10. IZDIRABIN ANATOMİSİ
10, Izdırabın Anatomisi
Jacob Miller, Matt Naylor & Steven Stern -
Slipping Away
İDİL
Hatalar ve telafiler. Güzel sözler veya af dilenenler. Kırık kalp ya da pişman dudaklar. Geri dönülemez yanlışlar, yanlışları telafi etmeye çalışan insanlar. Venüsler, Adonisler, kanayan güller. Mücadeleler. Sonsuz bir döngü. Adı da sadece yaşamak.
Hikâyenin neresinde yer aldığın önemsizleşebilir, güzel bir hikâyeye ortak olduğunu bildiğinde. Asıl konuların yedek paragrafı ve tüm önemli cümlelerdeki parantez içleri olduğumu düşünürdüm bunca zaman. Yaşıyorum ama kimi daha iyi açıklamak için, hangi gizli öznenin altını çizmek içindi çabam? Lili, İdil, çok mühim anlarda İdil Ulukan'a dönüşüyordum. O dönüşümü hiçbir zaman kalbimde hissedemiyordum.
Arsız kız.
En azından kendince bir açıklaması vardı. Haksız noktaları olsa da sebepleri ve sığındıkları. Hiç değilse bu İdil olmaktan apayrı bir şey değildi, beni onun gözünde ben yapan şeydi. Sırf bu yüzden bile özeldi, gerisi önemsizdi.
Leonard'ın bana acıdığını düşünmüyordum. Beni yüzde beş seviyorsa bile bu tamamen ben olmamla alakalıydı. Çünkü Hans'ın sözlerine sıkı sıkıya bağlı olsa geldiğim ilk andan itibaren beni saygıyla kucaklar ve yapay ilgi seline boğardı. Oysa o bana gitmem konusunda bile yasak koymamış, yalandan da olsa taşkınlıklarımı sineye çekmeye çalışmamıştı.
Kaprisli kız.
Onunla kavga etmeme izin veriyordu. Sataşmama, uğraşmama, öfke duymama, kibirle bakmama. Bunları değiştirmeye çalışmak yerine benliğime isim koyuyordu. Olduğum gibi kabul ederken bütün öfkesi, söz savaşlarından öteye geçmiyordu.
Sanırım ben de Leonard'dan Leonard olduğu için bu kadar nefret ediyordum. Gülümsedim.
"Ona bir fincan çay götüreceğim, soğuktan donacak."
"Haftalardır Berlin'deki en sıcak gün," dedi Manal, oturduğu sandalyeden suratıma dalgınca bakarken.
Pencere pervazından hızlıca indim. Kalın ev terliklerim, tahta döşemeye şiddetle çarpıp gürültüye sebep olduğunda gözlerimi kısıp tavana baktım. Konuşmak üzere olan Manal'a sus işareti yaparak durdurduğumda, sessizliği titizlikle dinledim.
Gerçekten de duymadı, öyleyse gerçekten de balkonda oturmaya devam ediyor. Gelip bana sataşmadığı için ona bir ödül vermeliydim.
"Kavanozlardaki bitkileri biliyor musun? Bırak da yardım edeyim, reçel faciasına dönüşmesin."
Yüzümü ekşiterek dolaba uzansam da karton kutuyu bulup yerinden çıkarmayı başardım. Beni umutsuzca izleyen Manal'a gülümseyerek kartonu salladım. "Leonard'a tavşan kanı bir Türk çayı demleyeceğim."
Manal hızla kalktığında büyük adımlarla yanıma gelip kapağını henüz açmadığım kutuyu kokladı. "Sen bunu kendin için almamış mıydın?" Evirip çevirirken küçülmüş gözleriyle üstünde yazanları okudu. "O gün aklından başka neler geçiyordu?"
"Ana yurda özlem diyelim." Faciaya dönüşen pazar gezintim hakkında daha fazla konuşmadan kutuyu özensizce yırttım ve Manal'ın getirdiği çaydanlığa bir miktar çay atım. "Şimdi bunu kaynatacağız, öyle aşırı farklı bir yapılış şekli yok. Biraz kenara kaysana."
"Bu kadar güzel kokması normal mi?" diye sorarken burnunu kanatlandırsa da bir miktar çekildi.
Köşkte bu alışılmadık kokuya ilgi duymayanların olamayacağını düşünerek demliğe bir avuç daha çay ekledim. "Annemin bunu çok sevdiğini hatırlıyorum." Çayın fokurdamasını dudaklarımı kemirirken bekledim. "Berlin'e gelmeden önce bir süre Türkiye'de, dayımlarda yaşadım. Sabah kahvaltılarının vazgeçilmeziydi."
"Burada da yaparız," dediğinde omzumu sıvazladı.
Leonard'ın sevdiği kadarıyla.
Amanda burnunu çekerek mutfağa geldiğinde Almanca da olsa sevgi sözcükleri yağdırdı ve tadını bildiğini ama yanında kurabiye olmadan içemediğini söyledi. Bu nedenle küçük atıştırmalıklar servis ederek mutfakta kendileri için de bir akşam üstü sofrası kurdu.
"Böyle kaynar şekilde mi içilir?"
Leonard için çıkardığım çiçekli fincanı tezgaha bırakırken yükselen dumana baktım. "Rahatsız edici düzeyde haklı bir soru sordun. Dili yanarsa yine kötü bir fikir olabilir. İptal mi etsek?"
İşaret parmağını sallayarak beni uyardı. "Çayı sen kaynattın, bardağı da aceleyle doldurmalısın. Sonra mutlaka bir miktar sıcak su eline dökülsün ama tedavi için hiçbir şey yapma. Tepsiyi alıp doğruca Bay Leonard'ın yanına git ve suratını acıyla buruştur. Eline üflemekle kalmasın, yanık kremi de sürsün. Al sana romantik mutlu sonlu hikâye."
Ağzımı zorlukla kapatabilsem de gözlerimin kocaman açılmasına engel olamadım. "Biz ve romantik hikâyeler diye bir şey yok!"
"Ah doğru, sizinki başlı başına bir şehir efsanesi."
Fincanı tepsiyle yerleştirdiğimde neredeyse ellerim titredi. "Konunun temelinde, biz diye bir şey yok Manal." Başını salladığında başını salladım, gülümsediğinde gülümsedim. Ama yine de aynı şeylere inandığımızdan emin değildim.
"Benimki sadece tatlı bir öneriydi, bu taktik asla yanıltmaz."
"Bence sen denemelisin o taktiği," dedim yürümeye başladığımda. "Jason'a bir bardak çayı sakarlıkla götür ve olacakları izle."
Manal bizi neden yakıştırmıştı ki? Şu sözünü ettiği ıslak saçlarla beni kucağında taşıyıp şömine önünde ısıttığı için ya da birlikte baloya gittik diye mi? Gül dolu bir masa hazırlatması yüzünden de olabilirdi. Halbuki bunlar mantıklı insanlar için ne kadar da normal şeylerdi.
Merdivenleri dikkatle aşarken Walton'la karşılaştık, o inerken ben çıkıyordum. Sanki ikimiz de aynı insanın yanından geliyor ve yine aynı yere doğru gidiyorduk.
"Türk çayı," dedi gülümsediğinde. "Doğru bir seçim."
"Seviyor musunuz?" diye sordum umutla. "Burada herkes sever mi?"
Yan yana geldiğimiz, aynı basamağa adım attığımızda bile bir an olsun durmamıştık. Ben yükselmeye devam ederken arkasına bakmadan, "Bir zamanlar kahveden daha çok kaynatılırdı," dedi.
Bir anda köşk bana daha samimi gelir olmuştu, sıcak bir yuva gibi. Buranın iki odasına ancak eşit olabilecek eski evimiz gibi. Annemin beni kısa süreliğine de olsa bırakmak zorunda kaldığı o ev gibi kokmuştu.
Yatak odalarının sıralandığı üçüncü katın koridorunun sonunda bir balkon vardı. Diğer katların koridor bitimi büyük pencereyle geçiştirilse de buradakinde böyle güzel bir ayrım bulunuyordu. Sözün kısası, başını eğmiş bir adam balkondaki sandalyede oturuyor ve kim bilir neler düşünüyor.
Leonard'ı izleme sebebiyle sahanlıkta kararsızlıkla dikilirken işaret parmağımı fincana hafifçe dokundurdum. Hemen o saniye elim yandığı için geri çektim. Kapa çeneni Manal, saçmalama İdil.
Ben ve deliliğin kıyısındaki arkadaşımın çılgın düşünceleri zihnimi daha fazla ele geçirmesin diye süratli adımlarla koridor boyunca ilerledim. Önce benim odam, sonra Leonard'ın odası ve işte koridorun sonu. Diğer odalar karşı duvardaydı ve her nedense beni hiç ilgilendirmiyordu.
Geldiğimi fark ettiğinde küçük defteri aceleyle kapatıp saçlarını düzeltti. "Zehirli bir çay mı?"
"Aynen öyle, şekersiz."
Fincanı alırken gözlerime bakmamaya çalışıyordu bense az önce gördüklerimi hayatım boyunca aklımdan silemeyeceğimi düşünüyordum. Çünkü Leonard resim çiziyordu. Müzik dinlediği yetmezmiş gibi.
Hemen içtiği halde dili yanmamış olmalı ki, "Nefismiş," dedi. Geriye yaslanıp bacak bacak üstüne attığında çayı burnuna götürüp derinden kokladı. "Evde içmeyeli uzun zaman olmuştu. Yenilikçi fikirler hep senden çıkıyor, ellerine sağlık."
Beni övmesi ya da alt tarafı insani bir cümle kurması utandırırken tebessüm ettim. "Geçen gün organik pazarda gördüğümde almak istedim."
"Sadece nefret ettiklerime odaklanmaman beni ayrıca mutlu etti."
Abartıya kaçacak bir şaşkınlıkla, "Türk çayını seviyor musun?" diye sordum.
Fincanı dudaklarına götürürken başka tarafa baktı ve güneşten mavi gözleri kısıldı. "Türkleri de severim."
"Duyguları olmadığını düşündüğüm soğuk ve sarışın bir Alman'dan bunu duymak iyi hissettirdi." Heyecanlı bir sohbet için kendime de bir çay almadığıma pişmandım.
"Ben sarışın falan değilim." Evet, sadece bu kısma sinirlenmişti.
"Güneşi görünce değişiyorsun." Aslında kumraldı ama güven vermeyen bir tonundan. Tenine ve saçlarına güneş değdiğinde bukalemuna dönüşüyordu. Hele o açık kahve kahve düz kaşları resmen yok oluyordu.
"Isınmak için güneşe ihtiyacım var," dedi esprili ama hüzünlü bir dille.
Tartışmamızın bu kadar kısa süremesine üzülmüştüm, hâlbuki ne kadar da kırıcı başlamıştı. Çayını yudumladıkça şekersiz olduğunu hatırlayan ve yüzünü buruşturan ben oluyordum. Ona acıyarak, "Tabakta kurabiye de var," diye hatırlattım.
Balkonun beton duvarına koyduğum tepsiye yutkunmadan baktı. "Bunları kendin için getirdiğine dair bahse girebilirim."
"Nereden geliyor aklına böyle alakasız şeyler," derken tabağa uzanıp bir kurabiye aldım.
Bahçe olarak adlandırılan geniş araziyi güneşin izin verdiği ölçüde izlerken, nazlanamayacağım kadar güzel ve taze olan çikolatalı kurabiyeyi mideye indirdim. "Yine de senin için biraz kurabiye ayıracağım, muhtemelen ben buradayken yemeyeceksin."
"Bunu da nereden çıkardın? Mutfağımda pişen şeyleri canımın istediği zaman yiyebilirim."
"Muhtemelen yalnızken, bazıları yemek yerken yakınlarında biri olmasından hoşlanmıyor." Sessiz kaldığında, "Hakkında yeni bir şey öğrendiğimi varsayıyorum," dedim.
"Neymiş o?" Parmaklarını cansızca tepsiye doğrulttu. "Yemek yerken utandığımı mı düşünüyorsun?"
Yüzüme bir aptalmışım gibi bakınca, "Temel ihtiyaçlardan biri neden utanç verici olsun," diyerek toparladım. "Kastettiğim yanında bir başkası ya da pek samimi olmadığın biri varken yemek yemekten çekinmen."
"Yok öyle bir şey."
"Sadece bir tahmin." Omzumu silkip, bir bütünden geriye kalan son kurabiye dilimini ağzıma götürdüm. Var öyle bir şey.
Öne uzanıp fincanı tepsinin hemen yanına bıraktı ve bunu yaparken çizim defterini de düşmemesi için karnına bastırdı. "Aynı evde yaşıyoruz ve aynı sofraya oturuyoruz. Söylediğine gerçeği yansıtsaydı şimdiye dek açlıktan ölmem gerekirdi."
"Gerçekten çok az yiyorsun, sorun da bence henüz alışamadığın biriyle ortak masada buluşman. Yoksa bu zamana kadar fiziğin böyle," dediğimde son birkaç kelimemi hızla yuttum. Leonard bana güneşten kısılan gözlerle değil, çatılan kaşlarla bakıyordu. "Nasıl büyümüş olabilirsin ki?"
Tane tane, "Sağlıklı beslenme ve spor," dedi. "Fiziğinin iyi olması için dünyaları yemene gerek yok."
"Ayıp oluyor ama."
"Sana söylemedim, kurabiye canavarı."
Elimi dramatik bir edayla kalbimin üstüne yerleştirdim. "Ben miyim o?"
"Neden her şeyi üstüne alınıyorsun, mutfak faresi?"
Ağzım aralanırken sinirden kıkırdadım ve kafasından aşağıya boca etmek için neredeyse ceplerimde kutsal su arayacaktım. "Leonard'ın bedeninden hemen çık, Amy!" Bu defa gülüşü kesilen ve anlamsızca bakan oydu. "Amy, en yakın arkadaşım. Bana genelde yerine göre obur fare veya mutfak faresi der."
"Şuna bak, bu konuda bir marka bile olmuşsun."
Sakinleşmeye çalışırken tırnağımın ucuyla kirpiklerimi taradım. "Yenilmelere doyamayan şımarık velet, sokak kızıyla dövüşmek istiyordu."
"Ne dediğini duyamadım, bir şey mi söyledin?"
Eliyle korumaya devam ettiği küçük defteri işaret ettim. "Resim çizdiğini gördüm diyorum." Bakışlarını daha iyi kaçırmak için kafasını bahçeye çevirdi. "Hadi ama, gördüm işte. Saklanmak için çok geç kaldın."
"Saklandığım falan yok, tamam mı?" Tamam dercesine dikkatle başımı salladığımda kendine engel olamadan güldü. "Fakat bu özel alana giriyor, tıpkı bir günlük yazmak gibi."
"Neden günlük yazmak gibi olsun ki? Mesela evet, biri günlüğümü okusa acayip endişelenirim ama şiir ya da resim defterime baksa pek önemsemem."
"Ya anlatamadığın şeyleri çiziyorsan?"
Hafifçe tebessüm ettikten sonra bu defa bahçedeki ağaçlık alana bakan ben oldum. "O kadar iyi bir ressam değilim." Bana bakmadığı anın gelmesini sessiz bir sabırla bekledikten sonra yeniden Leonard'a döndüm. "Peki sen o kadar iyi bir ressam mısın?"
Söylediklerimden daha fazlasını idrak etmeye çalışır gibi başını yana eğdi. "Anlatamadığım çok fazla şey olduğunu mu düşünüyorsun?"
Dudaklarımı büktüğümde, "Köprüden döndüğümüz gün öyle konuşuyordun," dedim. Güneş bakışlarımı kısarken ona tek gözümle odaklandım. "Aslında sen tam da öyle görünüyorsun."
İnsanları susturan bazı hamleler vardı. İğne deliğinden geçecek kadar küçük ama bir söküğü dikecek kadar da büyük hamleler. O an geldiğinde kaçabilirsin veya iyileşmek için durabilirsin. Kaçışı bir göz devirmesiyle yapabilirsin, iyileşmeye ihtiyacın olduğunu derin bir bakışla anlatabilirsin.
Gözünü yumanı anlamaksa en zoruydu. Elinde iğneyle kalakalıyordun ve geçen her bir saniye karşındakinin acı çektiğini bildiğinden, anlat bana diye bağırmak istiyordun. Yoksa sen Leonard, ilk kez ağlamamak için mi susuyorsun?
"Bunun bir günlük olduğunu kabul ettiysen artık merak etmek de kurcalamak da yok, es geçiyoruz." Defteri neredeyse balkondan atarcasına havada salladı. "Diğer çizimlerime gelirsek... Babam biraz abartıp tablo hâline getirdi ve onları buraya taşıyacak halim yok."
"Gidip bir bakalım."
"Odamdalar," dedi uyarıcı bir gülümsemeyle.
Odasına girebileceğim en ufak sebep yokken şimdi sadece tek bir önemsiz amaç vardı. Adı üstünde, önemsiz. Alt tarafı resim çiziyor ve bazıları o kadar güzel olmalı ki, babası bunları çerçeveye sıkıştırıyor. Fakat söylediği gibi, ya anlatamadığı şeyleri çiziyorsa?
Parmaklarımı dudaklarıma vurup, başımı sırasıyla sağa ve sola doğru aynı ritimsel hareketlerle eğiyordum ki, "Yine ne var?" diye sordu.
"Kapıdan baksam." Suratına kapı kapatan benmişim gibi sertçe baktı. "Ne? Sen benim odama kadar girip yatağıma oturdun." Bakışlarımı çevirip dudaklarımı gülümsemeden uzak bir hareketle kıvırdım. "Tamam, ileri gittim. Bir daha defterine bakma konusunu bile açmayacağım."
Elbette özel alanına çomak sokacak halim yoktu ama Leonard'ı merak etmemek elimde değildi. Bir süredir aynı evde yaşamamıza rağmen hakkında hiçbir şey bilmiyordum, bildiklerimi de zaten ben uyduruyordum. Ya da öğrenmeme izin veriyordu, yakaladıysam ne ala.
Yeterince güneşlendiğime emin olduğumda sandalyeden kalkıp tepsinin kenarlarını tuttum. En azından koridor boyunca yiyebileceğim bir kurabiye bırakmıştı bana, bunun hatırına bile onu affedebilirdim.
"Gidiyor musun?"
Tepsiyi elime alsam da henüz yürümemiştim. "Ivan gelene kadar ödev yapacağım," bahanesine sığındım.
"Sana bir de ödev mi veriyor?"
"O benim öğretmenim, Leonard."
Ivan belgeli bir öğretmen olmadığı için gözü bir türlü tutmamıştı ve konu her açıldığında garip davranıyordu. Bileğini havaya kaldırıp saate baktı. Kendisinin şirketi olduğu için eve istediği zaman özgürce dönse de diğerlerinin zamana uymak zorunda olduğunu unutuyordu anlaşılan.
"Henüz vakit var." Biliyorum demek isterken beni şaşırtarak ayağa kalktı ve tutmaya devam ettiğim tepsiyi elimden alarak eski yerine geri bıraktı.
"Gördüğün her şeyi unutacağına söz verirsen belki de sana çizimlerimi gösterebilirim."
Her şey çok ani geliştiği için birden heyecanlanırken siyah kapaklı ince deftere baktım. Sayfa kenarları saman kağıdı gibi sapsarıydı. Parmaklarımı çıtlatırken başımı hafifçe öne uzattım. "Hemen burada bakabilirim."
"Sadece odamdakileri gösterebilirim."
Başka bir şey söylemeden balkon kapısından geçmiş ve güçlü adımlarını koridorun kalın halısında yankılandırmaya başlamıştı. Hemen arkasından ama oldukça mesafeli bir şekilde, buradan hayatımda ilk kez geçiyormuşçasına seyrek adımlarla yürüdüm. Leonard'a yetişme amacı gütmeden fakat bir yandan da onu takip ederek.
Odasına ulaştığında kapıyı açtı ve bir anlığına olsun arkasına dönmeden içeri girdi. Duvarların içinden geçebilen bir hayalet gibi görünüyordu. Bense gerginliğin üstüne üstüne yürüyen ve başına mutlaka bir iş gelen o uslanmaz kızdım.
"Kapıdan bakma konusunda ciddi miydin?"
Eşikte küçük bir sallantıyla dikilirken kaçırdığım gözlerim Leonard'ın yatağıyla buluştu. "Asıl sen bu yatakta uykuya dalamama konusunda ciddi misin?"
"Uyku var ama içinde bolca kâbus olanından."
Koyu renk nevresimler, kırık beyaz renkli tül perdenin ardından kendini gösteren güneşin batmayı tercih ettiği ışıltılı bir yer gibiydi. Derin derin bakmaya çekiniyordum çünkü her noktada bir başka parlaklık, her parlaklığın içinde ayrı bir mahremiyet vardı. Buraya gelmeyi istememeli, buranın nasıl olabileceğini hayal etmeye devam etmeliydim.
Bir müddet sonra, "Ufak dokunuşlarla enerjinin değişmesini sağlayabilirsin," önerisini sundum.
Elleri cebinde gülümsedi. "Söylediğin şey çözüm getiriyorsa köşkü yıkıp baştan inşa etmek belki işe yarayabilir."
Her ne kadar utanç içinde olsam da, "Ben ciddiyim," dedim.
"Gelip göstersene."
Bütün kabul kelimelerini sessizliğimin içine sıkıştırarak davetine doğru küçük bir adım attım. Nedenini bilmediğim fakat muhakkak yine bir ilk dalgasına maruz kaldığımdan tüylerim diken diken oldu ve yürüdükçe üşüdüğümü hissettim.
Bir elimi kendime sarıp dirseğimi kaşırken, "Mesela mobilyalar," dedim. Dudaklarımı umutsuzca birbirine bastırdım. "Senin yaşındaki birine bile fazla yaşlı kaçıyor. Güzel ama çok eski." Yaptığım eyleme sığınarak gözlerimi kısa süreli olarak farklı farklı kısımlarda oyalandırdım. "Duvar boyası iç karartıcı." Adımlarım beni yatağın baş ucuna getirdiğinde parmaklarımın ucuyla dokundum. "Yastıklar epey fazla ve hepsi birbirinin aynısı."
Cevapsız kaldığında bir yere gizlenip beni kıskıs gülerken izlediğini zannetmekte yanılmıştım çünkü giysi dolabının arkasına, büyük bir zahmete girdiğini belli eden açıyla kolunu uzatmıştı. "Bunları çıkarmam biraz zaman alabilir."
Onları gerçekten de yok sayar gibi gizlemişti. Tamam, duvara asmasa da olurdu ama insan arada açıp bakabileceği, ulaşabileceği bir noktaya saklardı. Ellerimi kapıya yakın, mobilyadan yoksun olan boş bir köşedeki duvara yapıştırdım ve kalçamı da ellerimin üstüne bastırarak Leonard'ın tabloları çıkarmasını bekledim.
Yaklaşık bir dakika sonra vücudunu kaydırıp, kızarmış yüzünü açığa çıkararak bana baktı. "Yatağıma oturup bekleyebilirsin. Senin gibi biri kasıntılı durunca kendimi kötü hissediyorum."
Önerisi karşısında yutkunuşumu belli etmemeye çalıştım. "Böyle iyi."
Kazağının kolunu sıvarken gözlerini benden ayırmadan kinayeli bir tavırla gülümsedi. "Ne yani, ben senin yatağına oturdum ve sırf kibar görünmek için intikamını almayacak mısın?"
İşte bu noktada içinden kan yerine inat akan damarıma basmıştı.
Dolabın bir ucunu tutup, dikkatle kaydırmaya çalışırken zorlansa bile dudaklarında aynı gülümseme asılıydı. "Merak etme, nevresimler temiz."
Oflayarak da olsa yatağının ucuna dek ayaklarımı sürükleyerek geldim, yine oldukça uç sayılacak bir mesafeyle oturdum. Hâlbuki pencerenin önünde de bir koltuk vardı ama o yatağını tercih etmişti, belki de kâbus görmemek için koltukta uyuyordu ya da bazı sebeplerden dolayı orası Leonard için daha mahremdi. Yatağın o kadar yumuşak ve rahatlatan bir hissiyatı vardı ki geriye doğru kaymaya direndim. Parmaklarımı ufak hareketlerle nevresime değdirdiğimde, kaçınılmaz bir teslimiyetle daha da ileri giderek birkaç santim dolaştırdığımda konforuna emin oldum.
Yatağıma uzanmalıydın, Leo.
Bir süre sonra benimle hiç ilgilenmeyip çizimlerini kurcaladığı için dirseğimi de yatağa yaslayıp yarı uzanma pozisyonu almıştım. "Babalarımız madem arkadaştı, biz neden arkadaş olamıyoruz?"
Boğuk çıkan sesiyle, "Bir daha benimle kavga etmeyecek misin?" diye sordu.
Aydınlanma yaşarken gözlerimi kırpıştırdım. "Bu eğer o anlama geliyorsa unut gitsin."
"Biz de o biçim arkadaşlardan oluruz."
Bir tabloyu daha döndüre döndüre yerinden çıkardığında kolları tamamen havadaydı. Bu hamlesiyle kazağı yukarı sıyrıldığı için kemeri görünüyordu ama içine sıkıştırdığı gömleği kıpırtısızdı. "En azından biri senin kim olduğunu sorduğunda izin ver arkadaşım diyeyim."
Gayriihtiyari onu izlemeye daldığım için bana baktığını geç fark etmiştim. Gözlerim mavilikleriyle buluştuğunda kirpiklerimi kırpıştırarak oturuşumu düzelttim. Ayağa kalkmasam da en azından artık saygısız görünmüyordum.
"Arkadaşlar birbirini tanır ama sen benim hakkımda hiçbir şey bilmiyorsun." Aslında bu hamlem, birkaç saniye önceki masum konuya yeniden dönebilmek içindi.
Çizimini diğer küçük tabloların kenarına yaslayana dek gözlerime bakıyordu. "Anlatırsın bir ara."
"Ben de senin hakkında hiçbir şey bilmiyorum." Tüm çabasını boşa çıkarmışım gibi yeniden yüzüme baktığında cümlemi kendim tamamladım. "Anlatırsın bir ara."
Yatağında otururken beni izlemesi kulaklarıma dek kızarmama neden olduğu için hızlıca ayağa kalktım ve gözlerine değil, çizimlere odaklanarak bana anlatmasını bekledim. Bir eliyle taşıyabileceği boyuttaki tablosunu çevirdiğinde gördüğüm parlak manzara, nevresimlerin ışıltısından sonra gözlerimi kamaştıran ikinci şeydi.
"Beyaz bir boya dökülmüş gibi."
Sakin sesiyle, "Bir kar fırtınası," dediğinde, kısılan gözlerimi düzelttim.
"Yani beyaz bir boya ne kadar güzel dökülebilirse ortaya o kadar güzel bir şey çıkmış. Sonuçta kar dediğimiz oluşum, kusursuz bir beyazlıktan ibaret değil midir?"
Yapmaya çalıştığım zorlama edebiyata güldü. "Beğenmemekte haklısın, ilk çizimimdi." Kalınca bir defteri tabloların arasından önemsiz bir kitapçıkmış gibi iteklediğinde diğerinin önü açıldı.
"Bunun kaçıncı denemem olduğunu hatırlamıyorum, o nedenle daha kabul edilebilir."
"Bir ilkbahar," dedim dudaklarım kıvrılırken. Detaylar kafamı karıştırdığında resme biraz daha yaklaştım. "Hayır, sonbahar." Bir manzaraydı ama sanki dört mevsimdi; aynı zamanda hiçbiriydi. "Kafa karıştırıcı derecede güzel. Burada ressam ne anlatmak istemiş?"
Kollarını birleştirdiğinde derin bir nefes çekti ve kendi eserini, sergiye gelen bir yabancı gibi objektif bakışlarla inceledi. "Kim bilir, belki de birinin zihnindeki yaz günü."
"Mevsimler zihinlerimizde yaşanır mı demek istiyorsun?" Göz ucuyla yeniden çizime baktım. "Orada bir yaz günüyse, gökyüzündeki şu beyazlık bulut kümeleri mi yoksa yaklaşmakta olan bir kar fırtınasının habercisi mi?"
En azından dudaklarını bükeceğini beklerken mimik dahi oynatmadı. "Belki de ressamın açık bir gökyüzü çizmek için kullanacağı mavi renk boyası yoktu."
"Ama sanıyorum ki aynı ressam, küçük çocuğun gömlek düğmelerini maviye boyayabilmiş."
Gözlerini kapattıktan sonra dudaklarını yaladı. Birleştirdiği kollarını çözüp, duvar dibine dizdiği tablolar arasında dolaştı parmakları.
Leonard Alphan'ı gerçek anlamda tanımak için uzun bir zamana ihtiyacım olduğunu düşünüyordum. Perde arkasını gören gözlere, söylemediklerini işitebilen kulaklara ve aklından geçenleri okuyabilecek telapatik yeteneğe sahip olmalıydım. Ya da sadece onu, bana her şeyi anlatabileceğine ikna etmeliydim.
"Resim için özel ders aldın mı?" Sorumu tekdüze bir biçimde dile getirsem de artık cevapları daha büyük bir merakla bekliyordum.
"Zengin ebeveynlerin çocuk yetiştirme yarışı kurbanı olarak her alakasız alanda zaman zaman bulundum."
Bana verdiği büyük boy resim defterinin sayfalarını ilgiyle çevirirken, bir başka ilgiyle duraksadım. "Sen şimdi piyano da çalabiliyorsundur."
Yanaklarını şişirken başını sağa sola salladı. "Bizimkilerin denediği son noktaydı, öyle ki evimizde tek bir enstrüman yok."
Bana gülümseyebileceğim bir açı verdiği için minnettardım ve bunu gönül rahatlığıyla, son damlasına kadar kullandım. "Kendini sanata adamalıydın, hiç değilse çizimlerine. Neden vazgeçtin?"
Başını yana eğip gözlerini bir tiyatrocu gibi düzenbaz şaşkınlıkla küçülttü. "Dakikalar önce balkonda beni resim çizerken yakaladın ama unutmuş gibi mi yapıyorsun?"
"Fakat onu yok saymamı istedin. Öyle ki beni odana kadar getirdin."
Gözlerini benden yavaşça ayırdı. Ben karmaşık duygular içindeyken burada olmam Leonard'a nasıl hissettiriyordu? Tam olarak kendi odam sayılmadığı halde özel alanıma girdiği zamanı anımsadım. Ne düşünmüştüm? Utangaç bir heyecan. Leonard'ın benimle ilgili herhangi bir konuda heyecanlanması mümkün müydü, söz konusu mahremiyetiyken bile?
"Yok sayabildin mi?"
"Hayır," diye itiraf ettim.
"Peki şu anda odamda mısın?"
"Evet."
"O zaman istediklerimi yapmıyorsun."
"Hayır." Duraksadım. "Ne?"
Bir açıklama zahmetine girmeden işine döndüğünde kaşlarımı çattım. Kollarıma zor sığan büyüklükteki resim defterinin kapağını ani bir hareketle kapattığımda hızı yüzünden saçlarım geriye uçuştu. Onu kolundan tutup kendime çevirdiğimi, defterini suratına atıp, tek kelime etmeden, kapıyı haz etmediği gürültüyle çarpıp, çekip gittiğimi hayal ettim.
"Burada olmamı istemiyorsan gidebilirim, beni sen çağırdın." Fakat Leonard'ın da söylediği gibi, bugün kibarlığım tutmuştu.
"Henüz son kozumu oynamadım." Bir eli çerçevede durmaya devam ederken boynunu çevirip bana baktı. Bu tablo aralarından en büyüğü olduğundan dokunmak için sadece elini uzatması yetmişti. "Bunu gördükten sonra resimde geldiğim son noktaya şahit olacaksın ve artık çizimlerime bakmak istemeyeceksin."
Evine geldiğim ilk günden beri konuştuğumuz en ciddi konu gibi hissettiriyordu, o nedenle kısmi bir şaşkınlıktan ağzımı dahi açamayarak kıpırtısız durdum. Yeterli cevabı almışçasına çerçeve kabartmalarına batırılırıp, çizimi kapatan siyah renkteki kumaş örtüyü iki parmağının ucuyla tutup kaldırdı.
Hareketi mi çok hızlıydı yoksa ben heyecandan her şeyi olduğundan daha mı hızlı algıladım bilmiyorum ama siyah kumaş aradan çekilip bana Leonard'ın söz konusu özel çizimini sunduğunda, gözlerim şiddetle kapanmış ve arkamı dönerken destek almak için elimi Leonard'ın omzuna yerleştirmiştim.
Yüzüm kapıya dönükken zorlukla yutkundum. Avcumun sert bi yüzeyde takılı kaldığını hatırladığımda parmaklarımı gevşeterek boşluğa doğru kaydırırken elini benimkinin üstüne kapatarak durdurdu. Ne kadar da abartmıştım, ne kadar da abartmıştı.
"Belki birlikte bakarsak ve sana anlatırsam o kadar da korkunç görünmez."
Elimi tutmaya devam ederken beni yavaşça yeniden çizimine doğru çevirdi ve bir noktada ellerimiz kaçınılmaz olarak ayrıldı. Yan yana duruyorduk ve baktığımız şey içten içe Munch'ün Çığlık tablosuna dönüşmemize neden oluyordu.
"Orijinal adı Anguish, yani ızdırap. Eser, Alman sanatçı August Schenck'e ait." Bana telefonunu çevirdiğini yeni fark etmiştim. "Bir de buradan bak, olması gerektiği hâline."
Ekranda gördüğüm görüntü yine bir cinayet teması olsa da Leonard'ın tasvir ettiği biçimden daha kabul edilebilirdi. Kasvetli ve dumanlı gökyüzü hariç yine beyaz kar birikintisinin üstüne konumlanmıştı her şey. Kimi uçan kimi açlıkla bekleyen kargalar, bir ceset gibi yığılan kuzunun etrafında toplanmışlardı. Annesi olduğunu düşündüğüm koyunun açık ağzından bir keder uçuşuyordu ve her nereye kadar bilinmez, ölen yavrusunu korumaya çalışıyordu.
Leonard ise bunun sonrasını anlatmış gibi, kendi çizimi kırmızı fırça darbeleriyle doluydu. Anne koyunu çizmeyi becerememişti ya da gökyüzünde kullandığı açık kahve boyayı tercih ettiği için neredeyse kaybolmuştu. Schenck'in kargaları kadar çok ve de özenli değildi, yoğun mat karartılardan ibaretti. Biri uzakta duran toplam yedi kargadan fazlası yoktu, ayrıca hiçbiri uçmuyordu. Maktul kuzunun rengini kardan bile beyaz çizmeyi nasıl başardığını bilmiyordum ama bu iç açıcı renk bir noktadan sonra oluk oluk akan kan işaretleriyle kapatılmış, ölümün üstü bir tür kalıcılıkla örtülmüştü.
Ya anlatamadığı şeyleri çiziyorsa?
"Bir cinayet gibi," dedim sessizce. Leonard'ın sessiz kaldığını fark ettiğimde kendimi onu kontrol etme mecburiyetinde hissettim. Uzun zamandır görmediği bir arkadaşıyla ya da nihayet denk geldiği düşmanıyla bakışır gibi izliyordu çizdiğini.
"Anne için ızdırap, yavrusu için cinayetti." Kaşlarını havaya kaldırdıktan sonra gözlerini ağır ağır kırpıştırdı. "Hikâyenin ortasından herkes haberdardı, sonunu da ben getirdim."
"Nasıl başladığını neyse ki bilmiyoruz." Elimde olmadan suratımı acıyla ekşittim. "Baksana, merak etmediğim bir şeyler de olabiliyormuş."
Karşılık vermeden tablonun üstünü yine aynı siyah örtüyle kapattı ve onu gerçek bir cenaze gibi sakladı. Önemsiz bahsetmesi ama özen göstermesi aklımı kurcalıyor, Leonard Alphan konu kapansa bile yine zihnimi meşgul etmenin bir yolunu buluyordu.
Ya anlatamadığı şeyleri çiziyorsa?
"Sana gösterebileceklerim işte bu kadardı," dediğinde silkelenerek daldığım gözü açık uykudan uyandım.
"Epey aydınlandım, benimle paylaştığın için teşekkür ederim."
Gülümsedi ya da dudakları duygudan yoksun bir refleksle seğirdi. "Asıl ben teşekkür ederim, önem verip görmek istediğin için."
Ya anlatamadığı şeyleri çiziyorsa?
"Artık daha çok karakalem çalışıyor olmalısın. Balkondayken defterinin arasına sıkıştırdığın bir kurşun kalemdi."
"Gözünden hiçbir şey kaçmaz mı senin?"
Haylazlıkla parıldayan mavi bakışlarına içtenlikle gülümsedim. "Dikkatli biri olduğum için senden özür dileyecek değilim. Ben sadece senin adına... sevindim. Kırmızı bir boya kullanmıyor olman böyle düşünmeme neden oldu."
Çünkü Leonard bir Izdırap çizmemişti. Tuvale dökülen bir ızdırabın anotomisini resmetmişti ve bunu ikimiz de biliyorduk.
"Ya ben bir gün güzel bir kadın portresi çizmek istersem?" Sırtı pencereye dönük, yüzü bana çevrili olsa da bakışları sanki suratım güneşi emmiş gibi fazla kısıktı. "Ve o güzel kadının dudaklarını kırmızıya boyamaktan başka çarem olmazsa çünkü aksi mümkün değilse?"
O an, kendi görüntümü istemsizce Leonard tarafından çizilen bir portreye sıkıştırdım.
Yüzeyi soluk, üstü tozlu bir aynaya bakmaya benziyordu bu his. Tamamen ben değil ama benim yabancı gözler tarafından yorumlanmış hâlim. Ressam olduğunu iddia etmeyen birinin, kusurlu fırça darbeleriyle doldurduğu parmakları tarafından. Güzel veya güzelin anatomisi.
"Dudaklardan boyna doğru inen bir kırmızılık mı olacak yoksa bunun masum bir renkten ibaret kalmasına mı izin vereceksin?"
Sanki ben eşsiz karışımlara sahip bir boya satıcısıydım ve o da dünyanın yaka silktiği korkunç bir sanatçıydı. Bu yüzden konuşma şeklime güldü. "O güzel kadının neler yaşadığını bilmiyorum."
"Anladığım kadarıyla sen sadece dudaklarının kırmızılığından emin olduğun bir kadını çizmek istiyorsun."
Bunca üstü kapalı konuşmalarının ardından, "Doğru anlamışsın," diye bir itirafta bulundu. "Bana hikâyesini anlatacağı gün gelene kadar da sadece yüzüyle ilgileneceğim."
Ya anlattığım şeylerden daha fazlasını duymak istiyorsa?
Saçmalıyordum. Leonard'ın yatak odasındayken aksi de zaten mümkün değildi. Onun beni kovmasını beklemeden çıkmak istiyordum. Resimler bitmişti işte, gördüklerimden daha fazlasını da anlamıştım. Artık benden beklenildiği şekilde matematik ödevimi yapmalıydım.
"Sürekli kapıya baktığına göre anlaşılan gitme zamanın gelmiş." Elini zarifçe uzatıp beni önden buyur etti. "Seni kapıya kadar götüreyim."
Aslında şu sözüm ona zarifliği ön plana çıkarmaktan vazgeçmediği bazı anlar vardı. Örneğin hiçbir zaman önden yürümez ve ağzını açmadığı sürece gerçek bir salon beyefendisi gibi görünürdü. Aklım anlık olarak bu düşüncelerle doluyken gözümü doyurmak ister gibi etrafı gider ayak incelemekten de geri kalmadım.
Odasının içinde, şimdi hemen önünden geçtiğim ayrı bir kapı vardı ama benim kaldığım misafir odasında bile aynısı bulunduğundan, bu önemsenmeyecek bir ayrımdı. Fakat kapının altından çıkan bir kağıdın, kenarı mürekkep çizikleriyle dolu ucunu gördüğümde merakıma engel olamadan yere doğru eğildim.
Leonard benden hızlı davranarak önümü kestiği için artık kapının eşiğine yakın olan ve kâğıda temas eden de oydu. Parmaklarını ileri savurduğunda kâğıt, döşemenin üstünde jet hızıyla kayarak eskiden olduğu yere, kapının ardındaki dünya her ne barındırıyorsa yine oraya gitti.
Ayağa kalktığında işaret parmağının tersiyle alnını kaşıdı ve gözlerini kaçırmasını beklerken hemen o saniye yüzüme baktı. "Eskiden banyoydu," diye açıkladı, elini kapı kulpuna yerleştirdiğinde ve tam olarak kapıyla arama girdiğinde. "Uzun zamandır boş eşyalarla dolu olan bir depo."
Neden gergin olduğunu bilemediğim ortamı yumuşatmak için, "Oranın içini merak etmemiştim," dedim. "Sadece kağıt bu şekilde dışarı çıkınca dikkatimi çekti."
"Muhtemelen bir eskiz çizimi veya eski bir mektuptur."
Neyin ne olduğunu benden daha bildiği için başımı salladım. Özel alan içinde daha da özel bir alan veya dediği gibi sıradan bir depo. Aile üyelerine ait mektuplar veya eskizler. Bana kalırsa çok sayıda eskizler.
Kapının eşiğindeyken birbirimize gülümsemeli bir baş işaretiyle veda ettikten sonra hiç konuşmadık. Doğruca bir alt kattaki kütüphaneye gidebilirdim ama Amy'le konuşmam gereken konu miktarı, oradaki kitapların sayfa sayısını bile aşmışken zaman kaybetmeden önce telefona koşmalıydım.
Leonard kapıyı kapattıktan sonra ben de misafir olduğum odaya geçmiş ve elimle yüzümü yellemeye başlamıştım. Bugün yaşananlar ve aramızda geçen sohbetler, asla unutmayacağım kalıcılıkta bilincime yeni yeni yükleniyordu.
Neyse ki Susan'a attığım mesajdan beş dakika sonra Amy geri mesaj çekip arayabileceğimi yazmıştı. Gerçi sürekli Leonard'dan bahsedeceğimiz düşünülürse bu o kadar da sağlıklı bir fikir olmayabilirdi.
"Sana telefonu suratıma kapattı diyorum!"
Gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım. "Günler öncesinde anlattın bunları, yine mi aynı alınganlık?"
"Alınganlık mı?" diye parladı. "Bence bu saatten sonra alınması gereken kişi kendisi. Onu hayatım boyunca sevmeyeceğim."
"Sana bir zebani olduğunu söylemiştim."
"Haklıymışsın." Şiddetli bir sitemle ofladı. "Şimdi nasıl gidiyor? En azından bugünlük orada her şey yolunda mı?"
Bugünün en garip gün olması dışında bir sorun yoktu. "Ne yazık ki buraya alıştım, yani iyi gibi. Birazdan matematik ödevimi yapacağım sonra Ivan gelecek ve iki saat boyunca onun sabrını sınayacağım."
"Bence Ivan sana matematik çalıştırırken içinden küfrediyordur."
"Eminim. Hatta seçimlerini sorguluyor bile olabilir. Böyle zamanlarda kendimi bir hayal avcısı gibi hissediyorum."
"Yani yaklaşık iki saat boyunca," derken kıkırdadı.
"Amy bazen tıpkı Leonard gibi konuşuyorsun. Ve bazen de Leonard tıpkı senin gibi konuşuyor."
"Leonard böyle bir taklite nasıl cüret eder?" Sesinde, Walton'ın tarif ettiği zamane hanımefendisi cilvesi gizliydi. "Benim gibi görünebilmek için sana neler söyledi?"
"Kurabiye canavarı ve obur fare dedi."
"Hey!" Kaşlarını çattığına emindim. "Ama ben bazen sana iyi şeyler de söylüyorum."
"O da bazen çok iyi şeyler söylüyor." İkimiz de duraksadık ve yine ikimiz de aynı anda, "Amanın!" dedik.
Bağdaş kurarak oturduğum yataktan süratle kalkıp kendimi odanın banyosuna attım. Terlikleri giydikten sonra ışığı açıp kapıyı kapattım ve heyecanımı Amy bile fark etmişken beyhude bir saklanma duygusuyla aynaya bakmamaya çalıştım.
"Hemen anlatıyorsun."
Bugün hava güzel olduğu için giyindiğim kalın gömleğin eteğiyle oynarken alt dudağımı kemirmeye başladım. "Dakikalar önce konuşuyorduk ve konu acayip bir yere geldi. Bana bir gün güzel bir kadının portresini çizmek istediğini söyledi, dudaklarını da özellikle kırmızıya boyaması gerekiyormuş. Ne alakaysa." Leonard resim çizdiğini sır olarak mı vermişti, bunlar aramızda mı kalacaktı? Tüh, yine detayları kaçırmıştım. "Durup dururken bir erkek bir kıza bunu neden desin ki yahu?" Kız konuyu oraya getirdiğiyse, der.
"Peki bunları söylerken dudaklarına odaklandı mı?"
"Bilmiyorum ki, gözlerimi gözlerinden çekemedim."
"Ama artık gerçekten de amanın, Lili." Amy yumruğuyla kafama vurmuş gibi gözlerimi kapattım. "Dudaklarının ne kadar dolgun ve kırmızı olduğunu hatırlatmama gerek var mı yoksa aynaya mı bakmak istersin?"
Boynumu uzatıp aynaya baktım. Stres anında ısırmadan duramadığım dudaklarım bu eylemim sebebiyle daha kırmızıydılar. Gözlerim tekdüze bir kahverengilikteyken yüz hatlarım da bu sıradanlığa uyum sağlıyor, dolayısıyla dudaklarım da öne çıkan tek oluşum ayrıcalığıyla parıldırıyordu.
"Soruma cevap vermediğine göre Leonard'ın çizdiği portreden bakmayı seçiyorsun."
"Ah, affedersin." Gözlerimi kırpıştırdığımda bakışlarımı indirdim. "Telefonla konuştuğumu unuttum bir an."
Abartıyla uzun uzun esnedi. "En yakın arkadaşım kötü çocuğa âşık olacak ve ben de her gün bir doz uyarmama rağmen bir müddet sonra yine de içine tükürülmüş hayatını toparlamaya çalışacağım. Hikâyeye böyle mi devam ediyoruz?"
Tasarısı kaşlarımı çatmama neden oldu. Ağırlığımı bir ayağımın üstüne verirken tırnağımla kapıyı çizmeye başladım. "Evrene gönderdiğin iç karartıcı bir cümlelik özet için teşekkürler."
"Sana Leonard'ın bir zebani olduğunu hatırlatmama gerek var mı, Lili? Kırmızı güzellere rağmen."
"Şu anda arkasından konuştuğumuz düşünülürse yok gibi görünüyor. Benim için aldığı onlarca kırmızı güle rağmen."
"Onun bir zebani olduğunu unutmadım diyorsan, tamam. Seni dinliyorum."
Haberi bile olmadan küsüp barışsam da konuşmaya aynı heyecanda devam ettim. "Çok iyi geçinemediğimizin farkındayız ama bazı insanların anlaşma dilinin bu olabileceğine ikna olduk. Birbirimizi değiştirmeye çalışmıyoruz. Bana kalırsa insanların sevmediği özelliklerimizi beğeniyoruz ve kimsenin kolay kolay bunu yapmayacağını biliyoruz."
"Şimdi siz neden durup dururken birbirinize fedakârlıklar yapmaya başladınız ki?"
Tıpkı Manal'a söylediğin gibi Amy'e de biz diye bir şey yok desene Lili. Birkaç kısa haftadır tanıdığın kıza omuz silkip göz kaçırması kolay, ya Amy? Yurda geldiğinde ben yedi yaşlarında vardım, beni herkesten korumaya çalışan o sarışın kızsa sadece beşindeydi. Çocukluğumu ben değil, o biliyordu. Bir şeyleri itiraf etmek neden ilk kez bu kadar zor olmuştu?
"Bence şimdiye kadar birileri bizim için fedakârlık yapmadı da ondan." Kapıyı çizmeye çalışmaya son verdim, zaten çizilmiyordu. "Benim için sen hariç, Amy."
"Bana parantez içlerini söylemene gerek yok," diye hatırlattı. "Her ne kadar bir umutsuz vaka gibi görünsen de anlatmaya devam et."
"Leonard'a karşı ne hissettiğimi bilmiyorum." Sırtımı kapıya yaslamak istedim ama yüzümü aynaya dönmeyi tercih etmediğimden bunu yapmadım. "Sonuçta o bir Alphan yani iyi biri ve hakkında bildiğim en net bilgi bu. Benden nefret ettiğine emindim, en az ondan nefret ettiğime emin olduğum kadar. Fakat iyi birinden nefret etmem de ayrı saçmalık. Ya da," dediğimde baş parmağımı ağzıma götürüp alışkanlık dışı bir kaçışla etimi kemirdim. "Bir şey hissetmemek. Bana fena güzel bir palto almış, beyaz. Beyazı sevmiyor hâlbuki, kar yağarken ben pencereden dışarıya bakıyorum o ise çatık kaşlarıyla telefona. Palto üzerimdeyken o rengi sevebilmesi mümkün gibi izliyor beni. Yakaladım işte, eminim, izliyor." Dişlerime fazla batırıp çektiğim parmağım acıyınca elimi indirdim. "Daha kötüsü şu ki ben de onu izliyorum. Hayatında ilk kez mi erkek gördün diye sorarsa sorun yok, evet der geçerim ve buna inanır. Bir de şey var," dedim son kez. "Hayatımda ilk kez erkek görmedim aslında ama hayatımın sonuna dek sadece onu görmeyi seçebilirim."
Ve Amy, pazara gittiğim gün yüklettiğim kontörün kökü kuruyacak kadar uzun konuşarak beni payladı.
Buna ihtiyacım vardı. Kendimi dayak yemiş gibi hissetsem de birinin bunu kesinlikle yapması gerekiyordu. Bir şeyler, ne olduğunu bilmediğim o şeyler rayından çıkıyordu. Başıma büyük bela açabilecek dalgalarla çarpıyordu kalbim. Dudaklarım daha kırmızı görünsün istiyorum.
Matematik ödevimin üstüne karabasan gibi çökmüştü. Problem çözmekten hoşlanmam dedikçe, kendimi gülümserken bulduğum yeni bir problem olarak beliriyordu Leonard. Ben hadi bir aptal gibi tebessüm etme hatasına düşüyordum, pek ona ne demeli? Olan olmuştu işte. Uslanmaz bir şekilde kocaman güldüğü anları kafama kazımıştı. Yanağında gamze mi vardı? Küçük, yuvarlak bir çukurdu işte. Genişçe güldüğünde üst dudağının hemen altından bir miktar diş eti görünüyor ama bu onu daha tatlı kılıyordu.
Şeytan tüylü zebani.
Kaçık. Deli. Uykusuz hortlak. Buz kalıbı. Şımarık velet. Kötü çocuk. Zengin züppe. Düşüncesiz. Yine de biraz iyiyiz.
Kâğıdı yırtarcasına karalamaya son verdiğimde kalemi çarparak bıraktım. Yirmi dakikadan az bir zaman sonra Ivan burada olacaktı ve benim uykum çok erken gelmişti. Düşünmekten başka aktiviteye ayıramadığım zamanı faydalı hale getirmek için yataktan bir baş dönmesi eşliğinde kalktım.
Akşam güneşi de kaybolduğundan hava artık soğuktu. Gömleğimi değiştirip onun yerine krem rengi body kazağımı giyindim. Saçlarımı ensemden çıkarıp düzeltiyordum ki bakışlarım göğüslerimdeki belirginliğe takıldı. Kazak modeli gereği dar olduğu için vücuduma yapışmıştı ve sanki onları... olduğundan çok daha iri göstermişti.
Nasıl saklayacağımı biliyordum çünkü bunu defalarca yapmıştım. Yapmak zorunda kalmıştık. Biz sokaklarda zaman zaman yalnız yürüyen değil, yalnızlıktan başka seçeneği olmayan kızlardandık. Başımıza kötü bir şey geldiğinde bunun sorumlusu değildik ama öyle ilan edilmeye de en yakın olanlardık. Kıyafetler bunun en küçük örneği, bize de huy gibi yapışanıydı. Siyah hırkamı da alışkanlık gereği üstüme geçirdim. İşte, ne yazık ki bu kadar kolaydı.
Çalışma kitabımı ve defterimi kucağıma yerleştirdiğimde odadan çıktım. Bunu yapmamaya dair ettiğim boşboğaz sözlerimi ayaklarımın altına alarak başımı çevirip, odasına uzanan koridora baktım. Kapı kapalıydı ve zaten gittiğini duymuştum. Leonard olmadan bu katın biraz korkunç durduğuna karar vererek koşar adım merdivenlerden indim.
Leonard'ın çalışma odası, kütüphanenin hemen karşısında kalıyordu. Kapının altından yansıyan ışık, içeride olduğunu belli ederken parmak uçlarımla girip kitabımı ve defterimi bıraktım. Yine parmak uçlarımla çıkarken sadece şunu düşündüm: Leonard'dan kaçmayı mı seviyordum yoksa onun tarafından kovalanmayı mı?
Ivan gelmeden önceki son dakikaları neşeli geçirmek istediğim için iştah açıcı kokular taşan mutfağa girdim. Nina her zamanki gibi ocak başındaydı, Amanda'ysa bacaklarını bükmüş fırına bakıyordu. Ortam çok tatlıydı ama aradığım şey eksikti. Aynı sessizlikle gerisin geri yürüyüp salona dek geldim.
"Birini mi arıyordun?"
"Ödümü patlattın!" dedim boşluğa doğru.
Sesten sonra kıkırdamanın yükseldiği köşeye baktım. Manal, salonun köşesindeki vitrin dolabın en alt çekmesine dek eğilmiş bir şeyler çıkartıyordu. "Hey, biraz sakin olsana." Elinde peçetelerle kalkarken omzuna düşen kısa saç tutamını arkaya attı ama bezgin değil, keyifli görünüyordu. "Tarihi eser sayılabilecek köşkte yaşayan birine göre ödün biraz fazla çabuk patlamıyor mu?"
Kalp atışlarım henüz düzelmemişken kaşlarım biraz daha çatıldı. "Bu ne demek şimdi?"
Açıklamasını çok da tercih etmezken, "Daha farklı korkularla gelmeni beklerdim," dedi. "Ne bileyim hayaletler, kâbus görmek, gaipten sesler duymak gibi."
Ateşin çıtırtısını ayırt edebileceğim kadar sessiz kaldığımın farkına vardım. "Korkmam ben öyle şeylerden, geldiğim günden beri en üst katta yalnız yatıyorum görmüyor musun?"
Altını çizmek ister gibi, "Bay Leonard'la aynı bölümde," dedi. "Ve onun geceleri uyayamadığını herkes bilir. Kendini güvende hissedersin tabii." Göz kırptı.
"Leonard'a hayalet dediğini ona söyleyeceğim."
"Öyle bir şey demedim." Parmaklarının ucunda yükselip arkamda kalan merdivenlere baktı. "Hayalet derken Bay Leonard'ı kastetmediğimi biliyorsun."
"Ama hayalet dediğin geceleri çıkıp ses yapar ve bana musallat olmak istiyorsa genelde üçüncü katta takılır."
"Hayalet diye bir şey zaten yok." Panik halinden savunmaya, savunmadan iknaya geçmişti. "Onlar çocukları korkutmak için uydurulan mantık dışı şeyler."
"Köşklerde bile mi yoktur?"
"Olsa en başta Amanda kaçardı, yüreği bir kuş kadar ürkektir."
Gözlerimi çevirip düşündüm. "Doğru mu söylüyorsun?"
"İstersen bizzat Walton'la konuş. Burada daha önce öyle şeyler yaşanmadı. Hem için rahat etsin diye söylüyorum, bundan yıllar önce evin her bir köşesi kutsanmış. Kar fırtınasını izlediğimiz bir gün Nina anlatmıştı." Dudak büktü. "O zamanlar hayaletler var mıydı bilemem, bana sadece eski bir aile geleneği olduğunu söylemişti."
Birlikte peçeteleri katlarken gözüm dala dala dinledim Manal'ı. Burada yaşamak, bir yandan eski bir öykünün içinde saklanmaya benziyordu ama her an da olağanüstü bir olayla masala evrilecek gibi hissettiriyordu.
"Öğretmenin ve senin için sütlü kahve getireceğim." Göz ucuyla bana baktı. "İkinci seferde de en sevdiğin kraker tabağıyla gelirim. Hiç değilse birkaç dakika dersi kaynatmış olursun."
Hiç soğumayan arkadaşlığımızın nabzını ölçmesine gülerken omuz attım. Manal da olmasa ders esnasında ne kadar acı çektiğimi bilen yoktu. Elbette empati yeteneği böylesine gelişmiş birini bu kadar çabuk kaybedemezdim.
O mutfağa gittiğinde ben de kütüphaneye çıktım. Ivan'dan en ufak haber yoktu ama Jason da her zaman olduğu gibi bugün de ortalıkta görünmüyordu. Muhtemelen gecikecekti.
Işığı açtıktan sonra büyük pencerenin açık renk perdesini örttüm. Masam öğle saatlerinde bıraktığım şekilde temiz olsa da Ivan gelene dek daha detaylı bir düzenleme yaptım. Heyecanlı ilkokul çocuğu gibi ödev sayfamı hazır hale getirdim ve kalemleri renk geçişlerine göre düzelttim.
On dakika sonra kollarımı sere serpe defterin üzerinde uzanıyordum.
Kapıyı çalmasıyla açması neredeyse bir olduğu için Leonard'a böyle yakalanmıştım. Kazağının kollarını düzelte düzelte ve gözleri kâh bende, kâh masada dolanırken tamamen içeri girdi. "Ivan bugün gelemeyecekmiş."
Sana da merhaba. "Tüh, neyse." Defterin kapağını kapatınca kalemleri de bir bir elime doldurdum. "Haber verdiğin için teşekkürler."
"İnsan bir ne oldu, iyi mi, neden gelmedi diye sorar."
Sanırım bu defa üste çıkamayacaktım çünkü bir akşamlığına da olsa matematikten uzak kalmak beni kabaca heyecanlandırmıştı. Kalemleri bu defa gizlice kenara bırakırken, "Peki ne oldu?" diye sordum. "O iyi mi? Ayrıca neden gelmedi?"
Nefes verirken gözlerini tavana kaldırdı. "Profesör Tunç onu bu akşam yapılacak olan bir sempozyuma davet etmiş. Asistanı olduğu için geri çevirmesi zor görünüyordu, ben de pek üstüne gitmedim."
Sandalyeden kalktığımda başımı anlayışla salladım. "İşler böyle yürür tabii, iyi yapmışsın. Ben de bir gün matematik çalışmamayım, ne kaybederim sanki?"
"Otur yerine."
Kesinlikle bağırmamıştı ama her an sandalyeyi ayağımla itekleyecekmişim gibi dik dik baktım gözlerine.
Tekrar konuşmadan önce dudaklarını içine çekip sıkıca bastırdı. "Tatil olacağını düşünerek erken sevindin. Ödevini ben kontrol edeceğim." Ağzımı açmak üzereydim ki avcuna hapsettiği telefonu, kolunu bükerek salladı. "Eğer benim başlangıç seviyesindeki matematiğime güvenmiyorsan Ivan cevap anahtarını da gönderdi, endişelenme."
Mahvolmuştum. On iki harf ve bu tek kelime tüm duygularımın, ruh halimin, manik depresyonumun, panik atağımın, yıkılışımın özetiydi. Mahvolmuştum.
Yine de şansımı son damlasına kadar kullanmaya kararlıydım. "Eğer bugünlük Ivan olmak istiyorsan telefon yasak." Avuçlarımı masanın kenarlarına yaslayarak kendimden emin görünmeye gayret ettim ama aslında destek almaya çalışıyordum. "Yani demem o ki ekrana bakamazsın. Eh, yine de ödevini kontrol ederken buna ihtiyacım var diyorsan..."
"Ben Ivan değilim," dediğinde öne yaklaştı. Aramızda masa olduğu için rahatsızlık duymasam da geriye kaçmayı da istiyordum. "Bugün Leonard kuralları." Gözlerini takip ettiğimde avcunu açtığını gördüm. "Bu odanın içinde iki saat boyunca telefon yasak."
Boş avcuna iki saniyeden fazla bakmayarak ellerimi masadan çektim ve kollarımı göğsümde birleştirdim. "Bu kural ikimiz için de mi geçerli yoksa telefonumu kurcalamak için bahane mi arıyorsun?"
"İkimizinkini de ofise koyacağım."
En azından birkaç dakikada bir önemli maillerini kontrol etmeyecekti. Kalemiği kaldırıp altındaki telefonu Leonard'a uzattım. Sağlamlığına emin olsam avcuna çarparak bırakırdım.
Çatık kaşlarıyla inceleyip gitmek için arkasını döndüğünde, "Bu şey neden bu kadar eski?" diye söylendi.
Odadan çıktığında kendimi güçsüzce sandalyeye düşmüş bir halde buldum. Leonard da adımlarını yankılandıra yankılandıra geri döndüğünde diğer sandalyeyi çekerek yanıma kuruldu. Arabadaki sallantılı ve sessiz anlarımızı saymazsak ilk kez yan yana oturuyorduk. Resmen bir şeyler paylaşmak için ve daha da önemlisi anlaşabilmek için. Bana anlatabilmesi için.
Elini defterime uzattığında kendine doğru çekti. Ivan'la derslere yeni başladığımızdan defterin çeyreğine ulaşmış değildik. Belki de bunu bildiği için sayfaları ağır ağır çeviriyordu.
"Yazın güzelmiş."
Bugün Leonard'dan duyabileceğim son iyi şey olduğunu düşünerek gülümsedim ve teşekkür ettim. Defterimi incelemeye devam ederken saç diplerimin yandığını hissettim, sanki her an bir şeye gülecek ya da benimle dalga geçecekti. Biraz hafifleyebilmek için hırkamı çıkarıp sandalyenin arkasına astım.
"Kenarda yazan ne?" Defteri bana çevirdi. "Şuradaki."
İşaret parmağıyla dokunduğu küçük yazıya baktım. "Ha, formül o. Bu tarz sorular için kullanılıyor, gözümün önünde kalsın diye not etmiştim."
Yeniden kendine çektiğinde kafasını yana eğerek inceledi. "Matematikte böyle bir formül yok."
"Nasıl yok? Olması lazımdı." Kapalı duran göz kapaklarına sıvazladı. İşte başlıyoruz.
"Bir kısmını da buna göre çözdüğün için sonuçları hatalı bulmuşun. Dolayısıyla ödevin çeyreği yanlış."
"Bardağın dolu tarafından bakacak olursak geri kalanı doğrudur." Boynunu çevirdiğinde yüzüme dikkatle odaklandı ama gözlerime bakmıyordu. Gerilirken boğazımı temizledim. "Çünkü diğer soruların konusu farklıydı, yani bir başka işlem tarzını gerektiriyordu."
"Yüzündeki iz de ne böyle?" Elini uzattığında refleksle geri çekildim. Bakışlarımı havada kalan parmaklarına çevirdiğimde, ne olduğunu anlamak için tekrardan olduğum yere yaklaştım. Dokunmasına izin verdiğimi fark ettiğinde baş parmağını yanağıma sürttü. "Banyo mu yapmıyorsun yoksa şöminedeki közlerle mi oynuyorsun?"
"Bugün oynamamıştım!" Elimi yanağıma götürdüğümde çekildi, suratımda ne olduğunu bilmediğim için sertçe sildim. "Ayrıca sana hangi aralıklarla duş aldığımı söyleyecek değilim."
Bana dönük oturmaya devam ederken yutkundu. "Ağzından bile kaçırma zaten. Arkadaş olmaya çalışıyorsak o kadar da değil." Bir kez daha yutkundu. "Suratında siyah izler vardı, o yüzden dokundum öyle."
Yanağımı silmeyi kestiğimde artık muhtemelen siyah olmasa da kırmızıydı. "Defterin üstüne yatarım ben hep, kurşun kalemdir o."
"Küçük bir yastık alsaydın yanına, madem bu kadar uykunu getiriyor matematik."
"Uykum gelebiliyor diye beni kıskanma."
Kaşlarını memnuniyetsizlikle çattığında gök gürledi. Leonard'ın gözlerine bakarken irkildim ve sırf bu denk geliş bile inceden hoşuna gitti. Pencereye bakarken istemsizce içim titredi.
"İstersen yer değiştirelim."
Ciddi olup olmadığını anlamak için yeniden ona döndüm ve gerçekten ciddi görünüyordu. "Hayır demem."
Hayır desem de bir şey ifade etmezmiş çünkü pencereden ne kadar uzaklaşabilirdik ki ya da bu ince perde hangi ışığı azaltmaya yetebilirdi? Aramızda duran açık defterdeki yazılarım bana artık güzel gelmiyordu çünkü üstü birkaç dakika arayla şiddetli bir ışıkla aydınlanıyordu.
Leonard defterin en arka sayfasını açıp kalemle birlikte bana uzattı. "Formülü bıkana kadar tekrar tekrar yazmanı istiyorum."
"Ben ezberci sisteme karşıyım."
"Ben de okulda dikkatsiz bir öğrenci olarak anılmana." Tırnaklarını boş sayfaya vurdu. "Hadi İdil, lütfen."
Rica sözcüklerini koz olarak kullanması sinir bozucu olduğu kadar güzel de duruyordu. Saçlarımı geriye atıp defterin üstüne neredeyse uyuyacak kadar çok yaklaşıp aralıksız yazmaya başladım.
Benimle neden bu kadar ilgileniyordu? Evde kalmam şart değil sadece bir ricaydı yani ikimiz de bu fikirden, bu tatsız koşuldan cayabilirdik ama yapmıyorduk. Yapmadığımız yetmezmiş gibi bir de birbirimizin burnunun dibinde bitiyorduk. Konuşmak basittir ama sohbet edebilmek istek gerektirirdi. Nedense sanki bunu isteyip duruyorduk ve bir arkadaş gibi konuşabiliyorduk, bazen de konuşma fırsatı bulan iki düşman gibi bu anları zirvelere çıkarıyorduk. Bıçaklarımız kelimelerdi, sanki bu yüzden aramıza bir mesafe bırakıyorduk.
"Tamam yeter bu kadar, seninki iyice dersi kaytarmaya döndü."
"Yaz dedin yazdık işte." Defterin üstünden kalktığımda kalemi de bıraktım. Üşenmeden hepsini tek tek inceleyeceğini biliyordum. Aynı dalgınlığı ikinci kez yapacağımı düşünüyor muydu gerçekten? Şahsen bana o kadar da uzak bir ihtimal gibi gelmiyordu. Kendime güvenmediğim için ben de Leonard'la birlikte inceledim.
"Güzel," dedi nihayet. Evet, bildiği tek beğeni cümlesi buydu. Artık kalemliğime yakın tarafta oturduğu için silgiyi kolaylıkla alarak önceki yanlış cevaplarımı, tamamen beyazlaşacak kadar özenle sildi. Geriye kalan silgi pisliklerini masanın bir köşesinde biriktirdikten sonra benim yaptığım gibi sayfayı hoyratça silkelemek yerine hafif hafif üfledi. Hareketlerini dikkatle, merakla, ağzım bir karış açık, şok içinde izliyordum.
Bana formülün yeni halini anlatırken bakışları, gözlerim ve önündeki çalışma kâğıdı arasında gidip geliyordu. Bazen tam olarak doğru cümlelerle açıklayabilmek için dudağını ısırıp ciddiyetle düşünüyordu ve ben o anlarda sol yanağındaki yalancı gamzesini izliyordum. Çünkü gamzelere kas eksikliğinden kaynaklanan bir kusur diyorlardı. Ben onun kusurlu olduğuna inanmak istemiyordum.
Konuştukta üst çenesinin biraz daha önde durduğunu fark ediyordum. Kocaman gülümseyebilecek potansiyele sahip bir ağız yapısı vardı. Dişleri birbiriyle orantılı, sağlıklı bir beyazlıktaydı. Konuşmadığı anlarda bile dudaklarını hafif aralık unutabiliyordu.
"Anlattıklarımı iyice dinledin mi?"
Gözümü dudaklarından çekip, kalemi dokundurduğu yere baktım. "Tabii ki."
"O zaman sıradakini de sen çöz."
"Şimdi yapmak istemiyorum."
"Odaklanamıyorsun." Ben tam konuşmaya yeltenecekken, "Sorunun ne olduğunu biliyorum," dedi. Gözlerimi ışık olayına ve ses şiddetine bağlı olarak çevirdiğim pencereye baktı. "Gök gürültüsü seni rahatsız ediyor. Aslında direkt ödünü patlatıyor."
"Normalde korkmazdım aslında." Bugün Manal'ın hatırlattığı tüyler ürpertici detaylar geçti bir an aklımın ucundan. Leonard'ı izlerken kısmen unutmuştum ama akşam uyumaya gittiğimde hepsini hatırlayacaktım. "Bugün hava bir garip."
"Bence sen bir garipsin." Sanki dersten kaçmaya çalışıp çalışmadığımı anlamak için önce kalemi tutan elime, sonra da gözlerime baktı. "Olumsuz bir şey mi oldu?"
Aklımdan söz savaşımızı başlatacak kelime öbekleri geçse de yeri değildi veya canım hiç değilse şimdi bunu yapmak istemiyordu. "Bugün biraz ödleğim."
"Neden ördek gibisin?"
Anlaşılan gururu bir kenara bırakıp daha yüksek sesle konuşmam gerekiyordu. "Bugün biraz korkağım diyorum. Sen sormadan söyleyeyim kâbus falan görmedim. Sadece her nedense içimde bir tür huzursuzluk var gibi."
"Kâbus görmedin," dedi emin olmak ister gibi, ben de başımı salladım. "Peki uyanıkken bir şey görmüş olabilir misin?"
"Kes şunu!" Gözlerimi sımsıkı kapattım. "Bunu yapma lütfen, hayalet falan deme bana."
"Hayır hayır, sakin ol." Gözkapaklarımı araladığımda neredeyse gülüyordu. "Tabii ki öyle bir şey yok, mümkün değil. Ben aramızda altı yaş var sanıyordum ama sen çocuk kalmışsın gibi."
Kollarımı yavaşça indirsem da göğüs hizalarımda kalması için dirseklerimi masaya yasladım. "Korkmadığımı biliyorsun." Yanağımın içini dişledim. "En azından bugün dışında."
Soru sorarcasına, "Bir şey görmediğine eminsin," diyince başımı salladım. "Peki bir şeyler duymuş olabillir misin?"
"Gaipten sesler! Duymadım onları diyorum. Hayaletleri kastedip duruyorsunuz sonra da hayalet diye bir şey yoktur diyorsunuz."
Dudaklarını içine çektiğinde gözlerini kapattı. Gülüşünü mü saklamaya çalışıyordu o? Gerçi kahkaha desek daha doğru olurdu. "Kasettiğim o değildi, yani insanlardan duymuş olabileceğin hatıralardan bahsediyorum. Çünkü bundan yıllar önce köşk, bir rahip tarafından kutsanmıştı," dediğinde ışıklar söndü.
Ölüyorum sandım. Beynim o saniye bu gerçekliğe ikna olurken bedenim de içgüdüyle kendini serbest bırakınca sessizlikle yığılıp kaldım. İşte, artık her şey bitmişti ve burası benim için dünyanın son bulduğu yerdi.
O anı bir kez de mantık çerçevesinde anlatayım.
Korkudan ödüm patladı. Beynim vücuduma panik ışıkları yakarken büyük bir hızla öne atıldım ve çığlığım, Leonard'ın gömlek yakasına karıştı. Bütün korku hikâyeleri yavaşça gerçekleşiyordu ama güvenli bir yere saklanmışım gibi iyi de hissettiriyordu.
"Korkacak bir şey yok, sadece elektrikler kesildi."
Sesi korkunç yerine kısık çıksa da yüzümü göğsünden ayıramadım. "Tam da böyle bir anda mı?"
"Hatırlarsan zaman zaman oluyor. Hava şartları bugün kötü." Beni ittirmese de geriye kayarken kıpırdandı. "Gidip bir mum getireyim."
"Hayır dur!" Ayağa kalkacakken kollarımı beline sardım. Başımı kaldırdığımda o da bana yani aşağıya bakıyordu ama gözlerini sadece şimşek çaktığında görebiliyordum. "Dur çünkü geri geldiğinde beni burada bulamayabilirsin."
"Beni yine mi terk ediyorsun?"
Ses tonu kaprisli çıkınca yüz ifadesini ayırt edemediğim için ciddi olup olmadığını anlayamadım. "Hayaletler beni kaçırabilir."
"İlk gününde köşkte hayalet olmasını isteyecek kadar çok sıkıldığını ima ettiğini hatırlıyorum."
"O varlıklarına inanmadan önceydi." Böylece anladım ki, Leonard'ın fil hafızasına sahip olduğunu aklımdan çıkarmamalı ve artık söylediğim her şeye dikkat etmeliydim.
Ellerini koluma yerleştirdiğinde birlikte kalktık. "Peki sana hayalet avcısı olduğumu düşündüren nedir?"
"Bir zebani olman. Sonuçta boyutlar arası çalışıyorsun."
Üflediğini hissettim. "Buradaki çekmecelerden birinde mum ya da gaz lambası vardır. Dünyanın diğer ucuna gitmeyeceğim sadece karşı duvara yürüyeceğim."
Verdiğim tek cevap kolundan çıkmamak ve adımlarını düzensiz atmasını sağlamaktı. Dengesizce yürümeye başladığımızda, "Evinin zemini de abuk subuk," diye söylendim.
"O benim ayağım!"
"Ah, tamam pardon." Elimi öne uzattığımda ahşabı ayırt edince gelmek istediğimiz yere ulaştığımızı anlayıp biraz çekilmeye çalıştım. Etraf şu anda o biçim karanlıktı ki Leonard'ın nasıl bir açıda durduğunu dahi anlayamıyordum. "Ama biliyor musun, yine de fikrim değişmedi."
"Çünkü şimdi de diğer ayağıma basıyorsun."
Biraz daha uzaklaşmaya çalıştım. "Bacaklarını iki metre ayırma."
"Asıl sen dibimde minik minik adımlar atma. Git biraz uzağımda dolaş."
"Olmaz gidemem. Hem biliyorsun ya, ben seni çok severim." Açtığı bir çekmeceyi geri kapatmayınca sessizliği büyüdü çünkü bir şey ararken çıkardığı tıkırtılar da kesilmişti. "Bu şakaydı, sakın dalga geçme." Dudaklarımı yalayıp bekledim ve parmaklarımı doladığım kolun hâlâ Leoanard'a ait olması için sessizce dua ettim. "İçine içine mi gülüyorsun?" Kızması pahasına hafifçe sıktım. "Leonard?"
Hiçbir şey olmamış gibi, "Bir ses geldi sandım da," diyerek konuyu kapattı.
Ses derken gaipten gelenlerden mi bahsediyordu? Korkudan kirpiklerim titrerken bir santim bile uzaklaşmadan kokusunu alacağım kadar dibine sinerek Leonard'la eşdeğer hareket ettim. Bir şey almak amacıyla kitaplığın üstüne, yukarıya uzanınca kolu da kafama çarptı. Dolayısıyla alnım komik bir tangırtı eşliğinde birkaç kez kitaplık rafıyla buluştu.
"Sakın başının sol kısmını vurma, işimiz matematikte zaten yeterince zor."
"Dedi, beyin hücrelerimin katili."
Dönüşümüzde sıkılmasına rağmen neyse ki ittirmemiş ya da beni daha çok korkutmamıştı. Elektrik kesildikten sonra şimşeğin aydınlattığı yerlere bakmaya cesaret edemediğim için dakikalardır sadece karanlığı görüyordum.
"Kemerimi bırak."
Elimi hızla çektim. "O masanın kenarı değil miydi?"
Güldü. "İltifat için teşekkürler."
"Alçaklık yapma! Ateş yak." Böyle bir ortamda bile müstehcen şakalar yapmayı uygun görüyordu, arsız olan hangimizdik acaba? Merdivende belli belirsiz bir ses akışı duyar gibi oldum. Yine şu söz konusu gaipten sesler miydi yoksa bizimkilerden biri miydi?
"Sen kıpırdamasan işim çoktan bitmişti."
"Asıl sen bilerek yavaş hareket ediyorsun."
"Ah!" dedi ilk kez acıyla. Bacağını benden uzaklaştırdı. "Bak yine aynısını yaptın."
"Tamam abartma!" Ayağımı çekip masanın altına sakladım. "Canın benimki kadar acımamıştır."
"Onu yaparken mecburdum ama."
"Hatta bilerek o kadar acıtmışsındır."
"Günahımı alıyorsun, karanlık olduğu için ulaşmam gereken yeri bile göremiyordum."
Göremediği için dil çıkardım. "Bu sayede tüm intikamını da aldın."
"Neyse işte, sonuçta bir işi becerdik."
Fitili içine gömülmüş mumu zorlukla yakabildiğinde gözlerimiz ışıldadı. Rengi dolayısıyla ortaya turuncu bir ışık çıkıyor ve güçlü yanıyordu. Mumu eline aldığında yine birbirimize yakın durarak artık buradan çıkmak için kapıya doğru döndük. Kapı da zaten açıktı; bizi izleyen gözler eşliğinde.
Az önce Leonard'la aramızda saçma bir diyalog geçtiği düşünülürse... Amanın ki amanın.
Nina bir gaz lambası tutarken Walton'ın elinde de büyük bir çakmak vardı ve bize dehşet içinde bakıyorlardı. Leonard kendini yavaşça serbest bırakınca mesajı alarak tırnaklarımı gömlediğinden çekip kolundan sıyrıldım.
"Sen onlarla git, ben de telefonları alıp geliyorum." Odadan çıkmadan önce, Nina'da bir gaz lambası olmasına rağmen mumu bana verdi.
Ben Walton'ın önderliğinde, Nina'dan ve tırabzandan destek alarak merdivenlerden indiğim halde arada tökezliyordum ama Leonard hiçbir ışık desteği olmadan gitmişti ve o şekilde de gelecekti. Köşkte gerçekten hayalet mi yoktu yoksa Leonard hayaletlerden daha mı korkunçtu?
Salona ulaştığımda içerisi yine benzer mumlarla dolu olsa da şömine ateşi bunlara gerek duyulmayacak kadar aydınlatıyordu her bir köşeyi. Yine de Leonard'ın yaktığı mumu söndürmemek için onu da diğerlerine yakın bir mesafeye bırakıp kendimi koltuklardan birinin üstüne attım.
Gök gürültüsü, cama vurup duran dolu taneleri, odunlar küle dönerken çıkan çıtırçılar, fokurdayan bir çorba, tabak çanak sesleri ve bir süre sonra merdivenden inen adımlar. Sessizce durup dinlemeye devam edebilirdim ama bir şeyler yapmaya dair çılgınca bir istek duyuyordum. Bu anı çizmek, şarkı söylemek veya şiir yazmak.
Amy'nin külüstür telefonunu gözlerime kaçamak bir bakış atarak teslim ettiğinde pantolonumun cebine sıkıştırdım. Hırkam yukarıda kalmıştı ama değil çıkıp almak, hemen şu saniye varlığını dahi unutabilirdim. Zaten bir süredir hava da sıcaktı, hiç üşümüyordum.
Yemek masasındaki hazırlıklar bitmişti ve bugün ışığı sağlamak için şamdanlar da yanıyordu. Önce Leonard için baş köşede açılan servise, sonra hemen yanındakine baktım. "Bu akşam neden hep birlikte yemiyoruz?" Walton ve Leonard göz göze geldiğinde tekrardan, "Hep birlikte," diyerek bana bakmalarını sağladım. Manal başını eğip yanımdan geçip giderken gizlice kolunu tuttum. "Evdeki herkesten bahsediyorum."
Leonard, Nina'ya başını sallayarak bir onay verince Jason'ı da çağırmasını söyledi. Bunun üzerine ben de Manal'ın kolunu bıkarak gidip rujunu tazelemesine izin verdim.
Köşkün zemin katı çalışanların yatak odalarına ayrılmıştı ve üst katlardan daha karmaşık görünüyordu gözüme. Bu nedenle kimin nerede yattığını bilmiyordum, sadece aralarında akrabalık bağı bulunan Nina ve Manal'ın aynı odada uyuduğunu öğrenmiştim. Jason'ın odası da muhtemelen karşılarında ya da hiç değilse aynı koridorda olmalıydı.
Leonard'ın sandalyesini çektiğini gördüğümde ben de onu taklit ettim. Oturmak üzereyken, "Baş başa yemek yeriz diye ödün kopuyor değil mi?" diye fısıldadı.
Burnumdan nefes vererek sinirle güldüm ve oturduğumuzda hemen sağıma dönüp aynı ifadeyle ona baktım. "O sadece kalbimi kırıp telafi gülleriyle yüzünü gizlediğinde mümkün olmuyor muydu?" Cevap olarak peçetesini düzeltti.
Masada kısa sürede kurulan düzen şöyleydi: Leonard tapulu sandalyesinde, ben ve Walton da onun sağıyla soluna geçmiş, karşılıklı bir biçimde oturuyorduk. Walton'ın hemen yanında Nina, bir sonraki sandalyedeyse Amanda vardı. Benim yanımda da kaçınılmaz bir şekilde Manal ve onun solunda da Jason.
Nihayet kalabalık bir sofrada yemek yediğimiz için gözlerimde umutlu bir parlaklıkla kaşığı elime alıp çorbamı karıştırdım. Ben karıştırdıkça dumanı tüttü ve iştah açıcı kokusu burnuma doldu. Kaşığı ağzıma götürüp sessizce yudumlamaya çalışırken bile heyecanla gülümsüyordum. İlk lokmamı aldıktan sonra yüzümüzü kaldırmıştım ki hepsinin bana baktığını fark ettim.
Bir bana, bir Leonad'a.
Leonard da memnuniyetsiz sayılabilecek yani klasik üstten bakışıyla beni süzüyordu. Zengin aile sofralarındaki geleneği tahmin etmek kolaydı. Hani şu baş köşeye oturan en yetkili kişinin afiyet olsun diyip yemek yemeye başlamamıza izin vermesi gerekiyordu, değil mi?
"Affedersiniz," dedim Nina'ya döndüğümde. Aniden ismi geçen yaşlı kadın şaşkınlıkla gözlerini kırpıştırdı. "Öncesinde yemek duası yaptığınızı unuttum."
Nina bir kez Leonard'a baktıktan sonra gözlerini indirdi. Saklamasına gerek yoktu çünkü buraya geldiğimden beri en azından mutfakta aynı sofrayı paylaştığımız zamanlar olmuştu ve kısa bir dua etmeden önce ağzını açmazdı. "Siz yemeğinizi yemeye devam edebilirsiniz," dedi saygıyla. "Ben zaten içimden söylüyorum."
"Neden?"
Tekardan Leonard'a baktı ama bu sefer daha kısa sürdü. "Çünkü farklı dinlere inanıyoruz."
Burada kastedilen farklı görüş ben olduğum için, "Ama aynı Tanrı'ya şükrediyoruz," dedim. Nina yeniden Leonard'a bakınca ben de içgüdüyle ona döndüm. "Bu senin için bir sorun mu?"
Ona baktığımı bildiği halde bana bakmamayı tercih etti. Sahiden, Leonard bir yabancı gibi neden konunun bu kadar dışında tutulmuştu? Su bardağına dolanan parmakları, uzun beyaz mumlardan yansıyan ışıkla olduğundan daha pürüzsüz görünüyordu. Dudak bükerek de olsa Nina'ya seslice dua etmesi için izin verdi. Ve ne yazık ki Nina'nın çekingen sesini duyana dek Leonard'ı izlemiştim.
"Aciz midelerimizi doyuracak olan Tanrı'ya sonsuz teşekkürler. Tohumlar ekilen toprağa, bitkileri yeşerten suya, onları büyüten güneşe, tencereyi kaynatan ellerimize. Sevgiyle hazırlanan her bir nimete şükürler olsun ve yediğimiz her lokma bizi şifalandırsın. Âmin."
"Âmin."
"Âmin."
Manal zaten duyabileceğim kadar yakınımdaydı ve Jason'ın sesini bile kısıklığına rağmen ayırt etmiştim. Sadece bir kişi tamamen sessiz kalmıştı. Kapalı duran o tek ağıza baktım göz ucuyla. Bir Hristiyan değilse acaba hangi dine mensuptu? Yoksa hiçbirine mi inanmıyordu? Her ne kadar merak duysam da insanların inançlarını kurcalayan maneviyat hırsızlarına benzememek için konu üstüne daha fazla düşünmeyerek tabağıma döndüm.
Yemeğin nasıl geçtiğini anlatabilmek zordu ya da bunu kendime açıklayabilmek. Bu masada topluca yemek yemeyi sevmiştim çünkü bana biraz olsun aile sıcaklığını hissettirmişti. Olası tüm kötü yanlarıyla birlikte. Mesela sanki bugün ailemizin başına bir felaket gelmiş gibi mutsuzca yemiştik yemeğimizi.
Öyle ki, elektriklerin de gündüz vakti geleceği anlaşıldığında herkes teker teker dinlenmeye çekildi. Leonard ise bar köşesine bakıp dursa da hiçbir şey içmeyerek sessizce şömine yanı koltuğuna kuruldu. Sessizce dediysem, bana sataşmadığı zamanlarda elbet.
"Gözün kapanıp duruyor, inat etme de gidip uyu."
Kirpiklerimdeki maskara katmanını dahi önemsemeyerek gözlerimi ovalarken durdum. "Bunu bir daha duymamış olayım. Uyku problerinde artık sana eşlik edeceğim, canın ne zaman uyumak isterse o zaman yukarı çıkarız."
Dudağı kıvrılırken bacak bacak üstüne attı. "Elektrik kesilmeden önce uykun geliyor diye seni kıskandığımı söylemiştin."
Amanın ya. "Dediğin gibi, o eskidendi. Artık dalga geçmek yok."
"Güneş doğup fırtına dindiğinde göreceğim ben seni."
Gözlerimi ağır ağır kapatıp açarken zorlukla odaklandım. Ortamın kasveti iyice uykumu getirmişti. "Gece sona erdikten sonra uyuyacağım düşünülürse muhtemelen yarın akşam görüşürüz."
Ben göz kapaklarımla amansız bir mücadeleye tutuşmuşken Leonard oturduğu yerden bir anda kalktı. Hemen o saniye uykum dağılınca bir gaz lambası ve mumu alışını merakla izledim. "Galiba bu gece seni ben uyutacağım."
"Öyle bir şeye gerek yok," derken koltuktan sıyrılmıştım bile. Artık aramda bir bağ oluştuğunu düşündüğüm o tanıdık mumu bana verdiğinde birlikte merdivenleri aştık. Odaya çıktığım düşünülürse uykumun daha çok bastırması gerekiyordu ama ben korkularımla yüzleşiyordum.
Karanlık merdivenler, nasıl bir geceye hapsolduysak daha da karanlık buğulu camlar, şüpheli sessiz koridorlar, bazı yakın ağaçların şiddetli rüzgâr sebebiyle köşkün dış duvarına sürtünen dalı, sonu gelmeyecek sayıda çatıya düşen yağmur damlaları. Gaz lambasını hafifçe yukarıya ve ileriye doğru kaldırmış, yolumuzu aydınlatıyordu. Ben de iki elimi birden büyük muma sarmış, onun hemen dibinden yürüyordum. Sanki gerçekten de birlikte hayalet avlıyorduk.
"Leonard senden özel bir şey isteyebilir miyim?"
Odamın kapısına ulaştığımızda hâlâ ona yakın durmaya gayret ediyordum. Başımı bu şekilde eğik tutup, biraz daha ileriye adım atsam alnım göğsüne değebilirdi.
"İsteyebilirsin," dedi fısıltıyla. "Elimden geldiği kadarıyla... Hayır." Kendi kendine konuştuğunu anlayınca gözlerimi merakla kaldırdım. "Elimden gelmese bile yaparım. Bir yolunu bulabilirim. Ne istiyorsun?"
Ateşin önünde parıldayan mavi harelerine böylesine yakınken utanmamam neredeyse imkansızdı ama aynı ifadeyle bakmaya gayret ettim. "Rica etsem bir jeneratör alabilir misin?"
"Jeneratör mü?"
"Evet, öyle. Daha ne kadar sürecek bu durum? Kış sert geçiyor ve yüz yıllık gelenek inadınızı tahmini ne zaman bozarız?"
"Ben de bir şey var sandım." Gözlerini yılgınca çevirdi. "Yarın hallederim."
Kaşlarımı kaldırıp, "Yarın," diye tekrar ettim. "Madem bu kadar basitti neden haftada birkaç kez düzenli olarak bize acı çektiriyorsun?"
Başını yana eğince saçlarının yanacağından korktum. "Çünkü zebaniler karanlıktan hoşlanır." Ardından elimdeki muma üfleyerek bizi kısmen karanlıkta bıraktı.
"Ne yaptığını sanıyorsun!" diye cırladım. "Yanımda kibrit ya da çakmak taşımıyorum, şimdi bunu nasıl yakacağım tekrardan?" Elindeki lambaya baktım göz ucuyla. "O zaman gaz lambanı bana ver."
"Hiç de öyle bir şey yapmam."
"Sana yalvarmayacağım." Hızlı bir hamleyle ileriye uzandım. "Çünkü onu zaten alacağım."
Benden daha süratle geri çekti. Işık sürekli oynadığı için birbirimizi doğru düzgün göremiyorduk bile. "Jeneratörü de unut sen, daha çok beklersin."
"Bir gün zengin olduğumda evine hediye olarak jeneratör göndereceğim."
"Bu üstün hayalinin gerçekleşmesi kadar sürer?"
"Uzun sürsün!" diye bağırdım lambayı bir kez daha yakalayamayınca. "Seni defalarca talan edip batıracak ve soyacağım!" Maddi olarak, diye ekledim içimden.
"İyi, al bunu." Gaz lambasını sanki savaşmaktan yorgun düşmüş gibi uyuşuk bir tavırla uzattı. "Evin her yerinde var zaten, bulurum bir tane daha."
Lambayı aldığımda bir kez daha onsuz kalmamak için neredeyse göğsüme bastıracaktım. "Evi mi gezeceksin? Bu katta durmalıydın, odanda. Öyle anlaşmıştık."
"Sen ve ben," dedi gülerek. Yine o geniş gülümseme ve çocuksu bir ifade katan diş eti. Sol taraftan bakınca gamzesi bile belliydi şimdi. "Anlaşabiliyor muyduk?"
Hiç uzatmadan, "Bu gece anlaşalım," dedim.
Gülüşü önce gözlerinin içinde kesildi sonra dudak kenalarında yavaşça son buldu. Ağzı kapanınca artık eskiden olduğu gibi ciddi görünüyordu. Dakikalar önceki hâli gibi değil, yemek masasında olduğu gibi.
"Korkularının yersiz olduğunu sana hatırlatmak zorundayım. Düşündüğün yaratıklar gerçek değil, evimizde biz insanlardan daha tehlikeli hiçbir şey barınmıyor. Odana gir, kapıyı kapat ve uykuya dal."
"Ailen sana tıpkı böyle mi söylüyordu, Leonard?" Bana afallamış bir ifadeyle bakakaldığında gözlerimi kıstım. "Henüz küçük bir çocukken, herhangi bir sebepten yalnız kalmak istmediğinde sana dayatılan düşünce bu mu oluyordu?"
Gözlerime baktı ama gözlerime bakmıyordu. Zihninden neler geçtiğini, hangi anıları yokladığını tahmin dahi edemiyordum. Leonard buradaydı ama bir o kadar da gitmişti. Yine uyumadığı için göremediği kâbusları uyanıkken yaşamayı seçmişti.
"Sana ne yapmalarını istiyorsan sen de bana onu yap." Odanın kapısını açtığımda ilk adımlarımı küçük ve tereddütlü atsam da içeri girdim. Perdeyi açık bıraktığım için burası da pek davetkâr durmuyordu ama başka bir seçeneğim de yoktu. Çarelerim tükenmişti.
Gaz lambasını baş ucundaki komodine bıraktım. Kalın ev terliklerimden sonra çoraplarımı da çıkarınca üstümü değiştirmeden yatağın üstüne kıvrıldım. Altımda kalan yorganı bedenime doğru çevirirken açık bıraktığım kapıdan içeri süzüldüğünü, odama girdiğini fark ettim.
Kısık bakışlarımla izlerken pencereye doğru cesaretle yürüyüp birkaç uzun saniye yine aynı cesaretle dışarıyı izledikten sonra kumaşı tuttu. "Mesela ben, dışarıda fırtına varsa birinin perdeyi kapatmasını isterdim."
Sesi bir ninni gibi gelse de onu ilgiyle takip etmeye devam ettim. Gaz lambasının yanına bıraktığım işlevsiz mumu, pantolonunun cebinden çıkardığı bir çakmakla yeniden yandırdı. Yani gaz lambasını kapmaca oyunu boşuna mıydı?
Mumu perdelerden ve yanıcı her şeyden uzak köşeye, yüksek şifonyerin üstüne bıraktı. "Henüz bir çocukken ve neredeyse her şeyden korkma potansiyeline sahipken, kimse beni karanlıkta bırakmasın isterdim."
Bunları hallettikten sonra kararsızlıkla dikildiğini gördüm ve neredeyse yanıma uzanması için kenara kayacaktım. Veya yatağın bir ucuna oturması için. Evet, aklımdan geçmesi gereken ilk şey aslında bu olmalıydı.
Leonard ise beni şaşırtarak yatağımın hemen dibine, yere oturdu. Belki de çömeldi ya da dizlerinin üstünde durdu. Görmek için başımı dahi kaldıramıyor, uykuya yenik düşmek üzere olan gözlerimi, onun yorgun gözlerinden ayırmıyordum.
"Korku karşısında gösterilen ilgi şımarıklık değil cesaret getirir," dedi. "Ben de cesur olmak isterdim. Bundan çok önceden beri. Belki bana o zaman şımarık velet yerine cesur kahraman derdin. Biri fırtınayı saklamak için perdeyi çekseydi ve karanlıkta kaldığımda ışığı getirseydi belki de gecelerle bir derdim olmazdı. Belki," dedi tekrardan, ninni gibi, sanki ikimiz de uyuyacak gibi. "Seninle bir sorunumuz kalmazdı."
Gözlerim kapanmadan önce yabancı bir rüzgâr, saç tutamımı elmacık kemiğimden çekip geriye doğru kaydırdı. Son kez, "Ve eğer mümkün olsaydı birinin, uykuya daldığımdan emin olana dek yanımdan ayrılmamasını isterdim," dediğini duydum.
Bölüm Sonu.
Bu bölüm veya kitap hakkında genel hislerinizi paylaşabilir misiniz?
Belki bazılarınız hızlı gittiğimizi düşünüyor olabilir ama ben parmak uçlarımızda zarifçe koştuğumuzu savunuyorum 🐾
Ve bizimkilerin parodi hesapları var... Gül yüzlerini görüp sosyal medya üzerinden atışmalarını izlemek isterseniz Instagram hesapları:
idilulukan , leonardalphan
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top