31. Bölüm
Olaylar tamamen tarihten bağımsızdır. Karakterler ve olaylar benim kurgumdur. Kurgudaki padişah ve ailesi gerçek değildir. İsim benzerliği olabilir ama hiç bir şekilde tarihle alakası yoktur.
Düzenlendi.
Herkese merhaba, ilk önce uzun zamandır yeni bölüm atmadığım için hepinizden özür dilemek istiyorum. Bunun nedeni son iki haftadır karantinada olmam yaşadığım stres tarif edilemez... Pazar günü test yaptırmaya gideceğim ve sonucu sizinle paylaşacağım. Anlayışınız için teşekkürler. Keyifli okumalar.
Vaktiniz olursa sizi yeni hikayeme 'Şehzade Cihangir' beklerim.
"İnsanlar hiç görmediklerini, duymadıklarını hatta bilmediklerini sandığı şeyleri özleyebilirler. Çünkü aklımız ile kalbimizin yaşanmış ve yaşanacak hatıralar ile dolu kilitli odaları vardır. Bizler anlamsızca özlem duyduğumuzda aslında yaşanmış, bitmiş ve yeniden doğmuş olan hatıraları hatırlarız." aldığım nefes ile toprağı avuçlarımın arasına aldım. Gözlerimi kapatırken başımı yeniden doğmak için gün sayan kurumuş dalların arasından yüzümü aydınlığa hapseden güneşe çevirdim.
Ahmed bana eşlik ederek toprağı avuçlarının arasına aldığında kalbimden tüm bedenimi saran bir sıcaklık firar etti. Sessizliğini koruyan Ahmed büyük bir ilgi ile beni dinliyordu. Dudaklarım arasından çıkan her kelime aslında ruhumdan firar etmek için çırpınan kelimelerdi. Öylesine derin öylesine özeldi.
"Binlerce yıldır dilden dile dolaşan bir söz vardır. Kimi bu söze masal gibi bakıp gülüp geçerken kimi ise hayatın anlamını bulmuş gibi sıkıca sarılırdı bu söze. Nesilden nesle hayat bulan bu söz bir başlangıcın mı yoksa bir sonun mu sözü bilinmez. Herkes bu sözün altında farklı anlamlar arar. Bazıları ise bulur."
Gözlerimi güneşe doğru açtığımda aynı hızla geri kapatmak zorunda kaldım. Gözlerimi anında kör eden ışığın etkisinden çıkamayarak gözlerimi kapalı tuttum ve bir süre sonra gülümseyerek bakışlarımı yere indirdim.
Ahmed uzun bir süre sonra sessizliğini bozduğunda o melodik sesi kulaklarımı doldurdu. "Nedir o söz?"
Toprağı bir parçam olmasını istercesine sıktım. Hissetmek istedim asırların yaşanmışlığını, hatıralarını... Sanki sıktıkça özü ruhuma karışıyor geçmişi görebiliyordum. Bedenimi ürperten düşüncelerden çıkıp Ahmed'e cevap verdim.
"Rüyalar hayatımızın aynasıdır. Rüyalar, hikayemizin başından öncesine ve sonundan sonsuzluğa ulaşan hikayesidir derler. Başladığımız noktadan bittiğimiz noktaya kadar her şey yazılıdır orada ve bizler, bizler yazılmış kaderimizi rüyalarımızda nefes aldığımız ilk andan itibaren görürüz." Rüzgarın uğultusu arasında bir sonbahar yaprağı gibi dalgalanan sesimle beraber söylediklerim usulca bedenimi etkisi altına aldı. Bedenimde yayılan sıcaklık bu düşüncelerin yoğun enerjisi yüzünden olduğunu çok iyi biliyordum.
Ahmed'in sessizliğini anlam yüklemeye çalıştığı anlamına getirmem ile devam ettim. "Yani geçmişimiz ile geleceğimiz ve şimdimiz en başından beri aklımızda, kalbimizdeydi."
"Ama biliyor musun, biz geçmişimizi yeniden yazıyoruz hiç yaşanmamış olsa bile." Ahmed'in aklımı zorlayan cümlesi ile kaşlarımı çattım. Ne demek istediğini anlamadığımı fark edince güldü ve devam etti. "Hani demiştin ya, kaderlerimizin bir olması için büyük fedakarlıklar yaptığımızı. Ben senin geçmişine göre var oldum yaşadım ve mutlak ölümü tattım ve bundan yüzyıllar sonra sen doğdun ve kaderlerimiz senin geleceğini feda etmen ile bir oldu."
"Sen Hilal, senin sayende geçmişimizi yeniden yazıyoruz hiç yaşanmamış olsa bile..."
Acı ile nefes verip sol göğsümü saran o sızıya göz yumdum. Kendimi bildim bileli yaptığım gibi acımı yine en derinime gömüp hayata devam ettim. Aklım da kalbim de bir süre sonra dayanamıyordu bu gerçeklere. Çok ama çok karışık bir durumun içindeydik. Anlamak mümkün değildi. Anlasak bile aklımızı kaybederdik.
"Fazla düşünmemek en iyisi Hilal. İşin içinden çıkamayız yoksa." Ahmed'in hafif alaylı ses tonu ile gözlerimi gözlerine diktiğimde bende ona eşlik edip gülümsedim.
"Haklısın Ahmed."
Ahmed etrafına bakınıp hızla ayağa kalktı ve ellerini silkeleyip bana elini uzattı. Gülerek elini tutup yardımı ile ayağa kalktığımda hayatın devam edişini hissettim. Rüzgarı, kuşların cıvıltıları, güneşin sıcaklığı... Onun dokunuşu ile hayat yeniden devam etmeye başladı sanki. Oysa demin toprak avuçlarımızın arasındayken zaman durmuş gibi her şey yoğun ve boğuktu...
"O kapının ardında ne var Ahmed?" bu soru günlerdir aklımda dönüp dolaşıyordu. Zamanında üniversiteden hocamın yazdığı Topkapı sarayının sırları adlı bir makalede o kapı hakkında türlü teori ve hikayeler okumuştum. Akıl sır erdirmeyen kilit sisteminin şifresini çözemediğimiz için yüzyıllardır kapalı olan o kapının ardı muammaydı. Hoş belki de o kadar esrarengiz bir yanı yoktu ya? Dersler de gizemini koruyan kapı diye üzerinden geçsek de işlediğimiz konuda sadece en yüksek argümanlı bilgiyi ele alarak o kapının sarayın altında bulunan binlerce yıllık dehliz ve tüneller çıktığını işlemiştik. Yani elimizde yüzde yüz kesin bir bilgi yoktu. Ama o dehlizler yok muydu o dehlizler... İstanbul'un altını saran bir sarmaşık gibiydiler bir rivayete göre üç yanı denizlerle çevrili olan cennet topraklarımızın altında şehirden şehre ulaşan dehlizler vardı. Bizler, teknolojinin el verdiği kadarını keşfetsek de tahminlerimize göre sadece yüzde sekizini keşfetmiştik bu zamana kadar.
Geriye kalan da bir masal olmuş dilden dile dolanır akıllarda soru işareti bırakırmış.
"İşte orası bir muamma. Tek bildiğim o kapının olduğu yerin sarayın inşası başladığı ilk günden itibaren korunduğu. Ardından saray tamamlanınca o kapıya kimsenin aklı sır ermeyeceği bir kilit sistemi yapılması."
Çatık kaşlarım ile dudaklarımı araladım. "Yani diyorsun ki bu kapı bir yeri koruma amacıyla yapıldı."
"Galiba öyle." diyerek ona yaklaştığımda Ahmed hınzır gülüşü ile bana sokuldu ve kolunu belime sardı. Yüzünü boynuma gömdüğü her an dudaklarımdan birer kıkırtı firar ederken o diğer kolunu da sırtıma dolayıp bedenimi geriye doğru yasladı ve mümkünmüş gibi boyun girintime daha çok sokuldu. Sakallarıyla beraber dudaklarını en hassas noktamda hissederken ufak buselerine karşı bende sırtına daha sıkı sarılıyordum.
Dakikalar sonra Ahmed ile oturduğumuz kuytudan çıkıp çakıl taşlı yola çıktık. Yan yana ve el ele ilerlerken peşimize Ahmed'in muhafızları ve ağaları takıldı. Uzaktan sarayı izleyerek yürüyorduk Topkapı'nın güzelliği ile mest olmuş ona doğru çekiliyorduk sanki. O an anlık istek ile Ahmed'e döndüm. "Ahmed, kapıya gidelim mi?" Ahmed isteğimi anında kabul edip başını salladığında yönümüzü değiştirdi ve mahzenlerin bulunduğu tarafa doğru ilerlemeye başladı.
"Bu kapı halkında bize daha fazla bilgi verebilecek birini tanıyor musun Ahmed?" merakla sorduğum soru ile Ahmed düşünmeye başladı. Çatık kaşlarının altında yıldızlar kadar parlak gözleri gökyüzünde tur atıp beni bulduğunda Ahmed sevinç ile elimi daha sıkı tuttu. "Galiba bize yardım edebilecek birisini tanıyorum."
Ve işte tamda o an Ahmed ile el ele, göz göze bir gizemin daha uçurumuna korkusuzca atladık.
*
"Zaman ne çabuk geçiyor, baksanıza kış kapıya dayandı. Bu kışın çok sert geçeceğini söylüyorlar. Rabbim biz kullarını korusun. " Valide Zümrüt-Şah sultan bakışlarını pencereden çekip bize çevirdiğinde elbisemin kumaşını sıktım, bakışlarındaki ağırlık o an beni gerim gerim germiş taşa çevirmişti adeta.
Ahmed ile beni önemli bir husus hakkında konuşmak için dairesine çağırmıştı. Davetini aldığımda nasıl gerildim anlatamam, şimdi ise nefes bile almadan durmaya çalışıyordum. Sultanın beklemediğim hamleler sergilenmesi beni bozguna uğratıyordu. Hele ortamın ciddiyet dolu havası beni basmadan durmuyordu. Neler olacaktı, bu konuşma neyin nesiydi soruları aklımı kemiriyordu!
Valide sultan keskin bakışlarını üzerimizde gezdirip geri dışarı bakmaya başladı. Ahmed gayet rahat bir şekilde oturuyor üstüne ayva yiyordu. Evet, ciddi ciddi oturmuş ayva yiyordu. Belki de ben fazla abartıyordum bilemiyorum ama içimdeki patavatsız kız bana 'Ayvayı yediniz!' demeden de durmuyordu.
Neyin stresi bu diyerek tam kendimi rahatlatırken valide sultan lafa girdi. "Nikaha daha aylar var." Ben nefesimi tutarken Ahmed tek kaşı havada ayva tabağını yanına bırakıp annesinin ne düşündüğünü anlamaya çalışıyordu.
"Biliyorum sizin için daha çok zaman var ama unutmamanız gereken çok önemli bir sorun var. Hanedan soyunun Ahmed'den devam edeceğini halka ispat etmemiz gerekiyor. Tahta geçeli beş sene oldu da geçiyor ve hala bir evladın olmadı Ahmed." tırnaklarımı avucumun içine batırırken Zümrüt sultan son derece soğuk bakışlarını bize yöneltiyordu. Nedir onu bu düşünceye iten? Ne olmuştu da aylardır konusu dahi açılmayan konu gün yüzüne çıkmıştı?
Ne istediğini anlamak güçtü ve dedikleri beni çok korkutmuştu. Ona çatık kaşlarım ile bakarken o lafına devam etti.
"Ahmed eğer ben isteseydim çoktan bir torunum olurdu." aniden Ahmed elini kaldırınca valide sultan diyeceklerini yutmuş oldu.
"Yanılıyorsunuz validem. Eğer ben isteseydim has odanın kapıları açılırdı. Zira kimse benim hayatıma karışamaz. Buna sizde dahil. Ve eğer tek derdiniz soyumuzun devamı ise endişeye mahal yok. Zamanı geldiğinde sevdiğim kadın ile mutlu bir yuvam olacak zaten."
Ahmed hızla ayağa kalkıp yanıma gelirken ben dişlerimi sıkıyordum. Güçlü olmalıydım. Ağlamamak için her şeyimi verebilirdim şu an. Ahmed hızla yumruk olmuş elimi tutarken beni peşinden götürdü.
Hayal kırıklığı ile valide sultana dönerken buğulu gözlerim ile ona olan kırgınlığımı gösterdim. Sultanın yüzünde belli bir pişmanlık olmasına rağmen dik bir tavır ile bize bakıyordu. Belli ki bir anlık yükselme ile konuyu açmıştı ve şimdi pişman olmuştu lakin artık çok geçti. Dediklerinin ağırlığı çoktan omuzlarıma binmişti... Koridorda hızla ilerlerken tek kelime etmiyorduk. Nereye gittiğimizi bile bilmiyordum doğrusu.
Kapılmıştım Ahmed'in rüzgarına savruluyordum bilinmezliğe.
En sonunda kendimizi sarayın avlusunda bulunca Ahmed'in yanına bir ağayı koşar adım geldi. Ahmed gür sesi ile konuşmaya başladığında sesindeki o sert ton bana sanki karşımda başkası varmış gibi hissettirmişti.
"Hilal sultanın pelerinini getirtin ayrıca faytonu hazırlatın." Çatık kaşları fırtınalara bedel olurken o hala son bir umutmuş gibi elimi tutuyordu.
Ağa eğilip yanımızdan uzaklaşırken Ahmed'in öfke dolu nefesleri buhar oluyordu. Buharlaşan nefeslerinin havada süzülüşünü izlerken o derin deryaları ile beni seyrediyordu. Öfkesinin sebebi tam olarak neydi? Annesinin ona 'Senin sözünün değeri yok.' iması ile söylediği cümleler mi yoksa bu emrivaki konuşması mıydı? Bilemiyorum... Benim canımı en çok acıtan şey valide sultanın gözlerimin içine baka baka başka bir kadının olabileceğini diretmesiydi. Gönlü nasıl buna el verdi anlayamıyorum. Benim kalbimi bildiğini söyleyen kadın şimdi kendi elleri ile kalbimi parçalamıştı.
"Hilal?" çenemde hissettiğim parmaklar ile bakışlarımı ne ara kaydığını bilmediğim boşluktan ayırdım ve Ahmed'e döndüm. "Efendim?" titreyen sesime içten içe kızıp Ahmede bakmaya devam ederken o dudaklarını araladı ve tam bir şey söyleyecekken susup yeniden konuştu.
"Hadi gidelim." bakışları ile işaret ettiği yere bakınca at arabasının çoktan geldiğini gördüm. Aynı anda yanımıza elinde pelerinim ile bir cariye gelmişti, fazla vakit kaybetmeden pelerini hızla üzerime atıp Ahmed ile faytona ilerledim. Ahmed araca yaklaşınca basamakların başında elimi tutup binmemde yardımcı oldu ve hemen ardından yanıma geçti.
"Nereye gidiyoruz?" en sonunda aklıma gelen soruyu dile getirince Ahmed tebessüm ile konuşmaya başladı. "Sen nereye istersen. Nereye gitmek istediğini söyle yeter."
"İkimizin sadece kendimiz olabileceği bir yere gidelim." diye fısıldadığımda tebessümle elimi öptü ve "Emrin olur." diye mırıldandı. Bunun üzerine Ahmed arabanın kapısını aralayınca ne ara geldiğini dahi bilmediğim Hüseyin ile karşılaştık.
"Hünkarım, nereye böyle?"
"Sadece kendimiz olabileceğimiz bir yere."
*
"Buraya o kadar sık gelmeye başladık ki artık burayı avucumun içi gibi biliyorum." Gülerek pelerinimi sandığın üzerine atıp Yavuz Çelebinin kütüphanesine ilerledim. İtalya seferinden yeni gelen kitapları hemen gözüme kestirmiştim. Dönemimizin önemli eserlerinden birini gördüğüm gibi kendimi çığlık atmamak için zor tuttum ve kitabı elime aldım.
"Müstakbel Sultanımız değerli olan her şeyi fark ediyor farkında mısınız hünkarım?" Yavuzun gülerek söylediği cümleden sonra bakışlarımı onlara çevirdim. O an iltifatına karşı utanıp başımı eğdiğimde onlar kendi aralarında gülmeye başladılar. Kitabı alıp cam kenarına geçtim ve duvar çıkıntısına oturup kitabın sayfalarını karıştırmaya başladım. Bir süre sonra Ahmed yanıma gelince kenara biraz daha kayıp ona yer açtım ve o da benim gibi duvardaki çıkıntıya oturup dışarıyı izlemeye başladı.
Kitabı bırakmış ikimiz de sessizce gök yüzünü izlerken Ahmed yavaşça bana yaklaşıp elimi tuttu. Tam o saniye teni tenime değdiğinde tüylerim ürpermişti. Gözlerimiz mıknatıs gibi birbirlerini çekince bu çekime kapılıp nefes almayı kestim. Ahmed bir şey demek istiyormuş gibi dudaklarını aralıyor sonra geri vaz geçiyordu, yine. Gözlerinde bariz hüzün vardı. Neden böyle olduğunu az çok tahmin edebiliyordum.
"Hilal, nasılsın? Umarım validemin dediklerini seni üzmemiştir." En sonunda kurduğu cümle ile gözümün önüne o sahneler geldi. Derin bir nefes alıp gülümsedim ve başımı salladım. "İyiyim Ahmed." kurduğum kısa cümle belli ki Ahmed'e yetmemişti çünkü hoşnutsuz bir ses çıkarıp uysal bir hareket ile çenemi tuttu ve bana beni tanıdığını direten bakışlarını atıp başını yana yatırdı. O an gözüme o kadar tatlı gözüktü ki gülmeden edemedim. Bu tatlılığına dayanamayıp usulca elimi yanağına koyup sakallarını okşadım. "Gerçekten iyiyim."
Ahmed dediklerimden emin olmak istercesine yine bekledi ve beni izledi. Bu boğuk hava canımı sıkmaya başlayınca kaçar gibi kitabı da alıp kitaplığa ilerledim. Kitabı aldığım yere usulca bırakırken bakışlarım karşı karşıya oturup Mangala oynayan Hüseyin ile Yavuza takıldı. Nedenini bilmiyorum ama o an onların hayatını gerçekten merak ettim. Tam olarak şu an, nasıl yaşıyorlar? Sevdikleri şeyler nelerdi? Aşık oldular mı? Kitaplarda yazanlar dışında geleceğin Veziri Azamı Hüseyin Paşa ve Gökbilimci Yavuz Çelebi kimdi?
Başımı raflara dayayıp odayı incelemeye başladım. Sanki ilk defa gelmiş ve analiz yapar gibi yeniden inceledim. Bu halimi fark eden Ahmed yanıma gelip kollarını belime sardı ve çenesini omuzuma yasladı. Onun bu haline gülüp kollarına sarıldım. "Fark ettim de onlara hiç kendilerini sormadım." fısıltımı dikkatle dinleyen Ahmed başını salladı. "Denk gelmemiştir. Hem o kadar çok şey yaşadın ki oturup düşünmeye vaktin dahi olmadı." derin bir nefes alıp Ahmed'e daha çok sokuldum "Haklısın."
"Hem önümüzde daha uzun yıllar var. Eminim buna da vakit gelecektir. Bu arada yarım kalmış bir resmin vardı senin değil mi?"
"Evet, doğru ya resim vardı..."
"Hadi o zaman gidip devam edelim." Ahmed'in bir çocuk edasıyla gülerek verdiği cevabın ardından elimi tuttu ve koşarak yukarı kata çıkan merdivenlere doğru ilerledi. Onun bu çocuksu haline kahkaha atmadan kendimi tutamadım ve elbisemi tutup hızına yetiştim. Üst kattaki boş odaya çıkınca ben gülerek pencerenin önünde yerimi aldım ve kendime çeki düzen verip Ahmed'e tebessüm ile bakmaya başladım. Ahmed şövalin üzerindeki beyaz örtüyü kaldırdığında o parlayan hareleri ile tuvali izledi sonra usulca bakışlarını bana çevirdi ve mümkünmüş gibi daha da parlayan hareleri ile beni seyretti.
O geniş gülüşü ile iç çekmemi sağlarken sonunda işe koyuldu ve boyaları, fırçaları hazırlayıp masaya tek tek dizdi ardından heyecan dolu gülüşü ile yanıma gelip parmak uçları ile çenemi tuttu. Yumuşak dokunuşları ile çenemi sola doğru çevirip gözlerimin içine bakarak bana eğildi. Heyecan ile atan kalbim nefesimi kesince sudan çıkmış balık gibi Ahmed'e baka kaldım. Sakallarını uysal bir kedi gibi tenimde sürtününce kan yanaklarımı boyladı.
Ahmed beni benden alan hareketlerini zevkle yapıyordu, her dokunuşunda adeta eridiğimi bildiği için bundan zevk alıyordu. Ardından sanki o yapmamış gibi beni getirdiği bu hali bir esermiş gibi izliyordu. Ona karşı çıkmak yerine itaat edip tutkusuna yenik düştüm, yine... Parmakları aşkla çehremde dolaşırken o mümkünmüş gibi bana daha çok eğildi ve yanağımı iç çekerek öptü. Burnu şakağımda dolaşıp benden uzaklaşınca gözlerimi uykudan uyanır gibi açtım. Güzel bir rüya görmüş gibi hülyalı bir hal aldığımda Ahmed keyifle gülerek benden uzaklaşıp yerine geçti. Ben ise hareket etmeden ona bakıyordum. Hoş zaten başka yere bakmak ne mümkün?
"Hilal bana daha önce hiç benim geleceğimi anlatmadın. Aslında ben sana bilmek istemiyorum demiştim ama olsun. Söylesene hayallerimdeki gibi bir hükümdar olacak mıyım?" Eninde sonunda Ahmed'in bir gün bunu soracağını biliyordum. Ne kadar merak etmiyorum dese de o da bir insandı ve merak duygusu çok yoğundu. Gülerek bakışlarımı başka yere çektim. "Bakışların hep benim gözlerimde olmalı Hilal. Yoksa bu aciz gözler kör olur." Nefesimi tutup ona döndüğümde onu bana buruk bir gülüş ile bakarken buldum. Cevap vermek için dudaklarımı aralasam da sesim çıkmadı.
"Ahmed biz geçmişimizi ve geleceğimiz yeniden yazıyoruz unuttun mu?" kurduğum cümle o kadar derin anlamlar barındırıyordu ki o an kendi kendime tüylerim ürperdi. Ahmed de benim gibi kurduğum cümlenin efsununa kapılıp o sonu olmayan duyguya düşmüştü. Ahmed bir süre sonra sessizce tuvale çizmeye devam etti. Gözlerimi gözlerinden ayırmıyor ona kapılıyordum. Belki de saatler boyu öylece durdum. Bedenim isyan edercesine ağrıyordu ama ben yine de sesimi çıkarmıyordum.
"Tamam bugünlük bu kadar yeter. Seni daha fazla yormak istemiyorum." itiraz etmek istercesine başımı iki yana salladım. "Sorun yok Ahmed ben yorulmadım." Ahmed sırıtıp fırçaları toplamaya başladı. "Sen onu benim külahıma anlat." İç eriten ses tonu kulaklarımda yankılanınca olduğum yerde eridim. Ahmed hızla malzemeleri toplarken bende ayağa kalktım ve yavaş yavaş şövale yaklaştım. "Bakalım nasıl olmuş." tam resmi görecekken Ahmed hızla beni belimden tutup geriye çekti. Dengemi kaybetmemek için boynuna sarılınca neredeyse düşecek olduğumu fark ettim.
"Ahmed?" şaşkınlıkla dudaklarımdan firar eden adı ile o olabildiğince sırıttı. Belimdeki elleri sıkılaşırken sakalları yüzümde keşfe çıktı. "Hazır olunca, son halini görebilirsin."
"Peki ya sabrım kalmazsa?"
"Sonuçlarına katlanırsın..." Dudakları en sonunda dudaklarımı bulunca gözlerimi kapattım ve ona kapıldım. Denizinde boğulma pahasına olsun açıldım ve en derinlere gökten düşen yıldızları bulmak için daldım. Küçük adımlar ile geriye doğru ilerlerken sırtım sonunda yüzlerce yaşama şahitlik eden duvar ile buluştu. Bu duvarlar kaç defa şahit olmuştu bu aşka kimse bilmez...
Bir zamanlar iki aşığın mezarı olan Kız kulesi şimdi bizim aşkımız ile yeniden hayat buluyordu.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top