çözüp parmaklarımı serbest bıraktım.
"Bir şey düşünüyordum." Dudak büküp tabağı masaya yerleştirirken, "Ivan nerede?" diye sordum. "Yoksa rahatsız etmeme konusunda ciddi miymiş?"
Yüzüme ters ters baktı. "Kendi ağzınla davet ettiğini hatırlatırım."
"Eğlenceli olacağını söyleyerek kalmaya teşvik eden de sendin."
Ofladıktan bakışlarını omzumun gerisine çevirebilmek için başını yana eğdi. "Koridorda telefonla konuşuyordu ama işte geldi." Bu sanırım şu saniyeden itibaren sözlerine dikkat et anlamına geliyordu.
Oturmadan hemen önce arkama baktığımda tıpkı söylediği gibi telefonu cebine sıkıştırarak bu katın koridorundan salona doğru yaklaştığını gördüm. Ivan'ın acelesiz adımlarına bakarken oturmaktan vazgeçerek iki adımda İdil'in arkasına geçtim ve sandalyesini zarifçe çektim.
Yüzünü göremediğim için kaşlarının çatıldığını ya da havalandığını bilmiyordum. Gülümsediğini veya gözlerini devirdiğini de. Hemen arkasında, saçlarının kokusunu duyabileceğim kadar yakınındaydım ama İdil'in ne hissettiğini anlayamayacak kadar da uzaktım.
"Biliyor musun," diye mırıldandığında yüzünü birkaç santim geriye çevirdi. Sandalyesini tutmaya devam ettiğim için hafif eğilmiştim, bu nedenle neredeyse burun buruna bir pozisyondaydık ama gözlerime değil, omzuma bakıyordu. "Eğer ikimiz de küçük birer çocuk olsaydık sandalyeyi tam da ben oturacakken çekip beni yere düşüreceğini sanırdım."
"Ya şimdi?" diye sordum. "Şimdi bana güveniyor musun?"
Dudağının bana yakın tarafı kıvrıldı ve vücudunu sandalyenin önüne kaydırdı. Oturacağı ana eş zamanlı olarak sandalyeyi itekledim. Güvenini yerine getirdiğime ikna olurken saçlarının temas ettiği tahta yüzeyden yine de zorlukla ayrıldım.
Afiyet olsun dilekleri eşliğinde bize katılan Ivan, dikkatimi nihayet İdil'den ayırabilmeme yardımcı olduğu için onu birkaç saniye sevebilirdim. Bu nedenle Nina servise başlarken kıvırcık saçlarını izleyip gülümsedim. Başını sallayıp gergin bir gülümsemeyle karşılık verdi.
Kaseler neredeyse yarım dakikadır dolu bir şekilde beklerken parmaklarımın ucunu masada tıkırdatmayı keserek dalgın düşüncelerimden uyandım. Fark ettim ki ikisi de ilk kaşığı almak için müsaade etmemi bekler gibi bana bakıyorlardı.
Bana odaklanmış halde bekleyen İdil'e döndüm. "Yemeğe başlamamız için çorbandan ilk yudumu alman gerekiyor." Ivan'a dönüp kısaca açıkladım. "Dün akşamdan beri köşkün yeni düzeni."
Yeniden İdil'e baktığımda bir kez daha göz göze geldik. Gülüşünü saklamaya çalışacağı kadar büyük gülümsüyordu, samimi bir tebessümle ona katıldım. Kaşığını, o bilindik hareketiyle çorbaya batırıp yavaşça karıştırdı. İçmeden önce üfledi ve içtikten sonra Nina'yı tebrik edeceğim kadar büyük bir iştahla dudaklarını yaladı. Çenesinin ucuyla çorbamı işaret ettiğinde, "Afiyet olsun," dedi.
Ben de Ivan'a afiyet olsun dediğimde yemeğimizin ilk birkaç dakikasını oldukça sessiz geçirdik. Geri kalan dakikalarsa... Bir zebaninin cehennemin dibinden çıkardığı düşündürücü ve zor sorularla doluydu.
"Söylesene Ivan, neden matematik?"
Bir saniye bile düşünmeden, "İlgi duyuyorum," dedi kısaca. "İlk başarım bile bununla ilgiliydi. Çarpım tablosunu ezberlediğimde beş yaşındaydım."
"Vay canına," dedim gülümserken. "Rakamların sayısı alfabedeki harflerin sayısından daha az olduğu için mi önce okumayı öğrenmek yerine matematiği seçtin?"
Ivan da bana aynı ifadeyle ama daha küçük gülümsedi. "Aslında okumayı da altı yaşındayken öğrendim."
İdil'in kıkırdadığını duyduğumda boğazımı temizleyerek kaşığı yeniden elime aldım. "Güzel. Hadi, çorbanı soğutma öyle tadı çıkmıyor."
Nina ana yemekleri servis edene dek üste çıkabileceğim bir konu açmak zorundaydım. Ivan'la bir derdim yoktu; İdil işin içinde olmadığı sürece. Sadece onun dikkatini daha fazla çekmek istiyordum. O benim kafamı bir rüyayla allak bullak edebiliyorsa ben de günlerinden belli bir miktarı çalabilirdim. Öyle bir şey yapmalıydım ki sadece beni dinleyip bir tek bana odaklanmalıydı.
"Öncelikle yıl sonu başarı durumunu benimle paylaştığın için teşekkür ederim," diyerek yeni bir konu açtım. "İncelediğimde gelecek vadeden bir zekan olduğunu gördüm." Sözlerimin bu kısmında İdil'e bakarak, "Zaman zaman da özel dersler verdiğine göre," şeklinde devam ettim. "Hedefin matematik öğretmeni olmak mı?"
"Geleceğe yönelik pek fazla plan yapmam. Kendime en yakın bulduğum meslek de akademisyenlik. Özel derse gelecek olursak," dediğinde peçeteyle dudaklarını sildi. "Sadece biraz para kazanmak için."
İtirafı karşısında başımı anlayışla salladım. "Berlin'de yalnız yaşıyormuşsun."
"Öğrenci evinde kalıyorum, ailem Montana'da." Cümlesi sona erdiğinde sessiz kaldığım için anlatmaya devam etti. "Üç kardeşim ve bir abim var, babam ben henüz küçükken geçirdiği ani bir felç sonrasında hayatını kaybetti. Bizim biraz..." Gözlerini kaçırdığında dudaklarını yaladı. "Paraya ihtiyacımız olduğu için liseyi Berlin'de yatılı okudum çünkü burada hiç değilse öğrencilerin çalışabileceği iş seçenekleri Bulgaristan'a göre daha fazlaydı. Hem o dönem Alman bir yatırımcıdan özel burs kazandığımda... Neyse işte, öyle oldu."
Hemen araya girerek, "Anlıyorum," dedim. "Kaybın için de üzgünüm, başın sağ olsun." Gülümseyerek teşekkür etti ve ben ona bu defa tüm içtenliğimle yemeğini soğutmadan bitirmesini söyledim.
İdil de Ivan'a gizlice ve bir o kadar da hüzünle bakıyordu. Tüm bunları ya ikinci kez ya da ilk kez duymuştu, gözleri iki neşesizliğe de ev sahipliği yapıyordu. İşin aslı o Ivan'ı çaktırmadan izlerken ben de onu derinden izliyordum.
"Peki siz, Bay Leonard?" Ivan'a döndüğümde gözlerinin içi merakla ışıldıyordu. "Yerel ekonomiye ilgi duyan herkes gibi ben de bu başarıyı nasıl yakaladığınızı merak ediyorum ama burada bana, öylece hayat hikâyenizi anlatmayacağınızı da biliyorum." Sözlerini samimi bir tebessümle tamamladı. "En azından borsayla ilgilenen matematik öğrencisi için birkaç küçük tüyo paylaşırsanız hayatımı ikinci kez kurtarabilirsiniz."
"İkinci kez mi?" diye sordu İdil. "Hem de ikinci kez."
Ivan başını ciddiyetle salladı. "Burada sana iki saat ders anlatmam bir haftada kazandığım paradan daha çoğunu elde etmemi sağlıyor. Üstelik gün sonunda saatimiz dolar dolmaz banka hesabıma yatıyor. Ayrıca Bay Leonard istediğim takdirde avans vereceğini de söyledi ama son birkaç gündür o kadar da acil paraya ihtiyacım yok."
Yüzümü kaşıyarak saklanmaya çalıştım. "Sen sadece emeğinin karşılığını alıyorsun."
Konuşmaya devam edecektim ki Ivan yeniden araya girdi. "Hak ettiğimden çok daha fazlasını verdiğinizin farkındayım. Teşekkür etmeyi denediğimde hep kaçıyorsunuz ama ben minnetimi dile getirmek zorundayım. Gerçekten yüce gönüllü birisiniz."
Dudaklarımı kemirirken zorlukla gülümseyerek rica ettim. Dikkatin bende olması galiba o kadar da iyi bir fikir değilmiş. Bu konuyu da hemen değiştirdim. "Bu arada aile evine, Montana'ya dönmeyeli ne kadar zaman oldu?"
Su bardağını ağzından indirdiğinde sessizce bıraktı. "Yaz tatilinde çalışabileceğim yarı zamanlı bir iş vardı. Oradan haber gelene dek Bulgaristan'daydım, yaklaşık iki hafta kadar kaldım. Bu senenin ilk yarıyılından biraz önce döndüm Berlin'e."
"Yani üç aydan daha fazla bir zamandan bahsediyorsun," dedim hatırlatmak ister gibi. Dudaklarını birbirine bastırdığında başını salladı. "Önümüzdeki sınavlarından sonra onları mutlaka ziyaret etmelisin." Çatalı tutan elimi malum kişiye doğru hafifçe salladım. "Seni bilmem ama ileride İdil'in de biraz tatile ihtiyacı olacak."
"Fakat imzaladığım sözleşmeye göre-"
"Hareket etseydik üniversite kayıt dönemi başlayana dek İdil'e aralıksız ders verip kuruma hazırlaman gerekirdi," dedim. "Sözleşmeye uyum sağlamayarak bir suç işliyorum ve bu nedenle sana o süre içinde ücretli izin veriyorum. O yüzden," diyerek açmak üzere olduğu ağzını yeniden kapatmasını sağladım. "Teşekkür etmene gerek yok çünkü bu uygulamak zorunda olduğum tek çözüm yolu."
"Beni de hiç merak etme. Tatil diyor ama her gün ödev vereceğine eminim."
İdil'e baktığımda, "Sana ödev verip arkamı dönüp gitmek yapacağım büyük bir hata olur," dedim. "Sen de sakın onu dinleme Ivan, bütün formülleri yanlış yazıyor hatta bazılarını kafasından uyduruyor."
"Kafamdan falan uydurmuyorum!" dedi ciddiyetle. "Sadece farkında olmadan bazı sembollerin yerini değiştirmiştim."
"Hayır hayır," diye sayıklarken güldüm. "Sen resmen matematikle büyü yapıyorsun."
Gülüşümü soğukça taklit ederken gözlerini kıstı. "Bak işte orası doğru, oldukça karanlık büyüler yapıyorum. Kendini korusan iyi edersin."
"Büyücü," diye mırıldandım.
"Zebani," diye karşılık verdi.
Büyücü kelimesini o kadar sesli söylediğimin farkında değildim, sadece dudaklarımdan çıkıp gitmişti işte. İdil ise olabildiğince ciddiye alarak yemeğini bu dakikadan sonra daha büyük bir iştahla, kızgın bir iştahla yemeye devam etti.
Ivan boğazını temizleyince ona döndük.
"Eğer sizin için de bir problem olmayacaksa... Ki zaten olmayacak gibi." Kendi kendine konuşur gibi tamamladı. "Evet, bu sizin için kesinlikle sorun olmayacak."
"İdare ederiz," dediğimde İdil de ağzı dolu olduğu için mırıtılı bir, "Hı hı," sesi çıkardı.
Farklı sebeplerle hayat şartları onu buraya sürüklese de bu çocuğun bir ailesi vardı. Özlediği bir annesi ve onlara bakmak pahasına uzakta kaldığı kardeşleri. Ben bu aile sevgisini, İdil de göremediği aile sıcaklığını anlayamazdı. İkimizin de Ivan'ın ne hissettiğini bilmediğimize emindim, tıpkı onun için bir şeyler yapmak istediğimize emin olduğum kadar.
Yemekten sonra Ivan bir şeyler içecek kadar bile kalmadan gitmek istedi ya da sadece nezaket gereği böyle uygun gördü. Jason'le birlikte çıktıklarında saat sekiz buçuğu geçiyordu. Üzerime tam anlamıyla bir akşam kasveti çökmüştü. Bir de bunun uykusuz gecesi vardı. Uyku tutacak olursa da tehlikeli rüya ihtimalleri.
"Ivan'ı sevdin."
Bakışlarımı halıdan dalgınca kaldırdım. Uzun koltukta yine tek başına oturuyordu ve kucağında bir kırlent, kırlentin üstünde de yeni bir kitap vardı. Bu mesafeden siyahmış gibi görünen kahverengi gözleri sırlı, ne hissettiğini anlamam zordu. "Ivan'ı sevmeli miyim?"
"Öyle görünüyor." Kitabın kapağını kapattığında ellerini de şömizin üstünde birleştirerek tamamen konuşma pozisyonuna geçti. "İyi davranıyorsun ve bunu halka açık yapmadığına göre kesinlikle gösteriş değil, içinden geliyor. Yemin ederim ki hayat hikâyesini ben de bu akşam seninle birlikte öğrendim. Oldukça hüzünlü. O nedenle bonkörlüğünü doğru kişiye gösterdiğin için seni kutluyorum."
"Ivan'ı bonkör olmadığıma, sadece emeklerinin karşılığını verdiğime henüz ikna edebilmişken böyle söyleme. Her ne kadar şimdi yanımızda olmasa da bu şekilde konuşman doğru değil. Farkında olmadan ona da aynısını hissettirirsen kırıcı olabilir."
"Evet haklısın, özür dilerim." Gözleri hüzünden bile daha ağır basan bir samimiyetle yumuşadığında neredeyse ağlayacak gibiydi. Kucağındaki kitabı arkasına saklanmak ister gibi kendine çekti. "Bunu bir daha asla yapmam."
Utangaç hareketlerini izlerken sertçe yutkundum. "Ya da konuş sen. Merak etme, aramızda kalır."
Pek ikna olmuş görünmese de başını salladı. "Arkadaş olduğumuz için mi böyle söyledin? Ben seni yanlış anlamam ve idare ederim anlamında."
"Bir arkadaş öyle yapıyorsa ben de aynen öyle söylemek istedim." Sanırım.
"Ne demek bir arkadaş öyle yapıyorsa," diyerek tekrar etti. "Senin hiç arkadaşın yok mu?"
"Çok var. En yakını da Martin, onu baloda görmüştün."
"Martin senin en yakın arkadaşın mı yani?"
Sorular üst üste geldiğinde bakışlarımı şüpheyle kıstım. "Beğenemedin mi?"
"Beni ilgilendirmez de..." Dudak büküp saçlarını omzundan geriye itekledikten sonra kitabın kapağıyla oynadı. "Gerçek bir arkadaşlık ilişkisi öyle olmaz."
Şömine yanındaki tekli koltukta olduğum için tamamen İdil'e dönük değildim. Oturuşumu açı olarak değiştirip bacak bacak üstüne attım. "Hazır bilgili olduğun bir konu varken dinlemek isterim." Suratıma ifadesiz bakarken dişlerini sıktığına yemin edebilirim.
"Mesela ben ve Amy," diye anlatmaya başladı. "Onu tanıyorsun. Senin yüzünden donarak ölmekten döndüğüm akşam aramıştı hani."
"Hani sana mutfak faresi diyen kız."
"Onu tanıyorsun işte," dedi bıkkınca. "Amy benim en yakın gerçek arkadaşım ve her günümüzü birlikte geçirirdik. Eğer yan yana olmamız mümkün değilse de, ki ilk defa burada başıma geliyor, telefonla konuşup arayı biraz olsun kapatırız." Aklına ne geldiyse arsızca kıkırdadı. "Gün yirmi dört saatse ve o yirmi dört saatimiz ayrı yerlerde geçiyorsak ertesi gün yirmi dört saat konuşup neler olduğunu birbirimize anlatmalıyız." Dudakları yeterince dolgun değil gibi biraz daha büzdü. "Senin Martin'le bu şekilde konuştuğuna hiç şahit olmadım."
"Çünkü çok iğrenç." Yüzümü ekşittim. "Martin'le telefonda üç dakikadan fazla konuşursam sesinden nefret ederim."
"Hım," dedi şaşkın bir mırıltıyla. "Anladım, öyleyse sen telefonla konuşmayı sevmiyorsun. Neden ki? Bence çok eğlenceli, ben bayılırım konuşmaya. Karşıdaki sıkılana dek susmam. Kendi kendime konuşurken bile konu konuyu açıyor."
Dirseğimi koltuk kenarlığına stresle yerleştirdim. "Telefonla konuşmayı seviyorum elbette, kim sevmez ki?" Yüzüme, e o zaman der gibi baktığını fark edince sıkıntıyla üfledim. "O zaman Martin benim gerçek arkadaşım değilmiş. Tamam kabul ediyorum. Benim uzun zamandır gerçek arkadaşım falan yok, umurumda olduğu da söylenemez. Hem bu neyi değiştirebilir-"
"Ben senin gerçek arkadaşın olurum."
Dudaklarımı kapattım açtım, kapattım açtım. "Ama dedin ki her gün görmek gerekiyor, konuşmak gerekiyor."
Bakışlarını kaçırsa da yeniden benimle buluşturdu. "Bir arkadaş öyle yapıyorsa ben de öyle yaparım."
Aynı ayna yutkunduk ya da birimiz diğerini taklit etti. "Yalancı," dedim kısık sesle. Ardından daha yüksek bir sesle devam ettim. "İlk fırsatta Berlin'den gideceğini bilmiyoruz sanki. Üniversiteli olduğunda kendine kavga etmek için daha genç bir zebani bulacaksın."
"Bazen aptal aptal konuşuyorsun." Kaşları küçük bir kız ne kadar sert bakabilirse o kadar çatıktı. "Burada da çok iyi okullar var. Biraz olsun iyiliğimi düşünürsen beni sürgün etmek yerine Berlin'de bir okula kaydettirirsin."
"Sen bana az önce aptal aptal konuştuğumu mu söyledin?"
"İlk defa sesli dile getirmişim, kusura bak."
Yüzümü tamamen İdil'e çevirip gözlerimi kıstım. "Bakıyorum zaten."
Elindeki kırlenti fırlattığında havada yakaladım ama yine de saçlarımın önü dağılıp alnıma dökülmüştü. Bunları tahminen ne zamana normal kabul edip öfkelenmemeyi öğrenirdim? "Şu şey," dedim küçük yastığı havaya kaldırdığımda. "Bir vazoyu devirebilirdi."
Başını yana eğip cüretkâr bir şekilde gülümserken işaret parmağını uzatıp beni işaret etti. "Ve şu şey. Yere dökülen kırık parçaları toplayabilirdi."
Yok olamaya yüz tutmuş otoritem ve ciddiyetim yine hiçe sayıldı ve İdil'in dudaklarında bir kibre dönüştü. Saçlarımın hiçbir tutamını düzeltmeden elimde yastıkla ayağa kaktım. Aramızdaki boy farkından dolayı ona hep yukarıdan bakıyordum fakat bu defa oturduğu için karşımda iki katı küçüktü. Koltuğa doğru yürüyüp dibine kadar geldiğimde, gözlerini sözde okuduğu kitaptan güçlükle ayırdı.
Yüzüne doğru eğildiğimde bana bakabilmek için kafasını çevirdi. Gözlerimiz birbirine kenetliyken kolunu tutup hafifçe kendime doğru çekerek suratını kısmen göğsümle buluşturdum. "Ve yine şu şey," dedim kırlenti arkasına yerleştirirken. "Şu şey olmazsa sırtın incinebilir."
Geriye dönüp yine aynı koltuğa oturup bacak bacak üstüne attığımda saçlarımı parmaklarımla düzelttim. En az onunki kadar yükselen tansiyonum biraz düşüşe geçtiğinde başımı çevirip İdil'e baktım. İrileştirdiği gözlerini şömineye kenetlemiş, kıpırtısız duruyordu.
"Niye öyle hayalet görmüş gibi kalakaldın? İçine ruh falan girmedi ya."
Kirpiklerini kırpıştırıp ayıldıktan sonra bana bakabildi ama ara ara pencereleri huzursuzca incelemeyi de ihmal etmedi. "Gün geceye evrilirken hep aynı şeyi yapıyorsun, hayaletleri hatırlatıp duruyorsun. Sonra da beni uyutmak zorunda kalıyorsun."
"Eğer bir zebani daha az tehlikeli geliyorsa..."
"Arkadaş zebani," diye hatırlattı. "Unutma bunu."
Dudaklarımı bir kabullenmeyle bükerek ayağa kalktım. "Sen de yarın beni aramayı unutma."
"O neden?"
Oturduğum için bozulan gömlek kenarlarını pantolonuma iyice sıkıştırırken yanıtladım. "Gerçek arkadaş olacağını söylemiştin. Haftalık menüye biraz daha fazla balık ekleyelim, hafızan berbat."
Benim gibi ayağa kalkarken hiç alınmadan, "Yemekleri haftalık mı planlıyorsunuz?" diye sordu. Başımı salladığımı görünce kitabı koltuktan kaldırıp göğsüne bastırdı. "Sen mi seçiyorsun hepsini?"
Merdivenlerden çıkarken konuştuğumuz konu buydu. Ben öyle biri değildim ama İdil... böyleydi işte. İçi kıpır kıpır, aklı bir karış havada, birçok duygudan haberi olmadan hepsini yaşayan, çoğu şeyi görmemiş ve ne yazık ki yetimhanenin soğuk duvarları arasında da hiçbirimizin görmediklerini görmüş. Yemin ederim ki onu daha çok anlamak istiyordum.
"Ah şu karanlık geceler," diye mırıldandı kapısının önüne geldiğimizde. Bana kaçamak bir bakış atmayı da ihmal etmedi.
Gülmemek için dudaklarımı yaladım. "Bir derdin var gibi."
Omuzlarını kaldırıp indirdiğinde sırtını kapıya yaslayıp tırnaklarını kitaba dokundurup çekti. "Yarın matematik çalışacağım aklıma geldi."
"Tamam," dedim sondaki harfi uzatıp. "Şimdi de bana diğer büyük derdini söyle."
Gözlerini üstüme şüpheyle dikti. "İtiraf et bakalım Leonard, gerçek arkadaş mıyız yoksa palavra mıydı?"
"Benden ne isteyeceğine bağlı."
"Köşke alışmak istiyorum," dedi hızla. "O yüzden senin de bana yardım etmen gerek."
Bu kez gülüşümü saklamaya gerek görmedim. "Bunun için sence de biraz geç olmadı mı? Duyan da daha dün geldiğini sanacak."
"Köşkün karanlık yüzünden bahsediyorum." Ağzımı şaşkınlıkla açtığımda dalga geçtiğimi görmezden gelerek başını salladı. "Öyle bir tarafı var işte. Biliyorsun o korkunç yanını. Bütün kasvetiyle çöküyor insanın üstüne, bahçede bir tek mezarlığı eksik."
Sözleri üzerine imayla esnemek isterdim ama ne yazık ki yine hiç uykum yoktu. "Fırtına, elektrik kesintisi, evin kutsanma muhabbeti derken hepsi bilinçaltını darma duman etmiş. Merak etmemen için yüzüncü kez söylüyorum; odana gir ve uyu, hiçbir şey olmaz. Hem bak, koridorun ışığını da açık bırakıyorum."
Gözlerini, duvara belli aralıklarla dizilen ve sarıya yakın bir ışık yayan lambalarda gezdirdi. "Koridordaki ışıklar iç rahatlatıcı değil, korkunç."
"O zaman sen de odana girip oradaki lambayı yandır ve sabah olana kadar kapıyı açma. Söyleyecek başka önemli bir şeyin yoksa iyi geceler."
"Dur!"
Arkamı dönüp birkaç adım atmıştım ki tekrardan İdil'e döndüm. "Bu defa ne oldu?" Konuşmayınca sabit kalan ayaklarımı gösterdim. "Durdum işte."
"Hayır orada değil." İşaret parmağını az önceki yerime uzattı. "Şurada."
"Yatağımda uzanmak varken şurada durayım?"
"Ben uyuyana kadar birazcık bekle, zaten hemen uyurum. Biliyorsun."
Biliyordum... Dudaklarımı yaladım. Gerçekten de biliyordum. İdil'in birkaç kısa dakika içinde uykuya daldığını çok yakından biliyordum. Onu dün gece güvenle uyutmuşum gibi biliyordum. Bu yüzden durmamı istediği yere hipnoz olmuş gibi yavaş yavaş yürüyordum.
Utangaç bir gülümsemeyle elini kapı kulpuna yerleştirdi. "Hem sana şiir okurum. Ezberimde bir sürü şiir var. Okumayı kesersem bil ki uyumuşumdur."
Kısa bir süre sonra elimi belime yerleştirmiş, sırtımı da kapıya yaslamıştım. İstediklerini yapmak zorunda mıydım? Evet. Hayır! Tabii ki de hayır. Ama istediği şeyler o kadar basit şeylerdi ki yapmazsam kendimi beceriksiz ilan ederdim. Veya ben burada dururken, bir başkasından küçük bir şey istese dünyaları önüne sermeden rahat edebilir miydim?
"Bekle bir dakika, son dizeyi tekrar okuyacağım."
"Başka bir şiire geç," dedim sabırsızca. "Yanlış hatırlayıp duruyorsun on dakikadır ağaç oldum."
Neyse ki ilk kez esnedi. "Yanlış hatırlıyorum değil, hiç hatırlamıyorum." Kıkırdadı.
Sanki İdil'i görebilecekmişim gibi başımı çevirip kapıya sinirle baktım. "Benimle eğlenecek misin yoksa artık uyuyacak mısın?"
"Tamam tamam, son bir kez daha. Bu kez risk almayarak en sevdiğim bir şairin şiirini okuyacağım."
Elimi pantolonumun cebine atıp telefonumu çıkardım. "Hangisiymiş o?" Tarayıcıya girdiğimde parmaklarım klavyenin üstünde hareketsiz kaldığında kapıya döndüm. "İdil? Uyudun mu yoksa?"
"Edgar Allen Poe, Bir Düşün İçinde Bir Düş."
Arama çubuğuna harfleri girerken bir anda kalakaldım. Düş... Üstelik düşün içindeki bir düş. Başlamadan önce derin bir nefes aldığını duyduğumda ekrana bakarak onunla aynı anda takip etmeye gayret ettim.
"Alnına konsun bu öpüş!"
Şiire o kadar ani bir volümle başlamıştı ki yemin ederim yerimden sıçradım.
"Ve, şimdi senden ayrıyken,
İtiraf edeyim ki-"
Kulaklarımı, kısa kesmeye çalıştığı bir esneme sesi doldurdu.
"Günlerimi bir düş
Sayarken yanılmıyorsun;
Ama, umut gitmişse uzaklara
Bir gece ya da bir gün
Bir görüntüde ya da bir şeyde olmaksızın
Fark eder mi bu yüzden?
Bütün gördüğümüz ve göründüğümüz
Yalnızca bir düşün içinde bir düş."
Sesindeki coşkulu tını aldatıcıydı çünkü yine kısa bir mola verdi ve ninni gibi bir melodiyle getirdi devamını.
"Kırılan dalgaların dövdüğü bir kıyının
Haykırışları içinde duruyorum:
Ve altın kum taneleri
Tutuyorum," duraksadı. "Avucumda-" dedi zorlukla.
Sessizliği sonu gelmez bir şekilde büyüyünce bakışlarımı yeniden telefon ekranına indirdim. Uyuma, en önemli soruyu sormadan uyuma çünkü eğer sen susarsan ben anlatmak zorunda kalırım. Dudaklarımı araladım ve sesimi olabildiğince kısarak konuştum.
"Ne kadar az. Ama nasıl da
Süzülüyor parmaklarımın arasından derinlere
Ben ağlarken- ben ağlarken..."
Boğazımdaki yumru, yıllardan beri ilk kez gözlerime ulaştığında dudaklarımı bir kez daha mecburiyetle araladım.
"Ah Tanrım! Daha sıkı
Tutamaz mıydım onları?
Ah Tanrım!
Tekini bile kurtaramaz mıyım acımasız dalgadan?"
Telefonu tutan elimi güçsüzce aşağıya indirirken alnımı İdil'in kapısına yaslayıp gözlerimi kapattım ve sadece zihnime teslim oldum. Birkaç saniye önce gördüğüm iki dizeye yapıştı kaldı aklım. Hemen ezberledim onları.
"Bir düşün içinde bir düş mü?
Bütün gördüğümüz ve göründüğümüz?"
Bölüm Sonu.
Ne hissediyorsunuz? Bu bölüm tek sorum bu size...
Karakter kadromuz genişlemişken bir fotoğraf albümü hazırladım. Ayrıca diğer bir albümü de video şeklinde hikayemde paylaşacağım, bakmak isterseniz instagrama da beklerim 🖤
Ve eğer mümkün olsaydı;
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top