II. Kitap: 12. Bölüm -Aile-

Ahmed'in son kez adım attığı günden beri bir sır gibi saklı kalan gizli daire yüzyıllar sonra kapılarını geleceğe açtığında içerideki her şey daha dün gibi korunmuş geçmişi bugüne getirmişti. Dairede bulunan onlarca eser bir köşede bulunmayı beklerken yıllar geçtikçe daha da değerlenmiş daha çok anlam kazanmıştı. 

Ahmed'in sefer vakti Hilal'e yazdığı aşk mektupları, Hilal'in özlemle verdiği cevaplar hepsi bir arada yeniden bir kalp tarafından okunmayı bekliyordu. İki ruh bir olamasa da.

Ahmed yine Hilalsiz bir hayat sürmüş geçmiş ikinci kez var olmuştu. Lakin ikinci seferde her şey daha başka olmuş iki ruh yüzyılları aşıp kavuşmuştu. Her ne kadar hikayeleri mutlu sonla bitmese de.

Hala aşkla kokan dairenin içine adım atan insanlar hayatlarının dönüm noktasını yaşarken Hilal için de aynı şey farklı sonlarla gerçekleşmişti. Kavuşmuştu.

Yılların tecrübesi bir yana yaşadığı dehşetle donup kalan Şemseddin hoca şahit olduklarına dayanamamıştı. Kalbi bu hüzünlü hikayeye yanarken o karşısındaki tablodaki çifte bir mucizeye şahit olur gibi bakıyordu. Aylardır kafasında dolanan düşünceler sonunda durmuş bir olurken o büyük resmi görmüştü. Aslında en başında kondursa da daha sonrasında aklını kaçırdığını sanarak bunu rafa kaldırmıştı. Bunun mantıkla ya da deliller ile bir alakası yoktu. Her şey kalpte bitiyordu. Şemseddin hoca tek bir cümleye dahi ihtiyaç duymadan hissetmişti bir şeyler olduğunu. 

Odada bulunan Feride hoca ise hala mantığına sığınmaya çalışıyordu. Çünkü bunları kaldıramayacağını düşündüğü için korkuyordu. Hiç aklından geçirmediği bir şey oluyordu. Öğrencisinin yüzünü yüzyıllar öncesine ait bir portrede görüyordu. Dehşet verici bir durumdu onun için. Öyle ki şokla herkesin yüzüne bakıp aynı şeyi yaşayıp yaşamadıklarını kontrol etmişti. Bir rüya olmadığına emin olmalıydı.

Geriye kalan dört genç ise her şeyi bilmelerine rağmen bu büyüye kapılmışlardı. 

Herkes öyle bir şokun içerisindeydi ki portrede resmedilen Hilal'in daireden çıkışına dur diyememiş sadece olan biteni seyredebilmişti. 

Lakin bir tek Burak arkadaşının peşine takılabilmiş onun hızlı adımlarına yetişmişti. Aralık ayının son günlerinde karın hükmettiği yer yüzünde sanki biri tarafından çekilen arkadaşının peşinden koşarken lapa lapa yağan karın bıraktığı serinlikle derin bir nefes almış zihnini sonunda açabilmişti. 

Hilal beyazlar içinde kalan sokağın ortasında birden gözden kaybolunca Burak gözlerine inanamamıştı. Hiç bir açıklama onu ikna edemeyecek hale gelmişti. Gözleri önünde arkadaşı yok olsa da zihni geçmişlerinden anıları tek tek hatırlatmaya başlamıştı. Beraber aynı derslikte bulundukları günleri, ikili arasında geçen tartışmaları ve sonunda inançla güçlenen dostlukları. 

Eğer ki Burak'ın düşündüğü gibi Hilal geçmişe, ailesine kavuştuysa eğer onun için çok mutluydu. Zira çektiği acılara bizzat şahit olmuştu. 

Burak yağan karın altında geçmişle bugünün birleştiği noktaya bakarken gizli dairede kalan herkes göz önünde olan olmayan her bir detayı incelemeye başlamıştı. Hilal tarafından yazılan yaşanmışlık hikayeleri ile dolu defterler, Ahmed tarafından çizilen onlarca resim ve iki aşığın iki yıl boyunca birbirine yazdığı mektuplar. En sonda Ahmed'in son nefesine kadar Hilal'e yazdığı özlem dolu mektuplar. Tüm bu eserler bir gün tüm dünya ile buluşacaktı lakin o gün bu sır gizli kalmaya devam edecek miydi? 

Tarihe zarar vermemek için tüm hazırlığını yapan Şemseddin hoca özel eldivenleri ile tek tek dolapları açmış daha ne bulabileceğini merak ederek incelemeye başlamıştı. Ta ki gözleri günümüze ait bir çantada durana kadar. Hilal'e ait çanta... 

Hilal? Doğru ya Hilal... Şemseddin hoca büyük bir heyecanla ardını döndüğünde onun gibi dolabın içine bakan ekibi dışında Hilal'i ve Burak'ı görmemişti.

Bunca yıllık yaşanmışlığı olmasına rağmen bulunduğu duruma karşı yalpalamıştı. 

Şemseddin hoca daireden çıkıp lal kesilmiş halde sarayda Hilal'i ararken en sonunda kendini dışarıda yağan karın altında bulmuştu. Ayak izlerini takip ederek sokağa çıktığında tek gördüğü kişi Burak olmuştu. 

Buruk bir hüzün vardı Burak'ın yüzünde. Şemseddin hoca ne olduğunu sormak istese de konuşamıyor sadece Burak'ın yüzüne bakıyordu. Ve sonunda Burak konuşmaya güç bulduğunda titreyen sesi ile cevaplamıştı Şemseddin hocayı.

"Hilal ailesine kavuştu."

*

Verdiğim titrek nefesler buhar olup gözlerimin önünde acılarımın yok olması gibi dağılıyordu. Ormanın kar altından kalan sessizliği öyle yoğundu ki kendi kalp atış sesimi duyar olmuştum. Etrafıma bakınırken yüzümde bir çok duygu can bulmuştu. Mutluluk, heyecan, huzurun göz yaşları... Karmakarışıktım, aynı evren gibi. 

İçinde sonsuz olasılık olan, sonsuz bir gücün hükmettiği evren ve nicesi gibi. Her şeyi yansıtan bir ayna gibiydim. 

Karla kaplı olan ormanın ortasında diz çökmüş vaziyette oturuyordum belki de dakikalardır, bilemiyorum. Lakin her şey birbiri ile aynı gibiydi. Upuzun gövdeleri olan ağaçlar göğü karla kaplı dalları ile kapatırken bulutların ardından gülümseyen güneş yüzümü ısıtıyordu.

Yaşadığım şeyin tanıdıklığı ile ne olduğunu anlamıştım. Lakin ortada bir fark vardı. Mekan farkı. Belki de zaman...

Son düşüncem ile tüylerim ürperirken hızla yerimden kalktım. Ya sarayın yapımı başlanmadan önceki bir zamandaysam? 

Bu dehşet verici bir düşünceydi.

İlk Tayy-i Zamân yaptığımda bulunduğum mekan aynıydı. İkincisinde de aynıydı, yani geleceğe döndüğüm zaman. Ama şimdi... 

Hem Tayy-i Zamân hem Tayy-i Mekân gerçekleşmişti. 

Ya zaman benim dönmek istediğim zamandan farklıydı ya da aynı zamanda farklı mekandaydım.

"Allahım!" Fısıltım kar tarafından içine çekilmiş orman yeniden sessizliğe gömülmüştü. 

Beni neyin beklediğini bilmemenin korkusu ile hızla ilerlemeye başladığımda nereye gittiğimi bilmiyordum. Sadece olduğum yerden uzaklaşıp insan içine ya da nerede olduğumu anlayabileceğim bir yere varmaya çalışıyordum. Dizime kadar gelen karın içinde zorlukla ilerlerken nefesim hızlanıyor kalbim boğazımda atıyordu.

Korku tüm bedenimi sarsmış kendime gelmiştim. 

Korkuyordum. Zira aklıma gelen doğruysa kafayı gerçekten yiyecektim. 

Zaman kavramını kaybetmiş karın içinde hep soğuktan donuyor hem sarf ettiğim efordan terlerken belime kadar kar yüzünden ıslanmıştım. Tir tir titresem de durmak bana yasaktı. Kafamda varlığını koruyan korkunç fikri yok edene kadar yürümem gerekiyordu. 

Küçük küçük tanelerle yağan kar rüzgarın şiddetlenmesi ile hızlanırken kar lapa lapa yağmaya başlamış o sakinliğin yerini fırtına almaya başlamıştı.

Güneş geçen süre üzerinden batmaya başlarken adımlarım da yorgunluktan yavaşlamaya başlamıştı. Attığım her adımda kara batıyor üzerime düşen kar taneleri sanki beni yere itiyordu. Yürüdükçe yürümüş kalan son gücümü de kullanmıştım bu yolda. Elimde tutunacak çok güçlü bir umut vardı zira. Aileme kavuşabilme umudu...

Hava kararmaya başlarken zorla çıktığım tepenin ardında kalan araziye indiğimde karanlıkta gördüğüm büyük gölge ile durdum. Bir kulübe gibiydi. Net bir görüşüm olmamasına rağmen son bir güçle oraya doğru ilerlemeye başladım. Dakikalar sonra tahtadan olan kulübenin kapısının önüne gelince sessizliğimi koruyarak dinlemeye başladım. En ufak bir seste geri adım atıp kaçmayı planlıyordum. Neyle karşılaşacağımı bilememek beni geriyordu.

Sessizlik daim olurken kapıya yaklaşıp kulağımı dayadım ve kendi nefesim hariç bir şey duymadım. Tahtadan ve kırık dökük olan kulübenin kapısının bir kulpunu bulamazken sadece içeri doğru ittim. Kapı açılmazken biraz daha güç uygulayıp kırma pahasına kapıya yüklendim ve sonunda iç tarafa doğru büyük bir gürültü ile açtım. Ellerim savunma pozisyonunda içeriye bakış atarken boş oluşu ile sakinleşip kapıyı ardımdan kapattım. İçerisi hala soğuk olsa da en azından rüzgar esmiyordu.

Ne yapacağımı bilemeyerek etrafa bakınırken karanlığı nasıl aydınlatacağımı düşünmeye başladım ki bir anda kafamda ışık yandı. Telefon! Varlığını tamamen unutmuştum ve kendimi mum veya kandil arayışına sokuyordum!

Montumun üst cebini açıp telefonumu çıkardım. El fenerini yakmayı düşünmüyordum çünkü dışarıdan tamamen belli olabilirdim. Telefonun ekranını açıp kısık ışığı ile etrafta dolanmaya başladığımda kulübenin kullanılmadığını anladım. İçeride bir sedir, masa, sandalye ve sandıklar vardı. 

Sandıkların başına geçip içini açtığımda yükselen toz ile bir süre nefes alamayıp öksürmeye başladım. Kısa süre sonra kendime geldiğimde ekranı içeri tutup bakınmaya başladım. Bakır tabak, bardaklar ve bıçak vardı. Diğer sandığı açtığımda ise beni kalın bir yorgan ve oldukça eski kaftanlar karşıladı. İçlerinden kullanışlı olanları seçip kenara ayırdığımda yorganı alıp sedire geçtim. Üzerimi örtüp bir süre kendime zaman tanıyıp sakinleşmeye çalıştım. Nefesim buhar olup havaya karışırken kendimi hala ayakta tuttuğum tek neden aileme çok yaklaştığım olmuştu. Diğer olasılıkları bir kenara atıp rahatlayarak olanları düşünüyor kendimi mutlu ediyordum. 

Bu geceyi burada geçirip sabahın erken saatlerinde hazırlanıp dışarı çıkacak ve yoluma devam edecektim. Belki bir köy ya da yerleşim yeri bulana kadar devam edecektim. 

Ama uyumamam gerekiyordu. Eğer uyursam soğuktan donabileceğimi biliyordum. Sırt çantamdan su şişemi ve aldığım bisküvilerden birini çıkarıp karanlıkta karnımı doyurmaya başladım. Dışarıdaki fırtına şiddetlendikçe rüzgar uğultu ile kulaklarımı dolduruyor bir ninni gibi gözlerimin kapanmasına sebep oluyordu. 

Soğuktan titredikçe dişlerim birbirine vuruyordu çıkan ses sinirlerimi bozarken kendimi kasarak buna engel olmaya çalışıyor ama daha çok üşüyüp bir döngüye giriyordum. Kulübede bir pencere bile bulunmamasından dolayı dışarıyı göremiyordum. Ama karın daha da kalınlaştığını tahmin edebiliyordum. 

Saatler sonra gece yarısını geçtikten sonra dışarıdaki rüzgar sesi dinmişti. Kar yağışının kesildiğine inanıp yerimden kalktığımda dikkatlice kapıyı aralayıp dışarı baktım. Kar her yeri kaplamış belime kadar tamamen yükselmişti. 

O an korkuyla kapıyı kapattığımda buradan nasıl çıkacağımı sorguluyordum. Kapana kısılmıştım. Sabaha kadar uyanık bekleyecek sonunda gündüz vakti dışarı çıkacaktım ama böyle bir manzarada benim şuradan şuraya gitmem çok güçtü.

Derin nefesler alıp kendimi sakinleştirdikten sonra geri kalktığım yere oturup üzerimi çıkan örtülerle örttüm ve ellerimi ısıtmak için dudaklarıma götürdüm.

Şafak sökene kadar zoraki uyanık durup gün ışığı ile beraber hazırlanmaya kalktığımda yorgunluktan elimi kaldıracak halim kalmadığını anlayıp biraz kestirmek  için uyumaya karar verdim. Bedenimi sarıp sarmaladıktan sonra telefonumda alarm kurup kendimi derin uykuya sokmadan kestirmeye başladım. Yorgunluğum git gide artarken artık uyumanın tam tersi gücümü sömürdüğünü sanmaya başlamıştım.

Zaman akıp gitmiş saatler sonra güneş batarken gözlerimi zorda olsa aralayabilmiştim. Hala yorgun olmama rağmen sabrım taşmıştı. Ayaklanıp üzerimi değiştirmeye başladığımda siyah pantolonum, beyaz kazağımı çıkarmazken, siyah yünlü ceketimi çıkarıp kıyafetlerimin üzerine sandıkta bulduğum uzun kahverengi bir kaftanı giyip kıyafetlerimi gizlemiştim. Siyah diz altı uzun çizmelerim geçmişe uyum sağlarken üzerimdeki kalın mont çok göze batıyordu o yüzden onu çıkarmaya karar vermiştim. 

Üzerime geri siyah ceketimi giydikten sonra eşyalarımı toparlayıp montumun ceplerini kontrol ettim ve montu sırt çantamın içine sokup çantamı sırtıma taktım. En son üzerime bulduğum geniş kahverengi bir kumaş parçasını sarıp çantayı sakladım. Son olarak atkımla başımı örttüm ve etrafı toparlayıp kulübeden çıktım. 

Gök karanlığın esiri olmuş yıldızları net bir şekilde gösteriyordu. Aralığın sert soğu bıçak etkisi yaratırken ben yeniden karın içinde ıslanmaya başlamıştım. Bu yolun sonunda hasta olacağım çok belliydi. 

Kar dün geceki fırtına yüzünden öyle bir çoğalmıştı ki önümü göremiyordum. Attığım her adımda bir çukura batıyor gibi düşüyor sonra ayağa kalkıyordum tutunduğum umut sayesinde.

Nefesim buhar olup havada dağılıyordu. Eskiden olsa umudum gibi yok oluyor derdim bu görsele ama artık o nefesin bir amaç uğruna yok olduğunu biliyordum.

Gözlerimi her kapatışımda göz kapaklarım daha da ağırlaşıyor neredeyse birbirine yapışıyordu. Ayakta uyuyordum adeta!

Çıktığım tepeden diğer tarafa inerken kulaklarımı dolduran sesler ile olduğum yerde çivilendim. Neyi duyduğumu anlamaya çalışırken sesin boş arazinin sonundaki ağaçların olduğu taraftan geldiğini anlayıp emin adımlar ile oraya doğru ilerlemeye başladım. Yaklaştıkça kulaklarımı yanan bir ateşin sesi dolduruyor ardından sanki bir tabaktan yemek yeniliyor gibi sesler işitmeye başladım. Her ne kadar neyle karşılaşacağımı bilmesem de şansımı değerlendirmem şarttı bu yüzden gizliden tiplerine bakıp ona göre hareket edecektim. 

Uzun ve gür çalıların ardından yükselen sesle durduğumda dikkatlice çalıları araladım.

Gözlerim ilk olarak ortada yanan ateşte takılı kalmış ardından ateşin üzerindeki kazan ve çevresinde oturan yeniçeri kıyafetli askerleri görmüştüm. İçimdeki umut yeşermeye başladığında en azından askerlerin giyiminden aynı dönemde olabileceğimi anladım.

Ateşin diğer ucunda ise üç büyük çadır vardı. İkisinin etrafı kapalıyken diğeri sadece atlar için bir barınaktı.

İçim titrerken başım dik bir şekilde çalıları aralayıp ilerlemeye başladım ki hepsi birden ayaklanıp kılıçlarını kuşandılar.

"Destur verin ağalar." Sesim sağlam çıksa da dengede duramayacak kadar çökmüştüm.

"Dur orada kimsin sen!" Askerin gür sesi ormanda yankılanırken ben sakinliğimi koruyup gözlerinin içine bakarak ilerlemeye devam ettim ve sonunda boş alana çıkıp karşılarında durdum böylelikle ateş beni aydınlatmış oldu. 

Altı asker şaşkınca bana bakarken geri ardıma bakıp yalnız olup olmadığımı kontrol ettiler.

"Kimsin sen?" Hepsinden yaşça büyük görünen ağanın sorusu şu an önemli olan bir soru değildi. En azından benim için...

"Tahtta kim var ağalar?" Emin ve düz çıkan sesim beni tatmin ederken onlar alakasız sorum ile birbirine bakıp kılıçlarını indirdiler. Belki de o an gözlerinde bir deliye benzemiştim.

"Hünkarımız, Sultan II. Ahmed Han tabii ki de." Yine aynı ağanın cevap vermesi ile gözlerimi adamın yüzüne diktiğimde çekinip bakışlarını kaçırdı. Titrek bir iç çekerek gözlerimi kapatıp duyduklarıma şükürler ettim içimden. 

"Asıl sen şimdi sorumuza cevap ver hatun, kimsin sen?" Benimle konuşan orta yaşlı askerin sabrına nazaran genç ve sabırsız olan askerin merakı gittikçe artmıştı.

Uzun zaman sonra adımı sesli bir şekilde alıştığım gibi söyleyecek olmak beni de sabırsızlandırmıştı.

"Ben Hilal sultan." Diyerek gözünün içine baktığımda asker anında başını eğdi. Beraberinde diğer askerler de başlarını eğince evime gitmek için hemen yola çıkmak istiyordum. Kaybedecek yeterince zamanım olmuştu zira. 

Her ne kadar askerlerin ilk tepkileri böyle olsa da aralarında birbirlerine kuşku ile baktıklarını fark etmiştim.

"Sultanım!" Benimle muhatap olan rütbeli asker bana seslendiğinde başlarını kaldırmaları için elimi kaldırdım.

Tam rütbeli asker konuşacakken emrinde olan askerlerden biri söze girdi. "Bağışlayın lakin sizin kayıp haseki sultan olduğunuzu nereden bilelim?" En çok kuşkuya düşen asker çekingen bir tavırla sorusunu sorduğunda başımı anlayışla salladım. "Belki şu anda sizi buna inandırmam güç lakin eğer ki beni Topkapı sarayına götürürseniz gerçeği bizzat teyit etmiş ursunuz. Bu yardımınızın da elbet bir karşılığı olacaktır buna sizi temin ederim."

Askerler birbirlerine bakmaya devam ederken bir anda gözümün kararması ile gözlerimi sıkıca kapatıp kendime zaman tanıdım. Derin bir nefes alarak olduğum yerde dururken yer sanki ayağımın altından kayıyor gibi sarsılıyordu. Zorla kendimi ayakta tutarken kararan görüşüm bedenim titremeye başladı. 

Kafamı sabit tutamazken bir anda adım sesleri yükseldi. "Sultanım iyi misiniz? Buyurun tutunun koluma." Rütbesi yüksek olan ağanın sesini duysam da hiç bir şey görememiştim. Boşluğa doğru sadece elimi uzatıp yardımını kabul ettim. En sonunda kendisi kolunu elimin altına uzattığında yardımı ile ilerleyip oturdukları kütüklere oturdum.

Bedenimi saran alevlerin sıcaklığı ile bir an rahatlarken ardından hemen titremeye ve soğuktan donuyor gibi hissetmeye başlamıştım.

"Siz yaralandınız mı?"

"Hayır." Titreyen sesim ile cevap verirken başımı ellerim arasına alıp dizlerime dayandım. 

"Çok zor bir yolculuktu..." Diyerek açıklık getirdim. 

"Nasıl ellerinden kaçtınız?" Sorusu beni dumura uğratırken gözlerimin önüne sahneler geldi. Onlar benim kaçırıldığımı sanıyordu!

"Güzel bir fırsat geçti elime, dikkatlerini dağıtıp kaçtım. Sonrasında karşıma çıkanları alt ettim..." 

"Haftalardır sizi arıyoruz sultanım. Umudu tam kesmişken bir mucize oldu."

"Haftalardır mı! Ne kadar zaman geçti ki?" Kendimi zorlayıp başımı kaldırdığımda görüşüm hala bulanık olsa da adamın yüzüne bakabilmiştim.

"Yaklaşık üç haftayı geçmiştir sultanım." Aldığım cevap kalbimi heyecanla hızlandırırken bedenimin titremesini bile unutacak kadar sevinmiştim. Ben aylardır gelecekte kalınca burada da öyle oldu sanmıştım... Bu bir lütuftu. Bir kaç haftalık bir ayrılıkla baş etmeleri acılarının daha kısa sürmüş olacağını biliyordum. Bebeklerim aylarca değil sadece bir kaç haftadır annesiz kalmıştı... Onların büyümesine tanıklık edebilecektim! 

Ağlanacak halimize seviniyordum... Ne garip.

"Benim için gece gündüz bir oldu bunca zamandır karanlığa hapsolmuştum..." Kendi kendime mırıldandığımda bakışlarımı ateşe çevirmiş derin düşüncelere dalmıştım.

"O vakit gün ağarmadan yola koyulalım Sultanım. Yolumuz uzun payitahta öğlen vakti anca varırız."

Başımı olumlu anlamda sallarken heyecandan ağlayacak gibi hissediyordum. O kadar mutlu hissediyordum ki oturup hüngür hüngür buna ağlamak istiyordum. Uzun bir sıla yolunun ardından yuvama kavuşuyordum sonunda.

"Bekir ağa hazırlıklara başlayın, toparlanıyoruz." Rütbeli asker diğer askerlere emir verirken o eline bir bardak alıp kazana ilerledi. "Sultanım size layık değil lakin sıcak bir çorbamız var içer misiniz?"

"Lütfen." Asker bardağa et suyu olduğunu düşündüğüm çorbayı koyup bana uzattığında bardağı elime aldım. "Teşekkür ederim. Bu iyiliğinizi asla unutmayacağım. Güveniniz için ayrı teşekkür ederim. Lakin adınızı bilmiyorum?"

"Kenan ağa sultanım. Her ne olursa olsun, kim olursanız olun yardıma muhtaç olan birisini yarı yolda bırakmak bizim kitabımızda yazmaz."

Başımı sallayıp yeniden ateşe döndüğümde askerler alanı toparlamaya başlamıştı.

"Arzu ederseniz geceyi geçirmeniz için size çadırların birini verelim sultanım. Biz hazırlıkları yapıp sabah olana kadar dinlenirsiniz." Kenan ağa arkadaki çadırı işaret ettiğinde teklifini kabul edip ayağa kalktım. Bedenim yeniden yorgunluktan sarsılınca bir süre duraksayıp kendime zaman tanıdım ardından işaret ettiği çadıra doğru ilerlemeye başladım. içeri girdiğimde karşılaştığım şey yere serilmiş halının üstüne koyulan sedir ve yer masasıydı. 

Elimdeki çorbayı dökmeden sedire oturduğumda uyku bir anda bedenime çökmüştü... Göz kapaklarımın kapanışını hissediyordum ve elimden bunu durdurmak için hiç bir şey gelmiyordu. 

Sıcak çorbayı hızla içip bardağı kenara koyduğumda rahatça geriye yaslanıp gözlerimi kapattım. Uzanmaya dahi gücüm kalmamıştı zira.

Gece boyu kabuslar görüp uykumdan uyanıyor her defasında kendimi nerede olduğumu hatırlatarak sakinleştiriyordum. Kabuslarımda hep yaşadığım her şeyin rüya olduğunu görüyordum. En derinimde korktuğum bir olasılıktı bu zira. Ya ben o sabah hiç uyanmadıysam? Ya o karlı sokağa hiç çıkmadıysam? Bu anlamsız sorular beynimi ele geçirmiş en derinime uykularıma girmişti.

Oysa gerçek ortadaydı. Her şey düzelmişti. Aileme kavuşmama çok az kalmıştı.

Şafak vaktinde duyduğum sesler ile yerimden sıçrarken uyanma vakti geldiğini anlamıştım. Oturduğum gibi kalkıp kendime çeki düzen verdikten sonra dışarı çıktım. Bedenimi donduran soğuk havayı içime çekip bir süre duraksadığımda yeniçerilerin benim içinde bulunduğum çadır hariç her yeri toparladığını gördüm.

"Sultanım sabah-ı şerifleriniz hayırlı olsun. Yola çıkmaya hazır mısınız?" Kenan ağanın sağımdan yükselen sesi ile ona döndüm. "Sizin de Kenan ağa, hazırım hem de hiç olmadığım kadar."

Hiç olmadığım kadar...

Bekir ağa ile atların yanına ilerlerken arkada kalan askere dönüp baktım.

"Sultanım o burada kalıp yükü at arabası ile götürecek biz ise önden payitahta gideceğiz."

Bekir ağa sanki aklımdan geçeni okumuş gibi beni aydınlatırken başımı olumlu anlamda sallamış yanıma getirilen beyaz atı sevmeye başlamıştım. Ata kendimi tanıttıktan sonra uzun zamandır binmemenin zorluğu ile binip dengemi sağladığım üzerimdeki örtüyle beraber dizginleri tuttum.

Hava o kadar soğuktu ki ellerimi dışarı çıkardığım gibi soğuktan kıpkırmızı olmuştu. Gözlerim esen soğuk rüzgarla dolarken görüş açım da puslanıyordu.

"Hadi Bismillah!" Kenan ağa önden atını sürmeye başladığında bende arkasından geçip patika boyu yolu takip ettim. Hava aydınlanana kadar belirli bir tempoda giderken güneşin doğması ile hızlanmıştık. Önümüzü net görmenin rahatlığını ile hızlanıp atı koştururken nefeslerim de aynı şekilde hızlanmıştı. Aldığım derin nefesler içimi buz gibi dondururken heyecanım katbekat artıyordu.

Saatler boyu sadece iki defa mola verip hayvanları dinlendirdikten sonra son hız yolumuza devam etmiştik. Ormanın dışına çıktığımızda tepenin altında ovada ufaktan yerleşim yerleri görmeye başlamıştık. 

"Şehre inmemize çok az kaldı sultanım." Kenan ağa yavaşlayıp yanımda durduğunda sabırsızca ileriye baktım. "Ne kadar tahminince?"

"Bir saatten az sultanım."

Cevabı ile geniş bir şekilde gülümsediğimde başını eğdi. "Vakit kaybetmeden yola devam edelim o vakit." Diyerek ilerlemeye başladığımda yeniden yola koyulmuştuk.

Aştığımız araziler geride kalırken çıktığımız bir başka tepenin manzarası bana güzeller güzeli İstanbul'u gösterdi. Beyazlar içinde tüm saflığıyla gözlerimi büyülüyordu. 

"Tekrar merhaba İstanbul. Beni özledin mi?"

Her detayı aynıydı, buradan gitmeden önceki gibi... Kusursuz.

"Ben çok özlemişim..." Gözlerimden akan sıcak yaşlar buz kesilmiş yanaklarımdan aşağı doğru süzülürken yorgunca bir nefes verdim. 

"Bekir saraya önden gidip haber gönder." Kenan ağa arkadaki askere talimat verirken asker kabul edip hızla yola koyuldu. Bizden daha hızlı bir rüzgar gibiydi. 

Çok durmadan bizde tepeden aşağı indiğimizde Bekir ağa çoktan gözden kaybolmuştu. Her ne kadar İstanbul gelecekteki kadar büyük ve kalabalık olmasa da. Günümüzün en kalabalık ve gelişmiş şehirlerinden biriydi. Hatta Osmanlının kalbi diyebilirdik. Asya ile Avrupa'nın bir arada olduğu. İki kıtanın bir olduğu dünyadaki yegane şehirdi.

İstanbul, aşkın şehriydi. Hep dediğim gibi bu şehir de ne imkansız aşklar ne sevdalar yaşanmıştı. En büyük kanıtı da bizdik. Hem imkansız olduk hem kara sevda olduk. Lakin şimdi o kara lekeyi siliyor hikayemize yeniden devam ediyorduk. 

Her zorluğu aşıp kavuşuyorduk...

Şehrin karla kaplı sokaklarında oynayan çocukları gülerek izlerken Hüma ile Beyazıt'ın süt kokusunu duydum. Onlara sarılıp uzun süre bırakmayacaktım. Kaybolan günlerimizin acısını çıkaracaktım.

İnsanların bakışları üzerimizdeyken herkes toplaşmış bize bakıyordu. 

"Bu o! Hilal sultan!" Bir evin kapısının önünde oturan iki kadından biri ayağa kalkmış bana seslenirken gülerek ona döndüm ve elimi kaldırdım. "İmarethane de çalıştığım dönem Valide sultan ile gelirdi ziyarete." Yanındaki kadınlara olayı açıklarken bunu duyan insanlar işlerini bırakmış tamamen bize odaklanmıştı. 

"Hilal sultan evine geri döndü!" 

"Hilal sultan kurtarıldı!"

Ardı ardına yükselen bağırışlar ile çocuklar aynı şeyleri tekrarlayarak koşturmaya başladığında haberin kısa sürede yayılacağı belliydi.

İnsanların gözlerindeki sevinç içimi ısıtırken bunca zaman herkesin beni beklediğini anladım. Her ne kadar onlara göre esir alınıp alı koyulmuş olsam da onlar hep bulunup kurtarılmamı beklemişti.

"Rabbim sizi ailenizden ayırmasın sultanım!"

"Yuvana hoş geldin Hilal sultan!"

Kalabalık arttıkça hızımız yavaşlamıştı lakin onların bize eşlik edişi, bana destekleri, hissettiklerini dile getirmeleri ile yolumuza devam etmek gücüme güç katmış yorgun bedenimi dik tutmuştu.

Bir olup Topkapı'nın kapılarına kadar gelmiştik. İnsanların bana karşı olan şefkati ve sevgisi ruhumu okşuyordu. İyi ki diyordum, iyi ki varlar. Buraya geldiğim ilk günden beri insanların hala insanlığa sahip olduğunu bilmek umutlarımı yeşertiyordu. Her şeye rağmen birdik, aileydik.

Sarayın önündeki meydanda büyük bir kalabalık olarak durduğumuz an kalbim heyecandan boğazımda atıyordu. O an kapalı olmasını beklediğim devasa kapıları açık halde bulunca merakla içeriye baktım.

"Destur, Sultan Ahmed Han Hazretleri!"

Gözlerim bir anda deniz gözlere değdiğinde birbirine bastırdığım dudaklarım aralanmış zor tuttuğum göz yaşlarım akıp gitmişti yanaklarımda. Duygularıma mani olamıyordum, hissettiğim her şeyi anında yansıtıyordum.

"Ahmed!"

Ben onun deniz gözlerinde dalmayı özlemiştim... Altın saçlarında parmaklarımı gezdirmeyi, ömre bedel gülüşünü izlemeyi, huzur dolu sesinden adımı işitmeyi özlemiştim.

Karşımda beni özlemle bekleyen Ahmed'in yorgun bedeni bana doğru adım atarken atı zar zor durdurmuş ne yapacağımı bilemeyerek hızla attan inmiştim. İnsanlar bana yol açarken kalabalık Ahmed'in varlığı ile saygıyla selam vermişti.

Dünyanın tam şu an sessizliğe gömüldüğüne yemin edebilirdim, kafamdaki seslerin bile dindiği bir andı. Sonunda diye haykırmak istedim o an. Tüm benliğim ile haykırmak içimdekileri tüm varoluşa dökmek istedim.

Dizlerim bana sırt çevirmişti, yeni yürümeye başlamış bir bebek gibi dengede zor dururken özlemle ona ilerlemeye başladım. Yine varacağım liman o olmuştu. Ondan başka gideceğim ruh yoktu. İlk ve son belki de sonsuz olan o olacaktı.

Gözlerindeki özlem dolu bakışlar, yorgunluktan çöken göz altları, uzayan sakalları... Yüzündeki kahrolmuş görüntü... İkimiz de çok zorlanmıştık. Umudumuzu yitirdiğimiz günler bile olmuştu, lakin yine kavuşmuştu ruhlarımız.

Göz yaşlarım arasında daha fazla dayanamayıp özlemle gülümsediğimde Ahmed de bana doğru yaklaşıyordu. İnanamıyordum bunların olduğuna... Bir rüya gibi gelen anın bedenimi saran sıcaklığı ruhuma tarifsiz bir huzur bahşetmişti. İşte şimdi. Şimdi kavuşmuştuk. 

Gözleri gözlerimden ayrılıp bedenimi süzdüğünde kaşlarının hüzünle çatıldığına şahit oldum. Yerle yeksan olmuş bir haldeydim.

Titreyen bedenim tam karşısında durduğunda Ahmed hızla kollarını bedenime sarıp beni kendine çekti ve bana sıkıca sarıldı. Sanki bir daha bırakırsa uçup gidecekmişim gibi korkuyla kavramıştı bedenimi.

Onun acıyla titreyen her iç çekişini hissederken kollarımı büyük bir özlemle bedenine sarıp ona karşılık verdim. Derin nefesler alarak kokusunu içime çekip aylardır burnumda tüten kokusunu içime hapsettim ve ona mümkünmüş gibi daha sıkı sarıldım. Cılız kollarım bu kadar güce dayanamayıp ağrımaya başlamıştı bile... Bunca aydır hem sağlıksız şekilde kilo vermiş hem güç kaybetmiştim.

Bir an varlığına inanamayarak onu kendime ispat etmek ister gibi bedenine bir kez daha sarıldığımda onun sıcak nefesini başımda hissettim. Sanki konuşmak istiyor ama gücü yetmiyor gibiydi. Hoş benim de ondan aşağı kalır yanım yoktu ya...

Boğazımda koca bir yumru vardı. Ne konuşmama ne de nefes almama izin veriyordu. Acıyla orada büyüdükçe büyüyor göz yaşlarımı şiddetlendiriyordu. Ama mutluydum ve bu sevinç daha ağır basıyordu.

Bitti. Tüm o acılar bitti.

"Yine sana geldim, yüzyılları aşıp yine sana geldim sevgilim." Dudaklarımdan zoraki dökülen fısıltı onu bulunca başını salladığını hissettim. Belli ki benim bulduğum o küçük güç kırıntısı onda yoktu. Kendini ağlamamak için kastığını hissediyordum. Ve nasıl bir halde olduğunu tahmin edebiliyordum. Onca hafta nasıl bir korkuyla tüm bunlarla başa çıkmaya çalıştığını biliyordum. İkimiz de aynı acıyı yaşamıştık, aynı özlem, aynı korku.

Ahmed usulca benden geriye çekilip elimi tuttuğunda gözleri kızarmasına rağmen mutlulukla gülümsüyordu. Derin bir nefes alıp yutkunduktan sonra sonunda söze girdi. "Hadi sevgilim evimize girelim." 

Sesini canlı canlı duymanın verdiği rahatlama ile başımı sallarken ardımı dönüp insanlara elimi kaldırıp selam verdim bana buraya kadar eşlik edip yalnız bırakmayışları çok önemliydi benim için. Bir kaç adım sonra Ahmed ile beraber kapıdan içeri girip sarayın arazisine giriş yaptım. Bedenimi saran sıcaklık ile Ahmed'in elini daha sıkı tutarken gülerek ona döndüm. 

"Bebeklerim nasıl Ahmed?" Çok özlemiştim onları bir an önce kucağıma almak istiyordum...

Ahmed bakışlarını benden çekip bir an kaçırdıktan sonra ifadesini değiştirip bana döndü. "İyiler Hilalim lakin bugün Beyazıt'ın ateşi çıktı onunla ilgileniyorduk." Endişeyle dediklerini dinlerken o elimi sıkıp gülümsedi. "Telaşlanma şimdi iyi."

Kalbim korkuyla teklemeye başladığında kendimi çok suçlu hissediyordum. Çocuklarıma bakamamış onları hasta etmiştim. Benim suçum...

"Ahmed ben sizi çok özledim." İçime kaçan sesim yürek burkuyordu adeta. Öyle ki Ahmed'in gözleri hüzünle dalıp gitti. "Beyazıd benim yüzümden has-"

"Hayır Hilal, senin hiç bir suçun yok. Bizde seni çok özledik sevgilim gecemiz gündüzümüz kalmadı o kara geceden sonra." Beni teselli etmeye çalışsa da ikimiz de bitik haldeydik.

Ahmed uzanıp uzunca alnımı öptükten sonra geri çekilip tebessüm etti. "Lakin artık tüm kötü günler geçmişte kaldı. Bundan sonra her şey çok güzel olacak sevgilim."

"Olacak." Birbirimize dolu gözlerle gülümsedikten sonra ilerlemeye devam etmiştik. 

Ayakta kalacak daha fazla gücüm kalmasa da sabrımı sınıyor çocuklarımı kucağıma alana kadar ayakta durmaya gayret ediyordum. Üzerimdeki kalın giysilere rağmen donmaya başladığımda Ahmed'e sığındım.

Kolları arasına alırken ondan destek alıp yürümeye devam ettim. Has bahçenin çakıl taşlı yoluna girdiğimizde kara basa basa ilerlemiş ayağımızın altında ezilen karın sesini dinlemiştik. 

"Konuşacak çok şey var Ahmed. Şu an lal kesilsek de oturup konuşmamız yakın."

"Ben hala rüya görüyorum sanıyorum Hilal kafam allak bullak oldu..." Ahmed elimi daha sıkı sıktığında başımı omuzuna yasladım. "Rüyalarımız gerçek oldu Ahmed."

Has bahçenin hareme giriş kapıları açılırken yol boyu dizilmiş saray halkı ile karşılaştık. Ağasından tutun cariyesine kadar herkes buradaydı ve selam veriyordu. Beni karşılamaya gelmişlerdi işlerini güçlerini bırakıp... 

"Destur, Sultan Ahmed Han ve Hasekisi Hilal sultan hazretleri." Kapı ağasının gür seslenişi ile selam veren herkes başlarını eğerken biz ilerlemeye devam etmiştik. Taşlığa geldiğimizde hala devam eden sıranın sonunda gördüğüm tanıdık simalar ile dudaklarımdan sesli bir hıçkırık dökülünce elimi dudaklarıma götürdüm. 

"Hüma, Beyazıd!" İkisi de valide sultan ve Dilrubah sultanın kucağında yatıyordu! Onların yanında Şah, Melike ile Lalezar duruyor özlemle bana bakıyorlardı. 

Koşarak bebeklerime ilerlerken hıçkırıklarıma mani olamıyor içli içli ağlıyordum. Aylardır gerçek manada delirmemek için aklıma getirmemeye çalışmıştım onlarsız kaldığımı zira evlat acısı çok başkaydı eğer bir kez o çukura düşseydim şu an bu kadar sağlam kalamazdım. 

Bebeklerimi dikkatlice kucağıma alıp sıkıca sarıldığımda ikisinin de içli içli iç çekişine şahit oldum. "Annem..." 

Minik ellerini tenimde hissederken minik yüzlerinin birkaç haftada uğradığı değişime hayranlıkla baktım.

İkisine de sıkıca sarıldığımda dolu gözlerle valide sultana baktım.

"Evine hoş geldin kızım." Valide sultan titrek ses ile konuşup bana sarıldığında Dilrubah alışık olduğum gibi ağlamaya başlayıp diğer yandan da o sarıldı. Bebeklere dikkat ederek hasret giderirken bebeklerimin bir kaç değişim dışında hala son bıraktığım gibi görünüyor oluşları bana hiç bir şey kaçırmadığımı hatırlatıp mutlu etmişti. 

"Sultanım hoş geldiniz, sizi çok özledik." Melike dolu gözleri ile yanıma geldiğinde konuşamıyor sadece başımı sallıyordum. Valide sultan ile Dilrubah geriye çekildiğinde Ahmed ardımdan gelip elini belime sarmış sırtımı ona yaslayıp duruşumu dikleştirmemi sağlamıştı. 

Bebeklerimi koklayıp yanaklarını bir kez daha öptükten sonra onları Melike ile Lalezara teslim ettim çünkü kollarımın gücünün kalmadığını hissediyordum. Her an yere yığılacak gibi hissediyordum bu yüzden bir kazayı önlemek için onları teslim etmiştim.

"Ahmed beni odamıza götür." Dudaklarımdan zoraki çıkan cümlenin ardından nefesim kesilir gibi olurken aslında bayılmak üzere olduğumu anlamıştım. İyi olmadığımı fark eden Ahmed hızla bedenimi kavradığında kapanan zihnimle beraber kolları bedenimi sarıp sarmaladı.

Dünyanın en güvenli yeriydi onun yanı...

*

Aylar sonra huzurlu bir uyku uyuyup güçlenmiş bir şekilde uyanmıştım. Gözlerimi açtığımda has odanın desenli tavanı ile karşılaşmış bir süre aydınlık odayı incelemiştim. Her şey aynıydı lakin fazlalık vardı. Bebeklerin beşiklerinin olduğu kısımda yeni koyulmuş raflı bir dolap ve iki minder vardı. 

Ben yokken çocukları yanına almıştı belli ki...

Derin bir iç çekip geçmişe perde çektiğimde bu huzuru en derinimde hissederek yatakta gerildim. Yumuşak yatağın ve sıcak yorganın beni mayıştırmasına izin verirken üzerimdeki hafiflik ile başımı eğdim. Beyaz ipek geceliğim vardı üzerimde. 

Yataktan destek alıp doğrulduğumda yanımda uyuyan Ahmed'i yanlışlıkla uyandırmış bir anda sıçramasına sebep olmuştum. Korkuyla elini tutan elimi sıktığında ne düşündüğünü anlayıp ona uzandım ve sıkıca sarıldım. Uyku sersemi bir halde sadece bana sarılmaya başladığında başını gerdanıma dayamış derin soluklar almıştı.

Şu anı o kadar çok hayal etmiştim ki şimdi gerçeği ile ayırt edemiyordum.

Ahmed iç iç çekerek bana daha çok sokulduğunda huzurla başımı geriye yasladım. Çok mutluydum, ona kavuşmuş olmamın mutluluğu içimi kıpır kıpır ediyordu. Hayata olan umudum yeniden yeşermişti. Yeniden kalbimin attığını hissediyor yeniden huzurla hayaller kuruyordum. Her ne kadar yorgun olsam da tüm yaşadıklarımı bir tecrübe olarak görüp hayatıma yeniden ve daha güçlü bir şekilde devam etmeye karar vermiştin.

"Hala inanamıyorum Hilal, yanımda oluşuna, konunu duyuşuma, sana yeniden dokunuyor olabilişime hala inanamıyorum... Ben sonsuza dek sensiz kalacağım sandım. Bitti sandım, yaşadığımız o efsunlu masal son buldu yine zaman bizi ayırdı sandım. Ve buna o kadar çok inandım ki umudumu kaybettim. Bir insan hiç umudunu yitirir mi? En dibe batmıştım. Umutsuz arayışlarla gece gündüz kendimi kandırdım, bir tek kendimi değil herkesi kandırıp onlara yalan söyledim. Bazen de o yalanlara inanmak istedim."

"Zaman kadar imkansız bir ayrılışa değil de seni kurtarabileceğim bir esir alınışa inanmak istedim. Yalanlarım kısmen doğru olsa da sen kimsenin elinde değildin Hilal sen geleceğe gitmiştin. Ve bunu tek başıma bilmek beni delirtiyordu. Sonu meçhul olan bir yola çıkmıştık. Ya seninle ya da sensiz." 

Gerdanıma düşen göz yaşları benim de gözlerimi doldurmuştu. Onu hiç bu kadar yıpranmış görmemiştim.

Peki ya geçmiş tamamen yaşayan Ahmed nasıl bir hayat yaşamıştı? Son nefesine kadar beni mi beklemişti çaresizce? Bu acı gerçek her şeyi daha da korkunç kılmıştı.

Ben günümüze döndüğümde bir tarih son bulmuştu o tarih ise benim geçmişte yok oluşuma aitti. Bir ömür boyu bensiz kalan ailemin kara bir geçmişi olmuştu. 

Şimdi ise ben yeniden gelmiştim. O kara geçmişi yeniden ve yeniden yazmaya gelmiştim. Bir kez daha değiştirecektim. Ve bu defa son nefesimi vereceğim güne kadar burada geçmişte kalmayı diliyordum.

Parmaklarımı özlediğim ipek saçlarında dolaştırmaya başladığımda kolları daha da sıkılaştı. Onu minik dokunuşlar ile sakinleştirirken kalp atışlarının da dizginlendiğini fark ettim. 

İç çekerek derin bir nefes alıp başını kaldırdığında sakalları gerdanıma sürtündü. "Hilalim..." İçimi titreten sesi beni alıp eskiye götürürken o güzel günler gözlerimin önünde canlandı. Bana böyle seslenmesini çok özlemiştim...

"Bir daha desene?" İsteğime karşı gülümseyip başını salladı ve gözlerimin içine baktı. "Hilalim." Onun sesinden adımı duymak bana ilaç gibi gelirken genişçe gülümsedim. Kötü bir kabustan uyanmış yeniden kendimi onun yanında bulmuştum. Her şeyi ardımda bırakıp anı yaşamaya karar vermiştim. Ne gelecek ne geçmiş. Asıl önemli olan şimdiydi zira ne dünü değiştirebilirdik ne yarın yaşayıp yaşamayacağımızı bilebilirdik. 

"Söyle sevgilim!" Mutluluğum sesime de yansıdığında Ahmed de benim gibi genişçe gülmeye başlamıştı. Birbirimize iyi geliyorduk ve kısa sürede her şeyin daha iyi olacağını biliyorduk. Eskisi gibi olamazdık zira yaşanmışlıkların tecrübeleri vardı artık sırtımızda. Ama onlarla başa çıkabilirdik. Ve her şeyin tadını çıkarabilir en detayına kadar hissedebilirdik.

"Seni çok seviyorum." Gözleri dudaklarıma kayarken gülerek yataktan doğruldu ve usulca üzerime eğildi. "Seni gökle toprağın imkansız aşkı gibi seviyorum Hilal. Toprağın göğe kavuşmak için uzattığı dalları göğün ise toprağa dokunabilmek için serbest bıraktığı yağmur gibi seviyorum. Birbirine kavuşmak için çırpınan ellerinden geleni yapan bu iki aşık gibi seviyorum."

Her cümlesinde beni kendine daha çok bağlamış ona hayranlıkla bakmamı sağlamıştı. Bunu nasıl yaptığını hala anlamıyordum ama Ahmed dudaklarından çıkan her kelimenin bende bıraktığı etkinin farkındaydı. Ve her defasında beni böyle efsunlanmış görmeye bayılıyordu. 

Eli yanağıma giderken usulca baş parmağı ile belirginleşmiş elmacık kemiğimi okşamış dudaklarını aralanmış dudaklarıma indirmişti. Usul usul beni öperken bunların özlem dolu dokunuşlar olduğunu ve ne kadar öpse de bu hissin azalmayacağını biliyorduk. 

Kollarımı usulca kaldırıp Ahmed'in boynuna sardığımda boştaki eli ile belimi kavramış beni yatağa çekmişti. Üzerime kapanırken sıcaklığı ile sanki daha önce buz tutmuş gibi erimeye başladım. Aylardır hasret kaldığım sıcaklığını yeniden böylesine tutkulu hissetmek beni darmaduman etmişti.

Ahmed dudaklarını nefes almam için dudaklarımdan çektiğinde bu sefer iç çekerek yanaklarımı öpmeye başladı. "Hatunumu sevmeyi özlemişim." Boğuk çıkan sesi her ne kadar alaylı çıksa da gerçekti. Özlemiştik birbirimizi.

"Aylarca bu anı hayal ettim sevgilim..." Mırıltım ile yüzümü avuçları arasına alırken usulca bir buse kondurdu alnıma. "Aylar derken?"

Çatık kaşları ile sorduğu soru nefesimi kesmişti. Onun için bir kaç hafta iken benim için aylar geçmişti. "Ben geleceğe gittiğimde buraya dönene kadar aylar geçti Ahmed."

"Ama burada sadece haftalar?"

"Çünkü benim dönmem ile sonlandı. Bir önce geçmişte ben geleceğe döndüğüm zaman bir ömür boyu yoktum."

"Aklım karıştı." Ahmed yataktan doğrulup oturduğunda ellerimi tutup beni de karşısına oturtturdu. "Yani sen şimdi gelmemiş olsaydın ben sana hiç mi kavuşamayacaktım?"

"Evet, zaten gelecekten geçmiş tarih olmuşken hiç kavuşamamıştık."

Karışıktı hatta doğru dürüst konuşamamış anlatamamıştım bile ama bunları daha sonra tekrar konuşup anlaşılır kılacaktık.

"Şimdilik bunları düşünmeyelim Ahmed. Ben bir süre sadece sizlerle eskisi gibi vakit geçirmek istiyorum, bebeklerimi, validemi, Dilrubahı, Hüs- Hüseyin! O nasıl Ahmed?" Ahmed ani endişemi görüp ellerimi tuttuğunda beni yatıştırmak ister gibi tebessüm etti.

"Daha iyi korkma. Tedavisi için tüm imkanımı kullandım, şükür o da dişini sıktı çabuk toparlandı." Gelecekte iyileştiğini öğrenmiş olsam da benim yüzümden yaralanmış olması kabul edilir şey değildi.

"Bugün onu görmeye gidebilir miyim?" Merakla Ahmed'e baktığımda başını sallayıp elimi okşadı. "Tabii ki de."

"Bebeklerim burada mı?" Beşiklere doğru baktığımda net göremeyişim ile yataktan kalkıp oraya doğru ilerledim. Ahmed de peşimden gelirken beşiklerin başındaki mindere oturup mışıl mışıl uyuyan bebeklerime baktım. Aylar geçmişti peki ya sütüm yeniden gelebilir miydi? Bir annenin yavrularını besleyememesi çok ağırdı. Kendimi yetersiz ve kötü hissediyordum.

"Neden ağlıyorsun?" Ahmed ben farkında olmadan gözümden damlayan yaşı sildiğinde titrek bir iç çektim. "Ahmed ben aylardır onlardan uzak kaldım ve sütüm kesildi..."

Ahmed ne diyeceğini bilemeyerek bir bana bir çocuklara baktıktan sonra yere çöküp bana sıkıca sarıldı. "Sorun değil Hilal, bir çaresi bulunur elbet en önemlisi senin yanlarında olman."

"Çok özür dilerim..." Kısılan sesim ile belki de kendimden özür dilerken Ahmed itiraz ederek cıklamış ardından bana daha sıkı sarılmıştı. 

"Zor olacak ama bunlar da geçecek Hilal."

*

Bedenimi saran lacivert kaftanın iplerini daha sıkı sıktığımızda anca bedenime oturmuştu. "Sultanım bir deri bir kemik kalmışsınız." Lalezar ipleri bağlarken söylediklerine başımı salladım. "Kim bilir nasıl davrandı o kansızlar size!" Melike sinirle beni esir aldıklarını sanan kişilere söylenirken diğer yandan da beşikleri sallıyordu. "Allahlarından bulsun kafirler!" Lalezar da ona eşlik edince kendimi kıkırdarken buldum. Onlarla vakit geçirmeyi çok özlemişim! Her şeyi özlediğimi biliyordum ama elimde değildi.

"Sultanım sofranız hazır." Esma diğer cariyeleri daireden çıkarırken sofradaki bardaklara şerbetleri doldurdu. "Biz çocukları hazırlayalım siz kahvaltınızı yapana kadar." Melike Lalezar ile bebekleri aldığında eş zamanlı odanın kapısı açılmış içeri Ahmed girmişti. Kızlar selam verip odadan çekilirken seslendim. "Çabuk getirin ama çok özledim onları."

"Emredersiniz sultanım." 

Odada yalnız kaldığımızda gülerek Ahmed'e koştum ve sıkıca sarıldım. "Bırakma beni bir süre lütfen." 

"Şimdi hallettim tüm acil işleri geriye kalan zamanımı sana ayırabilmek için."

Memnunca başımı sallarken sonunda beraber sofraya geçmiştik. "O kadar açım ki Ahmed!" kaç gün olmuştu doğru dürüst yemek yemeyeli...

"O zaman afiyet olsun sultanıma." Ahmed tabağıma börek koyarken ben iştahla yemeye başlamıştım. "Çok özlemişim!" Dolu bir ağızla konuştuğumda Ahmed halime gülmüş beni izlemeye başlamıştı. "Huzurla yemek yemeyi çok özlemişim gerçekten." 

"Belli nasıl zayıf kalmışsın Hilal, sağlığına dikkat et bol bol beslen tamam mı?"

"Tamam!" 

Tüm sofrayı silip süpürüp enerjimi toplarken odaya bebeklerim getirilmişti. Onları kucağıma alıp uzun süre sevmiş yüzümü incelemelerine ve bana dokunmalarına izin vermiştim. Yanımda oldukça uysal bir hal almaya başlamışlardı her şeyin farkındalarmış gibi.

"Sultanım Dilrubah sultan ve Şah sultan sizleri ziyaret etmeye geldiler herkes Valide sultan dairesinde sizi bekliyorlar."

Melike içeri girmiş bana bilgi verirken ben yatakta yatan bebeklerimi öpüyordum. "Ohh kurban olduklarım nasıl da özlemişim konunuzu!" 

Hüma ile Beyazıd gülerek ağızlarını açtıklarında uzanıp boyunlarını öptüm. "Miniklerim benim!"

"Tamam Melike bende özledim onları hadi gidelim. Bebeklerimi süt anneleri emzirdikten sonra yanımıza getirsinler olur mu doyamıyorum onlara."

"Emredersiniz sultanım."

Her ne kadar onları bir başkasının doyurması canımı yaksa da sağlıkları her şeyden önemliydi. Ve mantıklı bir insan olarak onların sağlığını ve gelişimini düşünmeliydim.

Hüma ile Beyazıd'ı cariyelerin kucağına verdikten sonra ayna karşısına geçip kendime çeki düzen verdim ve Melike ile odadan çıktım. "Hüseyin nasıl Melike?"

"Çok şükür daha iyi sultanım hatta bu sabah yanındaydım. Sizin bulunmanıza çok sevindi."

"Her şey yoluna girmeye başladığına göre sizin nikahınız da yakın değil mi Melike?"

"İnşallah sultanım."

Uzanıp Melikeye sarıldığımda içimden taşan sevgiyi birilerine bulaştıramaya çalışıyordum. Melike kıkırdayarak bana karşılık verdiğinde huzurla koridoru inceledim. Capcanlı, sıcacıktı. Bir yuva olduğu belliydi. 

Oysa gelecekte buz gibi ve cansızdı.

Kendimi yıllar sonra yurtdışından gelen aile ferdi gibi hissediyordum. Aile özlemi ile yanıp tutuşmuş en sonunda yuvasına geri dönmüş gibi. 

Taşlığa indiğimizde tüm harem halkı gelişimi kapı ağasının seslenişi ile duymuş beni görmek için koridora çıkmıştı. Kızların hepsi eğilmiş selam verirken karşılarına geçip gülümsedim. Herkesi özlemiştim. Sarayın taş duvarından tutun insanına kadar.

"Sultanım Rabbim sizi bize bağışladı, hoş geldiniz."

"Nasılsınız sultanım?"

"Nasıl dayandınız bunca zorluğa?"

"Sizin için yapabileceğimiz bir şey var mı?"

"Sağ olun kızlar iyiyim artık şükür, desteğiniz yeter gerçekten." Hepsine tek tek bakıp cevap verdiğimde yüzlerindeki sevince baktım. İçtenlikle konuştukları belliydi hiç birinden kötü bir bakış dahi almıyordum.

Kızlar eğilip yeniden selam verdiğinde Melike ile yeniden yola koyulduk. Üst kata çıkıp valide sultan dairesine yaklaştığımızda daireden ellerinde tepsiler ile çıkan ağalar yanımızdan selam vererek geçti. Sonunda aralık kapı benim gelişim ile tamamen açıldığında içeri adım attım. O sıcak tarih kokusu içime dolduğunda rahatlayarak ilerlemeye başladım.

Dairenin ortasına geldiğimde sedirlerde oturan valide sultan, Dilrubah ve Şah beni görüp ayağa kalktı. Gözlerindeki yeniden kavuşma sevinci kendini belli ederken üçü de yanıma yaklaştı.

"Hilal." Valide sultan bana doğru adım atınca ona yaklaşıp elini öptüm ve bana açtığı kolları arasına girip sıkıca sarıldım. Elleri sırtımı okşarken bakışlarım yanda bekleyen Dilrubah'a kaydı. Ağlıyordu! Onu beklediğim gibi görünce dudaklarımdan bir kıkırtı firar etmiş ona sarılmak için geri çekilmiştim. Dilrubah kemiklerimi kırarcasına sarıldıktan sonra geri çekilmişti. 

Sıra Şah'a geldiğinde onun çekingen bakışları dikkatimi çekmişti. Kollarımı açıp ona sarıldıktan sonra merakla gözlerine baktım. Neden böyleydi ki?

"Hadi bak en sevdiklerinden hazırlattım ye iç güçlen!" Valide sultan yer sofrasından bir tabak aldığında kapağını gözlerim önünde açıp beni kestaneler ile bakıştırdı. 

İştahla yutkunup sedire oturduğumda bir yanıma Valide sultan diğer yanıma Dilrubah oturmuştu. İlk önce uzun bir süre beni tok olmama rağmen bir çocuk gibi beslemiş en sonunda ise arkama yastıklar koyup rahat etmemi sağlamışlardı. 

"Nasıl oldu bütün bunlar hala aklım almıyor kızım..." Valide sultan eskiyi hatırlamış gibi gözlerini kıstığında Şah başını eğmişti. Kendini mi suçluyordu? Ama neden? 

Bakışlarım Şahın üzerinde kalırken o günü hatırladım onlara akşam yemeği için gidiyorduk. Çok ısrar etmişti gelmemiz için. Yani o eğer bizi çağırmasaydı olmayacağını mı düşüyordu? Elinden bir şey gelmezdi ki er yada geç olması gereken olurdu. O gece değil de bir başka gün benim başıma bunlar gelebilirdi.

"Hilal?" Dilrubah bana seslendiğinde bakışlarımı Şahtan çekip onlara çevirdim. Soru sormuşlardı.

"Geçti sultanım artık düşünmeyelim." Valide sultanın elini tutarak söylediklerime başını salladı. "Elimde değil ki aklıma her geldiğinde içim sızlıyor, ne yedin ne içtin? Nasıl davrandılar sana?"

Uydurma bir esir alınma hikayesi çıkarmalıydım ortaya demek ki. Lafla geçiştirerek olayı kapatamayacaktık.

"Zordu sultanım, günlerce geri dönmeyi umut ettim. İçine kapandığım odanın duvarlarında aileme kavuşacağım günleri hayal ettim. Hayatta kalmak için yedim. Her fırsatı değerlendirdim. Lakin olmayınca olmadı." Aslında gerçekten yaşadıklarımı anlatmış olmuştum. Hastanedeki o günlerimi hatırladıkça tüylerim ürperiyordu.

"Peki o gün nasıl kaçtın saraya nasıl geldin?" Şah sonunda konuşmuş herkesin merak ettiği konuya değinmişti.

"Ellerinden kaçmayı başardıktan sonra ormanda kayboldum. Uzun bir süre kaçtım en sonunda bir gece yarısı ormanın ortasında kulübe buldum oraya sığındım daha sonra geceyi orada geçirip yola koyuldum ki uzun bir yürüyüşün ardından çadır kurmuş askerlere denk geldim. Onlara kim olduğumu söyleyip yardım istediğimde sağ olsunlar bana saraya kadar eşlik ettiler." 

Tüm dikkatleri ile beni dinleyen üçlü iç çeke çeke bakışlarını kaçırmıştı.

Dinlemesi bile onları bu kadar zorlamışken ben nasıl bir haldeydim? 

Yeniden kök salıp yeşermiş bir haldeydim.





















Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top