6. KIRIK MASUMİYET
6, Kırık Masumiyet
Little Mix - Little Me
İDİL
Güneş doğarken yabancı evin, bir diğer yabancı köşesinde uyandığım yetmezmiş gibi bir adamın göğsünde soluklanıyordum. Burnuma dolan kokuyu şimdiye kadar hiçbir yerde almamış, gözlerimin önündeki beyaz gömleği tanımamıştım. Belki de henüz o kadar ayılmamıştım.
Üstümdeki yumuşak battaniyeyi itekleyerek doğruldum. Etrafta öylesine hoş bir sıcaklık hakimdi ki ne terletiyor, ne de üşütüyordu. Kırpıştırdığım gözlerimi indirdiğimde bedenlerimizin temas halinde olduğunu fark ettim.
Kendimi, o yüzden değil İdil, o yüzden değil, diye telkin ederken buldum. Vücudumu geriye kaydırarak onu izledim, Leonard'ı. Beni konuk eden suratsız ev sahibini, ailemi tanıyan ama bana yabancı olan birini. Uyurken melek gibi masum görünen yüzünü.
Kaba saba biri değildi ama soğuktu işte. Halbuki öğrendiklerimden sonra hiç değilse bana yakın olmasını beklerdim. Sonuçta babalarımız bir zamanlar arkadaşlarmış, henüz ikisi de hayattayken. Ve biz, her ikimiz de, onlardan bu kadar uzak kalmamışken.
Uyuyanın üstüne kar yağar dedikleri için battaniyeyi Leonard'ın üstüne örttüm. Sessiz ve kontrollü olduğuma emindim ama gözlerini korkuyla açmasını engelleyememiştim. Hemen o saniye benimle buluşturduğu mavi hareleri yine buz kalıplarından farksızdı.
"Affedersin, uyandırmak istemedim."
Kollarını açıp sırtını esnettikten sonra boynunu sağa sola çevirip gürültürüyle çıtlattı. Normaldi, gayet normaldi ama benim için değil; hayatımda ilk defa uykudan uyanan bir erkek görüyordum. Neşesiz bir surat, dolgunlaşmış dudaklar ve uçları dağılmış saçlar. Her zaman sunduğu profilin mücadelesiz hâli.
"Kendini iyi hissediyor musun?" diye sorduğunda bakışlarım hâlâ kısıktı.
"Sadece boğazım acıyor."
"O kadar kolay atlatamazsın, soğuk algınlığı kendini birkaç güne belli eder." Battaniyeyi bacaklarından itekleyip ayağa kalktı. Kendisi gayet sağlam görünüyordu ama belini doğrulttuğunda suratını buruşturması da gözümden kaçmış değildi. "İdil bu arada dün gece olanlar, yani konuştuklarımız..."
Sakin kalmaya çalışırken derin bir nefes aldım. Evet Leonard, benim hiç görmediğim babamı sen tanıyorsun ve dünyada kaç milyar insan varsa bana neredeyse hepsinden daha yakınsın. Çünkü eksiğim olan bir konudan, en çok sen haberdarsın.
"Bunu sadece ikimiz bilmeye devam edelim, olur mu?"
Şaşkınlıkla aralanan ağzımın içinde dilim bir karşılık verecek gibi hafifçe dönerken dudaklarımı birbirine bastırdım.
"Neden böyle tercih ettiklerini bilmiyorum ama köşkte pek sık görüşmezlerdi. Eğer senin için de sorun olmayacaksa arkadaş olduklarını birine söyleme."
Bana karşı soğuk yaklaşımını, açık vermemeye çalışırken mesafe koyuşunu hatırlayarak başımı salladım. Bilmediği konu her neyse, ikmizi de yakından ilgilendiriyor olmalıydı.
"Merak etme, kimseye bahsetmem."
Kafasını teşekkür edercesine eğdi. "İstersen burada uyumaya devam et."
"Yukarıya çıkacağım."
"Ben de," dedi hafif bocalayarak. Aynı kata çıkmamız kaçınılmaz olduğu için elini kibarca ileriye doğru uzattı. "Önden buyur öyleyse."
Aynı kibarlıkla karşılık vererek yürümeye başladım. Birkaç adım geriden gelirken koca evde sadece ayak seslerimiz yankılanıyordu. Geride bırakmamız gereken iki kat boyunca aynı mesafeli tutuma devam ettik.
İlk önce benim konuk olduğum odaya ulaşılıyordu, onunki birkaç metre ileride ama aynı duvardaydı. Yani araya her ne kadar kalın duvarlar örülmüş olsa da odalarımız yan yanaydı.
"Leonard," dediğimde durdu. "Babamın bir fotoğrafı olduğunu söylemiştin."
"Evi biraz aramam gerekiyor ama merak etme, bulacağım. Bulduktan sonra da sana getireceğim."
Sonraki birkaç gün boyunca Leonard'ı neredeyse hiç görmedim.
***
Bilmediğim bir şey, ortak çatının altında bile denk gelmemizi engelliyordu. Ne yani, eskisinden daha mı çok nefret ediyordu? Benim yüzümden soğuk algınlığı geçirmiş, üşütmüş, yaralayıcı bir şifayı kapmıştı. Ben günde iki bardak nane limon içip kuru bir öksürükle geçiştirirken kendisi Nina'nın söylediğine göre iğne yaptırmaya gidiyormuş. Kolay atlatamayan kimmiş acaba...
Geç saatlerde koridorda bir hayalet gibi geçip giderken aniden hapşırıyordu. O an kapıyı açıp iyi olup olmadığını bile soramıyordum. Demem o ki, hiçbir şeyin değiştiği falan yoktu. Hayal mayal hatırladığım beni kurtarma, kucaklama, paltosunu giydirme operasyonlarının bir değeri yok gibiydi. Sanki hiç yaşanmamış veya gerçekleşmesi mümkün olmayan düşlerden ibaretti. Tüm bu önemli yeni gelişmelerin, bizi arkadaş çocukları olarak yakınlaştıracağı normalinin tam zıttını yaşıyorduk. Leonard, alternatif bir dünya gibiydi. Ayrıca dipnot, her şeyin biraz daha kötü hissettirmesini isteyenler için.
Onun evde olmayışıyla mı ilgiliydi bilmiyordum ama buraya da alışmaya başlıyordum. Nina'yla birlikte çalışan iki kız, Amanda ve Manal'la tanışmıştım. Amanda benden yedi, Manal ise dört yaş büyüktü. Nina sohbetimizi bölmemek için birçok işi kendi yapar olmuştu, ben de Leonard ortalıkta görünmediği zamanlarda onlara keyifle yardım ediyordum.
Bir gün Manal'la evdeki bitkileri sularken, "Seni ilk gördüğümde akraba olmadığınızı tahmin etmiştim," dedi. "Aranızda o kadar fark var ki."
Leonard'ın asık suratını düşününce bu bir övgüydü. "Hiç mi hiç benzemiyoruz."
"Biriniz Türk biriniz Alman asıllı olduğu için değil." Yarısı dolu sürahiyi yere bıraktığında doğruldu. "Sen bu soğuk memleketin sıcakkanlılarındansın. Neşelisin bir kere, bazen yakınlarında biri var mı diye umursamadan şarkı söylediğini bile duyuyorum. Bay Leonard'a gelince," dediğinde duraksayarak yüzüme baktı. "Aramız falan bozulursa bunları kimseye anlatmayacağına söz ver Lili, ona göre konuşacağım."
Ağzımı abartılı bir şaşkınlıkla açarak gözlerimi irileştirdim. "Seni satacağımı mı düşünüyorsun? Ben çok iyi sır tutarım bir kere."
Beni süzerken omuz silkti. "En değer verdiğin bir şeyin üzerine yemin et."
En değer verdiğim şey neydi bilmiyordum. Buraya gelmeden önce arkadaşlarım vardı, Amy vardı, fakat Manal onları tanımadığından yeterli bulmayabilirdi. Kollarımı kendime sardığımda, hırkamın cebine değen elim kâğıt parçasını hissetti. En değer verdiğim şey oradaydı.
"Bu nedir?"
Leonard'ın dün akşam vakitlerinde getirdiği küçük, kare fotoğrafı Manal'a çevirdiğimde, "Babamın fotoğrafı," diye yanıtladım. Sözüme bağlı kalarak yanındaki diğer iki kişinin yüzünü parmağımla kapatmışım. Hans'ı ve küçük Leonard'ı. "Hayatımda en değer verdiğim şeylerden biridir, yemin ederim."
Söylemezsen söyleme diyip geçebilirdim halbuki. Leonard hakkında ne düşündüğünü umursamayabilirdim ama birileriyle sohbet etmeye, mümkünse biraz olsun arkadaşlık kurmaya ihtiyacım vardı.
"Üzgünüm," diye mırıldandı. "Sana inanıyorum bu arada, sahiden. O zaman ben anlatmaya başlayayım, tamam mı?"
Bir yetimhanede büyüdüğüm de göz önüne alınırsa ölü bir adamın, çoktandır hayatta olmayan bir babanın fotoğrafına baktığını belli edecek kadar gergin gülümsedi. Alınmadım.
Boğazını temizlediğinde, "Leonard Alphan," diye söze başladı. "Onu iki senedir tanıyorum ama inan bana, nasıl biri olduğunu anlamak için iki dakikakın yeteceği bir karakteri var."
"Hadi canım," dedim gülerken. "O zaman fazla iddialı."
"Hayır çok... aynı. Tekdüze biri işte. Evet disiplinli, otoriter, kuralcı ama bunların hepsi aynı kapıya çıkıyor. Hepsi soğuk bir işkolik olmasıyla alakalı gibi hisettiriyor. Aslında tam olarak da bu yüzden tamamen farklısınız."
Leonard'ı benden daha uzun zamandır tanıdığı için hislerine onayla yaklaştım. "Haklısın. Mesela ben hiç çalışkan değilimdir."
Gülerken omzuma vurarak, "Aman Lili," dedi. "Sadece o kısmı düşünme, benim kasettiğim ruhun yaradılışı. Tavırlarınız, enerjiniz çok ayrı. Bambaşka dünyalardan çıkmış gibisiniz."
"Bak işte bunu söyleyerek gerçekten insan sarrafı olduğunu kanıtladın."
"Sahiden sen de böyle mi düşünüyorsun? Ayrı dünyaların insanlarısınız yani."
Gözlerimi tavandan sarkan avizeye kaldırdım. "Dünya demeyelim de gezegen diyelim, öyle büyük bir fark." Birimiz çok da normal olmasa da bir insan, diğerimiz zebaniydi sonuçta.
"Ama Bay Leonard'ın seni getirdiğindeki halini görmeliydin." Konuya devam etmemesi için elimi sallasam da hareketimi önemsemeyerek anlatmaya başladı. "Bir gölete batıp çıkmış gibi sırılsıklam olduğu hâlde dimdik yürüyordu. Hayatım boyunca saçlarını ilk kez o kadar karışık gördüm. Bay Hans'ın defin gününde bile şemsiyeyle gezen bir adam nasıl oluyor da... Nasıl oluyor da... Üşümüyordu?"
Sonunu getiremediğinde gözlerini kaçırmıştı. Yüzüm yansa da umursamazsa gülümsemeye çalıştım. Nasıl oluyor da, ee?
"Sesi duydun mu?" diye sordu başını uzattığında. "Bu Jason'ın arabayı park edişi." Yeniden bana döndüğünde hızla alt dudağını kemirdi. "Şey, Bay Leonard'ın arabası işte."
Elime onunkine benzer bir koz geçmişken tatlı tatlı gülümsemesem olmazdı. "Leonard'ın olan ama Jason'ın kullandığı bir araba diyorsun yani, anladım."
Bana inandırıcılıktan uzak yok canım daha neler bakışı attığında kapı açıldı. Neden bilmiyorum, eğer Nina ya da kızlardan biri kapıyı önceden açmazsa kimse zile basmıyordu. Buraya geldiğimden beri bir kez olsun zil sesi duymamıştım. Ben hariç -eh elbette- herkeste bir anahtar vardı.
Leonard, elinde birkaç karton poşet olan Jason'la birlikte salona girdiğinde Manal da zaten düzgün olan eteğini düzelterek esas duruşa geçti. Orada olduğumuzu anladıklarında, karmaşık dörtlü bir bakışma süresi yaşandı. Manal'ın bakışlarının Jason'a kaydığını fark ettiğimde ben de bir anlık boşlukla Leonard'a döndüm ve o da bana bakıyordu.
"Jason onları söylediğim yere bırak."
Leonard'ın bu hamlesi hepimizin birkaç saniye önce olduğu gibi yeniden başka taraflara bakmasını sağladı. Manal sadece benim duyacağım şekilde boğazını temizlediğinde ben de öksürdüm. Hasta olduğum için. İyiydim ama o kadar da süper değil işte.
"İdil sen de uygun olduğunda çalışma odama gelir misin?"
Hırkamın kollarını çekiştirerek başımı salladım. Leonard, Manal'a kısa bir bakış attıktan hemen sonra merdivenlere yürüdü. Ben de orada öylece kalmak istemediğimden ve Leonard birazdan dediğinden Manal'ın mutfağa yönelen adımlarını takip ettim.
Az önce bülbül gibi şakıyan Manal bir anda sessizliğe bürünmüştü ve ben de onu konuşmaya devam etmek için zorlamak istemiyordum. Dikkati başka yöne kayan Manal, hazır bununla ilgili imalar yapmıyorken Leonard'ın beni yanına çağırma nedenini sessizce düşünmeye ihtiyacım vardı.
Nefesimi açması için masadaki fesleğen saksısına eğilmiştim ki açık mutfak kapısının önünden Jason geçti. Geçerken de şöyle bir bakmayı ihmal etmedi ve göz göze geldiği kişi ben olduğum için sanırım, öncekine kıyasla daha hızlı yürüdü.
Dış kapı kapandıktan hemen sonra Manal, havadan sudan bahseder gibi, "Jason nasıl biri?" diye sordu.
Fesleğenin yapraklarını okşarken duraksadım. "Ben nereden bileyim ki?"
Yeniden suyla doldurduğu sürahiyi bıraktığında iri siyah gözleri mutfak kapısının dışında dolandı. Nina ve Amanda çamaşır odasında ütü yapıyorlardı ve üçüncü katta oldukları için duymaları imkânsız olsa da Manal fazla temkinli görünüyordu. Güvende olduğuna kendini ikna ettiğinde belini tezgaha yasladı.
"Onunla benden daha çok zaman geçirdin."
Bunu söyleyecek kadar mı görüşmemişlerdi yani? "Örneğin güzel araba kullanıyor."
"Lili," dedi yakarışla.
"Ciddiyim. Sonuçta onu sadece arabanın içindeyken gördüm. Beni iki kez bir yerden getirmek zorunda kaldığında, hatırlarsan."
"Başka bir şey yok mu?
Omuz hizasındaki siyah saçlarını yarım toplamıştı ve sert ama çocuksu yüz ifadesinde sevimli bir beklenti vardı. "Galiba onun hakkında bir şey daha biliyorum," dediğimde neredeyse nefesini tuttu. "Sakızdan hoşlanmıyor."
"Sakız mı?"
"Kendi ağzından duydum." Sandalyeden kalktığımda parmak uçlarımda yürüyerek Manal'ın sorularından usul usul uzaklaştım. "Ama bence kendi yaşlarında, minyon tipli ve siyah saçlı kızlardan hoşlanma ihtimali yüksek."
Farkında mıydı bilmiyordum ama aralarında kesinlikle bir çekim vardı. Az önce Jason'ın gözlerinin onun aradığı ortadaydı ve Manal da ondan başka bir şey konuşmak istemiyordu. Söylediklerimden sonra Manal'ı da bu çekimi düşünmesi için yalnız bırakarak koşar adım Leonard'ın yanına gittim.
Koşmanın eşiğindeki hilebaz adımlarımı hafiflettim.
Aşktan bahsetmek beni heyecanlandırmış, heyecan da hızlandırmıştı. Özellikle ikinci kattaki odalardan birinde çalışan Walton'a toyluğuma dair bir şey belli etmek istemiyordum. Beni her gördüğünde ah şu zamane hanımefendileri der gibi bakıyordu.
Odama girip Leonard için yazdığım kâğıdı aldım. Beni bekleme süresinin uzaması mı iyiydi yoksa çabucak konuşup sonunu mu getirmek, bilmiyordum. Gerçi koridorda kararsızlıkla sallana sallana yürüdüğüm varsayılırsa cevabı bizzat görecektim.
Daha önce önünden geçtiğimde Nina'nın tanıttığı odanın kapısında durdum. Bayan Maja'nın beni uyardığı ve bazı günler bu konuda kısa terbiye dersleri verdiği zamanlardaki gibi kibarca çaldım.
Beni buyur ettiğinde nedensizce merak ettiğim çalışma odasından içeriye girdim. Ağır, yoğun bir parfüm kokuyordu ya da yaşlı bir mekan gibi. Mobilyalar göz kamaştırıcı, raflar dolu doluydu. Leonard ceketini çıkarmış ve tüm bunlardan anlıyormuş gibi zeki duruyordu.
Göz göze gelsek de ikimiz de konuşmayı tercih etmedik, halbuki beni çağıran da kendisiydi. Masaya daha çok yaklaştığımda elimdeki kâğıdı işaret edince ona uzattım. İlgili bir merakla alırken, "Bana mektup mu yazdın?" diye sordu.
Dalga geçip geçmediğini anlamaya çalışırken keskin bir sesle, "Hayır," dedim. "Aslında iş başvuru formum. İçinde yeteneklerim, ilgi alanlarım ve deneyimlerim yazıyor."
"Ben bu bilgilerle ne yapacağım?" Tam cevap vermek üzereyken kâğıtta yazanları hızla tarayarak güldü. "Bence ben bunları gün geldiğinde damat adayına okutayım."
Henüz on dokuz yaşındaydım ve üniversite kaçağı sayıldığım için herkesin evleneceğimi ima etmesi sinirlerime dokunuyordu. "Burada çalışmak için. Bir şeyler yaparsam başımı yastığa daha rahat koyacağımı anladım."
Yüzüme mavi gözlerini irileştirerek baktı. "Beni artık bunu kabul etmeyeceğimi bilecek kadar tanıyorsun."
"Aslında henüz o kadar da tanımıyorum," diye üsteledim.
"İdil."
"Bay Leonard?"
"Sen artık bir mirasa sahipsin. Araziyi benim çalışmalarıma bırakmış olman bu gerçeği değiştirmez. İyi bir yatırım için sadece daha fazla değerlenmesini beklemeliyiz."
"O zamana kadar da burada kalacağıma göre." Bakışlarımla Leonard'a verdiğim kâğıdı işaret ettim.
Dudaklarını birbirine bastırıp susarken sandalyesinde geriye yaslandı. Mesafene mesafe. Babamla baban arkadaş diye zebanilikten meleğe terfi edecek değilsin ya? Madem yanından göndermek istemiyorsun, öyleyse uğraş dur benimle.
Düşünceli bir tavırla dönerken sandalyenin de yönünü değiştirdi. İşine ara verip sadece bu konuya odaklandığı anlaşılıyordu. Dolma kalemi dalgınca dudaklarına dokundurup çekerken beni izledi.
"Peki!" dedi aniden doğrulduğunda. "Ben de seninle buna benzer bir konu hakkında konuşacaktım. Aslında biraz dinlenip buraya alışmanı tercih ederdim ama sanırım gün içinde sıkılıyorsun."
"Hem de çok," dedim dalgınca. Biraz da kibarlık olsun diye.
"Madem öyle, hemen karşı odada küçük bir kütüphane var. Oranın düzeninden sorumlusun, asıl işin de seni masanın üzerinde bekliyor."
Gözlerimi kocaman açtığımda hafifçe geriye döndüm. "Gerçekten mi? Bu kadarı yeterli olur mu?"
"Hem de fazlasıyla." Sandalyesini yeniden masaya döndürdüğünde, ona verdiğim özgeçmiş yazısını özenle katlayıp dosyalardan birinin altına sıkıştırdı. "Ee," dedi bana bakmazken. "İlk iş gününü benim yanımda geçirerek kaytarmayı mı düşünüyorsun?"
"Ah, affedersiniz."
"Affedersiniz de ne?" Suratıma çok kısa bir an hayal kırıklığıyla baksa da çabuk toparlandı. "Etrafta kimse yokken sizli bizli konuşmayı bıraktık sanıyordum."
"Buzları biraz eritirsen neden olmasın?" diye parladım. "Beni burada görmekten hoşlanmadığını hâlâ düşünüyorum, akşamları yemek vaktinden bile çok sonra geliyorsun."
Bunları duymayı beklemiyormuş gibi gözlerini kırpıştırarak mırıldandı. "Gerçekten meşgul oluyorum."
Kollarımı göğsümde birleştirdim. "Sakın benim yüzümden açlıktan öleyim deme."
"Demem çünkü öyle bir şey yok, dışarıda yiyorum."
"Neden ki? Nina yemekleri leziz yapıyor."
"Bak işte orası doğru."
"O zaman akşam her zamanki saatte yemek masasında buluşalım."
Güldü. "Buluşalım bakalım."
Gülüşündeki parlaklığı kafama ne kadar kısa süreli kazırsam o kadar iyi düşüncesiyle odadan çıkıp koridorun karşısına saptım. Kütüphane dediği yer kitaplara ayrılmış bir çeşit çalışma odasıydı. Ortada uzun bir masa, duvarların dördünde de ahşap kitaplık vardı. Sessizce ilerlemeye devam ederken inceledim. Yarısının işle ilgili olduğu belliydi. Ekonomi, ticaret ve birtakım hukuk kitaplarından oluşan dopdolu bölme vardı. Ve kesinlikle değil dağınık olmak, duruşları bile kusursuzdu.
Dikkatimi çeken tek kısım dünya klasikleri olsa da onları incelemeye dalmak için bana uzun saatler gerekirdi. Bense masanın üzerindeki asıl işim olan kitap öbeğine dönmeliydim. Evde başımı yastığa rahat koyacağım için gerekli olanlara.
"Zebaniler de süpriz yapabilirmiş," dedim gülümseyerek. Tahta sandalyelerden birine oturup, üniversite hazırlık kitaplarının kapaklarını teker teker açtım.
Walton bana özel bir okula yazılacağımı söylemişti ama bunu Leonard'la konuşmamıştık. Hans'ın vasiyetine bakılırsa söz konusu eğitimim olduğunda bana sınırsız bir destek veriyordu. Yoksa Leonard'ın desteği sonsuz kaynak kitap sınrısızlığı mıydı?
En iyi yayınlardan derleme kitapların çoğu sayısal derslerdi. Edebiyat ve tarihe gömülmek istesem de şu matematiğin bir ucundan da başlamam gerekiyordu. Çok acildi, neredeyse kabul sınavlarından bile önemliydi. Leonard tam da aniden çarpım tablosu soracak bir tipteydi.
Amy ile konuşma molası vermeden aralıksız ders çalıştım. Nina bana ballı çay ve kurabiye getirdi. Ara ara Walton'ın ağır adımlarını bile duyuyordum. Bir diğer ziyaretçim Manal kapıya kadar gelse de beni o şekilde gördüğünde hiç uzatmadan el sallayıp geri çıktı. Halbuki Jason hakkında bile konuşabilirdik, matematik dışında her şey olurdu.
Son olarak da beni kontrol etmeye Leonard geldi.
Sessizliğinden o olduğunu anladığım için başımı kitaptan kaldırdım. Alnımda muhtemelen sayfa kenarlarının izi çıkmıştı. Elini masaya yaslayıp neler yaptığımı incelediğinde alnımı kaşıdım.
"Çalışmanı bölmedim ya?" Avuçlarımı kucağıma indirirken bakışlarımı kaldırmıştım ki kaşlarını çattı. "Uykusuz musun ya da bir şeye alerjin falan mı var, gözlerin kıpkırmızı."
"Sorun yok," dedim kirpik diplerimi ovuştururken. "Cebir problemlerinin üstünde ağlıyordum."
"Şu mesele," dedi mırıldanarak. "Matematikle tanışmışsın. Kendisini sevdin mi?"
"Benden nefret ediyor."
"Duygularınız karşılık gibi."
Omuzlarını kaldırıp indirdiğimde masanın ucuna oturdu. Boyu o kadar uzundu ki ayakları yere değmeye devam ediyordu. Kollarını göğsünde birleştirdi ve eğer konuşursam beni dinleyeceğini belli etti.
"Ne olmak istediğim konusunda kararsızım," diye söze başladım. "Kendimi hiçbir bölüme uygun hissetmiyorum ama mesela sanat okuluna gidecek kadar da yetenekli değilim. Sadece en iyi yaptığım bir alana yönelmem gerekiyor ve ben neyi iyi yaptığımı bilmiyorum çünkü hiçbir zaman hiçbir konuda o kadar da iyi olamıyorum."
"Ne istediğini ve ne istemediğini anladım fakat benim, senin için yapabileceğim bir şey yok."
Ah şu Leonard'ın soğuk sesi ve boğazıma doluşturduğu buzlu yumruları. Gözlerimi kısarken kitaplarımı işaret ettim. "Bunlar epey yeterli görünüyor."
"Söylediğim her şeyi yanlış anlayıp öfkeyle karşılık vermene alışıyorum," dediğinde güldü. Hemen sonra sanki uykuda söylediği kelimelermiş gibi boğazını temizleyip masadan kalktı. "Senin için yapabileceğim bir şey yok çünkü ben bir eğitmen değilim. Bu konuyu özel öğretmeninle konuşmalısın, hafta başında geliyor."
Bunun üzerine demin kapatmaya çalıştığı konuyu çabucak unutmuştum. Benim için özel bir öğretmen en ihtiyacım olan şeylerden ilkiydi. Mutluluktan matematik kitaplarına bile sıkıca sarılıp, zorlu sayfalarının kokusunu içime çekebilirdim.
"Teşekkür ederim..." Bay Leonard deme. Sadece Leonard diyecek kadar samimi de hissetmiyorsun. Leo hiç hiç olmaz.
Ben kendimle çatışmamı bitirmemişken, "Güzel," dedi. "O zaman anlaştık. Kendini iyi hissetmen için babamın sana sunduğu hakları değerlendirmen yeter de artar, gerisini düşünme. Burada ya da başka yerde çalışmayı aklından çıkarıp sadece derslerine odaklan."
"Sanırım artık öyle yapabileceğim. En azından bu sefer sınavı kazanacağıma dair umudum var."
"Sınavı kazanmak?" Ellerini ceplerine yerleştirdiğinde başını sağa sola salladı. "Sınava girmene gerek yok, babam zaten seni okutacağını söylemiş."
Önümde yığılan kitaplara dalgınca baktım. "Öyleyse tüm bunlar ne için?"
"Kaydolacağın üniversiteye bilgili bir şekilde girmen için." Şaşkın olan ben değildim oydu. "Not ortalaman mükemmellik vadedetmese de o puanlarla yazılabileceğin birçok özel üniversite var. Fakat yarış orada bitmiyor, orada başlıyor. Sönük kalmanı babam da istemezdi. Zannediyorum ki bu konuda sen de bana hak verirsin."
Haklısın, haklısın diyip üst üste başımı sallamak istiyordum. Gözüme ilk kez babasının oğlu gibi görünmüştü. Her şey okulu kazanmam için değil, her yerde kabul görülen yeterli bir seviyeye ulaşmam içindi.
"Hangi bölümü, hangi şehirde okumak istersen," diye devam etti. "Veya burada, Berlin'de kalmak da senin için bir diğer seçenek."
Hayatımızın en uzun süren birkaç saniyesini yaşadığımıza eminken bakışlarını kaçırdı. Berlin'de
okumak istersem köşkte kalmaya devam edeceğimi söylüyordu. Bu sefer Hans'ın dileği değil, kendi önerisiydi.
"Henüz düşünmedim," derken bocaladım. Sırf konuşmak için konuşmuştum, ne diyeceğimi bilemememin kararsızlığı içinde yüzüyordum.
Eli cebinde volta atarken rafları inceledi. Sanki buraya uzun zamandır gelmemişti ya da tıpkı benim gibi oyalanacak bir şeyler arıyordu gözleri. "Küçük kütüphanemizi sevdin mi, rahat mısın?"
"Burası ders çalışmak için hazırlanmış bir yer gibi," dedim içtenlikle. Konuyu kapatıp başka şeylerden konuşmaya devam etmesi, iyi bir üslupla devam etmesi beni epey şaşırtmıştı.
"Aslında daha çok toplantı yapmak için ama bir zamanlar benim de ders çalışmışlığım olmuştu."
Sessizlikte yayılan tek şey ayakkabısının topuğundan geliyordu. Bir ara kitapları boş verip tavana baktığı bile oldu. Sanki konuşmak istedikleri bununla sınırlı değildi. Ne yapacağımı bilemeyerek kurşun kalemi parmak uçlarımda döndürdüm.
"Bu hafta sonu yatırım şirketleri arasında bir balo var," dedi aniden durup bana döndüğünde. "O çeşit ortamları merak ediyorsan, canının sıkıldığını söylediğin için, derslerin başlamadan önce... eğer istersen bana katılabilirsin."
Alt dudağımı kemirmeye başlamıştım bile. Baloya gitmeyi kim istemezdi ki? Leonard'la baloya gitmeyi kim isterdi ki. Tamam, evet, smokin giyecekse birçok kişi.
"Harika olur ama Hans," dediğimde duraksadım. "Yani baban. Onu yeni kaybettin sayılır. Bu senin için sorun olmayacak mı?"
"Bizim camiamızda hatıralara takılı kalmak güçsüzlüktür. Adım atmaktan başka çaren yoktur çünkü en öndesindir."
Acıdığını görmesinler diye yaralarını kapatmamıştı ama aristokrasiye karşı kalbi kırıktı. Yaşının, bildiklerinin, gücünün büyüklüğü masum alınganlığını gizlemiyordu. Ya da ben ona derinden bakıp yaralarını kurcalamayı tecih ediyordum.
"O gün iyi olursam," dedim neredeyse kekeleyerek. "Hazır olursam tamamen. Geleceğim, söz veriyorum."
Kastettiği gibi farklı bir ortamdı, ucundan kıyısından öyle bir kutlamada yer almamıştım. Şimdi sırf kendisi gitmek zorunda diye incelik yapıp beni de götürmek, biraz olsun tanıtmak istiyordu. Bense çok eksiktim ve bunun farkındaydım. En basitinden saçlarımı nasıl yapacaktım, tek çeşit rujum yetecek miydi, hayatım boyunca kabarık bir elbise dahi denememişken baloda ne giyecektim?
Tam karşıma geldiğinde avuçlarını masaya yasladı ve yüz hizama dek eğildi. Düşüncelerimi okumuş gibi anlayışla gülümsedi. "Güzel bir elbisen olacak. Söz veriyorum."
Bölüm Sonu.
'Acıdığını görmesinler diye yaralarını kapatmamıştı ama aristokrasiye karşı kalbi kırıktı.'
L <3
Ve diğer bölümün balo olduğu düşünülürse... Kırar mıyız kırılır mıyız?
🍷
Duyurular ve videolar için Instagram: karanligiyazar
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top