-Final-
60. Bölüm
-Final-
Her ruh varoluşunun kabullenişinde kendi kaderinin yolunu seçtiği vakit bir söz verir Yaradan'a, söz ki senin yolunda sana inanacağım, söz ki tek seni en yüce seni bileceğim.
Her varoluş bir anlam içerir, zira Allah hiç bir şeyi amaçsız yaratmazdı. Her suyun aktığı bir yol, her kalbin uğruna attığı bir kalp vardı.
Kader her şeyden önce yazılmışken, önüne geçilemeyecek yollar uzanmıştı sonsuzluğa. Her şeyin bir anlamı bir amacı vardı. Olması gereken olur, er ya da geç hak yerini bulurdu.
Sabretmek, sevmek, özlemek, şükretmek, inanmak...
Bu beş kelime hayatın kilit noktalarıydı. Onlar hep bir yerden çıkagelirdi.
Olmaz dediğin olur, bitmez dediğin biterdi. Kaderin önüne geçemezdik, olması geren er ya da geç olduğunda bir yeni yol açılırdı bize, bir yeni kapı, yeni bir anlam.
İmkansız diye bir şey yoktur bunu şu kısacık hayatımda çok iyi öğrenmiştim. Hayat hiç ummadık mucizelerle doluydu, öyle güzel sürprizler çıkageliyordu ki insan hayretlere düşmeden duramıyordu. Beklemek önemliydi, inanarak beklemek ve isyan etmemek gerekirdi. Elbet doğru vakitte kabul olacaktı dualarımız, lakin her şeyin bir zamanı vardı.
Hazır olduğumuzda başımıza gelmesi şükretmeyi öğrenmemizi sağlardı. Başımıza gelmesi ise Yaradan'a olan inancımıza bağlıydı.
*
Yüzümde hissettiğim minik eller ile gözlerimi yeni bir güne açtığımda dudaklarımda bir tebessüm can buldu. Ahmed çoktan uyanmış olan Hüma'yı kucağına almış başıma doğru eğilmiş beni izlerken kızımız da gülen yüzü ile yüzümü avuçları arasına alıyordu. Minik elleri burnumu kavradığı gibi sıktığında dudaklarımdan bir kıkırtı firar etti.
"Günaydın güzeller güzeli annemiz." Ahmed'in melodik sesi kulaklarımı doldurduğunda elimi kaldırıp sakallarını okşadım. "Günaydın sevgilim."
Yataktan doğrulup Hüma'yı kucağıma aldığımda merakla gözlerim Beyazıd'ı aradı. "Oğlun hala uyuyor annesi." Ahmed'in gülerek beşikleri işaret etmesi ile başımı salladım.
Hüma çıkardığı sesler ile saçlarımı avuçları arasına aldığında Ahmed gülerek yana geçip oturdu ve dudaklarını alnıma bastırdı. "Öyle güzelsiniz ki bakmaya kıyamıyorum Hilal."
"Sizi hak ettiğim için binlerce kez şükrediyorum Allaha."
"Bende Ahmed, bende..."
Hala sesim uykulu ve boğuk çıkıyordu. Bedenim ise mayışmış bir haldeydi.
"Bu akşam için işlerini erken bitir tamam mı Ahmed. Beraber çıkalım yola."
"Tamam güzelim zaten akşam üstü olmadan işlerimi bitireceğim sonra beraber çıkarız."
"Acaba Yavuz nasıl alıştı yerleşik hayata çok merak ediyorum. Biliyorsun bir Galata kulesinde da bir Kız kulesinde yer değiştirip duruyor."
"Bence sevdiği ile birlikte olduğu için kolayca alışmıştır." Gülerek söylediklerine karşı başımı salladım. "Bence de."
Ahmed saçlarım ile oynarken gözlerindeki o minnet dolu parıltılar içimi sıcacık etmişti. "İyi ki benim ailemsiniz Hilal." Titreyen sesi ile söylediklerinin ardından bir kez daha alnımı öpüp saçlarımı geriye doğru okşadı.
Kucağımdaki kızımızın alnını parmak uçları ile okşadıktan sonra gülümseyerek ona doğru eğildi ve dudaklarını alnına hafifçe değdirip bir buse bahşetti yavrusuna.
Ahmed'in ipek saçları burnuma değdiği vakit sabunun ferah kokusu ile derin bir nefes aldım. Tam o an Beyazıd'ın huysuz mırıltıları odayı doldurunca merakla ikimiz de ona döndük.
"Benim aslan parçam uyanmış mı!" Diyerek kahkaha atmam ile Ahmed de güldü ve "Küçük valide!" diyerek ayağa kalkıp beşiğe ilerledi ve Beyazıd'ı kucağına alıp yanımıza geldi. Yatakta dördümüz yattığımızda bebekleri aramıza alıp onlarla oynamaya başladık.
Odayı dolduran güneş ışığı yavaş yavaş sönerken bakışlarım dalgınlıkla pencerelere kaydı. İnce tül perdelerin ardından gri bulutlu göğü gördüğümde derin bir nefes alarak dikkatimi geri çocuklara verdim.
"Şunların tatlılığına bak Ahmed, nasıl da oyunbazlar!"
"Hüma burnuna dokunduğumda gülüyor farkında mısın?"
"Değil mi! Beyazıd da dudaklarına dokununca gülüyor, ikisinin de benzer huyları var."
"Peki benim sevgilimi ne güldürür?" Gülerek elini yanağıma uzattığında başımı avucuna yasladım. "Sen ve bebeklerimiz."
"O zaman yüzünün hep gülecek sevgilim..."
Tam o an, o an yeri göğü inleten bir gök gürültüsü meydana gelince Ahmed'in dedikleri yüzümdeki gülüşü soldurdu. Titrek bir nefes aldığımda bebekler huysuzlanarak ağlamaya başladı. Ses çok yüksek ve korkutucu gelmişti belli ki.
Tedirginlikle Beyazıd'ı kucağıma aldığımda Ahmed de Hümay'ı kolları arasına alıp sıkıca sarıldı. Boynuma yatan Beyazıd varlığım ile onu koruduğumu hissettiğinde kısa sürede sakinleşmiş iç çeke çeke ağlayışını durdurmuştu. Minik bedenini elim ile okşarken Hüma da Beyazıd'ın bende bulduğu huzuru babasının güvenli kollarında bulmuştu.
"Kışı hiç sevmiyorum Ahmed." Diye söylendiğimde Ahmed sadece güldü.
"Ben senin olduğun her mevsime revayım sevgilim. Seninle her mevsim cennet bana."
Ahmed'in iltifatları ardı arkasını kesmezken dudaklarımdan bir kıkırtı firar etti. Beni fazla şımartıyordu!
"Gülsitân'ı cinân'ım, Nefsi kâmile'm, Huzurum...
Ömrümün en güzel yılları,
Hakikat-i muazzama olan sultanım.
Senin gülüşün, cennet bahçesinde açan çiçekler gibidir,
Özeldir, güzeldir, tektir sevgilim...
Ay yüzlüm, Hilalim, Sebebi varlığım , Canparem...
Ayın güneşe, gecenin aya duyduğu muhtaçlığı,
bir bebeğin annesine duyduğu ilgiyi,
toprağın suya, suyun dudaklara duyduğu ihtiyaç kadar muhtacım sana."
"Ahmed... Her gün bana bir şiir armağan etmen o kadar özel ki."
"Özel zira sevgilim sen benim en değerlimsin, her şeyimsin. Şiirler bir yana sana her gün dünyaları adamak isterim. İçimdeki aşk öyle büyük ki her gün dolup taşarken nasıl sana belli ederim diye çırpınıyorum. Dolup taşan sevgim sana ölesiye aşık ki yine sende durmak istiyor, yine sana gelmek istiyor."
Dolu gözlerle ona gülümsediğim sırada gök bir kez daha öfkeyle gürledi mutluluğumuza.
"Sana olan aşkımı anlamazlar, anlayamazlar Hilal. Kıskanırlar, çekemezler, inanmazlar. Bu bağın sebebini bilemezler..."
Dudaklarıma bıraktığı busenin ardından iç çekerek geriye çekildi, gözleri bana o kadar güzel bakıyordu ki 'İşte,' diyordu ruhum 'İşte buldun ruhunun ikizini!'
"Seni seviyorum Ahmed..."
*
Zümrüt yeşili elbisemin tüllü eteklerini düzelten cariyeler işlerini bitirince sıra yeşil ipek kaftanın kollarımdan geçmesi kalmıştı. Üzeri gerçek altın iplerle desenli olan uzun kollu kaftanım kollarımdan geçerken tüllü elbisemin tülleri dikkatle dışarı verilmişti. Kaftanın altın işlemeli düğmeleri göğüslerimden başlayarak karnıma kadar iliklenmiş ardından kabarık eteklerle beraber yere uzanmıştı.
Yeşil içimi açan en güzel renkti, onu giydikçe kendimi bir zümrüt gibi hissediyordum. Yakalarım dikkatle düzeltilirken diğer cariyeler tek tek takılarımı takmaya başladı. Zümrüt taşlı küpelerim, gerdanlığım, bilekliğim ve yüzüklerim ile tamamlandığımda kalçama kadar uzanan dalgalı saçlarımı uzun yeşil örtü örtülmüş ardından başıma çift katlı zümrüt ve elmasların ev sahipliği yaptığı ihtişamlı bir taç takılmıştı. Örtümü usulca gerdanımı örtecek şekilde örtüp rengarenk elmaslarla işlenmiş altın tavus kuşu broşum ile elbiseme tutturmuştum.
Tamamen hazır olduğumda bakışlarımı aynadan çekip hatunlara çevirdim. O an gözlerinde gördüğüm parıltılar öyle dokunaklı gelmişti ki bana bir an nefesimi tutmuş bu hisse alışmaya çalışmıştım.
Bu sadece beğeni değildi, bir hayranlık yatıyordu gözlerinde. Dış görünüşten çok içinde dik bir şekilde duran bana karşı bir hayranlık ile sevgi yatıyordu. Gözlerine baktığımı fark eden cariyeler tek tek başlarını eğip selam verdiklerinde dudaklarıma oturan tebessüm ile neşeyle gülümsediler.
Görüp görebilecekleri en farklı sultan olarak tarihe geçmiş olmam en çok onların ilgisini çekiyordu. Hür bir kadın olarak padişahla nikah kıymış tek has kadını, sultanı olmuş, daha en başından halkın kalbinde yerimi almış onların sevgisine ve sadakatine nail olmuştum. Ben Devlet-i Ali Osman'a bir şehzade ve bir sultan vermiş soyun devamını sağlamıştım.
Ben Sultan Ahmed Hanın ilk çocuklarının annesiydim... Ben Sultan Ahmed'in nikahlı karısı, kalbinin yegane sahibi, ömrünün yoldaşı, sevdiği, arkadaşıydım...
Geçmişimizi yeniden yazmıştık, hiç yaşanmamış olsa bile.
Belime altın hanedan mensubuna ait hançeri yerleştirdiğimde bir kese dolusu altını da kaftanın iç kısmına yerleştirip son kez kendime aynada baktım ve gülümseyerek Melikeye döndüm.
"Bir akşam yemeği, çok uzun kalmayız. Çocuklar sana emanet melike. Lalezar ile başlarından ayrılmayın lütfen. Eğer ki huysuzlanırlarsa derhal haber yollayın gelirim ben." Melikeyi tembihleyerek beşiklerin başına gittiğimde meleklerime şefkatle gülümsedim.
Öyle güzel uyuyorlardı ki insan bakmaya dahi kıyamıyordu bu meleklere. Gözlerimin dolmasına neden olan yoğun sevgi ile eğilip aralarında diz çöktüm ve alınlarından öperek kokularını en derinime çektim. "Sizi her şeyden çok seviyorum anneciğim..." Melodik fısıltım odada yankılandığı sırada Hüma ile Beyazıd uykusunda bana tebessüm etti. Gözlerimden damlayan iki damla yaş yanağımdan süzülüp elbiseme damladığında derin bir nefes aldım.
Bu sevgi öyle farklıydı ki anne olmayan hiç kimse anlayamazdı. Yoğunluğu ile gözlerimi dolduracak kadar güçlüydü...
Derin bir iç daha çekerek yorganlarını düzelttim ve ayağa kalkıp ellerinde siyah kış için olan polarım ile bekleyen kızların yanına gittim. Sırt kısmı en kalın yünlerden olan poların dışı değerli mücevherler ile işlemeliydi. Özel bir polardı zira Valide sultan tarafından bana hususi yaptırılmıştı.
Has odadan bana eşlik edecek olan cariyelerim ile beraber çıkarken geride kalanlar saygıyla eğilerek bana selam verdiğinde gözlerim son kez bebeklerime kaydı.
Topkapı'nın soğuk taşlı koridorlarında rüzgarın uğultusu can bulurken pencerelere çarpan kar taneleri bu soğukluğa kavuşmak için cama yapışıyordu. Altın yolun mermer koridorunda acele etmeden ilerlerken kalbim heyecanla atıyordu. Şah ile Yavuzu kendi yuvalarında ziyaret etmeye sabırsızlanıyordum. Onlara aldığım hediyeleri gördüklerinde yüzlerinin alacağı ifadeyi zevkle izleyecektim!
Dudaklarıma oturan gülüş ile taşlığa indiğimde harem binasından çıkmadan önce taşlığın önünden geçtim.
"Destur, Hilal Sultan Hazretleri!" Harem ağasının seslenişi ile herkes ayağa kalkıp sıraya dizildiğinde usulca eğilip selam verdiler. Kalfalar, ağalar, cariyeler ve haremin diğer mensupları saygılarını gösterdiklerinde yoluma devam ettim.
Harem binasından çıkıp avluya ilerlerken rüzgarla uçuşun kar taneleri polarıma çarpmaya başlamıştı. Kapüşonu başıma geçirirken beni bekleyen hanedan arabasına ilerlemeye devam ettim.
"Sultanım!" Arkamdan Hüseyin'in sesi yükseldiğinde merakla durup ona döndüm.
Hüseyin saygıyla selam verdiğinde bende başımı eğip gülümsedim. "Hayırdır paşam nedir bu telaş?" Gülerek ona paşa demem ile yüzündeki o gerginlik yok olurken tebessüm etti. "Telaşım yok sultanım sadece size yetişmek istedim. Hünkarımızın veziri azamı ile olan konuşması uzayacak olduğunu haber vermemi istedi malum yalnız gitmenizi istemiyorlar."
"Tamam o zaman beklerim Ahmed'i sorun değil." Diyerek gülümsediğimde başını salladı.
"Hünkarımız eğer gitmek isterseniz diye şu fikri sundular sizin kervanınıza ben ve askerlerim eşlik ederek sizi konağa kadar götürebilirim."
"Aslında erkenden gitmek daha iyi olur Hüseyin. Ayrıca bir hayli kalabalığız bence de güzel bir fikir. Gidelim."
"Emredersiniz sultanım."
Hüseyin arabaya binmemde yardımcı olurken benimle gelen iki cariyem, iki harem ağası ve yirmiye yakın muhafıza ek olarak Hüseyin'in ve kendi yirmi kişilik küçük ordusu ile oldukça fazla kalabalıktık. Normalde bunun yarısı bile değilken şimdi her şeye karşı sayıca fazlaydık. Oymalı pencereden Hüseyin'in atına binişini izlerken dört bir yanımı saran atlı askerler ile rahatça geriye yaslandım.
Yirmi dakika bile olmayan bir mesafedeydi konak o yüzden güneş batmadan yetişirdik.
Dudaklarımda bir şarkı dolaşırken içimin titrediğini fark ettim. Öyle ki sesli bir nefes ile iç çekmiştim.
"Bir hayat yeter bize,
Çok bile ikimize,
Bir hayat yeter bize.
Durmadan arar insanoğlu,
Bulamaz, mutsuzdur çoğu,
Bulmuşuz birbirimizi, sevmişiz birbirimizi,
Yaşayalım bu günü, ne güzel..."
İçimi titreten dizilerin ardından parmak uçlarımla boğazımı sardığımda elim gerdanımdaki broşa değdi. Geçen yıl Ahmed'in bana yaptığı özel bir broştu, sıklıkla kullandığım başımdaki tülü her defasında onunla elbiseme tutturduğum bir broştu.
Onun dokunuşlarını hisseder gibi gülümsediğimde arabanın ani sarsılışı ile yüzümdeki gülüş havada asılı kaldı ve ben hızla koltuğa tutundum. Bir anlık korku ile etrafıma bakındığımda olağan dışı bir sorun olmadığını fark ettim. Pencereden dışarı bakmak için uzanıp tülü bir kenara çektim ve oymalı pencereden dışarı baktım. Gözlerim karların arasında zar zor yürüyen atlarda takılı kaldığında olayı anladım.
Belli ki yol kardan kapanmıştı.
Arabanın diğer tarafındaki pencereye yaklaşıp bir de oradan baktım. Bu sefer gözlerim Hüseyin'i bulunca rahatladım, askerlere yolla alakalı emirler veriyor ve çevreyi inceliyordu.
Burası konağa giden ormanlık yollardan biriydi, bizim dönemimizde her yen nasıl bina ise şimdi tam tersi orman doluydu.
Kapının olduğu kısma yeniden yöneldiğimde Hüseyin de benim gibi bu tarafa yaklaşıyordu. Bana durum bildirimi vereceğini bildiğim için ve olanları az çok anladığım için rahattım.
Hanedan arabasının oymalı kapısı aralandığında İçeri rüzgarla karlar hücum etti. Soğuktan tüylerim ürperirken bir titreme ile sarsıldım adeta.
"Hüseyin yol mu kapanmış?" Diyerek yüzüne baktığımda başını olumlu anlamda salladı. "Ne vakit yol açılır?" Diyerek sorumu sorduğum an uzaktan gelen gürültü ile kaşları çatıldı ardından titreyen hareleri ile gözlerime baktı ve "Sultanım arabadan ayrılmayın!" dedikten sonra hızla kapıyı kapatıp ileriye koşmaya başladı. "Sultanımızı koruyun!"
"Hüseyin!"
Bir çığlığı andıran haykırışımın ardından korku bedenimi esir almaya başladığında arabanın etrafını saran askerler ile pencereye yaklaştım.
Kapıyı sıkıca tutmuş olası bir açılmada kendime çekmek için beklerken ileriden yükselen sesler dindi. Ne olduğunu göremediğim için tek yapabildiğim muhafızların yüz ifadelerine bakarak olanları tartmaktı. Hepsi hazırda bekliyor dikkatle etrafı inceliyordu...
Dakikalar sonra pencerelerden yeniden Hüseyin görünce dudaklarımdan bir şükür mırıltısı firar etti. Elindeki kanla kaplı kılıcını kalıbına sokarken korkuyla kapıyı açıp ona baktım. "Neler oluyor Hüseyin!"
"Sultanım eşkıyalar ileride pusu kurmuşlar lakin biz önceden fark ettiğimiz için duruma el attık, telaşa lüzum yok. Sadece küçük bir çakal sürüsü."
"Eminsin değil mi?" Diyerek yutkunduğum vakit başını olumlu anlamda salladı.
"Hüseyin saraya dönmek istiyorum. Bak yol zaten kapanmış açılması uzun sürer. Geri dönelim." Hissettiğim huzursuzluğu dile getirdiğimde Hüseyin benimle aynı fikirde olduğunu belirten bir bakış atıp başını olumlu anlamda salladı.
"Kervanı bu dar yolda çevirmek zor olacak Sultanım bir süreliğine arabadan inmeniz gerekecek. Askerler arabayı tersi yönüne çevirdiğinde yeniden binersiniz."
"Tamam, yeter ki dönelim."
Hüseyin'in uzattığı eli tutarak arabadan indiğimde soğuk hava ile nefes alamayıp yutkundum.
"Saraya dönüyoruz! Arabayı saplandığı yerden çıkarıp yön değiştirin!"
"Emredersiniz paşam!"
Hüseyin'in yanında durmuş yoldaki hengameyi izlerken havanın kararmaya yüz tutmuş göğüne kısa bir bakış attım. Kar yağmayı kesmiyor aksine daha şiddetli lapa lapa yağıyordu.
"Sultanım." Cariyeler arka arabadan inmiş düşe kalka yanıma geldiklerinde yüzleri kireç kesmiş gibiydi.
"Neler oluyor sultanım?"
"Telaşa mahal yok, yol kapalı saraya dönüyoruz." Diyerek fazla detay vermediğimde kızlar rahatlamış başlarını sallayarak arkama geçmişlerdi.
"Ne kadar sürer Hüseyin?"
"Sultanım arkadaki arabaları da sayarsak bir saate anca."
"Yürüyerek dönsek?"
"Yolun zorluğu ile başa çıkabilir misiniz sultanım?"
"Bilmiyorum Hüseyin... Sadece böyle elim kolum bağlı beklemek zor geliyor."
"Rahatlayın sultanım hem biz dönmeden hünkarımız yola koyulur ve karşılaşırız belki de."
"Haklısın."
Yolun kenarında ağaçların altında cariyeler ile durmuş olanları izliyordum. Dört tane asker çevremizde nöbet tutarken geriye kalan kim varsa faytonların yönlerini çevirmeye çalışıyordu. Dakikalar birbirini kovaladıkça hava kararmaya başlamıştı, Hüseyin yanımıza geldiğinde sık nefesler aldığına şahit oldum.
"İyi misin?" Diyerek gözlerine baktığımda başını zorla salladı. "Sultanım uygun görürseniz sizi atlar ile geri saraya götürelim, zira faytonların bazılarının tekerleri kırılmış durumda bataklığa batıp duruyorlar ve kımıldamıyorlar."
Ne yapacağımı bilemeyerek onu onayladım sadece.
"Önceliğimiz sizsiniz sultanım." Diyerek ileriye doğru işar edince onunla beraber karda yürümeye başladım. Peşimizden gelen askerler bir yana o da aynı gerginlikle etrafa bakıyordu.
"Sultanım net konuşmak istemiyorum lakin yolumuzu kesenler sadece hanedan kervanını soymak isteyen eşkıyalarda ibaret olmayabilir."
İç çekerek önümde durduğu sırada yanımıza atlar ile askerler yaklaştı. "Sende benim düşündüğümü mü düşünüyorsun-"
Cümlem yarıda kalmıştı, zira gözlerimin önünde dost dediğim adamın nefesi kesilmişti. O an, o an ne olduğunu anlamazken Hüseyin'in yüz hatları gerilmeye başladı, gözlerindeki duygular bir hayli çoğalırken kendini sıkmaktan belirginleşen damarları kalbime bir sancının saplanmasına neden oldu. Onun dudakları arasından firar eden inleyiş kulaklarımı doldurduğu an boğuk bir sessizlik üzerimde hüküm sürmeye başladı.
"Hüseyin..." Sessiz bir fısıltı dudaklarımdan dökülürken etrafımızda bir kaos oluştu. Koşuşturan askerler, bağırışlar, birbirine çarpan kılıç sesleri, çığlıklar ve kanlar... Hepsi bir anda olmuştu. Hiç beklemediğimiz bir anda. Olmaz dediğim olmuş, korktuğum başıma gelmişti. Felç geçirmiş gibi öylece gözlerinde adeta gitmem için yalvaran bakışlar olan Hüseyin'in gözlerine bakıyordum.
Kalbim bu sefer ne heyecan ne mutluluk göğüs kafesimi dövüyordu. Bu sefer ölüm korkusundan çıldırmıştı. Kaybetme korkusundan...
Omuzlarım bir kaybedişin ağırlığı ile çökerken gözlerim acıyla dolmuştu. Boğazıma oturan yumru ile nefesim kesilirken yerimde sarsıldım.
"Hüseyin, Hüseyin..." İçime kaçan sesim ile ona seslenirken o tuttuğu nefesi zorla bıraktı. Nefesi havada buhar olurken bu hengamede sadece onun nefesi kulaklarımda seslice yankılanmıştı. Hüseyin öne doğru bir adım atması ile dengesini kaybettiğinde bir çınar gibi kollarımın arasına yıkıldı.
"Hüseyin!" Acı dolu çığlığım yeri göğü inletirken bu kıyameti sanki sesim bıçak gibi delmişti. Dizlerimin üzerinde onu kucağımda tutarken sırtındaki ok ellerim arasındaydı. Çok derine inmişti...
Ölüme ulaşacak kadar derine.
Kanlar oluk oluk akarken kısa sürede ayağımızın altındaki karları kaplamış küçük bir göl oluşturmuştu. Donmuş ellerimi ısıtan kanı bedenimi titretirken hiç bir nefes ciğerlerime gitmemeye başladı. İçimi sıkıştıran acı boğazıma yapışmış beni, bana haram kılınan nefesten mahrum bırakarak boğmaya çalışıyordu.
"Yardım edin! Hüseyin!" Gözlerimden dolup taşan göz yaşlarım damla damla yanaklarımdan süzülürken sesim kısılmaya yüz tutmuştu. Kimsenin çığlıklarımı duyduğunu hatta duysa da yardım edebilecek halde olduğunu sanmıyordum. Gözlerimin önünde kanlar içinde yığılan askerler beyaz kara kanlarını akıtırken cariyelerin çığlık atarak ormana doğru koştuğu sırada bedenlerine saplanan oklar ile gözlerimin önünde can verdiler.
"Allah'ım!" Tiz bir çığlık atarak gözlerimin önünde kayıp giden canları izlerken delirmek üzere olduğumu hissettim. Bu ağır yük beni en dibe çekmeye başlamıştı bile. Elim kolum bağlı halde insanların acı çekerek ölüşünü seyrediyordum.
Aklıma kazınan bu anları unutmak ister gibi bir çığlık daha attım. Daha önce atmadığım kadar yüksek ve acı dolu.
Titreyen bedenimde derman kalmazken kollarım arsındaki Hüseyin'i sıkıca kavramıştım. Sanki kollarımdan düşerse onu kaybedecekmiş gibi sarılmıştım. Ölümün onu elimden almasına izin veremezdim, vermeyecektim. Ne pahasına olursa olsun ölmemeliydi!
"Hüseyin iyi misin, Hüseyin!" Korkudan titreyen sesimle onu sarsmaya başladığımda Hüseyin nefes almakta zorluk çekerek gözlerime baktı. "Kaç Hilal." dudaklarından çıkan iki kelimenin ardından ölüm kokulu kanlar dudaklarından taşıp avuçlarıma damladı. Kan kusuyordu... Acı çekişini iliklerime kadar hissediyor çaresizce dua ediyordum. Olmamalıydı, bunlar olmamalıydı. Benim yüzümden, benim yüzümden ölüyorlardı.
Geçmişi değiştirmemim cezası sevdiklerimi kaybetmekle verilmişti.
"Hayır, hayır, hayır Hüseyin sakın! Hüseyin kendine gel yalvarırım Hayır! Hüseyin!" Hıçkıra hıçkıra ağlamaktan başka bir şey yapamazken en yakınım olan arkadaşımın bilincinin kaydığına şahit oldum. Başı koluma düştüğünde bir çığlık daha attım isyan ederek. O bunu hak etmemişti!
Gecenin karanlığı bir ömür boyu ruhumu karartmak için yer yüzüne çöktüğü o vakit ölümün ne olduğunu anladım. Kendi ellerimde ölüme bir can teslim etmiştim. Geri dönüşü olmayan bir yola girmiş, ardında sadece onunla mutluluğu giden insanlar bırakmıştı Hüseyin.
Kendimi asla affetmeyecektim, asla.
"Sultanım! Gitmeniz gerek!" Omuzlarımdan sarsılışımın ardından Hüseyin'in askerlerinden birsi beni zorla ayağa kaldırdığında itiraz ederek bağırıyordum. "Olmaz onu bırakamam! Hüseyin!"
"Sultanım gidin!" Beni adeta sürükleyerek ata bindirdiği sırada yanımda hazır olan üç asker ile karanlığa doğru atımı yönlendirerek koşmaya başladılar.
"Hüseyin..." Geride kalan bedenine ulaşamayan fısıltım canımı yakarken arkamda bir tek Hüseyin'i değil onlarca insanı bırakmıştım.
Göz yaşlarımdan önümü göremezken at son hızda koşuyordu. Hiç bir şeye müdahale edemiyor sadece elime zorla tutuşturulan dizginleri tutuyordum. Arkamı bir kez daha döndüğümde o korkunç manzara yerinde karanlık yerini almıştı.
Bundan sonra ruhumu ele geçirecek olan o karanlığı ilk görüşümdü...
"Allah'ım sen yardım et, yalvarırım ona bir şey olmasın..."
Hüseyin ile evlenmeyi heyecanla bekleyen Melike, can dostları Ahmed ile Yavuz... Onlara bunu yaşatma Allah'ım... Onu bize bağışla, sana sığınıyorum...
Beynimde sadece rüzgarın esişi yankılanırken içimdeki tarifsiz acıyla yerle yeksan olmuştum.
Bir daha asla hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Ölümün girdiği evde her gülüş buruk, her mutluluk yarım kalırdı. Akan yaşlar sel olur, sessizlik daim olurdu.
Ölümün girdiği evde özlem son nefeslerine kadar onlarla beraber olur, kulaklarına geçmişi fısıldardı. Son nefesini hep hissedeceklerdi. Keşkeler ile dolu ağlayışlar, belki ile başlayan cümleler hayatlarında yer alacaktı. Suçluluk, pişmanlık, özlem...
Geçmişte takılı kalacak, şimdiyi unutacak ve geleceği yok sayacaktık.
Onunla bizde bir mezara girecektik...
"Sultanı koruyun!" Sağımdan yükselen bağırış ile bakışlarımı boşluktan çektiğimde ormanın sağ tarafından buraya doğru atlarla koşan siluetler gördüm.
"Hızlanın!" Yabancı birine ait olan ses tüm ormanda yankılanırken sol taraftan bir grup önümüzü kesti. Sayamayacağım kadar çok kişi vardı.
O an bir mağlup oluşun daha farkına vardığımda titreyerek nefesimi bıraktım. Atlar şaha kalkarak durmak zorunda kaldığı vakit dizginlere sıkıca tutundum. Düşmek üzere olduğum vakit at tekrar eski haline dönmüş etrafında iki tur atarak sakinleşmeye çalışmıştı.
"Sultanı sağ istiyorum gerisini öldürün." Arkalardan gelen ses ile gözlerim onca suretin arasından sesin sahibi olan adamı bulunca öfkeyle gözlerimi kapattım. Ölenlerin sebebi oydu...
"Sultanım!" Arkamdaki asker bana doğru fazladan bir kılış attığında havada yakalayıp hızla kılıfından çıkardığım ve tek elimle dizginleri kavrarken kılıcı avucum arasında sıkıca tuttum.
Öyle kolay istediklerine sahip olamayacaklardı. Akıttıkları kanın intikamını almadan bana huzur yoktu.
Derin bir nefes alarak soğuk havanın adeta beynimi uyuşturmasına izin verdikten sonra dizginleri hareket ettirip saldırıya geçtim.
Üzerime atları ile gelen adamaların en yakın olanının gövdesine öfkeyle soktuğum kılıç ile ellerimden akan kanın sıcaklığı ile göz yaşlarım yeniden yanaklarımdan süzülmeye başladı. Asla Hüseyin'in kanının elimde kalışını unutamayacaktım.
Kılıcı yerinden çıkarıp koşarak atıma saldırmaya çalışan adamın boynunu kılıç ile sıyırdığımda bağırarak diz çöktü. Solumdaki yeniçeri beni o taraftan gelen saldırılardan korurken sağımdaki de sağ tarafı kolluyordu.
Kılıç darbeleri birbiri ile çarpışmaya başladığında bileklerimde güç kalmadığını fark ettim. En son ne zaman talim yaptığımı bile hatırlamıyordum. Onların karşısında hiç şansım yoktu.
Arkamdaki askerin boğuk inleyişi kulaklarımı doldurduğunda başımı ona doğru çevirdim. Gözlerimin önünde gövdesine saplanan ok ile yere devrilmişti. Onunla beraber af dileyen göz yaşlarım yanaklarımdan süzülürken acıyla inledim.
Bir kaybedişin eseri olan iç çekişim ile önüme döndüğümde kılıcıma vurulan sert darbe ile bileğim geriye savruldu ve kılıç elimden kayıp gitti, aynı umutlarım gibi.
O an solumdaki asker hızla atı ile önümdeki saldırıya atladı. "Sultanım kaçın! Gidebildiğiniz kadar uzağa gidin!" Bağırışı ile başımı iki yana sallarken buldum kendimi.
"Kaçmayacağım."
"Sultanım! Sizi koruyamayacağız! Bizden sayıca üstünler dayanacak gücümüz kalmadı kaçın!" O an omuzundaki kanamayı fark ettiğimde ağlayarak başımı iki yana sallayabilmiştim bir tek.
"Özür dilerim..." Yalvarır gibi gözlerime baktığında başka seçeneğim kalmadığı için dizginleri kavrayıp geriye doğru yönümü çevirip koşturmaya başladım. Ormanın içine girdiğimde dolunayın bulutların arasından yaydığı ışık ile önümü çok az seçebiliyor son anda ağaçlara çarpmaktan kurtuluyordum. Yönümü belirlemeden gidebildiğim kadar uzağa kaçıyordum.
Bir süre sonra tek olmadığımı fark ettiğimde arkamdan yaklaşan atlı adam gözlerimin içine bakarak atıma yaklaştı ve sert bir tekme atarak atı yalpalattı. Sersemleyen et bir çukura takılması ile dengesini kaybedince onunla beraber bende yere düştüm.
Sert düşüşün ardından bedenim uzun bir süre yerde yuvarlandıktan sonra bir ağaca çarpıp durmuştu. Nefesimi kesen darbenin ardından ciğerlerimin adeta söndüğünü hissederken bir süre hareket edemediğimi hissettim. Sırtımda hissettiğim sızılar sanki beni felç ederken karların üzerine basarak yanıma gelen adama nefretle baktım.
Bulutlar aralanmış dolunay göğü ve yeryüzünü aydınlatarak gözümüzü kamaştırdığında o önümde yere çüktü ve kanlı elleri ile yüzüme gelen saçları geriye itti.
"Demek sen Sultan Ahmed'in o meşhur karısısın." Kendi kendine konuşur gibi mırıldandığı cümlenin ardından parmakları çeneme doğru inip başımı kaldırdı. Bozuk bir Osmanlı Türkçesi ile konuşuyordu.
"Pekte güzelmiş bu genç sultan değil mi efendim?" Arkasını dönerek söyledikleri ile daha önce görmediğim iyi giyimli adam sadece gözlerime baktı.
Buz mavisi gözleri vardı, bu karanlıktan bile fark edebileceğim kadar göze çarpan.
Nefes almakta güçlük çekerken iki yabancının kulaklarımın aşina olduğu İtalyanca konuşmasını bir süre dinledim. Bildiğim bazı kelimeler ile konuşmaları anlam kazanırken beni buradan kaçıracaklarını anladım.
O an ayağa kalkıp koşmak istedim, kaçıp gitmek ve bu kabustan uyanmak. Ama bedenim felç inmiş gibi savunmasız bir halde yatıyordu.
Dakikalar sonra adam yanıma gelip bedenimi kucağına aldığında itiraz etmek istedim, ama yine bir aciz gibi sustum. Her hareketinde bedenime saplanan acılar ruhumdaki acıyı bastırmak ister gibi çoğalmıştı.
Karanlıkta yönlerini bilen bu ikili ormanın derinliklerinde onları bekleyen atlarının yanına gidip ilk önce beni atın arkasına bir çuval gibi atıp ardından kendileri kendi atlarına bindileri. Üstünde olduğum atın dizginlerine bağladıkları ip ile atı istedikleri gibi yönlendirebiliyorlardı.
Bitmeyecek bir çile vardı ortada, düştükçe düştüğüm bir kuyu ve kuyunun belli olmayan sonu gibi bir sonum vardı.
Bilincim ellerim arasından kayıp giderken gözlerim dolunayın her an büyümesinde takılı kalmıştı. Aynı o geceki gibi...
*
Bedenim bir çuval parçası gibi yere fırlatıldığında bilincim acıyla açılmıştı. Neye uğradığıma şaşırırken olanların taze acısı ile nefesim kesildi. Ardımda onlarca insan bırakmıştım...
Etrafıma sersem bir bakış atarken taştan bir yapının içinde olduğumu anladım, soğuktu ve ışık sadece tek bir pencereden giriyordu.
Bakışlarım beni atan adam kayarken ellerim ile ayaklarımın bağlı olduğunu hissettim. Panikle onları çekiştirmeye çalışırken yabancı adam tek kelime etmeden kapıdan çıkıp sertçe kapıyı kapattı ve beni bu karanlıkta yalnızlığım ile bıraktı.
"Allah'ım." Titrek bir nefes ile fısıldadığım an nefesim buhar olmuş havaya karışmıştı. Şoktan hala çıkamamış aralanmış dudaklarım ile neyin içine düştüğümü sorguluyordum.
Kaçırılmıştım.
Ve beni elde etmek için onlarca insanın canına kıymışlardı. En başta dostum dediğim adama.
Gözlerimden dolup taşan yaşlar hiç dinmemek üzere yemin etmiş ömrümden giden yıllar gibi yanaklarımdan süzülürken titrek bir iç çektim. Daha sonra zorlukla yutkunup dudaklarımı birbirine bastırdığımda dudağımın patladığını hissettim. Yoğun kan tadı ile midem kalkarken gözlerimin önüne kan revan içinde kalan Hüseyin geldi.
Acı çekişini, nefes alamayışını en derinimden hissederken zorlukla yutkunmaya çalıştım ama nafile, boğazıma hiç kalkmayacak bir yumru oturmuştu. Kendini hep hatırlatacak bir acı...
"Allah'ım lütfen..."
Tam olarak neye yalvardığımı dahi bilmiyordum, zira aklıma artık söz dinletemiyor içinden geçen onlarca sözü öylece seyrediyordum. Sadece Yaradan'dan yardım istiyordum ne için olursa olsun sadece yardım etmesini istiyordum.
Çaresizce ona sığınmış şu aciz kuluna yardım etmesini istiyordum. Dualarım sadece dudaklarımdan değil kendiliğinden kalbimden de firar ederken yere diz çökmüş kucağımdaki bağlı ellerimi göğsümdeki ağrıyı hafifletmek ister gibi göğsüme vururken bunların hepsinin son bulmasını ve birer kabus olmasını diledim.
"Yalvarırım, benim yüzümden kimse can vermesin Allah'ım... Koru onları, bağışla yalvarırım." Hıçkırıklarım arasında ellerimle yüzümü kapattığımda buz kesen ellerime bulaşan kanın kokusu ise ağlayışım şiddetlendi. Gerçekliğin yüzüme vurması devam ederken ölüm gibi bir durumda mucize beklemenin ne kadar çaresizce olduğunu anladım.
Bir çocuk gibi hayal kuruyor bir bekleyişe giriyordum, olurda Hüseyin yaşarsa... Ama kollarım arasında kanlar içinde yığılışı gerçek olandı. Karşı koyulamaz bir sona keşke demek acı vericiydi.
"Lütfen, lütfen..." Ama dua etmeye engel değildi gerçekler.
Zira ona sığınmak, dua etmek bile bir umut demekti.
Soğuk zemin bedenimi donmaya terk ederken titreyerek sırtımı duvara yasladım. Bedenim soğuktan zangır zangır titriyordu. Titreyen çenemi kasıp dudaklarımı birbirine bastırırken etrafımı incelemeye başladım. Bir çıkış yolu arıyordum kendimce...
Bulunduğum yerde hiç bir eşya yoku doğrusu hiç bir şey yoktu. Boş olan bu yapının bir tane küçük penceresi ve bir ahşaptan kapısı vardı. Karanlığa alışan gözlerim pencerede takılı kalırken dolunay ışığı yavaş yavaş içeriye doğmaya başladı. Beyaz ışık içeriyi az biraz aydınlatırken kendimi soğuktan kasmaya başlamıştım donmak üzere olduğumun farkındaydım öyle ki başımdaki yoğun ağrı bile geçmeye başlamıştı.
Zorlukla yutkunup kendimi uyanık tutmaya çalışırken açılan kapı ile içeri sert bir rüzgar esti. Odada tur atan soğuk rüzgar beraberinde getirdiği kar taneleri ile bedenimde son bulurken içeri yavaş adımlarla diğer adamlardan tamamen farklı birisi girdi. Bir asilzade gibi giyinmiş olan bu yabancı her halinden batılı olduğunu gösteriyordu. Kendimi geriye çekip onun her hareketini izlerken adam önüme geçip bana üstten aşağılar bir bakış attı. Alayla gülerek eğildi ve çıkardığı bıçağı gözümün önünde dolaştırıp hızla bileklerimdeki iplere götürdü. Tek bir hamlede ayaklarımdaki ve ellerimdeki ipleri çözmüştü.
"Demek o meşhur sultanımız sensin. Senin yüzünden ben onlarca adamımı kaybettim, hepsinin kanı senin ellerinde!"
"Tüm planlarımı bozdun, her defasında her defasında!"
"Ama şimdi! Dön bir bak etrafına neredesin... Kimin elindesin..."
"Ama biliyor musun yıllardır sultan Ahmed'i neyle yaralayacağımı düşünürken iki yıl önce çıkagelmen benim yararıma da oldu. Onun en değerlisi olmuştun, gözü senden başkasını görmüyordu ve artık sana olan zaafı bizim işimize yaramaya başlamıştı."
"Bu imparatorluğun sonunu getirmek için yüzyıllardır savaşan kutlu birliğimin üyesi olarak bu zaferi ben sağlayacağım. Osmanlı'yı zamanında siz nasıl bizim devletimizi yıktıysanız öyle yıkacağım! Taş taş üstünde baş baş üstünde kalmayacak!"
"Bu muydu tüm bu saldırıların nedeni?" Anlamsız bir fısıltı ile sorduğuma karşı başını salladı.
Onca korku, acı aptal bir güç kavgası yüzünden miydi?
Yükselip alçalan ses tonu tüylerimi ürpertiyordu bu sayede karşımdaki adamın akıl sağlının yerinde olmadığını anlamıştım. Gözlerinde delici bakışlar vardı, yüz kasları ondan bağımsız hareket ediyor gibiydi... El jestleri o kadar coşkuluydu ki her an boğazıma yapışabilecek kadar deli olduğunu anlatıyordu. Sinirden dili sürçüyor yüzündeki belirgin damarlar göz önüne çıkıyordu. Hele gözleri sanki yerinden çıkacak gibi kocamandı.
"Sultaaan Ahmed! Burnunu sokmadığı iş yok! Devletimi elimden aldı-"
"Savaş bu, iki taraf olur ya kazanan ya da kaybeden. Sen kaybeden tarafsın kabullen bunu." Beklemediği karşılığım ile kaşları çatılırken ani bir hareketlenme ile içeride tur atmaya başladı.
"Yanılıyorsun ben asla kaybeden taraf olmadın. Bak şimdi kim ayaklarımın dibinde..." Fısıltısı tüylerimi ürpertirken iki yıldır peşimizde olan adamın karşımda olmasını yeni yeni kavramıştım. Bu o, olan biten her şeyin sebebi.
"Sen..." Diye fısıldadığımda güldü. Adımları bu tarafa gelirken kendimi duvara yapıştırdım adeta.
"Ben!"
"En başından beri canınızı almak isteyen ben! Çabalarım elbet sonuç bulacaktı, buldu da. İki yıl sürse de, onlarca başarısız saldırı gerçekleşse de. Kazanan yine ben oldum."
"Sadece seninle duracağımı sanmıyorsundur umarım." Başını yana yatırıp fısıldadığı cümle ile gözlerimden yaşlar akmaya başladığında gözümün önüne Hüseyin geldi. Onu da bizden almıştı...
Yabancının gözlerinde saf nefret görüyordum, öyle ki nefreti tüm duygularından ağır basıyor kendini kaybetmesini sağlıyordu. Bir hastalık gibi ruhuna yayılmış olan bu nefret onlarca hayatı söndürmek için var gücüyle tutunmuştu kalbine. Neyin öfkesi, neyin nefretiydi bu?
"Önce seni, Ahmed'in en değerlisini. Sonra Zümrüt sultanı validesini beraberinde kız kardeşi Dilrubah sultanı... Ve sıra en eğlenceli kısmında! Küçük bebeklerinizi alacağım onun gözleri önünde! Canından can gidecek her seferinde! Gözlerimin önünde yalvaracak bana, bir şans için. Ailesini bağışlamam için son nefesine kadar bağışlayacak, sonra hayattan kopmuş ve aklını yitirmiş halde canına kıyacak..."
"Hayır! Böyle bir şeye gücün yetmez. Bugün sadece şansın yaver gitti. Yola yalnız çıktığım için şansın vardı! Senin bu söylediklerini yapabilme gibi bir gücün yok! İki yıldır seni nasıl def ettiysek yine ederler bundan emin ol."
Nefretle bağırdıklarıma karşı gözü dönmüş öfkeyle üzerime koşup boğazıma yapışmıştı. "Sende senin bunları göremeyeceğinden emin ol!" Kulağıma acımasızca fısıldadıkları ile dehşetle gözlerim açılırken o nefesimi kesmeye yemin etmişti.
Soğuk ve sert parmakları boğazımı sıkıca kavrarken ellerimle kendimi kurtarmaya çalışım. Çaresiz bir çırpınış ile elinden kurtulmaya çalışırken nefesimi kesen elleri şimdi de canımı almak için sıkılaşmıştı.
Öyle bir sıkışı vardı ki hem nefesim kesiliyor hem boğazım yırtılıyor gibi oluyordu. Başımı sertçe duvara vurduğu an acıyla inledim. Göz yaşlarım yanaklarımdan süzülürken artık her şey için çok geç olduğunu hissettim. Öyle bir nefretle sıkıyordu ki dayanacak gücüm kalmamıştı...
Gözlerim pencereden görünen dolunayda takılı kalırken kulaklarım sanki her şeye karşı tıkanmıştı. Adamın öfke dolu bağrışlarını duymazken kulağıma bir rüzgarın esişi doldu. Sanki huzurlu bir ormandaymışım gibi her yer sessizken kulağıma çalınan o melodik rüzgarın sesi buydu...
Tanıdık his bir yana o an bu hisle dilimin ucuna bir şey takılmıştı. Her şeyi bir kenara bırakıp bu takılan şeyin ne olduğunu düşünürken artık adama karşı koymuyordum.
Bana çok sıcak bir duyguyu hissettiriyordu bu anımsadığım şey. Sanki ruhumu tamamlayan bir parçaydı.
Ne olabilir?
Çok tanıdık bir şeydi... Daha önce duymuştum, neydi? O an iç çekmek istemiştim hep yaptığım gibi, ama buna müsaadem yoktu... Acıyla inlediğimde ciğerlerim nefessiz kalmaktan isyan ediyor beynime acil durum sinyalleri gönderiyordu, ölümün ucundasın!
Dolunayın göz kamaştıran ışığı içeri tüm kudreti ile dolarken bembeyaz olan oda ile dudaklarımda bir tebessüm can buldu.
İşte bu...
Buldum.
O an sanki fısıldar gibi Ahmed'in beynimde yankılanan huzur veren sesine eşlik ettim.
Gülsitân'ı cinân'ım, Nefsi kâmile'm, Huzurum...
Ömrümün en güzel yılları,
Hakikat-i muazzama olan sultanım.
Senin gülüşün, cennet bahçesinde açan çiçekler gibidir,
Özeldir, güzeldir, tektir sevgilim...
Ay yüzlüm, Hilalim, Sebebi varlığım , Canparem...
Ayın güneşe, gecenin aya duyduğu muhtaçlığı,
bir bebeğin annesine duyduğu ilgiyi,
toprağın suya, suyun dudaklara duyduğu ihtiyaç kadar muhtacım sana.
Bedenimi saran huzur ile gözlerimden dolup taşan yaşlar son defa akıp giderken. Bende gittiğimi anlamıştım.
Dolunayın ışığı tüm benliğimi şefkatle sarıp sarmalamış beni nuruna çekmişken bu sefer kulaklarımda o bilinmeyen fısıltı can buldu.
'Aç. Aç ruhunu, kalbini, gözlerini aç.
Bak, gör, anla. Sev, sevil, şükret.
Dua et, melekler alır duanı teslim eder Rabbine.
Dua et, dile, tüm benliğin ile dile.
Onu dile. Kâlû Belâ'dan beri aradığını dile.
Aç, aç gözlerini gör onu, bul onu, dile onu'
Bu sefer anlam verememişim anlamlarına. Ben onu dilerken şimdi neden ondan ayrı kalacaktım? Neydi bu ayrılığın sebebi, neydi bu sonsuz özlemin sebebi? Hep bir belirsizlik ile yaşadığım iki yılın ardından korktuğum başıma geliyordu... Dönüyordum.
Beyazlığın içinde bir kuş gibi süzülürken başıma onunla gelen her an sanki beynimde can buldu. En başından son dokunuşuna kadar her anı gözlerimin önünden gelip geçerken isyan edemiyordum, ağlayamıyordum...
Kabulleniş miydi bu sakinliğin sebebi yoksa Yaradan'ın açtığı yolda yürümenin verdiği efsun muydu bu sakinliğin sebebi?
İnsan en çok neyi isterse neyi severse onunla sınanırmış. Ona olan zaafı ile can çekişir bir umutla beklemeye devam edermiş.
Belki bir gün demezdim ben. Zira bir umudum yoktu...
Lakin artık 'Belki bir gün yeniden.' diyebilecek bir yaşanmışlığım olmuştu.
Hoşça kal sevgilim, sevgiyle kal...
*
Dizlerimin üzerinde çökmüş kanlı ellerime bir çıldırışın eşiğinde bakarken kulaklarımı dolduran kalabalığın sesi her iç çekişimi hızlandırıyordu. Dolu gözlerimden damlayan yaşlar ellerime damladığı an donan parmaklarımdan süzülen sıcak göz yaşlarım ile gerçekliğin sesi bir kez daha kulaklarımı doldurdu.
Geleceğe dönmüştüm.
Kaldırıma damlayan kanlı göz yaşları acımın birer nişanesi gibiydi, kan ağlıyordum. Tepeden vuran güneşin sıcaklığı beni o soğuk gece yerine sarım sarmalarken Dolunay yerini Güneşe bırakmıştı... Hayatım tepetakla olmuştu.
"Hanımefendi iyi misiniz?" Önümde beliren beyaz spor ayakkabılı kıza yavaşça başımı kaldırarak çaresizce baktığımda yüzündeki dehşet nasıl bir halde olduğumu açıklıyordu. Karşısında ölüden farksız duran bir kadın vardı. Delirmek üzere olan bir kadın... Sevdiğinden, can parçalarından uzakta kalan bir kadı vardı... Bir daha kavuşurlar mı muamma olan bir ayrılışın enkazı altında son nefesini veren bir kadın vardı.
Genç kız elinde sıkıca tuttuğu telefonu kaldırıp ekranda dolandı. "Alo, buraya acil ambulans gerekiyor! Her yeri kan içerisinde bir kadın var şokta galiba ağlıyor, hayır tanımıyorum. Sokak mı bir saniye. Hanım efendi bekleyin burada." Kız bembeyaz olmuş yüzü ile esnaflara sormak amaçlı yanımdan uzaklaşırken diğer insanların korku dolu bakışlarının altında acımla baş başaydım.
Aramıza yine yüzyıllar girmişti... Yine imkansızlıklar yine ölüm. Yine var olup mutlak ölümün kucağına düşmüşlerdi! Yoktu bunun bir çaresi işte! Hepsi ölmüştü! Hepsi ölmüştü! Ne geçmişte kalması? Onlar artık yoktu... Doyamadığım bebeklerim bile artık yoktu!
"Hayır!" İsyan ederek bir çığlık bahşettiğim İstanbul yaşanmışlıkların tek şahidi olarak acıma göz yummuştu. Bu sefer sessizliğini armağan etmişti feryatlarıma...
"Ahmed!" Tüm şehrin sesini susturan çığlığım canımı yakarken bir tek benim canımı yakmadığını fark etmemiştim. Bana bakan, sesimi, feryatlarımı duyan herkesin kalbine o acıyı bırakmıştım.
Her annenin yüreğine evlat acısını.
Her sevenin kalbine kaybedişin acısını bırakmıştım.
"Hayır! Hayır! Hayır!" Ardı ardına tekrar edişlerim sanki ne kadar çoğalırsa o kadar gerçek olacakmış gibi gelirken elleri dehşetle saçlarıma gitti.
"Allah'ım yalvarırım beni onlarsız bırakma! Hayır!" Beton zemini avuçlarımla döverek sesimi Ona duyurmaya çalışırken artık çığlıklarımdan sesim kısılmıştı. Parmağımdaki evlilik yüzüğüme takılan bakışlarım ile son defa "Yalvarırım..." diye fısıldadım sık nefeslerim arasında.
Yalvarırım bizi ayırma...
Gözlerimin önünde artık sadece karanlık kendine yer edinirken gücüm kalmamış halde kaldırıma yığıldım. Etrafımda dönen bir kaos vardı. Bayılmam bir yana insanlar dış görünüşüm hakkında büyük bir kargaşaya girmişti.
Ruhumu kasıp kavuran acı asla son bulmayacaktı. Son nefesime kadar bu böyle devam edecekti...
Zira sevmek bana haram, yaşamak ise ceza olmuştu.
Son
*
Nasılsınız?
Ben ağlıyorum.
Neredeyse üç yıllık olan serüvenimiz burada ilk kitabın finali ile son buluyor. Dile kolay üç yıl... Nasıl geçti anlamadım bile. Benimle sabırla bu kitabın işlenişine şahit olan herkese teşekkürler. Emeklerime karşılık veren, severek takip eden ve ne olursa olsun okuyan herkese çok teşekkür ederim.
İyi ki varsınız.
Bu son bir son değil. Sadece ilk kitabın finali. İkinci kitap yine buradan devam edecek o yüzden takipte kalın ben panomda bildiriler paylaşıyorum.
Yeniden kavuşuncaya dek görüşmek üzere... Hoşça kalın.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top