II. Kitap: 20. Bölüm -Alev alan ruhlar-

Miraç kandiliniz mübarek olsun.

Rabbim depremde hayatını kaybedenlerin mekanını cennet eylesin, nurlar içinde yatsınlar. Yakınlarına sabır diliyorum...

*



Yer ayaklarımın altında sanki deprem olur gibi sarsılmış sonrasında bir anda kayıp gitmişti. Lakin bilincim ise halen son bir çabayla açıktı. Olan biteni kısık gözlere izlerken uzaktan duyulan sesleniş ile Melikeye dayanarak ayakta durmaya gayret ettim. 

"Destur, Sultan Ahmed Han Hazretleri!"

Ahmed'in neden burada, avluda olduğunu sorgularken kendimi biraz olsun toparlamış nefeslerimi düzene sokmuş vaziyette başım dik Ahmed'in seri adımlarla gelişini izlemeye başladım. O dehşetle bize bakıp ne olduğunu anlamaya çalışırken ben Melikeden güç alıp Ahmed'e bir adım yaklaştım. Endişelenmesini istemiyordum. İyiydim zaten, bir anlık bir fenalaşmaydı.

"Hilal!" Elleri kollarımdan tutup beni kendine, güvenli kolları arasına çekmiş göğsüne bastırarak sıkıca sarılmıştı. "Neyin var ne oldu sana? Ne zehri!" Bir cevap beklercesine etrafındaki endişeli yüzlere bakarken ben başımı hızla salladım. "Sadece bir an kötüleştim Ahmed, abartılacak bir mevzu olduğunu sanmıyorum."

"Demin konuşan sendin değil mi? Neyden bahsediyorsun?" Ahmed beni es geçip cariyeye döndüğünde genç kız başını kaldırmadan bülbül gibi şakımaya başladı. Sanki bu anı bekliyormuş gibi tüm detayları sıralamıştı.

"Hünkarım, biz sultanımızla önce medresede yemek yedik lakin oradan olacağını sanmıyorum. Asıl beni kuşkulandıran imarethanede ikram edilen şerbet. Şerbeti getiren kadının yüzü kapalıydı güvenemedim hatta sultanımıza içmemesini tavsiye ettim. Ne olduysa imarethane sonrasında oldu."

Ahmed çatık kaşları ile kızı dinleyip bilgi edindikten sonra hızla Şah ve Melike'ye döndü. Bunun üzerine Şah konuşması gerektiğini anlayıp söze girdi.

"Bizde içtik hünkarım hatta aynı tepsiden lakin bize bir şey olmadı. Ben açıkçası zehirden şüphelenmiyorum." 

"O zaman Hilal neden bu halde!"

"Hünkarım şifahaneye gidelim, vakit kaybetmeyelim hekimler baksın hemen." Melike ayak üstü tartışmamızı doğru bulmayıp araya girdiğinde Ahmed başını sallayıp belimi kucakladı. 

"Ahmed dur yürüyebilirim." İyi olduğumu ispat etmek için ileri doğru bir adım attığım gibi dizlerim bana sırt çevirmiş sarsılarak Ahmed'in kollarına tutunmuştum.

"Hilal halini bir görsen için yanar!" Ahmed'in söylenerek beni kucakladığında ben itiraz edene kadar havalanmıştım bile.

Avluda vakit kaybetmeyip koşar adım Harem binasına giriş yaptıktan sonra taşlık yolunun zıttı olan koridora girmiş sarayın şifahanesinin yolunu tutmuştuk. Peşimizden gelen Şah, Melike ve cariyelerime ek olarak harem ağaları ile askerler takılmış yeri inleterek insanların arasından süzülüyorduk.

Ben yine olayı toparlamaya çalışıp her şey yolundaymış gibi davranan halime bürünmüş kendimden çok başkalarının ne hissedeceğini düşünür olmuştum. Belki de bunu yapmayı bırakmalıydım...

Kısık gözlerim arasından Ahmed'i izlerken onun aniden başını eğip bana bakması ile tebessüm ettim. Kendimi ona iyi gösterip korkusunu dindirmek istiyordum ama pek etkili olmadığımı anlamam kısa sürmüştü. Tebessümüm ile daha çok hüzünlenmişti hareleri. 

Ben onu tek odağım haline getirirken o kısa süre sonra girdiğimiz kısa koridoru sesi ile inletmişti.

"Ağalar açın kapıları!"

Açılan kapılar ile üzerimize bir yelin estiğini hissetmiş gözlerimi kapatıp açmıştım. Bir odanın sıcaklığı sarıp sarmalamıştı bedenimi. 

"Hünkarım." Uzaktan yükselen hekim kadının sesi ve hızla yanımıza koşması ile artık odanın içine girdiğimizi anlamıştım. Pek buraya uğramazdım, genelde kontrolleri dairemde yaparlardı.

"Buyurun şuraya yatırın sultanımızı. Nesi var?" Kadının işareti ile Ahmed beni usulca yatağa yatırdığında hemen yanı başıma çökmüş elimi tutmuştu. "Zehirlenmiş olma ihtimali var hekim kadın."

Odayı saran telaş ile hekim kadın ve ekibinin diğer üyeleri hızla harekete geçmişti. Ne yaptıklarını izlerken içimi saran panik ile nefesim önce yeniden derinleşmiş sonrasında faytondaki gibi kesik kesik haller almaya başlamıştı. 

Hekimler tetkiklerini yaparken bir yandan bana sorular soruyor diğer yandan onları kağıda geçiriyordu. Ben ise Ahmed'in elini sıkmak istemiştim ama buna gücüm kalmamıştı. Ellerimin dermanı kalmamış adeta birer et parçası haline gelmişti, hareket ettiremiyordum.

Uzun bekleyişler sonrasında kadın herkesin aklındaki sorulara cevap oldu. "Hünkarım, zehirlenmeye dair bir emare görmüyorum."

"Nasıl? Nesi var o zaman?"

Evet neyim vardı? Zehirlenmemiş olmam durumun iyi yanıyken kendimi bu kadar kötü hissetmem pek hayra alamet değildi.

Gözlerimin önü ışıl ışıl parlıyor baktığım yüzleri seçemiyordum. Bedenim uyuşmuş hatta üzerime bir ağırlık çökmüş gibiydi. Nefeslerim düzene girse de kısa süre sonra yetersiz gelmeye başlamıştı bile.

"Tetkiklerim zehirlenmediği yönünde. Sultanımız bugün yoğun duygular içerisine girdiler mi? Kendinizi yordunuz mu?" Kadının söyledikleri ile Şah gözümün içine bakarken başımı salladım. Sesimi bulup kendim cevapladım. "Fenalaşmadan önce bir şeyler oldu bir hayli sinirlendim."

Ahmed bir hışımla Şah'a sonrasında Melikeye bakıp ne olduğunu bakışları ile sorgulamış sonrasında yeniden bana dönmüştü. "Ne oldu?"

"Daha sonra anlatsam?"

"Sultanımızın eski kayıtlarında da bu tip vakalar görüyorum Hünkarım. Endişelenecek bir durum olmadığını düşünüyorum lakin sultanımızın istirahati boyunca gözlem yapacağız."

"Nasıl zehir olmadığına eminsiniz?" Melike'nin sorusu ile kadın 'Benden iyi mi biliyorsun?' dercesine bakıp cevapladı. "Sultanımızın bulantısı, kusması, ateşi ve diğer zehirlenme belirtileri bulunmamakta. Ayrıyeten dilinde boğazında bir şey tespit etmedik. Kanaatimce kendileri fevri bir şey yaşamış sonrasında fenalaşmıştır."

Cevaplarımızı alırken kadının dediklerini günümüze düşük tansiyon olarak çevirebilirdim belki de. Her ne kadar bunu sadece kendi kendime belirtilerimi düşünerek söylesem de bana mantıklı geliyordu. Ali ağa ile konuşurken sinirlerim tepeme fırlamış, kendimi kasmaktan duramamıştım.

Ahmed üzerimdeki pelerinin sonrasında baş örtümün çıkarılmasında Melike'ye yardımcı olmuş kısa sürede kendimi yorganın altında bulmuştum. Ağırlık yapan takıları çıkarmış rahat bir vaziyette uzanmış uykunun kollarına kendimi bırakmıştım. Biraz olsun uyursam toparlanacağımı biliyordum. 

Uykunun derinlerine daldığımda o rüyadan bu rüyaya atlamış bilinçaltımın oyunları ile uğraşmıştım. Kimisinde kendimi kaçarken, kimisinde ise dipsiz bir kuyuya düşerken bulmuştum. Bazı rüyalarımda gelecekteki anılarıma benzer şeyler canlanırken yersiz bir korku sarmıştı ruhumu.

*

Sultan Ahmed Han

Daha yeni yeni gelen bir bahar sabahına gözlerimi açmış bir süre tavanı seyretmiştim. Gün daha ağarmadan yataktan kalkmış halen uyuyan Hilal'i uykusundan etmemek için sessiz bir şekilde bebeklerin dairesini girip üzerlerini iyice örtmüş sonrasında hamam geçip abdestimi almıştım.

Hazırlanıp üzerimi giyindikten sonra namazımı kılmak için münasip yere geçmiş sabah namazımı kılıp ailem için dua etmiş ve güne hayırlısıyla başlamıştım.

Çalışma masama geçip Hilal veyahut bebekler uyanana kadar çalışacak sonrasında onlarla vakit geçirecektim. Sabah kahvaltısından sonra Hilal Şah ile medreseye sonrasında imarethaneye gideceği için onu anca akşama görecektim. Bu da şimdiden akşam için sabırsızlanmamı sağlıyordu. Gün içinde devlet işlerinden başımı kaldıramıyor haliyle akşamları tek boş vaktimizi güzel değerlendirmek istiyordum. 

Kendimi gülerek Hilali izlerken bulduğumda başımı iki yana sallayıp işime döndüm. En son Yavuz ve Hilal'in konuştuğu tarihi yapılarımızı korumak hakkındaki konuların işleme geçmesi için emir vermiş gerekli bütçe ve ayarlamalarla uğraşıyordum. 

Şükür bîrun son seferden beri doluluğu devam ediyor hazinenin gerekli yerlere harcamakta sorun yaşamıyordum. Lakin daha hedeflerim çoktu ve bunları gerçekleştirmek için bir hayli maddiyata ihtiyacımız vardı. Bu demektir ki topraklarımızı genişletmem şarttı. Son zamanlarda aklımda bir kaç şey vardı Mısır üzerinden Afrika kıtasına genişlemeyi tüccarlarımızı oralara göndermeyi düşünüyordum. 

O toprakları bir sömürge altına almayı değil de karşılıklı bir şekilde kazanç sağlayabileceğimiz düşünceler vardı kafamda. 

Bir diğer yandan Hilal'in şimdi ile alakası olmasa da uzak gelecekte denizlerden çıkabilecek madenler hakkında bana bilgi vermişti. Şimdilik tek yapabileceğimiz Arap yarım adası gibi yerlerde hükmümüzü sürmekti. Gerisi gelecekteki soyumuza kalmıştı.

Günün geri kalanını devlet ve diplomatik işlerle geçirdikten sonra öğleden sonra biraz dinlenmek için Has bahçeye çıkmış hazırlanan çardakta soluklanıyordum.

"Hüseyin paşayı çağırdınız mı?"

"Evet hünkarım geliyorlar." 

Haberini aldıktan kısa süre sonra Hüseyin Has bahçeye ayak bastı. Yanıma geldiğinde selam verip ne olduğunu sorarcasına gözlerimin içine bakmıştı.

"Gel şöyle otur Hüseyin." Hüseyin'i elimle karşıma oturmasını işaret ettikten sonra yanımızdaki ağaya döndüm. "Çekilebilirsiniz." Böylece çevremiz konuştuklarımızı duyamayacak kadar bizden uzaklaşmıştı.

Sessizlik aramızda hüküm sürerken ben düşüncelerimi bir sıraya dizmeye çalışıyor en makul hali ile dostuma anlatmak için kafa yoruyordum.

"Hünkarım nedir sizi böylesine düşündüren?"

"Senden bir şey isteyeceğim Hüseyin."

"Emredin Sultanım."

"Kenan ağanın oğlu Ali." Dişlerimi sıkarak sesimi alçak tutmaya çalıştığım vakit Hüseyin halimi görmüş kaşlarını çatmıştı.

"Biliyorum kendisini lakin mevzu ne hünkarım? Nedir sizi böyle öfkelendiren?"

"Onu takibe alacaksın, her adımını her nefesini bana bildireceksin. Ola ki onu bir kez daha lüzumsuzca ailemin etrafında göreyim, sürerim. Onu bu topraklardan aklının dahi alamayacağı diyarlara sürerim Hüseyin."

"Hünkarım bir kabahati mi oldu? Emredin alayım canını."

Başımı iki yana salladım. "Oldu da ileri giderse o zaman canını kendi ellerimle ben alacağım."

*

Loş mum ışıklarının aydınlattığı dairede nefes nefese doğrulduğumda başımı bekleyen hekim hatun ve Ahmed ile göz göze geldim. Bir süre olanları idrak etmek için durmuş kafamı toparlamıştım.

"İyi misin?"

O an kuruyan boğazım yüzünden konuşamaz hale gelmiş sadece başımı sallamakla yetinmiştim. Hekim kadın bana uzattığı bir bardak suyu yudumlarken Ahmed yastığı sırtıma çıkarmış rahat bir pozisyon almam için uğraşmıştı.

"Sultanım nasıl hissediyorsunuz? Bir yerinizde ağrı sızı veyahut midenizde bulantı var mı?" Hekim kadının sorusu ile kendimi kontrol edip başımı iki yana salladım. "Hayır çok daha iyiyim."

Hekim kadın nabzımı yoklayıp gözlerime ardından parmakları ile boynumu kontrol ettikten sonra başını olumlu anlamda sallayıp Ahmed'e döndü. "Sultanımızın durumu iyi korkulacak bir şey yok Hünkarım."

"Dairemize çıkabiliriz o vakit?"

"Evet Hünkarım."

Ahmed başını salladıktan sonra kadın geri çekilmiş yerine dönmüştüm. Bunu fırsat bile Ahmed sessizce bana sokuldu ve boynuma derin bir buse kondurdu

"Ahmed daha fazla durmayalım burada çıkalım artık." Ayaklanmak için acele ederken Ahmed benim aksime oldukça yavaş ve temkinli bir şekilde hareket ediyordu. Bir kolunu belime sarıp boştaki eli ile dirseğimi tutmuş bana destek olmuştu. "Başın dönmüyor değil mi? Kucağıma almamı ister misin?"

"Hayrı hayır gerçekten iyiyim lütfen." Zaten kendimi mahcup hissediyordum bir de böyle bir şey yüzünden yük olmak istemiyordum.

Ahmed bana daha sıkı sarılıp kapıya doğru ilerledi. O an bir şeylerimi unutup unutmadığımı kontrol etmek için ardımı döndüğümde eşyalarımın olmadığını fark ettim. Demek ki ben uyurken götürmüşlerdi. Doğru ya ne kadar oldu? Hava halen karanlık olduğuna göre daha sabah olmamıştı.

"Ahmed?" Şifahaneden çıkarken ona seslenmem ile bana döndü. "Efendim?"

"Ben ne vakittir uyuyorum?"

"Çok olmadı bir kaç saat diyebilirim." 

"Anladım."

Sarayın koridorlarında ilerlerken bu sefer Ahmed bana döndü. "Seninle konuşmak istediğim bir mevzu var Hilal. Kendini iyi hissediyorsan daireye çıkınca konuşalım." 

"Konuşalım benim de sana bugün hakkında anlatmam gerekenler var."

Ahmed elini dirseğimden elime doğru indirip sıkıca tuttu ve anlayışla gülümsedi. Konuşacağımız konu belliydi, tatsız olsa da aramızda bir şey saklamak yerine konuşmak en doğrusuydu. İç çekerek başımı omuzuna dayadıktan sonra yürümeye kaldığım yerden devam ettim.

Dakikalar sonra Altın yoldan geçip Has odaya vardığımızda kapılar açılmış içeri geçmiştik. Bir ev sıcaklığı ile sarılıp sarmalanınca sanki bir anda ruhumla bedenime can dolmuştu. Kendimde bulduğum güç ile ilerleyip bizi karşılayan bebeklerime ilerledim. "Melike uyumadılar mı?" 

Hüma Melike'nin Beyazıt ise Lalezarın kucağında uslu uslu duruyor bize gülerek bakıyordu.

"Annem!" İkisini de aynı anda kucağıma alıp sıkıca sarıldığımda Ahmed de bana eşlik etmiş bebeklerimize sıkıca sarılmıştı.

"Yok sultanım uyutamadık bir türlü belli sizin konunuzu duymadan uyumayacaklar. Bu arada siz nasılsınız?"

"İyiyim Melike geçti, bir şeyim yok. Siz artık çekilebilirsiniz saat epey geç oldu."

"Hayırlı geceler hünkarım, sultanım." Bizi selamlayıp daireden çıktıklarında peşlerinden cariyeler de çıkmış dairede sadece dördümüz kalmıştık. Ahmed Hüma'yı kucağına aldığında Beyazıta daha sıkı sarılıp öpüp kokladım. 

"Ahmed acıkmışlardır ben en iyisi uyutmadan emzireyim." 

Ahmed başını sallarken ben oğlumla şömine karşısındaki divana oturup onu emzirmeye başladım. Bir yandan sağdan sola sallanırken diğer yandan mırıltılar eşliğinde ninni söylüyor bebeğimi uykuya hazırlıyordum. Dakikalar sonra emmeyi bıraktığında uyuduğundan emin olmuştum. Üzerimi düzeltip yan odaya geçmek için ayaklandığımda Ahemd'i yatakta Hüma ile oynarken buldum. Parmakları ile minik çehresinde yol çizen Ahmed bana baktığında genişçe gülümsedi. 

İçimi ısıtan gülüşü ile bende gülümsediğimde benden mutlusu yoktu. Sevdiğim adam ve bebeklerim yanımdaydı. Evimdeydim.

Hüma'yı beşiğine yatırdıktan sonra üzerini örtmüş biraz sallayıp geri daireye geçmiştim. Bu sefer Hüma'yı Ahmed'in kollarından alıp yanına yatağa oturdum ve Hüma'yı emzirmeye başladım. Bir sağ bir sola sallanırken melodik bir ninni mırıldanıyor kızımın bakışlarını üstüme çekiyordum. 

Bir eli sıkıca göğsümde gözleri gözlerimde bana tutunmuştu bebeğim. İçim titremişti o an. Nasıl olur da onca vakit ayrı düşmüştük... Bir ömür akıp gitmişti aramızdan, ben gelecekte aylarca onlardan ayrı kalmış onlar ise benden haftalarca...

Gözlerimin önü puslandığı gibi başımı usulca sağıma çevirdim. Ahmed'in yüzümü görmemesi için uğraşırken başarısız olmuş çenemden usulca onun tarafına çevrilmiştim.

"Hilal, neyin var sevgilim?" Baş parmağı usulca yanağımı okşarken dolu gözlerimden inci taneleri taşıp eline damlamıştı bile. "Hiç sadece duygusallaştım o kadar." Fısıltım ile bana biraz daha yaklaşmış yanağımdaki yaşları silip bir buse kondurmuştu. Sakalları yanaklarımı biraz gıdıkladığında kendimi tebessüm ederken bulmuştum. Şükür...

"Uyudu galiba." Ahmed Hüma'ya bakarak fısıldadığında başımı eğip kızıma baktım. Evet onun da eli usulca düşmüştü. 

Üzerimi düzeltip ayağa kalktığımda Ahmed de terasa doğru ilerliyordu. "Üzerimi değiştirip geliyorum." Diyerek yan odaya geçtiğimde Hüma'yı da yerine yatırıp üzerini örttüm ve ikisine dua okuyup kaftanların bulunduğu küçük yan odaya geçtim. Üzerimdeki kıyafetlerden kurtulup lacivert bir kaftan giyinmiş saçlarımı açıp taradıktan sonra terasa ilerledim. Soğuk hava tenime çarptığı gibi teras kapısını örtüp korkulukların yanındaki Ahmed'e yaklaştım.

Arkadan usulca sırtına sarıldığımda Ahmed kollarıma ellerini koyup okşadı. Ben usulca ona sarılırken o birden bedenimi kavramış beni önüne çekmiş korkuluk ile arasına sıkıştırmıştı. 

"Hilalim, ömrüm, baharım..." İç çekerek boynumda soluklandığında bu yakınlığı ile bana bir sıcak basmıştı bile. Kollarımı boynuna dolayıp ona sıkıca sarıldığımda Ahmed sakallarını sürterek bir kaç buse daha kondurdu boynuma.

"Ne konuşacaktık Ahmed?"

"Hım?" Mırıldanışı ile gülüşümü tutamamıştım. "Ah Hilal, aklımı başımdan alıyorsun unuttum bile."

"Ya Ahmed!" Gülerek başımı iki yana salladığımda Ahmed geri çekilip yüzümü avuçları arasına alıp dudaklarımı öptü. Derin öpüşü bana gözlerimi kapattırırken boynumdan belime inen eli ile içimde sıcak bir yaz yeli esmiş tüylerimi ürpertmişti. Tutkulu kavrayışları dizlerimi titretirken bedenimi saran gece ayazını unutmuştum bile. 

İhtiraslı hamlelerine ayak uydurmaya zorlanırken dudakları yanaklarıma oradan boynuma inmiş saçlarım arasına sokulup boynumu esir almıştı. Nefes nefese kalmış başımı geriye attığımda gözlerim dolunayda takılı kaldı. Terasa çıktığımdan beri hiç dikkat etmemiştim oysa. Tek gördüğüm Ahmed olmuştu...

Gecenin karanlığına zıt ay tüm ihtişamı ile parlıyor yeryüzünü ışığı ile aydınlatıyordu. Ahmed başımı tutup dudaklarıma yeniden hükmettiğinde bu sefer ona yetişmiştim. Boynundaki kollarım gevşemiş bir elimi yanağına diğer elimi ensesine atmış onu kendime daya çok çekmiştim. Nefes almaya fırsat olmazken ciğerlerim sızlayana kadar dayanmıştım. Bu tutku öyle büyülüydü ki insanın aklını başından alıyor en elzemi unutturuyordu. Bedenimi saran alevin bir an önce sönmesini dileyerek bedenimi bedenine yasladım. 

Belimdeki eli sıkılaşırken adımları geri geri gitmeye başlamış terastaki divanda son bulmuştu. Ahmed beni kucağına çekerek oturduğunda ona sıkıca tutunup kucağında yerimi almış kaldığım yerden devam etmiştim onu öpmeye. 

Parmaklarım ensesinde dolanırken ipek saçlarını özlediğimi fark edip elimi yukarı çıkardım ve uzun altın saçlarına parmaklarımı daldırıp arasında gezinmeye başladım. Ahmed'in hoşuna gitmiş olacak ki birden gülmeye başladığında öpüşmemiz yarım kalmıştı. 

Sakallarını okşayarak geriye çekildim ve gülerek yüzüne baktım. "Ne oldu Ahmed?" Fısıltım ile daha geniş gülümsemiş belime daha sıkı sarılmıştı. "Hiç, huylandım." Duyduğum şey ile gülmeye başladım, saçlarıyla hep oynardım oysa?

"Ama ben hep severim saçlarını hiç böyle olmazsın?"

"Bilmem birden huylandım." Omuz silkerek söylediği şeye başımı sallamıştım bir tek.

"Aklın başına geldi mi peki?" Zevkle gülümsediğimde Ahmed bakışlarını dudaklarıma indirmiş sakince bir iç çekmişti. Kim bilir aklından ne geçiyordu şu an... Elimi kaldırıp yanağını okşamaya başladım usul usul sakallarında dolanıp elmacık kemiğinin üzerini sevmiş sonra her bir noktasına öpücük kondurmuştum. Daha sonra dağılan saçlarını parmaklarım ile taramış geriye yatırmıştım.

Aramıza çöken sessizliğin sonlarına gelirken Ahmed iç çekip bakışlarını dolunaya çevirdi. Kısık gözleri ile ayın detaylarını incelerken sesini düzeltmiş kaçtığı konuya girmişti.

"Bugün olanların Ali ile bir alakası var değil mi Hilal?" Sesindeki değişiklik, bakışlarındaki o derinlik insanı tedirgin ederdi hiç bir kusuru olmasa dahi.

"Evet, imarethaneden çıktığımız vakit." Lafıma devam etmemiştim zira Ahmed'in gözlerini kapatıp başını çevirmesi ve kendini kasması ile dikkatim ona kaymıştı. 

Parmaklarımı kaldırıp Ahmed'in çenesine götürdüm ve onu kendime döndürüp dudağına bir buse kondurdum. Dokunuşum ile kendini kasmayı bırakırken gözlerini aralayıp bana bakmaya başlamıştı.

"Evet, devam et lütfen."

"Hadisiz ve akılsız olduğunu uzaktan belli eden biri, daha çok toy dedikleri ve davranışlarının nasıl bir ciddiyet taşıdığının ve sonuçlarının nasıl ağır olacağının farkında bile değil."

"Bana onu savunma Hilal."

"Hayır Ahmed ne savunması, sadece gördüğümü söylüyorum. Neyse, bugün imarethane çıkışında oradaydı. Konuşmak istedi ilk başta istemedim lakin bu işe bir son vermem gerektiğini düşünüp konuşmayı kabul ettim. Anlattıklarını dinledim lakin hadsizliğinin bedelini ödedi elbet. İkaz ettim onu eğer bu işi uzatırsa başına gelecekleri dile getirdim senin benim gibi tepki vermeyeceğini söyledim."

Ahmed konuşmanın ortasında beni kucağından indirmiş sinirini yürüyerek boşaltmaya çalışıyordu. Terasın bir ucundan öteki ucunu seri adımlarla yürüyor yumruklarını sıkarak derin nefesler alıyordu. 

"Hilal... Ne söyledi sana?"

"Şey..." Demem ile birden durup kaşlarını çattı ve başını yana yatırıp "Ne!" diye çıkıştı.

Parmaklarım ile oynamaya başlayıp bakışlarımı istemsizce kucağıma çevirdim. Yahu bu nasıl söylenir ki şimdi? 

"Hilal!" Ahmed adımı bastırarak söylediğinde hızla ayağa kalkmış onun gibi dolanmaya başlamıştım. 

"Ahmed anlatmama gerek var mı ki? Az çok kafanda kurmuşsundur işte ne gerek var tatsız şeyleri dillendirmeye yahu?"

Ben ondan kaçarken Ahmed hızla dibimde bitmiş bedenimi kavrayıp kaçmamam için beni sütun ile arasına sıkıştırmıştı. Bedenimi öyle bir kıstırmıştı ki nefes almam bile zorlaşmıştı. Ay bu adamın da aksi yanı hiç çekilmiyordu.

Ahmed çenemi tutup kaldırdığında bakışlarımı mecbur kaldırmış gözlerine bakmıştım. Hareleri kararmıştı lakin bir yandan da çakmak çakmak parlıyorlardı. Gizli bir heyecan veyahut tutku saklanıyordu.

"Kaçma hatun anlat."

"Kızma ama tamam mı?" Diyerek başımı yana yatırdığımda kaşlarını daha çok çatıp "Orasına ben karar veririm. Haydi dökül." diyerek önüme düşen saçlarımı geriye atmıştı.

"Beni ilk gördüğü anda ihtişamıma, güzelliğime kapıldığını ve aklından çıkamadığımı-" Ahmed ve sinirden ortaya çıkan şakağındaki damar lafımı kesmişti. "Onun aklını..." Kulaklarımı dolduran sessiz küfür ile gözlerim kocaman açılırken Ahmed başını iki yana sallayıp "Vazgeçtim sus anlatma. Zaten ben ona yapacağımı biliyorum bu kansızlığın cezasını elbet çekecek kaçışı yok!" diyerek gözlerime baktığında beni bir yükten kurtarmıştı bile.

"Vallahi ona ağzının payını verdim Ahmed uyarmakla kalmadım yerin dibine sokup haddini bildirdim terbiyesize. Kızmadın bana değil mi?"

Yakalarından tutup oynamaya başladığımda sinirini yumuşatmak için biraz cilve yapmam gerektiği kanaatine kavuşmuştum. Ahmed'in bakışları yumuşarken usul usul ensesinden boynuna oradan göğsünde dolanan ellerimi seyrediyordu. 

"Ah Hilal sana ne diye kızayım? Senin bir kabahatin yok ki." İçimi ısıtan fısıltısı ile bana sıkı sıkı sarılmıştı. Özlem dolu bir sarılmaydı bu...

"Peki onun başına ne gelecek?" Sırtında kürek kemiklerinde oyalanırken sorduğum soru ile Ahmed hiç duraksamadan emin bir şekilde cevapladı.

"Sürgün edeceğim."

Hak etmişti hele bu devirde en insaflı cezayı biçmişti Ahmed. Derin bir nefes alıp konuyu bu geceliğine kapattım ve Ahmed'in sinir sistemini daha fazla talan etmemek için dilime sahip çıktım.

Gerginlik geçince bu sefer ayaz gerçeği ile titredim bir anda. Soğuk esen rüzgarlar bana konumumuzu hatırlatmıştı. Terasın ucunda mermer sütun ile sırt sırta bir vaziyetteydim.

"Üşüdün mü?" Ahmed soğuktan donan burnuma yanağını sürtüp mırıldandığında başımı salladım. "İçeri geçelim o vakit." Diyerek usulca geri çekildi ve bana sarılması ile daire kapısına doğru ilerledik.

Sıcak odaya girdiğimiz gibi donduğumu anladığımda kapının ve pencerelerin sıkı sıkı kapalı olduğundan emin oldum. Ahmed ise o sırada bebekleri kontrol edip şöminenin başına geçmiş kenarda kaynayan suyu bardaklara dolduruyordu. Merakla yanına ilerlediğimde o suların içine kurutulmuş papatya karışımı otlar atıp karıştırdı. "Bunun makulü demlemek lakin şu an ona vaktimiz yok gibi." Gülerek göz kırptığında üşüme filan kalmamış aksine alev alev yanmaya başlamıştım bile! 

Yahu adam atma şu bakışları zaafım var biliyorsun! Sesli bir iç çekerek divana oturduğumda Ahmed halime bakıp gülmeye başladı. Bir yandan çaylarla ilgileniyor diğer yandan bana yandan bakış atıyordu sevgilim.

Bacaklarımı toplayıp Türk oturuşu pozisyonu aldıktan sonra Ahmed'in bana uzattığı bardağı alıp buharını yüzüme tutarak derin bir nefes aldım. "Eline sağlık sevgilim." Diyerek ilk yudumu aldığımda dudaklarım yanmıştı bile ama bu içimin ısındığı gerçeğini inkar ettiremezdi. Ahmed yanıma oturmuş geriye rahatça yaslandığında ikimiz de sessizliğe gömülmüş şöminede yanan alevleri seyrediyorduk.

Çayımı tam yudumlamak için dudaklarıma götürürken Ahmed iç çekip ateşten bakışlarını çekip bana sabitlemiş derin derin bakmaya başlamıştı. O an yaptığım şeyi unutmuş saf saf bardağı tutan elim havada dudaklarım aralık halde ona bakakalmıştım.

Sonrasında bakakalmakla yetinmemiş işittiklerimle gözlerine dalıp gitmiştim.

"Alev alev yaktın yüreğimi,
İnsaf ey gönülçelen, ey mübrem.

Sen mübremsin, vazgeçilmez olansın.
Senin ateşinde yanmaya razı bu meftun mecnun.

Ey mehlikâm ey Hilalim,
nurunla yol göster şu aşık bi çareye."

Yüzümde peydahlanan aşk dolu gülümseme ile Ahmed tebessümle başımı eğmiş bardağı ile oynamaya başlamıştı. Bazen bir insana bir bakış, bir gülümseme bile yeterdi. Anlamak isteyen anlardı işte. 

Elimdeki bardağı masaya bırakıp Ahmed'in bardağına uzandım ve meraklı bakışları eşliğinde bardağını masaya bırakıp divanda yanına sokuldum. Gülüşüm daha da genişlerlerken yanaklarına uzanıp avuçlarım arasına aldım ve yüzüne yaklaşıp dudaklarını derince öptüm. Gözlerim kapanırken onun gözleri hala açık ve şaşkınlıkla bana bakıyordu. Ben öptükçe öperken Ahmed ilk şoku atlatıp belime sarılmış beni bir hamlede kucağına çekmişti bile. 

Parmaklarımı sakalları arasında gezdirirken dudaklarıma batan sakallarından hiç itirazcı değildim. Onun tenimde bıraktığı her hisse razıydım ben. Sıcak dudakları sanki ruhumdan, içimden bir parçayı dudaklarım arasından sessiz bir inleme olarak dışarı çekmişti. Evet tam olarak bu his böyleydi. Avuç içlerim gıdıklanmış içimde sıcak yeller esmişti.

Ahmed belimdeki bir elini usul usul yukarı çıkarıp sol göğsümün üzerinde durmuştu. Sıcak avucu o an bana buz gibi gelmişti. Tenim onun teninden bile daha sıcaktı. 

Ah Ahmed kim kimi yaktı acaba?

Dudaklarımız bir anlığına ayrıldığında Ahmed elini daha sıkı bastırdı. "Kalbin, çok hızlı." Bende ipleri kopartan boğuk sesi ile alnım alnına düşmüş gözlerim kapanmıştı bile. İçim titremişti tek bir cümlesinde hatta sadece sesiyle.

"Ahmed." İçime kaçan bir sesle adını fısıldadığımda dudakları yeniden dudaklarımı kapatmıştı. Ne istediğimi anlayan ruhu ruhumu sarıp sarmalamış alevlerinde yakmaya yemin etmişti.

Üzerimdeki lacivert elbise yeri boyladıktan sonra aynı kaderi Ahmed'in siyah kaftanı yaşamış yan yana yerde yerlerini almışlardı. 

Bedenlerimiz bir uyum içerisinde birbiri ile buluşurken Ahmed'in kucağında yatağımızın yolunu tutmuştum. Tenim yatak ile buluşurken kendimi buz gibi serin sulara atmış gibi hissetmiş titreyerek Ahmed'e sarılmıştım. 

"Üşüdün mü?" Kulağıma hiç beklemediğim bir an fısıldamış gözlerimi açmamı sağlamıştı. Usulca geri çekilip yüzüme bakarken başımı yukarı aşağı salladım ve onun gibi kulağına fısıldadım. "Isıt beni."

Ve böylece yangını harlamış oldum.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top