II. Kitap: 19. Bölüm -Çağın Sultanı-
"Bu defter kapanmalı Onur, artık yaşadıklarımızı unutmalı ve hayatına devam etmelisin."
Onur Şemseddin hocanın dediklerini çatık kaşları ile dinlerken parmakları arasındaki kalemi sıktıkça sıkmıştı. O günün üstünden geçen günler boyu yaşananları aklından çıkaramamış her duvara tosladığında kendini olaya şahit olan kısa süreli ekip arkadaşlarının yanında buluyordu.
"Hocam olmuyor, kafamdaki sorular cevapsız kaldıkça daha da çoğalıyorlar ve ben bu bilinmezliğe dayanamıyorum." Sessiz isyanı Şemseddin hocanın çalışma odasında yankılanırken konuşmalara daha fazla tahammül edemeyen Burak elindeki kitabı sert bir şekilde kapatmış ve dik bakışları ile Onura bakmıştı.
"Onur! Bunları daha evvel konuşmuştuk! Hem de kaç kez, her defasında aynı şeylerle geliyorsun yeter." Kendini kasmaktan sesi boğuk çıkan Burak kitabı masaya bırakıp doğruldu.
"Yaramızı deştiğinin farkında değil misin?" Düşün omuzları ile biraz evvelki sinirli halinden eser kalmayan Burak hüzünle başını eğmiş Onura bakıyordu.
"Sadece sizin mi canınız yanıyor sanıyorsun? Benim de canım yanıyor! Dost dediğim insan artık yok, sen bunun ne demek olduğunun farkında mısın?" Onurun gittikçe yükselen sesi ile Şemseddin hoca elini kaldırmış ve yaşanmışlık dolu sesi ile onu susturmuştu.
"Yeter!"
Tartışan ikili Şemseddin hocaya dönmüş kendilerini haklı görmesi için en derin bakışlarını atmaya başlamışlardı.
"Bende bilmiyorum evladım, bende senin gibi bu cevapsız suallerle savaşıyorum."
"Tam diyorum 'Normal hayata döndüm işe gidiyorum arkadaşlarımla dışarı çıkıyorum evet ne güzel! Baş edebiliyorum artık!' birden hiç olmadık şeyden olanları hatırlıyorum." Sessizleşen Onur iç çekip başını pencereye çevirmiş yağan kar tanelerini bakışları ile işaret etmişti.
"Daha bu sabah kendimi toparlamış işe gitmişken pencereden gördüğüm bir kar tanesi ile o günü hatırladım. Zaten sonrasında ne odak kalıyor ne akıl sağlığım. Kendimi tutamadım ve buraya geldim."
"Bende, bende aynı durumdayım Onur." Burak elinin altındaki kitabı okşayıp devam etti. "Çalışma ofisimizde onun boş masası hepimizin canını yakıyor. Ama kimse can sıkmamak için dile getirmiyor."
"Susarak üstünü örtebileceğimiz bir şey olsa keşke." Onurun alaylı sesi Burak'ın sinirlerini zıplatmıştı, yine.
"Ne istiyorsun evladım sen ne?" Şemseddin hoca gergin sessizliği bozduğunda Onur bedenini ona çevirdi, Burak'ı yok sayarcasına.
"Araştıralım hocam, aklımdaki en ufak bir sorunun cevabına dahi razıyım."
Burak o an çaktırmadan heyecanla hocasına yan gözle bakmaya başlamıştı bile. Tek bir onayda ekibi yeniden bir araya getirip gaz vermek için heyecanla yanıp tutuşması an meselesiydi zira.
Şemseddin hoca homurdanarak nefes vermiş sandalyesine yaslanıp bir süre boş duvarı incelemişti.
"Allahu Teala'nın işine akıl sır erir mi?"
"Tövbe haşa hocam, ben öyle bir manada sormadım. Farkındayım ve nedenini sorgulamıyorum. Lakin başka şeyleri merak ediyorum ben, mesela şu geçen vakitte Hilal neler yaptı? Ailesine kavuşabildi mi? Yeni bir şeyler keşfetmek istiyorum aynı o gizli daire sayesinde öğrendiklerimiz gibi." Onur kendini açıklamaya çalışırken ter dökmüş yanlış anlaşılmamak için Şemseddin hocanın gözlerinin içine baktıkça bakmıştı.
"Tamam." Hocalarının ağzından çıkan tek bir kelime ile iki genç yerinde dikleşirken Şemseddin hoca eli ile alnını ovalayarak ayağa kalmıştı. "Resmi olmayan bir araştırma olacak çocuklar, kati surette kimse bilmeyecek!"
Gözlerinden parlayan heyecan alevlerinde bakarak onay bekleyen hoca gözlerini kısıp devam etti.
"Anlaşıldı mı?"
"Evet!"
"Anlaşıldı!"
İkili sanki demin tartışan onlar değilmiş gibi heyecanla birbirlerine baktıklarında buruk bir tebessümle birbirlerine gülümsemiş ve sessiz bir anlaşma yapmışlardı bakışları ile.
Onur da iyi biliyordu Burak'ın onun gibi o günde takılı kaldığını ama kimseye belli etmeyerek hayatına devam ettiğini. Hatta öyle iyi bir oyuncuydu ki bir ara Onur bile Burak'ın o defteri kapattığını sanmıştı.
Günler sonra ekip yeniden bir araya gelmek için karar kılmıştı. Burak, Onur, Fethi ve Sevda yeniden bir araya geldiğinde ortamda bir ölüm sessizliği vardı. Burak'ın Sevdaya olan kaçamak bakışları dışında ortamı yumuşatan bir şey yoktu.
Sevdanın hisleri gün geçtikçe güçlenmişti, öyle ki Burak da artık bunu fark etmişti. Zamanında Hilal'in gülerek izlediği ikilinin arası artık bir platonik aşktan çok daha fazlası olma yolundaydı. Lakin bu sefer de Sevda anlamıyordu Burak'ın bakışlarındaki değişimi.
"Hocalar ne zaman gelecek Burak?" Onur oturduğu sandalyede sabırsızca öne eğildiğinde Fethi ve Sevda da ona eşlik etmiş sanki Burak'a daha çok yaklaşınca daha çok bilgi alacakmış gibi hareket etmişlerdi.
"Dörtte demiştik buluşmaya, biz erken gelmişiz çocuklar." Evet hakkı vardı, her biri heyecandan yerinde duramamış mekana bir saat önceden gelmişti.
"Çaylarınızı buyurun." Araya giren garsonla hepsi aynı anda susup geriye yaslanınca garson garip bakışlar eşliğinde başka bir istekleri olup olmadığını sormuş masalarını terk etmişti.
Devlet sırrı gibi sakladıkları sırrın aslında varoluşun bir sırrı kadar gizemli olduğunun bilincindeydiler. İlk başta tüm dünyanın bunu bilmesini, herkesin olanları konuşmasını ve tarihe geçmeyi ne kadar isteseler de olayları sindirdikten sonra bunun büyük tehlikelere yol açabileceğini düşünüp hocaları gibi susmayı tercih etmişlerdi.
"Bu arada duydunuz mu Çin'de bir Corona diye bir salgın çıkmış çok tehlikeli diyorlar." Onur bir anda ortamdaki gerginliği bozmak için Çin'den daha yeni edindiği bilgiyi ortaya sunarken beklediği tepkiyi alamamıştı.
"Bir şey olmaz." Fethi salla dercesine elini sallamış çayından bir yudum almıştı.
"Öyle deme bir aydır mücadele ediyorlar. Yakında dünya haberlerine de çıkar." Onur gazeteci kimliği ile Çin'den direkt edindiği bilgiler şu dönem gündemde yeri yoktu.
"Yıl oldu 2020, tıp gelişti bence yakında önlenir." Sevda'nın dediklerine diğerleri de katılırken Onur başını iki yana sallayarak onları onaylamadı.
"Aha şuraya yazıyorum bu virüs tüm dünyayı sarsacak!" Onurun yükselişi ile mekanın kapısının açılması bir olurken kimse onu dikkate almamış içeri giren hocalarına odaklanmıştı.
Üç genç ayaklanırken Onur da geri kalmamak için ayağa kalkmış gelen Feride ile Şemseddin hoca ile selamlaşmıştı.
"Ne o çocuklar geç mi kaldık, biz de erken geldik sanıyorduk." Feride hoca gülerek çayları işaret ederken Sevda başını iki yana sallamış söze girmişti. "Yok hocam biz de erken gelmiştik, geç kalmadınız."
Masaya çekilen sandalyeler ve sipariş edilen çayların ardından kısa bir sohbet edilmiş sonrasında ana konuya giriş yapılmıştı.
"Bize yardım edebilecek birileri ile iletişime geçtik çocuklar." Şemseddin hoca parmaklarını kırmızı masa örtüsünde gezdirerek söyledikleri nefeslerin tutulmasına sebep olmuştu.
"Fatih camii ve külliyesinin bir parçası olan medresenin yöneticisi Cemal bey ile iletişime geçtik. Kendisinin ve gönüllülerin yıllardır birikiminden faydalanmak istediğimizi dile getirdik. Aslında onlar bizim ne için ziyaret edeceğimizi tam olarak bilmiyorlar. Geçen ay külliyenin imarethanesinin arşivinin yakınında bulunan dairenin giriş izni çıktı, içinden çıkan yeni belgelere bakmamız lazım."
"Nasıl yani, Topkapı'nın harem binasında bulduğumuz gibi bir odadan mı bahsediyorsunuz." Sevda Hilal Sultan hakkında detaylı bilgi edinmelerini sağlayan o gizli kalan arşiv odasını hatırlattığında Feride hoca başını olumlu anlamda salladı.
"Her ne kadar imarethanedeki bu daire gizli olmasa da yıllardır bazı izin problemleri nedeni ile dokunulmamıştı o alana. Yani birden ortaya çıkan bir durum değil varlığını ve içeride bulunabilecek şeylerin bilgisine sahiptik ama girişimiz yasaktı."
"Ne gibi bilgiler edinebileceğiz hocam?" Onur daha detaylı bir bilgi duymak isterken Şemseddin hoca omuzlarını silkerek iç çekti. "Maalesef bende bilmiyorum. Ama maneviyat ve dini açıdan bilgiler edineceğimiz kesin."
*
Faytonun tekerleri usul usul arnavut taşlarının üzerinden geçerken çıkardığı melodik sesleri dinleyerek yolu izliyordum. Saray yolundan çıkmış şehir meydanına hayatın tam ortasına gelmiştik. Daha sabah saatleri olmasına rağmen sokaklar dolu doluydu. Satış yapan esnaflar, alışverişe çıkan ahali, işe veya mektebe gidenler.
Ben faytonun oymalı penceresine iyice yanaşıp detaylıca dışarıyı seyrederken Melike ile Şah da benim gibi dışarıyı izliyordu.
Bugün benim adıma işlev veren mektebe gidiyorduk. Uzun zaman sonra böyle bir ziyaret haber olmuş haliyle duymayan kalmamıştı. Öyle ki paşa zevceleri bile bu ziyareti fırsat bilip okula geleceklerini bildirmişlerdi.
Mektep talebelerine saray mutfağından bizzat çıkan yemekler ve tatlılar hazırlatmıştım. Öğrencilerin, hocaların halini hatırını sorup biraz vakit geçirdikten sonra Valide sultanın imarethanesine gidecektik. Orada da ihtiyaç sahiplerine yardımda bulunulacaktı.
Bir kez daha olacakları düşününce düşüncesinin bile beni yorduğunu fark ettim.
Tembelleşmiş miydim ben?
Son bir kaç haftadır ailem dışında bir işim yoktu. Gün içinde bebeklerle ilgileniyor akşamları sevgilimle vakit geçiriyordum. Sakin bir hayat yaşıyordum artık, tam da istediğim gibiydi. Huzurlu ve mutluyduk.
"Hilal?" Şah'ın seslenişi ile bakışlarımı dışarıdan ona çevirdim.
"Efendim?"
"İmarethaneye geçmeden kumaşçılara uğrayalım mı?"
"Olur aslında benim de baharlık ve yazlık yeni kumaşlar almam gerek."
"Sultanım yorulmasanız, saraya zaten kumaşçılar geliyor orada seçer hemen terziye göndeririz."
"Ziyanı yok Melike, hem biraz gezeriz fena mı?" Gülerek ona göz kırptığımda halime gülmeden duramamıştı.
"Peki sultanım."
"Son zamanlarda yeşil renkli kumaşlara ayrı bir zaafım var, zümrüt yeşili kumaş gördüm mü affetmem vallahi!" Tam o sırada üzerimdeki yeşil kaftanı düzelttiğimde Şah sesli bir kahkaha attı.
"Bende diyorum bu kız neden hep aynı kaftanı giyiniyor, meğer hepsi farklıymış geçen fark ettim." Şah'ın söylediklerine Melike kıkırdayıp başını iki yana salladı. "Sultanım sizde hiç kumaştan anlamıyorsunuz. Hilal sultanımızın tüm yeşil kaftanları ayrı kumaş ayrı desen ve ayrı tonlara sahip."
"Aman Melike ne diye o kadar detaya bakayım, yeşil yeşildir işte."
"Bakma sen ona Melike anlamaz o bu işlerden."
Kısık gözlerle bana bakan Şah'a öpücük atıp dışarıya döndüm. Okulun girişinin olduğu meydana giriş yapmıştık bile. Yavaşlayan fayton ile diğer arabalarda oturan harem ağaları tek tek inmiş askerlerle yolumuzu açmıştı. Başımdaki örtüyü düzeltip kapıyı açtıktan sonra usulca eteklerimi kaldırıp basamaklara basarak yere indim.
Uzaktan yükselen meraklı konuşmalar kulağıma dolduğunda başımı kaldırıp çevreme bakınmaya başlamıştım. Meydandaki insanlar işlerini bırakmış buraya bakarken Şah ile Melike de yanıma gelmişti.
"Birazdan burası öyle bir dolup taşacak ki iğne atsan yere düşmeyecek Hilal." Şah'ın homurdanışına gülümsedim. "Huysuzlanma Şah, sana dedim tüm gün kalabalığın ortasında kalacağız diye."
"Biliyorum ama işte."
Şah pek göz önünde olmayı sevmezdi, aslında bende bayılıyor değildim ama onun kadar da rahatsız olmuyordum kalabalıktan. Elinde olsa tüm vaktini sadece Yavuz ile evlerinde geçirecek bir karakteri vardı.
"Haseki sultan mı gelmiş?"
"Evet baksana Hilal sultan bu, aylar önce payitahta at üstünde gelmişti."
"Hatırladım hatırladım benim bey de o kalabalıktaydı o günü anlatır durur konu hanedana gelince."
"Hoş geldiniz sultanım!" Uzaktan direkt olarak bana seslenilmesi ile gülümseyip sesin sahibi olan kadına döndüm. "Hoş bulduk, nasılsınız?"
"Çok şükür sultanım, ocakta çorbamız kaynıyor, halimiz barkımız yerinde." Kadının söylediklerine gülümserken aradan bir adam seslendi.
"Padişahımız çok yaşasın esnafın boş geçtiği günü yok çok şükür."
"İnşallah daha iyileri hepimizin olur."
"Amin!"
Ben insanlar ile konuşurken okulun ana kapıları açılmış malzemeler içeri taşınmaya başlanmıştı.
"Şehzademizin, sultanımızın hali vakti nasıllar sultanım?"
"İyiler çok şükür, büyüyorlar sağlıkları da yerinde."
Halk her zaman nedensizce soyun devam edeceği garantisine dikkat ediyordu. Bazı zamanlar oluyor hükümdarlardan çok veliahtlar halkın gözünde değerli oluyordu.
Bakışlarımı laf arasında Melike ile Şah'a çevirdiğimde içeriye geçmemizi beklediklerini fark ettim. "Sultanım talebeler avluya dizilmiş sizi bekliyorlar." Melikenin işareti ile bir adım geriye çekilip içeri baktığımda büyükten küçüğe bir çok öğrencinin merakla bizleri izlediğini gördüm.
Onları bekletmemek amacı ile ahaliye veda edip kızlarla içeriye geçtim. Avlunun çevresini saran yeşil alanda duran bir kaç hoca ve meraklı öğrenciler bize doğru yaklaşırken gülümseyerek selamlarını kabul ettim.
"Sultanım, hoş geldiniz sefalar getirdiniz." Mektebin yönetimini sürdüren Yusuf efendi selam vererek yanımıza geldiğinde gülümseyerek başımı salladım. "Hoş bulduk Yusuf efendi nasılsınız, her şey yolundadır inşallah?"
"İyiyiz sultanım, mektebimizde bir yaramazlık yoktur."
"Ben buraya ilk defa geldim gezer miyiz Hilal?" Şah merakla üç katlı dikdörtgen şeklinde olan binayı işaret etmişti.
"Tabii ki de."
"Sultanım dilerseniz size mektebimizin gözde öğrencisi Hafsanur kızımız eşlik etsinler." Yusuf efendinin eli ile işaret ettiği genç kıza baktığımda gururla gülümsedim. Özellikle kızlarımızın başarıları beni daha çok gururlandırıyordu.
Daha en fazla on altı yaşlarında olan Hafsanur hocasının arkasından çıkıp yanımıza gelmiş tebessümle selam vermişti. "Sultanım sizinle tanışmak benim için bir şereftir. Size okulumuzdaki tüm kız öğrenciler adına teşekkür ederim, bize açtığınız bu yolda zorlanmadan ilerliyoruz. Hepimiz buradan mezun oldun olduğumuzda devletimiz için çalışacağız."
On altı yaşında bir genç kızın üslubuna göre oldukça saygılı ve olgundu. Yusuf efendinin okulun en başarılı kızı derken gerçekten bir bildiği varmış.
"Ne demek Hafsanur, asıl ben teşekkür ederim böylesine azimli oluşunuz için."
"Sultanım?" Arkamdan yükselen sesleniş ile ardımı döndüğümde harem ağası ile karşılaştım. Onu dinlediğimi belirtirken söze girdi. "Yemekler mektebin mutfağına götürüldü ısıtılıp servis edilmeyi bekliyorlar."
"Ala, Yusuf efendi öğrenciler ne vakit öğlen yemeklerini yiyecekler ona göre bizde eşlik edelim."
"Tüm sınıfların yemek vakti aynı olmuyor sultanım, kalabalık olduğumuz için ilk küçük sınıflar toplaşır sonrasında dersi biten büyük sınıflar gelirler. Sizler mektebi gezene kadar küçük sınıfların ilk dersleri bitmiş olur."
"Ne güzel hem fazla kalabalık olmaz hem çocuklar dersten geri kalmaz." Şah daha çok kalabalığın içinde kalmayacağı için sevinirken Melike ona sırıtmadan edememiş sonrasında bana kaçamak bir bakış atmıştı. İkimiz de aynı fikirlere sahip olduğumuz bakışlarımız ile belli ettikten sonra yeniden konuşmaya katılmıştık.
"Hafsanur hadi kızım sultanlarımıza eşlik et bende birazdan Hayriye hatun hocanızla sizlere eşlik edeceğim."
"Peki hocam, sultanım buyurun." Genç kız bize girişi işaret ettiği gibi vakit kaybetmeden yürümeye başlamıştık. Daha önce mektebe iki defa gelmiştim biri daha inşaatı yeni bittiğinde diğeri ise iç tasarımı bittiğindeydi. Bugün ilk defa her detayı bitmiş olarak görecektim.
Okulun giriş katında iki tarafa uzanan uzun koridorları vardı. Orta alanda ise üst kata çıkan merdivenler bulunuyordu. Ahşap parkeler ile sıcak bir ortam yaratılmıştı. Duvarlarda çiniler ve ebrulardan oluşan süslemeler vardı. Hepsi de okulun hocalarının eserleriydi.
Genç kız orta alanda durup iki tarafa bakındı. "Bu katta küçük kardeşlerimiz eğitim görüyorlar sultanım."
"Sadece bu katta mı?" Şah'ın sorusu ile Hafsanur başını olumlu anlamda salladı.
"Evet sultanım, nizamı bu şekilde kurdu hocalarımız. Üst katlarda büyük sınıflar arasında kaybolmamaları ve merdivenlerde çıkabilecek olası kazaları engellemek için giriş katı küçük sınıflara tahsis ettiler."
"Ne hoş bir düşünce."
Sağ taraftaki koridora ilerleyip aralık olan ilk kapının önünde durduk. Hafsanur kapıyı tıklatıp ses almayınca araladığında geniş bir sınıfla karşılaştık.
Yerler parke olsa da bir kat da kahverengi halı ile kaplanmıştı. Hocaları için olan masa ve minder günümüzdeki sınıflar gibi tüm masaların baktığı tarafa zıttı. Çocuklar için bulunan küçük ders masaları ve minderlerin yanı sıra camların altında uzunlamasına bulunan bordo sedirler ile bir yandan da salon havası taşıyordu sınıf. Odanın arka köşesinde ise bir şömine, hemen kapı yanında ayakkabılık, askılık ve duvar boyu kitaplık bulunmaktaydı.
"Bütün sınıflarımızın içi aynı bu şekilde sultanlarım bir kaç değişiklik dışında bir farklılıkları yok."
"İçerisi pek hoşmuş insanın içini ısıtıyor değil mi sultanım?"
"Evet Melike bende öyle düşünüyorum."
"Burada otuz masa var, her sınıf otuz talebe mi içeriyor Hafsanur?" Şah masalara göz atarak başını Hafsanura çevirdiğinde Hafsanur hızla başını salladı.
"Evet sultanım, küçük yaşların bulunduğu sınıfların hepsi otuz kişilik lakin üst sınıflarda bu daha da artabiliyor zira onlara söz geçirmek daha kolay oluyor."
"Anladım."
İçeride tur atmadan ayakkabılarımızı çıkartıp köşeye bırakmış minik masaların aralarından geçmeye başlamıştık.
"Büyüdüğünde ne olmak istiyorsun Hafsanur?" Şah genç kızın dikkatini üzerine çektiğinde Hafsanur tebessümle ona döndü. "Muallime olmak istiyorum sultanım."
"Ah ne hoş, peki burada mı olmak istersin?" Diyerek sohbete katıldığımda Hafsanur çocuk yanı ile omuz silkti. "Daha orasını düşünmedim sultanım, lakin isteğim benim gibi kız çocuklarına eğitim vermektir. Nerede olursa olsun onlara bir şeyler öğretmek ve geleceklerine sağlam adımlar atmalarını sağlamak isterim. Ben şanslıyım, babam okumama izin verdi lakin çok fazla aile çocuklarını mektebe göndermeme yandan maalesef."
Farkında olmadan iç çekip başımı salladım. "Bu hususta hünkarımız ile çalışıyoruz Hafsanur, için rahat olsun."
"Allah sizden razı olsun sultanım."
Sınıfı gezmiş çıkmak için kapıya yönelirken aralanan kapı ile Yusuf efendi ve bir hanım ile karşılaştık. İkisi de eğilip selam verdikten sonra Yusuf efendi yanındaki hanımı işaret etti. "Sultanım sizi mektebimizin ilk hanım muallimesi Hayriye hanım ile tanıştırayım."
Otuzlu yaşlarının sonundaki kadın bir kez daha eğilip selam verdikten sonra söze girdi. "Sultanım, sizinle tanıştığıma memnun oldum."
Başımı usulca sallayıp tebessümle söylediklerini kabul ettikten sonra fazla oyalanmadan ayakkabılarımızı giyinip koridora çıktık.
"Nasıl memnun musunuz bu mektepte öğretmen olmaktan?" Sorum ile kadın gülümseyip başını kaldırdı ve gözlerimin içine baktı. "Elbette sultanım, daha önce muallime olduğum mekteplerden oldukça farklı. Böyle bir mektebin parçası olmaktan onur duyuyorum."
"Bunları duyduğuma sevindim."
Gezinin geri kalanında katları tek tek gezmiş atölyelerde gençlerin yaptığı eserlere bakmıştık. Şimdi ise yeniden avluya inmiş mektebin arka tarafında kalan ayrı binaya geçmiştik. Burada mutfak ve bir nevi yemekhane bulunuyordu.
İçerisi ilk başta boş olsa da bizim gelmemiz ile üst sınıfların olduğu öğrenciler grup halinde giriş yapmaya başlamıştı.
Yemekhanenin köşesine geçmiş yer sofrasına oturmuş çocukları izliyorduk. Bir gün Hüma ile Beyazıt da böyle büyüyecekti... Şimdiden hareketlenmişlerdi bile ellerinde olsa emekleyeceklerdi ama daha vakitleri vardı.
Yemeğini alan çocuklar yer sofralarına geçip oturduklarında gülerek bize bakıyor sonra aralarında gülüşerek yemeklerini yiyordu.
Dakikalar sonra bizim soframız da dolduğunda hep beraber yemeğe başlamıştık. Sohbet etmeye fırsat yokmuşçasına sadece çocukları seyrediyorduk. Yemeğin ardından tatlılar gelince yüzümde bir gülüş peydahlanmıştı. Tatlı denilince bende akan sular duruyordu.
İştahla tam tabağa yöneldiğimde üzerimde hissettiğim bakışlar ile duraksadım. Bu çocukların bakışından farklıydı. En azından hissiyatım bu yöndeydi. Çatalımı bırakıp çevreme göz attığımda dikkatimi çeken bir kimse ile karşılaşmamıştım.
Kaşlarım çatılırken kapının önünden geçen gölge ile dikkatimi o yöne verdim. Daha öncelerinden aşina olduğum bu huzursuzluk bana oldukça tanıdık gelmişti. İşimi şansa bırakmayıp yanımızda duran harem ağasına seslendim.
"Buyurun sultanım."
"Derhal dışarıya bakılsın ve dikkat çeken bir durum varsa bana bildirin."
"Emredersiniz sultanım."
Ağa yanımızdan ayrılırken nöbette olan askerlerin yanına gitmiş durumu izah etmişti. Sonrasında askerler önlemleri arttırmış bize biraz daha yaklaşmış kalanı ise etrafı kolaçan etmeye çıkmıştı bile.
Aslında böyle bir güvenlik içinde olduğumuz için içim rahattı lakin artık sütten dilim yanmış yoğurdu da üfleyerek yiyecek kıvama gelmiştim.
"Hilal bir sorun mu var?" Şah kimseye belli etmeden kulağıma fısıldadığında gülümseyip ona döndüm.
Sahte sayılan bir gülümseme ile konuşmaya başladığımda uzaktan bize bakan hiç kimse bir şey anlayamazdı.
"Beni huzursuz eden bir şeyler var."
"Ne gibi?"
"Bir bakış gibi."
"Bunca insanın arasında seni rahatsız eden bir bakışsa demek ki bir bildiğin var istersen kalkalım."
"Ziyanı yok Şah daha imarethaneye gitmemiz lazım."
"Başka bir zaman da gidebiliriz, günler çuvala girmedi ya?"
Bu defa cidden ona gülüp başımı iki yana salladım. "Söz verdik Şah, insanlar bizi bekliyordur."
"Peki madem ben zaten bu hareketli hayata alıştım, malum beraber dışarı çıktığımızda başımıza gelmeyen kalmıyor."
"A aa Şah hatun pek halinden pek hoşnut değilsin anlaşılan?"
"Haşa sultanım ne haddime."
"Sarayın korunaklı duvarları arasında elbet günlerimiz sakin geçer Şah, lakin bu sakinlik dışarıda kötülüğün olmadığı anlamına gelmiyor."
"Bu yüzden tedbiri kıyafet ile çıkmayı tercih ediyorum Hilal. Böyle çok açık hedefiz."
"Şah sende biliyorsun mevkiimiz gereği yapmamız gereken şeyler var, halkımız ile iç içe olmalı onlardan bağımızı koparmamalıyız."
"Hanedanın erkek üyeleri de bu işe el atsa keşke."
"Ne o Yavuzu göz önüne mi atmayı tercih ediyorsun, tüm hatunların gözlerinin önüne?" Dalgasına bastırdığım kelimeler ile Şah renk değiştirip sahiplenici bir tutum ile başını iki yana sallamış tehditkar bakışları ile söze girmişti. "Asla! O bilimle uğraşan beylerle işini yapmaya devam etsin."
"Senden beklenmeyecek bir tutum hiç kıskançlığına denk gelmedim bunca zamandır."
"Denk gelmemen olmadığı anlamına gelmiyor ki ben onu yaratacak en ufak sorunu kökten çözmeyi tercih ediyorum."
"Sultanım." Demin emir verdiğim harem ağası yeniden yanımıza gelince ciddiyetimi koruyup dikkatimi ona verdim.
"Evet."
"Askerler tehlikeli bir durumun arz etmediğini belirttiler. Hem mektebin bahçesinde hem çevresinde yabancı yokmuş."
"Ala."
Derin bir iç çekip rahatlarken Şah omuzumu ovalayıp gülümsedi. "Bak bir şey yokmuş."
"Şükür, bir şey olsa artık aklıma sahip çıkamayacaktım."
"'Ağalar alın kellesini!' diye yargı dağıttığını düşledim de çok iyi olurdun."
"Üstüme iyilik sağlık, Şah ben öyle bir insan mıyım a aa?"
"Aman alınacağın bir şey mi dedim yahu? Sen bir sultansın, bir hükümdarın nikahlı karısı devletin baş haseki sultanısın. Ağırlığının görülmesine ihtiyaç var, her devlette olduğu gibi. Görülsün ki bu şefkatli hallerine aldanıp yanlış yapılmasın Hilal."
Şah'tan 16. yüzyıldan hayatta kalma derslerimi dinlerken gülüp onu geçiştirmeyi denedim ama o hala ciddi ciddi yüzüme bakıyordu. "Tamam Şah, biliyorum o kadarını. Lakin buna gerek olacak bir mevzu daha olmadı."
"Olmuştur olmuştur sen unutmuşsundur."
O sırada gözümün önünden bir kaç sahne geçerken sesimi düzeltip başımı salladım. "Evet olmuş, neyse ağzını hayra açta kimse benim diğer yanıma maruz kalmasın."
"Aslına bakarsan ben diğer yanını izlemek için her şeyimi veririm." Şah belli ki sakin hayatına aksiyon arıyordu ve bunu bende bulacağına dair olan inancı tamdı. Ona kızmak istesem de kendimi gülmekten alamayıp başımı olumsuzca salladım.
Sohbetin geri kalanında tatlılara geçiş yapmış ve artık kalkmak için hazırlıklara başlanmasını söylemiştim. Böyle oturmak güzeldi ama daha yapacak çok işimiz vardı.
Yarım saat gibi bir zaman diliminden sonra kendimizi avluda bulduğumuzda dersi olmayan öğrenciler ve öğretmenler bizi uğurlamak için bahçeye toplanmıştı. Herkesle toptan vedalaşıp ana kapılara ilerlerken hissettiğim bakışlar ile rahatsızca etrafıma bakındım. Hiç normal değildi bu.
Faytona beklemeden girip kendimi güvenceye aldıktan sonra içeri giren Şah ve Melike ile fayton yola çıkmıştı. İstikamet Valide sultanın imarethanesi diye düşünürken yolda kumaş bakacağımızı hatırlayıp duraksadım.
"Çarşıya uğrayacaktık değil mi?" Sorum ile Şah aydınlanırken Melike faytoncuya seslendi ve istikametimizi değiştirdi.
"Evet aklımdan çıkmış resmen."
"Benim de, bir anda hatırladım."
Çarşıya çok uzak olmayışımız ile bir kaç dakika içerisinde kendimizi çarşıya çıkan sokağın sonunda bulmuştuk. Üzerimize aldığımız pelerinleri giymiş örtülerimizi düzeltmiştik. Kapımızın açılması ile etten bir duvar gibi örülen askerlerin oluşturduğu boş alana indiğimde sırtları bana dönük halde selam veren askerlere kısa bir bakış atıp çevreyi incelemeye başladım.
Taştan veyahut ahşaptan yapılan evlerinin büyülü hissiyatı ile çevreyi incelerken sokağın köşesinde bulunan sadaka taşı gözüme çarptı.
"Sadettin ağa." Seslenişim ile harem ağası yanıma geldiğinde belimden kumaş çantamı çıkartıp içinde altın dolu minik keseyi ona uzattım. Ağa başını sallayıp keseyi avucuna aldıktan sonra sadaka taşına ilerlemiş keseyi boşaltmıştı.
"Hadi gidelim." Diyerek meydanı işaret edip yürümeye başladığımda Şah yanıma gelmiş kolunu koluma geçirmişti. Kol kola insanların arasına karıştığımızda kalabalığın arasında kaybolmuştuk adeta. Kimsenin odağı olmamak bizi rahatlatırken tabii ki de esnafın gözünden kaçmamıştık. Potansiyel müşteri olduğumuz uzaktan belliydi demek ki.
"Şah baksana şu papuçlara ne hoşlar?" Şah'ın kolunu çekiştirerek bir dükkanın tezgahına yaklaştığımızda satıcı adam hemen ayaklanmış yanımıza gelmişti. "Hoş geldiniz."
"Hayırlı işler, hoş bulduk. Bu papuçların başka rengi var mıdır efendi?" Adam sorum ile başını sallayıp "Olmaz olur mu alası var, bekleyin getireyim." dedikten sonra dükkana girmiş elinde çeşit çeşit terlik ayakkabı ile dönmüştü.
Kaftanlarımın rengine uyumlu olacak kullanışlı bir kaç ayakkabıyı gözüme kestirdiğimde parasını ödettirip aldım.
"Kesenize bereket hanımım." Adamın söyledikleri ile gülümseyip "Kazancınız bol olsun iyi günler." diyerek oradan uzaklaşmıştım.
"Sultanım bakın burada pek güzel örtüler var." Melike'nin gösterdiği yere döndüğümde gözlerime rengarenk baş örtüleri çarpmıştı. "Şunlar güzel görünüyor, bir bakalım." Şah kahvenin değişik tonlarını içeren örtüleri işaret edince bende peşlerine takılmış tezgaha yanaşmıştım.
"Hoş geldiniz hanım kızlarım hangilerine bakmak istersiniz?" Yaşlı kadın gülerek bize selam verdiğinde bizde selamını alıp ilgimizi çeken parçaları işaret etmiştik.
Burada biraz daha çok vakit geçirmiştik. Melike ile Şah kolayca karar verip alırken ben her defasında renkler arasında kararsız kalıyordum ki en sonunda aman diyerek aklımda kalanların hepsini aldım. Evet, işte o an ciddi anlamda zengin bir sultan olduğumu anlamıştım.
"Bence artık kaftanlar için kumaş bakalım yoksa burada akşam edeceğiz." Stresli bir gülüşle söylediklerime onayları alınca seri adımlar ile en kaliteli kumaşların olduğu dükkanı sormuş çarşının iç kısmına ilerlemiştik.
"Şu dantelli, taşlı tüllerden almak istiyorum ayrıca umarım burada vardır." Diyerek içeri girdiğimde bizi iki kadın karşıladı.
"Selamın Aleyküm."
"Aleyküm Selam hoş geldiniz, ne bakıyordunuz?"
"Hoş bulduk, biz dantelli, taşlı tüller ve kaftanlık kumaş bakıyorduk."
"Tam aradığınız yere gelmişsiniz bu çarşının en iyi kumaşçısıyız, saray bile bizden alır kumaşı."
Kızlarla istemsizce kıkırdadığımızda tanınmama rahatlığı ile kumaş bakmaya başladık. İlgimi çeken her kumaşı tenime tutup kızlardan fikir alarak seçerken kızlarla sonunda alışverişimizi tamamlamış ve ücreti ödemiştik. Paket yapılan ürünleri taşıyan ağalar arkamızdan gelirken daha fazla çarşıda oyalanmayıp faytona döndük.
Dakikalar sonra imarethaneye vardığımızda bizden önce gelen erzak dolu arabalar boşaltım yapmış saraya geri dönmek için harekete geçmişti bile. "Çarşıda fazla zaman kaybetmedik umarım." Oymalı pencereden İmarethane giriş kapısına bakarak söylediklerim Şah'ın başını iki yana sallamasına sebep oldu. "Yok canım zaten belirli bir saat vermemiştin."
"O da doğru." Kapının açılması ile faytondan inerken kalabalığın dikkatini çekmeden hızla açılmış imarethane kapısından içeri girdik.
İmarethanenin aşina olduğum yüzleri ile hal hatır sorarak içeri salonların bulunduğu alana girdiğimizde hatunların toplaştığı salonda boş bir yere geçip oturduk. Şöminede yanan odunların çıkardığı sesler salondaki sessiz gürültünün fon müziği gibi çalmaya devam ediyordu.
"Sultanım yeniden hoş geldiniz, nasılsınız haliniz vaktiniz yerindedir inşallah?"
"Çok şükür her şey yolunda evlatlarımla ailemle günler geçiyor."
"Rabbim, Hünkarımıza ve sizlere uzun ömürler versin sultanım. Allah sizi başımızdan eksik etmesin." Kadının duası ile salondan yükselen "Amin." sözleri ile tebessüm ettim. İyi insanların dualarıydı bu hayatta bizi kötülükten koruyan. Öyle iyi kalplerin duaları çıkardı ki göklere yüce Yaradan kuluna istediğini verirdi.
Kapı girişinde olan gölgelenmeye bakışlarım takılırken içeri elinde tepsi ile bir kadın girdi. Yüzü taktığı peçeden görünmezken gözleri de tepsiye dikili vaziyetteydi. Kadın karşımıza geçmeden cariyeler tarafından durdurulunca Şah da benim gibi kadına baktı.
"Ne oluyor?" Şah'ın sorusu ile cariye bardaklara bakıp bize döndü. "Şerbet sultanım."
Şah ile bakışıp cariyeye izin ver işareti yaptıktan sonra kadın karşımıza geçti. "Sultanım buyurun, taze kızılcık şerbeti."
Bazı bakışlar bizi bulurken kendimi farkında olmadan bardağa uzanırken buldum. Hayır deme gibi bir seçeneğim olduğunu unutmuş gibiydim.
"Kan yapar." Son söylediği şey ile bakışlarım şerbette takılı kalırken gözlerim dibinde takılı kalmış koyuluğunda kaybolmuştum.
"Sultanım." Cariyenin seslenişi ile transtan çıkar gibi kendime geldiğimde gözlerimi genç kıza çevirdim. "Dilerseniz içmeyin."
Kız kuşkulu bakışlarını kadından ve şerbetten çekememişti bile. Yüzüme dahi bakmazken başımı iki yana salladım.
"Lüzumu yok." Diyerek bende herkes gibi şerbeti yudumladığımda tadında bir farklılık görmemiş içmeye devam etmiştim.
Salonda geçen hal hatır muhabbetleri kısa sürdüğünde Şah artık kalkalım diye tutturmuştu. Hakkı da vardı salondaki kadınların çoğu artık yaşlılığın yorgunluğu ile uyukluyor kalan da sessizliğini sürdürüyordu.
Dakikalar sonra artık kalkma vakti geldiğinde kadınlara veda edip salonun o boğucu havasından kurtulduk. Avluda esen soğuk rüzgar ile bir anda kendime gelirken kızların benden kalır yanı yoktu. Hepimizi boğmuştu içerisi belli ki. Boş avluda sırtı dönük askerler dışında kimse yoktu.
"Buradan eve değil mi Hilal?"
"Evet hatta sende akşam yemeğine bize katıl Şah, ne dersin?"
"Çok güzel olurdu ama Yavuz-" Şahın lafını yarıda kesen sesleniş ile kaşlarım çatılı vaziyette arkamı döndüm. "Hilal Sultan!"
Ali.
Neye uğradığıma şaşırırken Melike ile Şah'ın da aynı benim gibi şaşkınca arkasını dönmüş sütunun arkasında durup seslenen Ali ile karşılamıştı. Burada ne arıyordu bu adam? Oldu da işi düştü neden bana sesleniyordu? Bedenim gerilirken farkında olmadan çenemi kaldırmış üsten bir bakışla onu baştan aşağı süzmüştüm.
"Bu kim Hilal?" Şah'ın kulağıma fısıldaması ile daha da gerilmiştim. Yanlış anlaşılma gibi bir durumun mahal vermemesini temenni ederek fısıldadım. "Sonra anlatırım."
Bir şey dememiş sadece başını sallamıştı. Böylece dikkatimi yeniden Ali'ye verdiğimde siyah pelerini ardından kara gözleri ile gözlerime hadsizce bakmaya başladı. Kafamda dönen bir çok senaryo ile tüylerim ürperirken bir hamle yapmasını bekledim. Öyle ki bu süre zarfında kendinden emin tavırları yavaş yavaş sönmüş beklentisi karşılanmadığı için omuzları düşmüştü.
Ahmed'in kulağına gittiği gibi kellesinin gideceği gerçeği bir kez daha gözlerimin önünden gelip geçerken Ali başını eğip buraya doğru yürümeye başladı.
Eğik başı ile karşıma dikildiğinde eğilip selam verdi. "Sultanım."
"Ali ağa."
Onun duygu dolu sesine nazaran benim tok sesim başını kaldırmasına sebebiyet verirken çehresine attığım tehditkâr bakış ile başını anında geri eğmişti.
"Sultanım sizinle konuşmak istediğim bir husus var."
"Sizin benimle konuşmak isteyeceğiniz ne gibi bir husus olabilir ki Ali ağa?"
Sanki hiç bir şey planladığı gibi gitmiyormuş gibi yutkunduğunda Melike tedirgince boş avluya bakınmıştı.
"Hususi bir mevzu sultanım, arzu ederseniz sizinle yalnız konuşmak isterim." Cesaretini toplamış olacak ki gözlerimin içine bakarak söyledikleri kendini iyi hissettirmişti ona.
Derin bir nefes alıp başımı hafifçe eğdim. "Benim kimseden gizli konuşacak bir konum yok ağa. Ne diyeceksen burada de."
"Ama- ama sultanım sizden ricam olur hususi konuşalım."
Daha fazla yapışacak gibi hissettiğim gibi Şaha kısa bir bakış atıp onayını aldım ve Ali'nin sıfatına bakmadan ilerlemeye başladım. Bir kaç adım uzaklıktaki sütunun yanına geldiğimde derin bir nefes alıp sinirlerime sahip çıktım.
Karşıma geçtiği andan itibaren bakışlarım yine sertleşirken onu dinlediğimi belli edercesine elimi kaldırdım.
"Sultanım öncelikle sizi rahatsız ettiysem bağışlayın lakin bu fırsatı değerlendirmeseydim pişman olurdum."
"Kısa kes ağa."
Bu tepkim ile Ali renk değiştirmişti adeta. Belli ki benim bu yanımı hiç hesaba katmamış, hanım sultanla konuşacağını sanarak hazırlanmıştı.
"Ben, ben nereden başlasam ki..."
"Daha ne diyeceğini bilemeden ne cüretle benim huzuruma çıkarsın hele ki böyle bir vakitte habersizce."
"Sizi sarayda ilk gördüğüm o akşam başıma bunların geleceğini hayal dahi etmemiştim sultanım. Sizin gözlerinize baktığım ilk an sanki kalbim duracak gibi oldu. Güzelliğiniz, ihtişamınız karşısında kendimi kaybettim. Elimde değildi, duygularıma sahip çıkamadım. O günden sonra aklımdan çıkmadınız. Biliyorum bunları demem yanlış ama-"
"Yanlıştan da öte Ağa! Sen kim oluyorsun da nikahlı bir kadına hele ki baş haseki sultana bunları söylemeye cüret edersin. Nedir bu yüzsüzlük! Konaktaki o akşam da sezmiştim lakin günahınızı almak istemedim, bu davranışınızın ne sonuçlara sebebiyet vereceğini biliyorsunuzdur inşallah."
"Ben farkındayım. Lakin gönül ferman dinlemiyor sultanım. Günlerdir gecem gündüzüme karıştı sizinle konuşmak tek amacım haline geldi. Leyla'dan medreseye ziyaret edeceğinizi haberini öğrendiğim günden beri tem amacım sizinle görüşüp duygularımı ilan etmek oldu."
Dehşetle bu yüzsüzlüğe karşı başımı iki yana salladım. Bu cesaret bunlara nereden geliyordu? Önce elçi Henri şimdi bu? Terbiyesizlikten başka bir şey değildi.
"Senin ağzından çıkanı kulakların işitir mi ağa? Bir de pişkin pişkin karşıma geçmiş bunları bir maharet gibi anlatıyorsunuz? Nedir size bunu yaptıran gaflet? Sen bir de beni takip mi ettin hadisiz!"
"Bağışlayın eğer hadsizlik ettiysem..."
"Ali ağa, sizi bunları bana söylettirecek kadar inandıran şey nedir?"
"Aşka olan saygınız?"
"Aşk! Aşk'ın da bir adabı vardır ağa. İmkansız olduğunu, kendin dahil herkese zarar olacağını bildiğin şey aşk olmaktan çıkar. Benim bir ailem, çocuklarım ve sevdiğim bir kocam olduğunu bildiğiniz halde yüzsüzce karşıma çıkıp bunları söylemenizin sebebi aşk olamaz. Aşka böyle bir leke atamazsınız. Kendi içinizde yaşayıp gömmeniz hatta hiç var olmamış gibi yaşamanız gerekirken bu yaptıklarınız sizin sonunuzu getirecek."
"Ne, nasıl?"
"Hünkarımızın sabrı zaten sınırdaydı ağa, şimdi olanları öğrendiğinde artık onu ben bile tutamam."
"Söyleyecek misiniz?" Korkudan içine kaçan sesi ile alayla güldüm. "Ben hünkarımız dan asla bir şey saklamam. Hele ki kendisinin de farkında olduğu bir şeyi asla!"
"Sultanım ben sadece duygularımı dile getirdim, kötü bir amacım yoktu."
"Senin kendi bencilliğin benim huzurumu bozarsa o amaç kötü olur ağa. Dua et ki hünkarımız canını bağışlasın."
Ardımı dönüp ona söz hakkı vermeden yanından uzaklaşırken Şah'ın meraklı bakışları arasında çıkışa yöneldim. Faytona binene kadar nefesimi tutmuş arabadan içeri girdiğim gibi titreyerek koltuğa oturmuştum.
Zoraki bir şekilde nefesimi bırakıp iç çektiğimde ellerim sinirden hala titriyordu. Karşıma oturan Şah ve Melike merakla bana bakarken araba harekete geçmişti bile.
"Ne olduğunu anlatacak mısın Hilal?"
"Hadsizin teki!"
"O kim?" Şah merakla Melikeye dönerken Melike onu cevapladı. "Kenan ağanın oğlu diye biliyorum Sultanım."
"Aklımdan geçen şey mi Hilal?" Şah yüzünü buruşturup anladığını belli edince başımı salladım.
"Yüzsüz bir elçi Henri vakası daha." Diyerek ellerimi iki yana açtığımda sinirden burnumdan bir boğa misali soluyordum.
"Dua etsin Ahmed canını bağışlasın kansızın." Onu ezmek ister gibi söylediklerim ile Şah hemen öne atıldı. "Hünkarımıza mı söyleyeceksin?"
"Evet."
"Emin misin Hilal?"
"Eminim, zaten durumdan haberdardı."
Derin soluklar alarak geriye yaslandığımda bedenime çöken ağırlık ile her an uyuyacak gibi hissediyordum. Öyle bir öfke patlaması yaşamıştım ki şimdi boşalan sinirlerim ile kendime gelememiştim.
"Sultanım iyi misiniz?" Melike'nin elimi tutması ile ona bakmak istesem de gözlerimi aralayamamıştım bile.
"Hilal?"
"İyiyim." Zoraki bir cevabın ardından kendime saraya gidene kadar dinlenmek için zaman ayırmıştım.
Derinleşen ve yavaşlayan nefeslerim arasında tansiyonumun düştüğünü anlamıştım. Tepemin tasını attırmıştı yüzsüz adam!
Saray yolu boyunca zaman kavramı kaybolurken her an birbirine girmiş gibiydi. Arada araladığım gözlerim bana endişeyle bakan çehrelerde dolanıyor sonra ışığın yoğunluğu ile geri kapanıyordu. Ve bu böyle sonsuz bir döngüde devam etti.
Nefesim yetmez gibi gelirken artık inmek için dakika saymaya başlamış fayton durduğu gibi kendimi dışarı atmıştım. Dengemi koruyamazken bir harem ağasının yardımı ile ayakta durmuş toparlanmaya çalışmıştım.
"Sultanım siz iyi değilsiniz! Dilerseniz şifahaneye geçelim?" Melike koluma girerek beni kendisine yaslarken başımı iki yana salladım.
"İyiyim."
"Sultanım! Hep o içtiği şerbetten oldu!" Cariyenin kulağımda çınlayan sesi ile gözlerimin önüne bir anda kızılcık şerbeti ve Ali gelip geçti. Kız orada kuşkuyla bana içmemem gerektiğini bile söylemişti! Şerbeti getiren kadının tekinsizliği, beni takip ederek oraya kadar gelen Ali.
Aman Allahım!
Böyle bir şey mümkün olabilir miydi? Kondurmaya dahi çekindiğim şey başıma gelmiş olabilir miydi? Hayatın bunu yapmasındaki amaç neydi? Neden tam her şey yoluna girdi derken yeni bir sorun meydana çıkıyordu, neden! Yoksa hayat bu muydu?
Ben ki Hilal Sultan, içine doğmadığım lakin hep bir parçası olduğum bu çağın sultanı oldum. Aşkı oldum, anası oldum, kızı oldum. Tarihi baştan yazdım, daha güçlü daha yenilikçi bir gelecek uğruna adımalar attım. Varlığımın ilk anından, ezelden beri fedakarlıklarla kendimden parçalar vermiş, imtihanlardan geçmiştim. Aşk uğruna, sonsuz bir bekleyişle yüz yılları aşmış ruhumun diğer yarısına kavuşmuştum ben. Ben ki Hilal, Kālû Belâ'dan beri aradığı ruha sadık bir ömür geçirmiş ona kavuşmayı hayal dahi edemeyerek yıllarımı geçirmiş Hilal.
Korku bedenimi ele geçirirken nefessiz kalır gibi elim gerdanıma gitmiş baş örtüsünü tutup çekmiştim. Titreyen ellerimi tutan Şah endişeyle yüzüme bakarken diz kapaklarım bana sırt çevirmiş tüm ağırlığımı Melike'nin cılız kollarına vermeme sebep olmuştu.
Kulaklarımı dolduran gürültülere kısık bıkışlarım arasında gördüğüm hareketlenen askerler karışmış sonrasında uzaktan yükselen sert adım sesleri ile cariyenin tiz sesi yankılanmıştı.
"Zehirlediler sultanımızı!"
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top