Geçmişin Gizemi - Özel Bölüm

Olaylar tamamen tarihten bağımsızdır. Karakterler ve olaylar benim kurgumdur. Kurgudaki padişah ve ailesi gerçek değildir. İsim benzerliği olabilir ama hiç bir şekilde tarihle alakası yoktur.

Düzenlendi.

Herkese merhaba! 👋  Bu bölüm özel olmakla birlikte hikayenin ana kurgusu ile bağlıdır.
Keyifli okumalar. 💓

Hilal Serengil

Sabah sabah okul mu olur ya!

Onu bunu geç okul mu olur! Lanet olsun bu okulu bulup sistematik hale getirene! Hayır tamam yeni bilgiler öğrenip ufkumuzu açıyoruz ama bununla sınava girmek zorunda mıyım! Kapitalizmin gözü kör olsun!

Sabah erken kalkmayı bulanı bulsam onu sonsuz uykuya yatırırım.

Her sabah olduğu gibi iç sesimin lanet okuması ile uyanıp alarmı kapattım ve kapalı gözler ile banyoya adeta süründüm. Beynimde duyduğum en sinir bozucu şarkı yankılanıyordu yine. Kapalı gözlerim ile sabah rutinimi yapıp odama döndüm.

Saat sabahın yedisi. Ve bu bir çarenin okulu yoktu ama sunumunu sunmak için 1 saatliğine üniversitesine gitmeliydi. Profesörlerin karşısında kot tişört ikilisi ile sunum yapamayacağım için kıymetli bir kombin yaptım.

"Kıymetlimiz efendimiz.." diye mırıldanarak üzerimi değiştirdim ve çalışma masama oturup kutularımdan makyaj malzemesi ve takılarımı çıkardım. Öğrenci evi öyle her köşede dolap yoktu maalesef. Süslenip püslendikten sonra saçlarımı açtım ve tarayıp sağa yatırdım. Vallahi hiç uğraşamam şekil vermekle. Birkaç takı ile hazır olunca dolabın önüne geçip özel günlerde giyindiğim stilettolarımı alıp giydim. Ardından etrafımda dönüp ıslık çaldım. Hay Maşallah bana! Aynada kendime bakarak bir nazar duası okuduktan sonra etrafıma bakındım.


O an saf saf bakınmayı kesip en önemli şeyi unuttuğumu fark edince hızla nefes alıp kalemliğimi açtım ve flash diski alıp çantama attım elime profesörlere vereceğim ayrıntı içeren dosyaları alıp sonunda odadan çıktım. Kızlar hala uyuyordu onları rahatsız etmeden parmak uçlarımda mutfağa gittim. Siyah termosuma şekersiz ve sütsüz acı bir kahve yapıp evden çıktım. Otobüs durağına garip bir heyecan ile giderken neredeyse ceylan gibi sekecektim. Durağa vardığımda iki yaşlı teyze ve birkaç lise öğrencisi dışında kimse yoktu.

Bu saatte nereye gidiyoruz nineler?

Hastane olabilir mi iç ses? Hastanelerdeki sıra bekleme süresi çok sinir bozucuydu..

"Günaydın!" dedim gülerek. Ayakta uyuyan öğrenciler hariç iki teyze gülerek günaydın dedi.

Beklediğim otobüs gelince garip bir şey oldu. Bacaklarım titremeye başladı. Kalbim çarpıntı yapmaya başlayınca yüzümdeki gülümseme söndü ve elim kalbime gitti. Bir şey, bir şeyler mi olacak? Kötü bir şey?

Önümde kapılar açılınca titrek bir nefes alarak çıktım ve kartımı okuttum. Otobüs neredeyse doluydu ama şansıma cam kenarında yer görünce sevinemedim bile, içinde bulunduğum duygular beni sarsmıştı. Cam kenarına oturup camı açtım ve derin derin nefesler aldım soğuk rüzgar yüzüme tokat gibi çarparken aynı zamanda nefesimi de kesiyordu. Kulaklarıma rüzgarın fısıltısı dolunca ona kulak verdim.

'Aç. Aç ruhunu, kalbini, gözlerini aç. Bak, gör, anla. Sev, sevil, şükret. Dua et, melekler alır duanı teslim eder Rabbine. Dua et, dile, tüm benliğin ile dile. Onu dile. Kâlû Belâ'dan beri aradığını dile. Aç, aç gözlerini gör onu, bul onu, dile onu'

Ne?

Hızla gözlerimi açtığımda kalbim durdu. Size yemin ederim gördüğüm suret ile kalbim durdu.
Şaşkınlık ile nefes verip cama yapıştım. Elim ile sanki dokunabilecekmiş gibi uzandım. Dev gibi büyük olan reklam panosunda onun çizimi vardı! Size yemin ederim bu bir tesadüf değil! Gülerek ayağa kalktım ve bağırdım.

"Dur!" ardından kapılara koştum "Aç kapıyı!" şoför şok ile bana döndü ardından "Manyak mısın kardeşim! Yolun ortasında ne duracağız!" dedi.

"Dur dedim sana! Hayat memat meselesi yalvarırım dur!" tüm otobüs beni izliyordu. Bazıları şaşırıyor bazıları ise kızıyordu.

"Hadi aç şu lanet olası kapıları!" çıldırmam ile adam sağa çekti ve söylene söylene kapıları açtı. Topuklu ayakkabılar ilene kadar mümkünse öyle atladım yola ve koşarak reklam panosunun karşısına geçtim.

"Ahmed!" dudaklarımdan dökülen fısıltı ile eş zamanlı göz yaşlarım da aktı. "Ahmed?" çaresiz sesim içimi titretirken onun 400 yıllık kopya resmi karşımda duruyordu. Gerçekten böyle mi gözüküyordu? Emin değilim.. Ama ressamın el beceresi çok iyi olmadığına emindim. İç çekip göz yaşlarımı sildim.

Altında yazan yazıları seslice okumaya başladım. "14 temmuz ile 17 temmuz arasında olan şair Osmanlı padişahları sergisi. Şiirler, mektuplar ve daha niceleri sergilenecek."

Fatih Sultan Mehmet, Sultan Ahmed Han gibi büyük hükümdarların şiirleri de nadide eserler arasındaydı. Heyecanla elime telefonumu alıp resmini çektim. Adres Topkapı sarayı. Giriş biletliydi..  Umarım bilet kalmıştır çünkü bu gün 14 temmuzdu. Hızla İnternet sitesinden biletlere baktım fiyatı dudak uçuklatıyor olsa da buna değerdi. Bir bilet 300 liraydı. Satın aldıktan sonra bilgilerini inceledim. Akşam saat sekizde kokteyl ile açılış yapılacak... Vesaire, vesaire..

Yeniden Ahmed'e bakınca kalbim tekledi. Onun yüzyıllar önce yaşayıp ölmüş olması her gün kalbimi yakıp kül ediyordu.. Onu görüp dokunma şansımın asla olmayacağını bilmek ölmek ile eş değerdi. Yere çöküp başımı dizlerime dayadım ve kollarım ile ayaklarıma sarıldım

"Huzurla uyu.." her gece onun için dua ediyordum kulağa delice gelebilir ama ben kendimi bildim bileli ona aşıktım. Bir adam ne kadar çok sevilebilir ise o kadar çok seviyordum. Her gün kalbimdeki yası bastırarak yaşardım gece yatağımda yatarken sessiz çığlıklarım ve ağlamalarım ben büyüdükçe çoğaldı. Ölümü anladıkça, imkansızlığı anladıkça arttı. Bazen uçurumun kenarına gelir ona kavuşmak için adım atarım. Bu adımlar o kadar tehlikeli ve deliceydi ki kendimi durdurmak için tek nedenim olan ailemi düşünüyordum.

Ben bencil bir insan değildim.

Siz hiç aşık oldunuz mu? Ya da siz hiç imkansızı sevdiniz mi? Mesela size uzak birini sevmek? Yada başkasını seven birini sevmek? İmkansızdır. Ama güzeldir. Onun yaşadığını bilmek ruhunuza şifa olurken gülüşünü görebilmek yaşam nedeniniz olabiliyordu. İşte ben bu ikisini hiç bir zaman yaşayamayacağım.

İmkansızlığın dibine vurmuş bir gemi enkazından farkım yoktu.

"İyi misiniz?" omuzumda hissettiğim el ile başımı dizlerimden ürkerek kaldırdım. Yaşlı bir adam endişe ile bana bakıyordu. Ak düşmüş saçları ve yeşil gözleri vardı.

"Değilim.." diye mırıldandım. Adam hizama eğilip "Canınız mı acıyor?" dedi sanki bir yaram varmış gibi bakarken.

"Evet.." dedim iç çekerek.

"Nereniz?" demesi ile elimi kalbime götürdüm. "Kalbim."

Adam neyim olduğunu anlamış olacak ki hüzünle başını eğdi. "Anlatmak ister misin? Derdi veren Rabbim dermanını da verir." Huzur dolu sesi ile iç çektim. Göz yaşlarımı silip sakallarını inceledim bir süre, üzerinde beyaz bir gömlek ve kumaş bir pantolon vardı.

"Sevdiğim adam.." Diye mırıldandıktan sonra iç çekip devam ettim. "O yaşamıyor."

Adamın gözleri acı ile yumuldu başını eğip nefes aldı gözlerini hüzünle açtıktan sonra "Başın sağ olsun kızım.. Nurlar içinde yatsın." diye fısıldadı. Dudaklarımdan hıçkırıklar firar ederken yere yığılır gibi oturdum o sırada elimdeki dosyalar yere saçıldı. Adam kağıt parçalarını rüzgara teslim olmadan toplayıp yanıma koydu. Ardından yanıma, yere oturdu.

"Çok mu seviyorsun?" diye sorduğunda başımı salladım ve gözlerimi resme diktim. "Çok." Adam sustu, ben sustum.

"Rabbim... Keşke bana bir kereliğine onu görmeyi nasip etse? Bir defa sarılsam, koklasam onu izlesem? Canımı vermeye razıyım." Adam emin olmak istercesine gözlerime baktı sanki ruhumu okudu. "Allah'tan umudunu kesme. İmkansız diye bir şey yoktur kızım." deyip ayağa kalktı ve uzaklaşmaya başladı. Şaşkın bir ifade ile oturduğu yere baka kaldım. Kısa süre sonra telefonumun çalması ile yerden elime aldım ve arayana baktım, arayan fakülteden bir arkadaşımdı. 

Titreyerek dosyaları elime alıp ayağa fırladım ve merakla dedenin gittiği yöne baktım. Yoktu! Yol dümdüzdü ne sağ ne de sola yol yoktu. Nasıl olur! 

Telefonumun inatla çalmasına küfür savurup çağrıyı cevapladım. "Alo!"

"Hilal neredesin sen! Hocaları zor tutuyorum!"

"Lanet olsun geliyorum!" telefonu kapatıp yola koştum ve otostop çekmeye başladım çünkü yakında durak yoktu. Yavaşlayan ilk araç siyah bir Jeep'ti. Siyah penceresi yavaş yavaş inerken içimi yakan bir çehre ile karşılaştım.

Kumral saçları ve sakalları olan bir çift yeşil gözlere sahip 25-30 yaş civarı bir adam. Sivri çene hatları, çıkık elmacık kemikleri vardı. Etkileyici görünüşü kalbimi tekletmişti. Onu ilk defa görsem de sanki yıllardır tanıyormuşum gibi hissediyordum. Rüzgar ahenkle saçlarımı uçurunca gözlerim sersemlik ile doldu. Zaman yavaşlarken onun kalbime bıraktığı etkiyi çözmeye çalışıyordum. Gözlerinde gördüğüm parıltıları sanki kendimi bildim bileli biliyorum. Dudakları kalbimi çığırından çıkarmaya başladığında kan yanaklarımı boyladı.

Kalbim benim iradem dışında heyecanlanmıştı sanki uzun süredir görmediğim birisini görmüş gibi. Çok uzun bir zaman...  Sevdiğim birisiymiş gibi ruhum ısınmıştı.

Kimsin sen? Seni nereden tanıyorum?

"İyi misiniz hanımefendi?" Adamın güç ve merhamet dolu sesi kulaklarıma dolunca şaşkınlıktan dudaklarım aralandı. Sesi, çok tanıdık gelmişti. Daha önce duymasam da.

Fark ettim de uzun zamandır kimse bana bu soruyu sormamıştı. 'İyi misin?'

Deminki dedeyi unuttun.

İyi misin Hilal? Değilsin.

"Ben, iyiyim sadece, sadece sunumuma geç kaldım." titreyen sesimi duyması ile anlayışla baktı ve uzanıp kapıyı açtı.

Kuşkusuz sualsiz kapıyı çektim ve araca bindim kapıyı kapatırken içimdeki sonsuz güven duygusuna anlam veremedim. Ama sevmiştim bu duyguyu. Bana yaklaşması ile göz göze geldik. Gözlerinde puslu bir mazi vardı.

Tam karşımda olan adamın eli emniyet kemerine gitti ve çekip taktı. Geri çekilmedi. Birbirine takılmış gözlerimize birbirine dokunan burunlarımız eklenmişti. Adamın yanakları kızarınca hızla geri çekildi.

"Adres?" Sesi mi titredi onun?

Üniversitemin adresini verdikten sonra adam okulun adresini navigasyona girip yolda ilerlemeye başladı.

"Teşekkür ederim." diye mırıldandım.

"Ne için?" dalgın bakışları ile sorduğu suale karşı devam ettim. "Bana yardım ettiğiniz için."

"Lafı bile olmaz. İyi ki durmuşum da yardım etmişim."

"İyi ki durmuşsun." Lafım üzerine bana şaşkınlıkla döndü. Gözleri yine parlıyordu.. Yine.

Kalbim çılgınca atmaya devam ederken aradan 10 dakika geçse de bedenim sanki bana sinyal vermek istercesine ateşimi çıkarıyor, çarpıntı yapıyordu. Ruhum sevinçle çığlık atıyordu. Neyin çığlığı olduğunu bilmiyorum ama güzel bir şey olduğu belliydi.

'Kâlû Belâ'dan beri aradığını buldun.' Ruhumda bir yerde yankılanan ama benim duyamadığım cevap her şeyi açıklamıştı.

İç çekip bakışlarımı yeniden ona çevirdim. Çehresi o kadar tanıdıktı ki! Kim olduğu dilimin ucunda sanki! Kimsin sen? Kimsin sen?

"Kimsin sen?" dudaklarım arasından firar eden düşüncem ile adam şaşırdı.

"Ben mi?"

"Şey, affedersiniz." diye fısıldadım ve önüme döndüm. Saçlarım perde edasıyla başımı çevrelerken onun kokusu burnuma doluyordu. İlk defa hissediyorum ama sanki yıllardır bildiğim bir koku. Ona has bir koku, ne losyon ne de parfümdü.

Ellerimin arasındaki dosyaları sıka bildiğim kadar sıkıyordum zira utanç mı bilmem ama çok garip hissediyorum.

"Ne okuyorsun?" demesi ile sersemliğime kurban gittim. "Ben mi?" demem ile o sırıttı. "Sen." diye gözlerimin içine bakmasıyla mırıldandım. "Tarih."

Mal.

Yutkunup başımı kaldırdım ve onun gülüşü ile karşılaştım.

O çok benziyor.

"Zor bir gün mü geçiriyorsun?" diye sordu anlayışla. O an sesimi düzeltip gülümsedim. "Yoo.."

Yoo mu?

"Yani evet, yok hayır. İyiyim ben." O kadar iyiyim ki ölümüne ağlamak istiyorum. Acizliğime, acıma.

Her ne kadar saçmalasam da fazla garibine gitmemiş olacak ki tebessümle "Umarım sunumun güzel geçer." dedi.

"İnşallah."

"Ne hakkında?" demesi ile heyecanla lafa girdim. "Aslında ilk olarak profesör hepimizden birer makale yazmamızı istedi. Yazdık ve teslim ettik. Hocamız çok beğendi. Ardından bu makale konuları hakkında daha geniş bilgiler edinip sunum hazırlamamızı istedi. başarılı olan bütün sunumlara yüksek bir puan verilecek bu bizim sene sonundaki sınavlara ek puan olacak."

Derin bir nefes aldım, dinlendim sonra aklıma onun sorusu geldi cevap vermediğimi fark edince sessizliğin ardından gülerek "Sultan Ahmed Han!" dedim.

Adam bir an tebessüm ile bana döndü ve "Efendim." dedi.

Size yemin ederim... Size yemin ederim ki onun efendim derken sanki ona seslenmişim gibi davrandı! Onun efendim dediğine adımı basarım! Şaşkınlığımı fark etmesi ile suratını mimiksiz hale getirdi. Gözlerindeki o parıltılar kayıp oldu ve buz gibi olan bakışlarını üzerimde hissettim. Duygularını gizlemişti. Ne hissettiğine dair hiç bir fikrim yoktu. Yüzü bir duvara eş değerdi.. Aldığı nefes bile değişmişti. Anlayış, merhamet ve sevgi dolu sesinin yerine düz soğuk bir ses geçti.

"Efendim diyorum anlayamadım kim hakkında?"

Adı mı duymamış? O yüzden mi 'Efendim.' dedi? Peki neden 'Efendim duyamadım, ya da anlamadım.' demedi!? Anlamsız bir öfkeyle "Sultan Ahmed Han!" diye fısıldadım kalbimdeki yaraya tuz basarak. Acı dolu bakışlarımı ona sabitledim. Anlamak istercesine.

"Anladım." diye mırıldandı ve bakışlarını yola sabitledi. Ben acı ile onun yüzünü izlerken dudaklarımı ağlamamak için birbirine bastırıyordum. Nedenini bilmiyorum ama kırılmıştım.

Dakikalar sonra araç durunca bakışları beni buldu. Soğuktu. Buz kadar. Tanıyamadım onu, ilk defa gördüğüm adamı tanımadım. Etrafı inceledikten sonra gözleri gözlerimi buldu. 

"Geldik." dedi dümdüz. Bir şey bulmak istercesine baktım gözlerine. Belki yaptığım çok saçmaydı ama elimde değildi. İç çekip başımı olumlu anlamda salladım ve kemerimi çıkarttım. Elim kapı kulpuna gidince hızla ona döndüm ve belki de son defa gördüğüm bu adama doya doya bakarak "Her şey için teşekkürler. Kendine iyi bak." dedim. 

Kapıyı açıp çıkarken onun fısıltıya karışık sesini işittim. "Hoşça kal."

Kaldırımda arkamı ona dönmüş vaziyette dururken hızla arkamı döndüm ama o çoktan uzaklaşmıştı. Plakasını dahi görmemiştim.

İlk ve son defa gördüğüm adama son bir şey söylemek istemiştim. Hoşça kal...

"Hilal!" Hızla arkamı dönüp bana seslenen arkadaşıma baktım. Eli ile çabuk ol işareti yapıyordu. Koşarak ona ilerlemeye başlarken kalbim yeniden acıya boğulmuştu. Sızlaya, sızlaya acıyordu. Göz yaşlarım bu vedayı süslemek istercesine akarken kendimi acı ile çığlık atmamak için zor tutuyordum.

Ruhum yanıyor.

Koşuyorduk. Sanki ölüm peşimize takılmış gibi. Kampüste deli gibi ağlayarak koşmam insanlara garip gelmiş olacak ki tüm bakışlar üzerimdeydi. Ana binaya varınca sunum salonuna nefessiz kalarak koştum. Kapının önüne gelince hızımı alamayıp içeri bodoslama daldım. Hepsi toplanmış diğer kapıdan çıkıyordu. Kendimi tutamayıp umutla bağırdım. "Hocam, durun! Çok özür dilerim! Geç kaldım biliyorum ama yemin ederim elimde olmayan sebeplerden dolayı geç kaldım! Lütfen.. Lütfen bana bir şans verin!"

Lütfen..

Hepsi şaşkınlıkla birbirine baktı sonra bana. Ben ağlıyor onlar şok ile bakıyordu. Şemsettin hocam bunu bekliyormuş gibi gülerek başını salladı ve "Bir şansı hak ediyor değil mi?" dedi, diğer profesörler gülerek onu onayladı ve yerlerine geçtiler. Yutkunup koşarak yerimi aldım ve flash diskimi bilgisayara takıp dosyayı açtım ardından hocalara tek tek dosyaları verip yine tek tek "Çok teşekkür ederim." diye fısıldıyordum.

Ahmed bana yardım et...

Yerime geçip ilk sayfayı açtım.


*

Aynada kendimi son kez süzüp çağırdığın taksiyi bekletmemek için hızla evden çıktım. Beni bekleyen taksiyi görünce arka kapısına İlerleyip açtım ve bindim kapıyı kapatırken iyi akşamlar dileyip adresi verdim. Sunumum adrenalin sayesinde başarıyla sonuçlanmıştı. Hocaların beğeni dolu cümleleri hala kulaklarımda yankılanıyordu. Tabii daha sonra Şemsettin hocamdan bir yığın azar işitmiştim.. 'Neden geç kaldın?' 'Sorumluluklarına sahip çık.' gibi gibi..

Eve geldiğim gibi yatağa yatıp bugün beni okula bırakan adamın kim olduğunu düşündüm. Çok garip bir andı. Onun hakkında hiç bir bilgiye sahip değildim ve en çok da bu üzüyordu.. Kimsin sen, kimsin sen... Nasıl karşıma çıktın? Kader miydi bu yoksa bir tesadüf mü? Hayatımda ilk defa Ahmed dışında birisine böyle hisler hissetmiştim ki bu hem garip hem de acı verici bir durumdu. Kendimi onu aldatıyormuş gibi hissediyordum. Benden haberi dahi olmayan yüzyıllar önce yaşamış bir adamı.

Alayla gülüp başımı iki yana salladım sadece ufak bir etkilenme çokta önemli değil.. İç çekerek camdan dışarıyı izledim şehir merkezine girmiştik çoktan. Taksimetreye gözüm kayınca gözüm çıktı. Gece elbisesi ile metroya binmek istemediğim için bir ayrıcalık yapmıştım. Ki benim neyime? Öğrenci halimle ne işlere kalkıştım!

Kısa sürede Topkapı sarayına yakın bir sokakta durunca parayı iç yana yana verip indim. Tarih kokan sokaklarda elbisemin eteğini yere sürterek ilerliyordum. Bir anıyı hatırlamış gibi duraksadım. Dejavu mu oldum? Çatık kaşlarım ile kalabalığı delerek ilerlerken insanların hayranlık dolu bakışları gururumu okşuyordu.

Sarayın ana girişinden içeri girince panolardaki afişler ile karşılaştım. Yönü takip ederek kokteylin yapıldığı alana vardım, girişte iki koruma ve listeyi kontrol eden bir kadın vardı. Çantamdan telefonumu çıkartıp elektronik olarak gönderilen bilet faturası ve davetiyeyi açtım.

"İyi akşamlar." diyerek gülümsediğimde karşımdaki kadın gülümseyerek "Hoş geldiniz size de iyi akşamlar." dedi.

Kadın güler yüzü ile davetiyeyi kontrol edip. "Buyurun iyi eğlenceler." dedi.

Teşekkür edip içeri girdiğimde sarayın bahçelerinden birinde olduğumuzu anladım. Etrafta dolaşan garsonlar vardı. Masalarda birer mum ve kırmızı güler vardı. İnsanlar sohbet ede ede içkilerini yudumluyor ve üzerinde bazı bilgiler yazılı broşürleri inceliyordu. Gözlerim boş bir masa görünce oraya ilerledim ardından çantamı ve telefonumu bırakıp garsonun uzattığı şampanya bardağını aldım. Bir yudum içtikten sonra geri masaya bırakıp sağımdaki resme odaklandım. Topkapı sarayının hazine odasının resmiydi. Resmin belli köşelerinde hazine resimleri ve onların bilgileri yazılıydı.

O kadar göz alıcılar ki insan kendini kaptırıyordu..

Yarım saate yakın bir sürenin ardından insanlar toplanıp ilerlemeye başlayınca bakışlarımı onlara çevirdim sarayın mahzenlerinin bulunduğu yere ilerliyorlardı. İçkiden son iki yudum alıp peşlerine takıldım. Açılış yapılacaktı büyük ihtimalle.

Uzaktan bakınca cam fanusların içinde eski kağıtların olduğu görünüyordu. Yakınlaşınca Osmanlıca yazılı şiirleri gördüm. Tek tek okuyup inceledim belki yüzüncü defa ama hiç bıkmadan onların dokunduğu kağıtları izledim.

Bulunduğumuz mahzenin iki çıkışı vardı biri geldiğimiz yerden diğeri ileride olan koridordandı. Ama iki güvenlik görevlisi diğer çıkışı tutuyordu.

Nihayet Ahmed'in bölümüne gelince iç çekmeden duramadım. O bu kağıtlara dokunmuştu.. Bu düşünce ile içim titrerken derin bir nefes aldım. Ciğerlerime dolan koku ile dona kaldım. Bu koku.. Sanki hep bildiğim kokuydu.. Ait olduğum koku.. Titreyen dizlerim ile arkamı döndüm kokunun sahibini sanki biliyormuş gibi hiddet ile insanları inceliyordum. Kalbim deli gibi atarken kulaklarım aşina olduğum bir kahkahayı işitti ama çevredeki hiç kimse konuşuyordu bile.

Gür bir erkek sesinin gülüşü içimi okşarken çaresizlik ile kıvranmaya başladım. Çok yakın.. Kim bilmiyorum ama ruhumun çıldırmasına ramak kaldığı kişi çok yakınımdaydı. Alt dudağım titremeye başladığında hızla dudaklarımı birbirine bastırdım. Böylesine çaresiz olmak canımı yakıyordu. Elbisemin eteklerini tutup ortaya ilerledim ve etrafımda dönerek bilmediğimi arıyordum.

'Aç. Aç ruhunu, kalbini, gözlerini aç. Bak, gör, anla. Sev, sevil, şükret. Dua et, melekler alır duanı teslim eder Rabbine. Dua et, dile, tüm benliğin ile dile. Onu dile. Kâlû Belâ'dan beri aradığını dile. Aç, aç gözlerini gör onu, bul onu, dile onu'

Beynimde deli gibi yankılanan sözler bana yol gösteriyordu. Gözlerim kendiliğinden bir yere sabitlenince kalbim durdu. Bu o. Bana baktı.. Göz göze gelince içim titredi size yemin ederim o bana gülümsedi. Gözlerinde aşina olduğum parıltılar vardı sonra arkasını döndü ve iki korumanın arasından geçip koridorda ilerledi.

Ahmed!

Deli gibi titreyen ayaklarım ile koşmaya başladım korumaların arasından geçmeye çalışınca ikisi de beni durdurup uyardı. Hızla Ahmed'in uzaklaştığı koridoru işaret edip "Ama o gidiyor!" dedim.

İki koruma şaşkınca birbirine baktı ardından bana ve biri konuşmaya başladı. "Hanımefendi, buradan kimse geçmedi. Geçemez de."

"Ne!" Acıyla inleyip devam ettim. "Saçmalamayın beyefendi kendi gözlerimle gördüm demin 1.90 boylarında kumral yeşil gözlü bir adam aranızdan geçip gitti!"

Adamların biri bana acıyarak baktı. "Alkolü fazla mı kaçırdınız?"

"Hayır asla! Bakın gerçekten gördüm diyorum lütfen izin verin!? Lütfen! Lütfen?" acı dolu yalvarmama birisi kulak verip anlayış ile tebessüm etti ve eli ile içeriye geç işareti yaptı.

"Tamam buyurun gelin benimle, bu koridorun sonunda sadece bir kapı var o da eski özel bir kilit sistemi ile kilitli. Yüz yıllardır kilit altında olan bir oda var. Yani biri bizi geçip girse bile bu koridorda takılı kalır." şaşkınlık ile adamın peşine düştüm. Göz yaşlarım benden bağımsız akarken kalbimi göğüs kafesime tarifsiz bir acı bırakıyordu.

Aklım almıyordu, nasıl... Gördüm onu hatta göz göze geldik tebessüm etti bana! Allah'ım! Deliriyorum! Dizlerim bana sırt çevirince yere ağlayarak yığıldım avuçlarım soğuk zemine dayalı halde kapıya bakıyordum. Tek kapı ve bir kilit sistemi dışında hiç bir şey yoktu... Ahmed neredesin?

Allah'ım neden bunlar başıma geliyor? Ahmed.. Bu neydi? Rüya mı? Sanrı mı? Yoksa Yüce Allah'ın bir lütfu mu?

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top