II. Kitap: 22. Bölüm -Dehliz-
"Ne yaptın sen Ali, ne yaptın ne!" Kenan ağanın gür sesi salonda yankılanırken Fatıma hatun kızları Leylayı telaşla salondan çıkarıp odasına göndermişti. Fatıma hatun kapıyı hızla kapatıp zevcine ilerlemiş "Beyim etme eyleme çocuğa!" diye yakarmıştı çaresizce.
"Ne çocuğu hatun! Senin çocuk dediğin sürgün cezası alacak kadar hadsiz bir adam olmuş!"
Fatıma hatun kendini ağlamamak için sıkmış kocasının kolundan tutup geriye çekmişti.
"Ne yaptıysa yaptı, o senin evladın Kenan!"
Ali halıya dalmış bakışlarını babasına çevirip bir hışımla ayağa fırladı. Gözü dönmüş gibiydi gencin. "Bırakın validem." Dedi dik başıyla Ali, babasından bir tokat yemek istiyordu zira o zaman onlarla olan tüm bağını koparabilecek ve kafasındakileri hiç düşünmeden gerçekleştirecekti.
"Bırakın da babam öz evladını değil de hünkarını savunsun."
"Ulan-!" Kenan ağa bir adım daha atıp oğlu ile yüz yüze geldiğinde Fatıma hatun aralarına girmeye çabalamış ama başaramamıştı.
"Anlat Ali kabahatin ne! Hünkarımıza sordum cevap vermedi, ne yaptın?"
"Söyle oğlum belki bir çaresi bulunur, af dilersin hünkarımızdan bağışlar seni, olmaz mı?" Fatıma hatun ortamı yumuşatmaya çabalamıştı lakin iki adamın da bunu duyacak aklı kalmamıştı.
"Hilal sultana olan aşk-"
Alinin lafını yarıda kesen şey yediği tokat olmuştu. Gerisini duymaya gücü kalmayan Kenan ağa dehşetle oğluna bakarken Fatıma hatun ellerini bir hışımla yüzüne götürmüştü. "Hii! Allah'ım sen aklıma mukayyet ol, sen duyduklarımı yalan eyle! Ali senin ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu oğlum!"
Bir süre sessizliğin hakim olduğu salonda Ali eğilmiş başını yavaşça kaldırmış ağzında biriken kanı nefretle yere tükürüp yüzünü babasına doğru buruşturmuştu. "Bundan böyle ne benim senin gibi bir babam, ne de senin benim gibi bir oğlun var!"
Kenan ağa kendini kasmaktan nefes alamaz olurken oğlunun omuzuna çarparak salondan çıkışına ses edemez olmuş kalbine giren sancı ile zevcesine tutunarak düşmekten son anda kurtulmuş eşinin yardımı ve yakarışları eşliğinde sedirlere uzanmıştı.
"Ali!" Fatıma hatun acı acı bağırırken Ali dairesinden mühim neyi varsa toparlayıp çıkmış tam merdivenlerden inecekken kapıdan ona bakan kız kardeşi ile göz göze gelmişti.
Gözlerinde abisine karşı ilk defa nefret vardı Leyla'nın.
"Bize ne yaptın ağabey?"
*
Neşeyle dün gece ördüğüm saçlarımı açarken bir yandan da uykuya dalmak üzere olan bebeklerimin beşiklerini sallıyor bir melodi mırıldanarak onları akşam uykusuna hazırlıyordum. Günler sonra tüm sevdiklerimiz ile Valide sultanın terasında toplaşacak bir yemek yiyecektik bu akşam. Dilrubah ile eşi Mehmet paşa, Şah ile Yavuz ve Hüseyin ile Melike geleceklerdi.
Saçlarımın şeklini dağıtmadan usulca taradıktan sonra saçlarımın arasına tek katlı lacivert taşlı gümüş tacımı yerleştirdim. Mücevher takımının küpelerini, gerdanlığını ve yüzüklerini taktıktan sonra ayağa kalkmış tamamen uykuya dalmış olan bebeklerimin beşiklerini odalarına götürmüştüm. "Esma bu gece sana emanetler en ufak bir şeyde haber gönder gelirim."
"Emredersiniz sultanım, aklınız burada kalmasın." Esma bebeklerin yanındaki sedire geçip oturduğunda odadan çıkıp hazırlanmaya kaldığım yerden devam ettim.
Önce kokumu sonra gözlerime dönemin göz farı diyebileceğimiz boyalardan biraz sürdüm. Elim lacivert tülüme giderken içime bir anda düşen kor ateşle duraksadım. Elim ayağım buz kesmiş aynadaki yansımamdan dolan gözlerime baka kalmıştım.
Yüreğimi dağlayan bu sıkıntıya anlam verememiştim. Her şey yolundayken bu korku neyin nesi? Neden düşüncelerim benden bağımsız korkmam için çabalıyordu...
Benim kendimle ne garezim vardı?
Ne zaman bu acı, bu kederli düşünceler yüreğine düştü o zaman sevdiklerine bir şey oldu Hilal.
İçimdeki ses geçmişten nareler fısıldadığında riske atmama kararı aldım. Bir hışımla tülüm alıp kapıya doğru ilerledim ve seslendim.
"Ağalar!"
Başımı ve gerdanımı örtüp anında açılan kapılardan geçip koridorun sonunda dikilen nöbetçilere ilerledim.
"Destur!" Arkamdan kapı ağasının seslenişi yükselirken askerler selama durmuş göz temasından tamamen kaçınmıştı.
"Emredin sultanım." Rütbesi en yüksek olan askerin karşısında durdum. "Hünkarımız neredeler ağa?"
"Mehmet paşa ve Hüseyin paşa ile Hazine-ı Âmiresini ziyarete gittiler sultanım."
Verdiği bilgi ile içime serptiği su sonunda nefes almamı sağlamıştı.
"Sağ ol." Demem ile asker başını eğip kabul etti ve yerine geçti.
Koridorun merdivenlere giden çıkışında duran cariyelerime doğru ilerleyip yönümü harem binası dışına çevirdim. Top kapı sarayının Hazine-i Âmire bölümünde devlet hazinesi ve bunlarla alakalı evraklar bulunuyordu. Sarayın diğer köşesinde kalan bu bina iki avlu uzağımdaydı şu an.
"Destur, Haseki Hilal Sultan hazretleri!" Askerin tüm gücü ile bağırması yeri göğü inletmiş, duymayan kalmamıştı geldiğimi. Gün batımının aydınlattığı gök turuncudan mora çalarken avluda kim var kim yoksa varlığım ile bir anda taş kesilmiş selama durmuştu.
Beyaz mermerlere yansıyan güneş ışıkları gözlerimi alırken hızımla havalanan tülüm uçup gitmemek için bir çare tacıma tutunur olmuştu.
Peşimden gelen küçük kervanım ile ikinci avluya geçmek için korunan avlu kapılarından geçerken çok sürmeden beklediğim gibi yolda Ahmed ile karşılaştım. Olduğum yerde duraksamış göğsüme saplanan hançerin çıkışını ve iyileşmesini hissetmiştim.
Onun birer yıldız gibi parıldayan gözlerini görmek o an tüm endişelerimi alıp uçurmuştu. Hatta yerini yepyeni duygular almıştı. Ona karşı duyduğum hayranlık anbean artarken mahcubiyet ile karışık bir heyecan dolup taşmıştı kalbimden.
O esnada Ahmed, Mehmet ve Hüseyin şaşkınca duraksamış bana bakıyordu. Ben ise derin soluklar alarak kendimi toparlamaya çalışıyordum. Fazla bekletmeden gözlerimin içine endişe ve merakla bakan Ahmed'e doğru koşup sıkıca boynuna sarıldım.
Nerede kimlerle olduğumuzu unutacak kadar gözüm dönmüştü. Hoş dönmese de yapardım ya bunu orası ayrı. Küt küt atan kalbimi onun göğsüne bastırdıkça içim titriyor ağlamamak için sıkıca tuttuğum ipler geriliyordu. Uzun zaman sonra bu korku bir şeyleri tetiklemişti bende galiba...
Bir süre akşamın sessizliğini kapalı gözlerim ile dinlemiş kendimi toparladığımda gözlerimi açıp geri çekilmiştim. Mehmet ile Hüseyin'i ilk an görememiş sonra yanımızdan uzaklaştıklarını fark etmiştim.
"İyi misin Hilal?" Ahmed yanaklarımı koca avuçları arasına alıp bakışlarımı ona çevirmemi sağlayınca başımı sallamakla yetindim. Konuşursam sesim titrer, sesim titrerse göz yaşlarım akardı. Bunun da olmasını istemiyordum artık.
"Tamam, geçti." Dudaklarını derince alnıma bastırıp fısıldamış bana bir kez daha sıkıca sarılmış beni yüreğine saklamak ister gibi kol kanat germişti.
"Güzelim benim, ne de çok yakışıyor lacivert sana?" Konuyu değiştirdiğinde bende artık kendimi toparlayabilmiştim.
"Benim sana yakıştığım gibi mi? Sen gündüzsün bende senin gecenim değil mi Ahmed'im?"
"Haşa sevgilim o lütuf bana ait." Bu dediklerine içten bir gülüşle gözlerimi kapatmış dudaklarına bir buse kondurmuştum.
"İyiyim Ahmed, bir an içime bir korku düştü. Seni görmeden de dinmeyeceğini biliyordum o sebeple geldim."
Ahmed canımı daha fazla sıkmamak için kurcalamayıp başını sallamış elini belime atıp "Anladım sultanım o vakit beraber geçelim Validemizin yanına ne dersin?" diyerek ilerlemeye başlamıştı.
"Geçelim hünkarım."
Avlunun çıkışına geldiğimizde bizi bekleyen Hüseyin, Mehmet, askerler ve cariyelerimle beraber haremin yolunu tuttuk. Harem avlusuna geçtiğimizde bizi arka arkaya dizilmiş iki faytonun içinden inen Şah, Yavuz, Dilrubah ve bebekler karşılamıştı.
"Hoş geldiniz!" Yaklaşıp Şah ve Dilrubah ile sarıldıktan sonra bebekleri sevip Ahmed'in yanına döndüm.
"Hoş bulduk sultanım nasılsın?"
"İyiyim Şah, ya siz?"
Şah gülümseyerek 'Biz de.' manasında başını sallamıştı.
"Validemizi daha fazla bekletmeyelim, geçelim mi?" Dilrubah'ın isteği ile oyalanmadan saraya girmiş hep beraber saray halkının bakışları altında ilerlemiştik. Dilrubah çocuklarını benimkilerin yanına kendi cariyeleri ile gönderdiğinde bize Melike de katılmıştı.
Bu akşam Valide sultanımız terasında ailesine büyük bir ziyafet veriyordu aynı zamanda harem ve saray halkı da bu ziyafetten ayrı olarak karınlarını doyuracaktı.
Uzun zaman sonra her şeyin yoluna girmesini adaklarını kestirerek kutluyordu.
"Hilal yarın mıydı aş evine yemeğe gideceğimiz gün yoksa gelecek cuma mıydı?" Dilrubah hafif karışmış kafası ile bana döndüğünde kısa bir an bende onun gibi sorguladım ve başımı sallayıp onay verdim. "Evet ikindiden evvel orada olacağız."
Bu akşam ki yemeğin halk için olan devamıydı.
Fatih camii ve külliyesinin aş evine gidecektik. Orada da kurbanlar kesilecek, yemekler pişirilecek, karınlar doyacaktı...
Ben böyle düşünürken çoktan Valide sultanın dairesine gelmiş açık kapıdan içeri hep beraber girmiştik. Bizi sevinçle karşılayan validemiz ellerini iki yana açıp gülerek "Hoş geldiniz evlatlarım!" demiş elini öncelikle oğluna uzatmıştı.
Ahmed saygıyla annesinin elini öperken bizler selama durmuş sıramızı beklemiştik. "Devletlum, yiğit oğlum!"
Sırayla Dilrubah, ben ve Şah validemizin elini öptükten sonra terasa geçmiştik. Uzun yer sofrasına yakınlık ve dereceye göre sırayla dizilirken beyler ve hanımlar olarak karşılıklı oturmuştuk. Sofranın iki ucunda Ahmed ile validemiz oturuyordu. Ahmed'in tahtı biraz daha yukarıdayken validemiz bizim gibi minderde oturuyordu.
Öncelikle dualarımızı etmiş sakinliğe yelken açmıştık. Rabbimize şükranlarımızı sunduktan sonra sofra adabına göre yaş olarak en büyüğümüz olan validemizin başlaması ile yemeğe başlamıştık.
"Ne iyi ettiniz de düşündünüz bu yemeği validem, uzun bir aradan sonra yeniden beraberiz. Aynı sofrada yan yana oturmak ne kıymetli..." Dilrubah buruk bir tebessümle bizlerin yüzlerine baktıktan sonra bakışlarını bana çevirmişti o an birbirimize gülümseyip validemize dönmüştük.
"Zor zamanlar atlattık ama hepsi geride kaldı, aile olmak bir olmaktır Dilrubah. Böyle beraber olduğumuz sürece bizi kimse al aşağı edemez Allah'ın izniyle."
"Haklısınız validem."
Hoş sohbetler eşliğinde yemeğimizi yemiş akşamın serinliğinde tatlılarımızın servisini beklerken uyanık olan çocuklarımızı çağırmıştık. Sofrada şen kahkahalar eşliğinde bebekler sevilirken dört kınalı kuzu her birimizin sevgisi ile tatlı tatlı gülmüştü.
"Esma çocukları daha fazla yormayalım alın daireme götürün uyutun." diyerek arkada duran Esmaya seslendiğimde diğer cariyeler de gelmiş Şehzade ve sultanlarımızı alıp terastan çıkmışlardı.
"Maşallah ne kadar da büyümüşler görmeyeli?" Yavuz çocukların arkasından gülerek bakarken Şah da ona bakarak gülümsemişti. Gözleri sevdiği adamın gülüşünde dolaşırken en güzel manzarasına baktığını biliyordum zira bende Ahmede bakarken aynı duyguların esiri oluyor onun en güzel manzaram olduğunu biliyordum.
"Bebekler çabuk büyür göz açıp kapayıncaya kadar değişirler Yavuz çelebi." Validem tebessümle Yavuza baktığında Yavuz başını hafifçe eğdi.
"Hayırlısı ile bir de sizden müjdeli haberi aldık mı ailemizde eksik kalmayacak!" Validem kahkaha atıp bir bir bizlere bakarken Melike utanmıştı bile. Yahu dur sana bir şey diyen mi oldu? Bir anda Şah ile Yavuz oldukları yere sinerken Şah utangaç bakışlarını Melikeye çevirdi. "Nasıl yani?" diye fısıldadığı an Validemiz büyük bir sevinçle cevapladı.
"Melike hatun gebe!"
"Gerçekten mi?"
"Tebrikler Allah analı babalı sağlıkla büyütmeyi nasip eylesin."
"Çok mutlu oldum adınıza Hüseyin paşa."
Ortamda bir bayram havası eserken bilmeyen herkes çifti kutlamış iyi dileklerini iletmişti. Aynı anlarda sofrada tatlı servisi başlanmıştı bile, cevizli ve antep fıstıklı baklavalar önümüzde yerlerini alırken ben iştahla yerimde kıpırdandım. Tatlılara başladığımızda kendimi zar zor zapt edip ikinci tabağa geçmemiştim yoksa şekerim fırlayabilirdi! Böyle bir mutfak insanın elinin altında olunca iş nefse sahip çıkmakta düşüyordu.
Gecenin ilerleyen saatlerinde Validemize veda edip hep beraber has bahçeye inip sohbetimize kaldığımız yerden devam etmek için bir çardak hazırlatmıştık.
"Ateşler yakılsın, çardağın perdeleri çekilsin. Cariyelere söyleyin fazladan battaniye ve minder getirsinler Gül kalfa."
Misafirler yerlerine geçerken ben Gül kalfaya isteklerimi sıralamış bu ani hazırlığı hızlandırmasını istemiştim. Öyle de olmuştu aradan bir kaç dakika geçmeden ağalar ateşleri ve mumları yakmış, çardağın perdelerini çekip rüzgarı engellemişti.
"Sultanım sıcak salep yaptırıyorum dilerseniz, içiniz ısınır."
"Çok iyi olur Gül kalfa."
"En son ne zaman böyle hep beraber oturmuştuk?" Mehmet paşanın dalgın bakışları ile sorduğu soruya cevap bulmak için hepimiz hafifçe düşüncelerimize dalmıştık.
"Benim aklıma en son Hüseyin paşalara gittiğimiz akşam geliyor." Diyerek dudak büzdüğümde bir çoğumuz belli belirsiz başını sallamıştı.
"Hele bir yaz gelsin uzun uzun geceler boyu böyle otururuz inşallah." Ahmed kolunu omuzlarıma atıp beni göğsüne çektiğinde gülerek başımı salladım. "Bir türlü gidemediğimiz yerlere gidelim bu yaz."
"Gezelim diyorsun yani?" Şah heyecanla başını bana doğru uzattığında başımı salladım. "Evet, beraber hiç gitmediğimiz yerlere gidip yeni yerler görelim yeni şeyler deneyimleyelim. Anı biriktirelim!"
"Uzun yol olmasa bende katılmak isterdim sultanım." Melikenin elini karnına götürmesi ile gülümsedim. "Senin için ayrı bir yol güzergâhı ayarlarız yahu sensiz olmaz ki!" Deyip göz kırptığımda içtenlikle gülmüştü, Hüseyin ise onun çehresine bakıp tebessüm etmişti.
"O vakit o anıları da ben ölümsüzleştireceğim." Yavuz heyecanla elini kaldırdığında Şah gülümseyip o eli tuttu. "Bende sana yardımcı olurum."
"Ay ne hoş olur, ileride açar açar okur eski günleri yad ederiz. Ne iyi düşündün Yavuz ağa?" Dilrubah heyecanlarına eşlik edince ben iç çekmiştim. İleride o defterler bulunursa arkadaşlarım okuyup benden daha detaylı haber alabilecekti.
Acaba şimdi ne yapıyorlardı? Umarım hayatlarına devam ediyorlardır ve benim sırlarla dolu dalgalarıma kapılmamışlardır...
*
Bir zamanlar yenilikçi fikirlerin, ilhamların ve düşlerin kol gezdiği akıllarda şimdi kurnaz fikirler dolaşıyordu. Ali ağanın masumluğu öfkenin rüzgarıyla uçmuş yerine şiddetli bir yağış ile nefret dolmuştu. Kabullenemediği gerçekler, gururuna yediremediği olaylar...
Tüm birikimini bir gecede masaya yatırmış ıssız bir orman yolunun tek ışık kaynağı olan hanın en ücra köşesinde karanlığa sığınmıştı. Saklanmıştı.
Karşısında oturan haydut çetesinin iki lideri masadaki külçe külçe altınlara ve mücevherlere heyecanla bakarken Ali ağa elini hiddetle masaya vurup bakışları üzerine çekti.
"Anlaşıldı mı!"
Bunu soru olarak sormamıştı, daha çok ikaz edercesine sormuştu.
Karşısında oturan bu iki haydut Sultan Ahmed'in son yıllarda dağıttığı çetelerden kalan üyelerinin yeni yeni oluşmaya başlayan bir eşkıya çetesinin iki kardeş lideriydi. Her türlü pislik gelirdi ellerinden, yeter ki sonunda cepleri dolsun.
Önünü arkasını sormadan kabul ettikleri anlaşmada Ali onlara hiç bir isim vermemişti, olur da korkup yoldan cayarlarsa diye.
Bir yalan okumuştu hiç tereddüt etmeden, korkmadan.
Dünden inanmaya razı olan kardeşler ise sorgulamadan kabul etmişti yada belki de sorgulamak istememişti. Sonuçta onlar paraya bakıyordu gerisinin önemi yoktu.
Ali küçük hazinesinin yarısını toplarken adamların kaşları çatılmış sinirle ellerini hançerlerine götürmüşlerdi. "Diğer yarısını iş bittikten sonra alacaksınız ağalar."
Ali'nin tek kaşı havada asılı kalırken usulca ayağa kalkıp pelerinini şapkasını kafasından geçirip karanlığa doğru ilerlemiş handa olan küçük odasına geçmek için adımlarını atmıştı.
O yoldan çıkmıştı, ne aptal bir karar almıştı oysa... Tüm gemileri yakıyordu bir sevda uğruna veyahut bir takıntı mı demeliydik? Kendini kaptırmıştı genç adam öyle ki arzuladığını elde edemeyince bozguna uğramıştı.
Öfkesi onu bambaşka biri yapmıştı. Çok sevdiği saygıda kusur etmediği babasının sözünü çiğnemiş, üzülmesine kıyamadığı annesini perperişan eğlemiş ve gözünde bir kahraman olduğu kardeşini hayal kırıklığına uğratmıştı.
O artık Yeniçeri ağası Kenan efendinin saygılı oğlu Ali ağa değildi.
O hayesan edendi.
*
Nefes nefese uyandığım uykudan kendime sakinleşmek için bir süre verirken karanlığı delici bakışlarım ile deliyor neden uyandığımı sorguluyordum. Uzun zaman sonra ilk defa bu denli korkarak uyanmıştım. Oysa beni kaygılandıracak bir şey olmamıştı...
Kendime bu işkenceyi çektirmeyi bir an önce bırakmalıydım.
Yerimden kalkıp sürahinin bulunduğu masaya ilerlerken iç çeke çeke bir bardak su doldurup içtim ve yavaş adımlar ile çocukların yanına geçtim. Üzerlerinin kapalı olduğundan ve uyuduklarından emin olduktan sonra odaya dönmüş yorgun bedenimi yatağa yatırmıştım.
Derin nefesler alırken usulca Ahmed'in bedenine sokulmuş ona sıkıca sarılıp başımı göğsüne yatırmıştım. Ahmed anında bana sarıldığında uykusundan uyanıp beni elleri ile kontrol etmiş daha sonra geri uykuya dalmıştı. Bu haline gülmeden edemedim, uykulu olunca çok tatlı oluyordu.
Uzun dakikalar boyu kalp atışlarını dinleyerek göğsünde yatmama ve sakinleşmeme rağmen uyuyamayınca gözlerimi ufuktan doğan güneşin ışıklarına açtım. Karanlığı laciverte çeviren ışıklar ile kulağıma kuş cıvıltıları dolmuş kendimi erken kalkmak için zorlamıştım.
Ahmed'i sarsmadan yanından usulca uzaklaşıp toparlanmak için hamama geçtim.
Hamamı yaktırmadığım için içerisi normal bir havaya sahipti. Hatta odadan daha soğuk bile diyebilirim. Sarayın hamamları alt katlarda bulunan alanlarda yanan fırınlar sayesinde ısınırdı, hamamlar kullanılacağı zaman bu soba yada fırın diyebileceğimiz mekanizmalarda odunlar veyahut kömürler yakılır ve hamamlar ısınırdı tabii aynı zamanda çevresine olan yakın daireler de bu ısıdan nasibini alırdı.
Kendimi usul usul soğuk su ile yıkadıktan sonra kurulanıp kaftanların bulunduğu minik odaya geçtim. Gözlerim rengarenk kaftanlarda dolaşırken içime sinen kırmızı kaftan ile elimi uzatıp takımı ile beraber kaftanı aldım. Elbisesi, kaftanı, örtüsü ve papuçlarını alıp giyindikten sonra aynanın önüne geçip kırmızı taşlı mücevherlerimi takındım ve saçlarımı tarayıp usulca geriye saldım. En sonunda tül ile tacımı takıp kendime gülümsediğimde yüzüme sonunda renk geldiğini fark ettim. Artık tamamen eskisi gibiydim, gözlerim parlıyor, kilom yerine gelmiş ve yüzüm gülüyordu.
Bebeklerimin yanına geçip altlarını temizlemiş uykulu halde olmalarına rağmen emzirdikten sonra sarıp sarmalamıştım. Uzun uzun onları sevdikten sonra yeniden uyutmuş sessizce daireye geçmiştim.
Halen uykuda olan Ahmede gülerek baktım bir süre. Kumral saçları dağılmış usulca çehresine düşmüştü, sakalları yine bir hayli uzamış ve boynumu tahriş etmişti dün gece. Elim istemsizce kızaran boynumda dolaşırken yüzümün de kızardığını hissetmiştim. Dün gece bir hayli yakmıştı beni.
O an utanarak başımı pencerelere çevirdiğimde gülüşümü tutamayarak teras kapısına ilerledim. Kapıyı aralayıp dışarı çıktığımda kıkırdayarak serin hava ile titremiş sonra iyice uyanmak için derin nefesler almıştım.
Mermer korkuluklara yaklaşıp ellerimi soğuk taşa dayadığımda bedenim bir kez daha titremiştim.
Kış bitmek üzereydi baharın habercisiydi bu ayaz.
Karanlığı aydınlatan tek tük ışık boğazdaki kayıklardan ve has bahçedeki meşalelerden yükseliyordu. Göz alıcı bir manzaraydı denize yansıyan alevler hele dolunay olduğunda o yakamoz insanı büyülüyordu.
Zamanında büyülemişliği de vardı ya...
Ufuktan doğmaya başlayan güneş ile tüm dikkatimi oraya verdim. Aklıma kazımak ister gibi bu göz kamaştıran anı izlerken belime sarılan kudretli kollar ile rahatça sırtımı ardımdaki göğse dayadım.
Ahmed'in sıcak nefesi boynumu ısıtırken karnımın üzerindeki kolları sıkılaşmış beni sarmaşık gibi sarıp sarmalamıştı. O an başımı omuzuna yaslayıp gözlerimi kapattım. Manzaradan bile daha güzeldi şu an.
Yüzümde içimdeki heyecanın yansıması yer edinirken dudaklarımda huzur dolu bir tebessüm oturmuştu.
Dün geceden nasibini alan boynuma bu sabah da rahat yoktu. Ahmed'in sıcak dudakları usul usul tenimi öperken sakallarını da bir kedi gibi sürtüyordu. Gözlerimi zorla aralamaya çalışıp güneşin doğuşunu izlemeye çabalarken karnımdan göğsüme çıkan el ile ipler elimden kaçıp gitti.
Daha ne olduğunu anlamadan Ahmed beni kendine çevirip dudaklarıma kapandığında ben şaşan aklım ile öylece kala kaldım. O kısacık andan sonra kollarımı kaldırıp boynuna dolamış parmak uçlarımda yükselip öpüşüne aynı ihtirasla karşılık vermiştim.
Belimi kavrayan bir kolu ve göğsümü esir alan diğer eli ile benim üzerimdeki hakimiyetini anında almıştı ellerine. Zevkten kasıklarıma giren sancılar ile yerimde kıvranırken o kaftanımın altındaki alev almış tenimi yine beni zevkten bayılırcasına sevmeye başlamıştı.
Adımlarımla onu geriye doğru yönlendirmeye başladığımda Ahmed karşı koymayıp bana itaat etmiş sonrasında takıldığı tahtının üzerine oturuvermişti. Elbisemin eteklerini kavrayıp usulca kucağına bindiğimde onun boğuk iniltileri ile duraksayıp başımı geriye çektim ve ona üstten bir bakış attım.
Başını geriye yaslamış boynunu açığa çıkarmıştı. Gözleri geceden kara ama yıldızlar kadar da ışıltılıydı. Belimi kavrayan elleri beni kucağına bastırdığında gözlerinin içine bakarken gözlerim kapandı.
Dudaklarımdan firar eden inilti ile boynuma çıkan eli usulca çenemi kavrayıp beni kendine çekmiş dudakları ile dudaklarımı örtüp yeniden eli ile boynumu kavramıştı.
Öptükçe öpesim gelirken göğsündeki ellerimi açık yakasından tenine sürttüm. O an gömleğine rağmen ateş gibi yandığını hissetmiştim bu zehir gibi soğuk sabahta.
İçim heyecanla dolup taşmaya başladığında kalbim küt küt atmaya başlamış nefesimi kesmişti. Her dokunuşunda ilk dokunuşuymuş gibi kendimden geçiyordum. Öyle tazeydi ki içimdeki heyecanı, aşkı, tutkusu sanki daha dün onunla tanışmış gibiydim.
Eteklerimin altından bacağımı kavrayan sıcak elini hissedince belim yay gibi gerilmiş başım geriye düşmüştü. Sıkıca kavradığı bacağımı tutarken dudakları öpe öpe çenemden boynuma inmiş tatlı buselerinin yerini ateş gibi yakan ısırıklara bırakmıştı.
Buhar olan nefeslerim sıklaşırken inim inim inliyor eserini ona göstermekten çekinmiyordum. Camlara yansıyan güneşin ışıklarını kısık gözlerle izlerken görüş açıma giren Ahmed ile gülümsedim.
Güneşin altın ışıkları kumral saçlarına dolanmış çehresini aydınlatmıştı. Gür kirpikleri arasında bana bakan harelerindeki parıltılarla şefkatle beni seyretmişti bir vakit. İkimiz de nefes nefese birbirimizi seyrederken zaman durmuştu adeta. Her şey donmuş, zaman akmayı kesmişti. Bir ikimiz vardık şu sonsuz anda.
Gülüşüm genişlerken alnımı yanağına dayayıp iç çektim. Sıcaklığı ile önce bedenimi sarıp sarmalamış sonra kulağıma usulca "Günün aydın olsun sevgilim." diyerek fısıldayıp ruhumu ısıtmıştı. Boynuna doladığım kollarımı sıkılaştırıp başımı boynuna gömdükten sonra derince öptüm. İzimin kalmasını ister gibi derin bir öpücüktü.
"Bugünlerde sevdiceğim ile pek vakit geçiremez oldum, umarım bana darılmıyordur." Saçlarım ile oynayarak bana hitaben fısıldadığında çocuksu bir gülüşle omuz silktim.
"Oysa ben işim erken bitsin de karıma kavuşayım diye dua eder oldum. Bir bilse aklımdan çıkamadığını belki üzülmeyi keser ne dersin?"
"Akıl yetmez ki hünkarım ben kollarınızın arasından da çıkmak istemiyorum." Diyerek geriye çekildiğimde Ahmed keyifle sırıtmış kısık gözleri arasından bana arzuyla bakmıştı.
"Biraz daha sık dişini Hilalim bir kaç haftaya bitecek bu yoğunluk. Sonra söz seninle her istediğini yapacağım."
"Bir şey yapmamıza gerek yok ki Ahmed, yan yana duralım o bana yeter." Diye mırıldandım ensesini okşarken.
"Şimdi ben nasıl şu odadan çıkacağım hatun? Haydi çıktım diyelim, bu bakışları nasıl aklımdan çıkaracağım? Sevdiceğimi böyle kırgın ardımda bırakıp nasıl aklımı işe vereyim?"
"Geceyi düşünerek hünkarım, iple çekerek." Cilvekar ses tonumu işiten Ahmed bedenimi birden kavrayıp ayaklandığında kısık kahkahalarım arasında beni etrafında döndürüp seri adımlarla odaya sokmuştu. Daha ben ne olduğunu anlamadan bedenim sıcaklığını yitirmemiş yatağa gömülünce Ahmed çekinmeden ağırlığını vererek üzerime yattı.
Nefesi nefesim olacak kadar yakınımda gözlerimin içine bakarak dudaklarını dudaklarıma usulca sürterken daha yeni giyindiğim kaftanımı bedenimden soymaya başladı. Kaftanımla aynı kaderi paylaşan gömleğinin ardından sıcak bedeni bedenimi sıkıca sarınca gözlerim zevkle kapanmıştı.
Gecenin devamı olan anlar daha büyük yangınlar eşliğinde yaşanmaya devam etmişti gün doğumu ile.
*
İkindiden evvel Fatih camii ve külliyesinin aş evine vardığımızda sokaklar tıklım tıklım doluydu. Çarşılar yine dolmuş esnaf bayram ediyordu. Yeniçerilere dağıtılan iki aylık fazla maaş ile esnafa olan borçlar kapanmıştı. Her ne kadar yeniçeriler sadakatle Ahmed'e bağlı olsa da bu ilişkiye tarih boyu güven olmamıştı. İki yıl önce bizzat şahit olduğum asilerin ayaklanmasında işine gelmeyen çoğu askerin amaçları başka olan hainlerin peşine takılıp isyana karışmasının en büyük nedenlerinin biri gözlerinin aldıkları yevmiyelerin fazlasında olmasıydı.
"Hilal Sultanım." Lalezarın seslenişi ile bakışlarımı çarşıdan çekince uzun süredir daldığımı fark ettim.
"Buyurun." diyerek açık ahşap kapıyı işaret etmişti. Başımı sallayıp sağ ayakla külliyeye giriş yaptığımda içim titremişti. Tanıdık bir histi bu. Gözlerim dolarken aklım karışmıştı daha önce buraya gelmiştim evet ama bu his çok daha başkaydı. Sanki tanıdığım insanlar da buraya gelmişti.
Lafı gevelemeyecektim aklıma ilk olarak Burak ve Onurlar gelmişti. Eğer gelecekte zaman ilerlemeye devame diyorsa eminim peşime takılmışlardır. Belki de buraya dahi gelmiş arşive kaydedilen bilgilerimi bulmuşlardır. Kim bilir?
Gülümseyerek beni karşılayan insanlara selam verip çocuklara el salladım. Kısa karşılama merasiminin ardından beni bekleyen Valide sultanın, Dilrubah'ın ve Şah'ın yanına gittim.
"Haydi ahaliyi bekletmeyelim kızlar." Valide sultan bizi peşine takıp aş evine geçmişti.
Aş evinde çoktan pişirilmeye başlanan yemeklerin başına geçip hazırlıklarda yardım ettik. Eli iş tutmayan Şah bile elinden geldiği kadar yardım etmişti. Yemekler hazır olunca dağıtmaya başlamış sonra masaların aralarında dağılıp sofralara konuk olmuştuk.
"Afiyet olsun hatunlar müsaade var mı?" Diyerek bir masanın başına geçince kadınlar gülerek beni buyur etti sofralarına.
"Hoş geldiniz sultanım nasılsınız?"
"Sağ olun iyiyim ya siz? Bir sıkıntınız derdiniz yoktur inşallah."
"Allaha şükür sağlımız yerinde sultanım, erlerimizin de eli iş tutuyor geçiniyoruz."
"Geçiniyoruz da keşke bizim de elimizden bir şey gelse."
Merakla kadına döndüm. "Ne gibi mesela?"
"Biz de eve aş götürebilsek biraz olsun rahat nefes alır beylerimiz."
"Aslında Şah sultanın yeni açtırdığı halı ve kilim dokuma atölyeleri var bekleyin hatunlar." Deyip heyecanla aklıma gelen fikir ile doğruldum ve Şah'ın bulunduğu masaya doğru seslendim. "Şah sultanım bir bakar mısın?"
Şah gülerek başını kaldırıp bana bakmış sonra ayağa kalkıp yanımıza gelmişti. "Buyur Hilal sultanım?"
"Sizin yeni açacağınız atölyeler için çalışacak ustalar bulunda mu?"
Şah ne planladığımı anlamak ister gibi gözlerini kısıp başını iki yana salladı. "Hayır daha dokuma tezgahlarını yeni yeni getiriyoruz."
"O vakit sana bir müjdem var ustalarına zanaatlarını aktarıp işlerin ilerlemesinde yardımı olacak çalışanlar bulduk."
Şah genişçe gülümseyip bize baktığında hatunlar kendi aralarında gülüyor fısıldaşıyordu. "Hatta sarayın en maharetli dokuma ustalarını senin atölyelerinde ders vermesi için bizzat kendim atayacağım."
Şah heyecanla gözlerini büyütüp bana ciddi olup olmadığımı sorarcasına baktı ve "Bu anlaşma bana uyar sultanım." diyerek başını salladı.
"Ala o vakit atölyeler hazır olduğunda biz külliyeye haber vereceğiz hatunlar."
Hatunların teşekkürleri ve soruları ardından yemeklere devam edilmişti. İlerleyen saatlerde saraya dönme vaktimiz geldiğinde yavaştan toparlanmış insanlarla vedalaşmıştık.
Hava kararmış meşaleler yakılmıştı çoktan. Dışarıda ilerlerken Melike ve Şahla ben önden ilerlemiş Külliyeden çıkmıştık. Bizim için bekleyen faytonlar kapılara yaklaşırken beklemediğim bir anda karşı kaldırımda siyah bir pelerin içerisinde gördüğüm çehre ile nefesim kesildi.
Ben ne olduğunu anlamadan önümüzden geçen meczup sandığım adamlar birden doğrulup hançerlerini çıkarıp üzerimize doğru tutmuştu. Çevremizdeki yeniçeriler kılıçlarına davranırken adamlar arkamıza dolanıp hançerleri boyunlarımıza dayadı. O an elim hançerimde öylece kalakalırken olayı anlamaya çalışıyorum. Ali ağa oradaydı sürgüne gönderildi diye duyduğum adam siyahlar içerisinde karşımızda dikiliyor tanımadığım adamlar benim ve yakınlarımın boynuna hançer dayamıştı.
İlk korku ile Melikeye baktım, o hamileydi! En ufak korku ve darbe onun için çok tehlikeliydi!
Melike daha ne olduğunu anlamadan ağlamaya başladığında etrafımızda olup biteni göremeyecek hale gelmişti. Elleri ile karnını sarmış bebeğini koruma iç güdüsü ile çırpınıyordu.
Askerler kılışlarını bir an olsun indirmezken onların her hamlesinde hançerler biraz daha boynumuza saplanıyordu.
Arkamızda dehşetle bağıran Valide sultan ve Dilrubah ile tüylerim ürpermiş kendime gelmiştim. "Hilal!"
"Ne oluyor burada!"
Şah benden daha soğuk kanlı halde dikilirken ikimiz ne olacak dercesine bakışıp birbirimizi teskin etmiştik.
"Bre kansızlar siz kimsiniz! Canınızı seviyorsanız derhal o hançerleri indirip sultanlarımızı serbest bırakın!"
"Onların kılına dahi zarar gelirse ölümlerden ölüm beğenirsiniz deyyuslar!"
Askerlerin gür sesleri yükselirken canımızı almak isteyen adamların yaşadığı bozgunu hissetmiştim bile, kim olduğumuzu bilmiyorlardı! Bakışlarım yeniden karşı kaldırıma çevirdim ki boşlukla karşılaştım. Orada değildi!
"Askerler! Başlarındaki adam Ali ağa, Yeniçeri ağası Kenan ağanın oğlu, buradaydı kaçmış yakalayın!"
Bağırmamı beklemeyen adamlar daha da sarsılırken duydukları ile birbirlerine bakıp bakışmıştı.
Askerler emrime uyup etrafa dağılırken ben gücümü toplayıp söze girdim. "Benim kim olduğumu bilmiyorsunuz bile değil mi?" dedim sakince.
"Ben Sultan Ahmed Han'ın hasekisi Hilal sultanım! Şimdi ne yaptığınızı ve sonuçlarının neler olacağını anladınız mı? Kelleleriniz gidecek ağalar! Derhal bizi bırakın yoksa son şansınızı da kayıp edeceksiniz."
"Canınızın bağışlanmasını istiyorsanız derhal bizi bırakın yoksa her şey için çok geç olur!" Şah'ın çok beklemeden konuşması da etki ederken adamlar aralarında konuşmadan bakışarak bir iletişim kurmaya çalışıyordu.
Acemi ve korkak oldukları her hallerinden belli olan bu üç adam vazgeçmek üzereyken meydandan sokağa doğru hızla gelen eski yük arabası ile bir gurup erkek kılıçları ile atlayıp çevremizdeki askerler ile çatışmaya başladı.
Neler oluyordu böyle!
Tüm odaklar karışırken askerler üzerlerine hunharca saldıran adamları savurmaya devam ediyor diğer yandan da bizi çember içerisine tutup kaçırılmamızı önlüyordu.
Daha demin ikna edebilecek gibi olmuşken şimdi onlara dayanacak güç gelmişti! Cahil cesaretine tutunacaklardı, lanet olsun!
Hançerime davranacakken Melikenin sürüklenerek götürülmesi ile bağırdım. "Bırak onu!"
Korkuyla ona uzanmaya çalışıken boğazımdaki keskin hançer biraz daha battı tenime. "Dur yoksa alırm o tatlı canını!"
"Bırakın onlar istediğiniz benim!"
"Hilal!" Şahın karşı çıkan bağırışı ile devam ettim. "Ali ağa beni istedi sizden değil mi! Şimdi onları bırakın istediğiniz benim."
"Olmaz öyle ne kadar çok can o kadar çok fidye!"
"Ulan akılsızlar bizi fidye ile aldıktan sonra sizi sağ bırakırlar mı sanıyorsunuz!" Şah öfkeyle patladığında dikkatimi ona yönelttim. Onun da eli pelerinin içinde hançerindeydi.
İkimiz de anında hamle yapıp arkamızdakiler def edebilirdik lakin Melikeyi de aynı anda tehlikeye atardık.
İkimiz bakışlarımız ile karar kılmaya çalışırken önümüzde askerler saldırganların kellesini alıyor arkamızda valide sultan sinir krizi geçiriyordu. O an Şah karar kılmış gibi başını sallayıp harekete geçtiğinde fikir kafama yatmasa da harekete geçip hızla hanedan hançerimi yerinden çıkarıp aynı esnada sol dirseğimle ardımdaki bedene vurup ayağına basmış acıdan şok geçirtirken iki elimle hançeri tutan kolunu kavrayıp bükmüş bileğini hançerimle kesip kasıklarına tekme atıp kendimi geriye fırlatmıştım.
Bedenim yere düşerken Şah da kurtulmayı başarmıştı. O an arkamızda savaşan iki asker adamları öldürüp hızla önümüze geçip bizi ardına alırken Şah elini uzatıp beni yerden kaldırdı. Koruma çemberine alındığımız an gözlerim Melikeye kaydı. Korkudan gözlerini sımsıkı kapamış ağlıyordu. Arkasında olan adam ise dehşet bir kuyruk sıkışması ile etrafına bakınıyor kaçmak için yer arıyordu ki ardından dolaşan asker düşünmeden belki de riskli bir hamle ile kılıcını adamın ensesinden geçirdi.
Etrafa fışkıran kan ile tüm sinir sisteminin bağı kesilen adam yere yığılmış hengamede arkadaşımın boynuna ufak bir çizik atmıştı.
"Melike!" Koşarak ona ilerlerken Şah ile Melikeye sarılıp kolundan tuttuğumuz gibi güvenli bölge olan külliyeye sığındık.
Askerler içeride de koruma pozisyonu almış duvar dibinde baygınlık geçiren Valide sultan ile başındaki Dilrubahı koruyordu.
"Hilal!" Dilrubah yerden fırlayıp bize doğru koştuğunda ona sıkıca sarılıp "İyiyiz!" diyebildim sadece.
Validemin başına çökerken kafam bir hayli dağınıktı. "Önce validemizi içeri sıhhiyeye alalım!"
"Sultanım sizi buradan acilen götürmemiz lazım!"
"Nasıl ama kapıdalar asker!"
"Sultanım külliyenin yeraltı tünelleri bulunmakta buradan Valens su kemerine doğru bir geçit var dilerseniz oradan geçip uzaklaşabilirsiniz." Külliyede bizimle ilgilenen hanımın söyledikleri ile heyecanla askere dönüp onay verdim.
"Derhal harekete geçelim sultanım çoğalıp çoğalmayacaklarını bilemeyiz."
O an hızla baygın validemizi kolları arasına alan yeniçeri ile hepimiz harekete geçip peşlerine düştük.
Önce üç kişi olup bir anda orduya dönüşen adamların birazdan çoğalmayacağı belli değildi. Riske atmayıp anında uzaklaşmamız en doğrusuydu.
Bize yolu gösteren kadının peşinden bir binaya girmiş merdivenlerden aşağı inip kapıları açmış bir kez daha merdivenleri inip bir koridora varmıştık. Şah ile Melkiye destek olurken bizimle gelen cariyeler, kalfalar ve harem ağaları ile koşar adım kadının peşinden gidiyorduk.
"Buradan düz gidin iki ayrıma geldiğinizde sağdan devam edin sizi kemerlere ulaştıracak orada dışarı çıkıp devam etmeniz gerek lakin. Ben geri dönüp girişi koruyacağım sultanım ne olur ne olmaz."
Kadın aceleyle geri dönerken biz karanlıkta aydınlığı sağlayan meşalelerimiz ile koşarak ilerliyorduk. "Melike iyisin değil mi bir ağrın sızın yok?" dedim elini tutarken.
"Yok sultanım iyiyim şimdi."
İçim rahatlarken Şahın boynuna baktım. "Boynun sıyrılmış acıyor mu?"
"Yok ama senin de sıyrılmış Hilal."
Elim boynuma giderken hissettiğim ıslaklık ile yüzümü buruşturdum. "Hainler."
Kadının dediği gibi ilk sağdan saptığımızda bulunduğumuz durumdan çıkıp olduğum tünellere dikkatimi veremiyordum. Bir çoğu toprak altında sonsuzluğa mahkum edilmiş bu gizli tüneller şehrin hatta çevre toprakların bir çoğuna dayanıyordu. Lakin oldukça tehlikeliydiler, ehli biri ile girilmediği sürece insanı sonsuz bir döngüye sokar onu oraya sıkıştırırdı.
Yarım saatin ardından askerlerin öncülüğü ile sarmaşıklar arasından açılan bir tünel çıkışından dışarı çıktığımızda gecenin ayazı yüzümüze vurdu. Biz etrafa bakınırken askerler bir güzergah oluşturuyor bizi en kısa ve güvenli yoldan Topkapı sarayına götürmek için plan yapıyordu.
"Validem kendinize gelin lütfen?" Valide sultan halen uyanmazken arada nefesini ve kalp atışlarını korkuyla kontrol ediyordum. "Anne..." Dilrubah iç çekerek annesinin elini tutarken oturduğumuz yerden kalkmamızı sağlayacak hareket geldi.
"Sultanım hazırsanız devam edelim."
"Tamam."
Kısa sürede yola koyulduğumuzda gecenin sessizliğinde insanlar evlerine çekilmiş sokaklar sessizleşmişti. "Önce fayton bulmamız gerek sultanım." Asker diğerlerine işaret verip yoluna devam ederken bir kaç sokak geçmeden bir hanın önünde duran arabacılardan araçlar parasıyla alınmıştı.
"Valide sultanı sarsmadan dikkatle." diyerek yer açarken Dilrubah da yanıma oturmuş validemizi aramıza almıştık. Melike ile şah karşımıza otururken askerler kapıyı kapatmadan konuştu.
"Sultanım biz de atlara binip yanınızda geliyoruz."
Sonrası derin bir sessizlik zira sokaklarda bir tek faytonun tekerlek ve atların toynak sesleri yankılanıyordu. Bedenime çöken yorgunluk ile mayışırken aklım daha yeni yeni olanları idrak ediyordu. Bugün şanslıydık lakin bu bir dahakine de kurtulacağımız anlamına gelmiyordu, Ali ağa belli ki durmayacaktı.
Bu ilk değildi ve son da olmayacaktı.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top