25. Bölüm

Olaylar tamamen tarihten bağımsızdır. Karakterler ve olaylar benim kurgumdur. Kurgudaki padişah ve ailesi gerçek değildir. İsim benzerliği olabilir ama hiç bir şekilde tarihle alakası yoktur.

Düzenlendi.

"Ahmed, anlatmış mıydım sana?"

"Neyi?"

Kurduğum saçma soru ile duraksadım ve kendime göz devirdim. Ahmed bir yandan beni dinlerken diğer yandan divan toplantılarında geçen konuların yazıldığı kağıtları okuyordu. O kadar mükemmel gözüküyordu ki aklım başımdan gitmiş konuşamıyorum... Gözleri gözlerimi bulduğunda genişçe gülümsedim.

"Hilal?"

"Hı?" Hı mı? Tamam iç ses aynı şeyleri söyleyeceksin biliyorum sen kendini yorma hadi.

"Affedersin, şey diyordum ben. Ne diyordum?" afallamam ile Ahmed elindeki kağıdı bıraktı ve sırıtarak bana bakmaya başladı. Bir süre neyi unuttuğumu düşünürken Ahmed'e tekrar merakla baktım.

Gülmesini zar zor tutarak omuzlarını silkti. "Bilmem?" O kelime ağzından çıktığı gibi kahkaha attı.

Bunlar hep omega 3 eksikliğinden.

Ahmed katıla katıla gülerken sandalyesinden kalktı ve yanıma geldi. Gülmesini her tutmaya çalıştığında daha büyük bir kahkaha atıyordu. Gülünce kısılan gözlerine baka kalmıştım. Öyle güzel, öyle muazzamdı ki kendimden geçiyordum. Odaya vuran güneş ışığı onu saçlarında ahenkle dans ediyordu. İnci gibi parlayan dişleri, gür kumral sakalları iç çektiriyordu. Aklımdan her şey silinirken ben onun her zerresini aklıma kazıyordum.

Kim olduğumu bile unutursam onu asla unutmayacaktım.

"Tamam, şimdi aklıma geldi. Hayatım boyunca karşıma hep sen çıktın, yolum hep seni buldu biliyor musun?"

Tek kaşını kaldırıp başını iki yana salladı. "Mesela bir kitapçıya girdiğimde kendimi hep tarih bölümünde senin hakkında yazılmış kitapların önünde bulurdum. Farkında olmadan hep sana çekilirdim. Yaklaşık 15 yaşlarındayken ders kitabı almak için gittiğim kitapçıdan elimde senin şiirlerinin bulunduğu bir kitap ile çıkardım."

"Benim şiirlerim? Nasıl bulunurlar ki ben onları saklıyorum?"

"Bulunuyor Ahmed, bu sarayı keşfederek nice sırrı ortaya çıkarabiliriz biz tarihçiler."

"Doğru ya sen Tarih okuyordun, neden peki?"

"Sana daha yakın olabilmek için."

Derin bir sessizliğin başlangıcı olan bu cümle benim kalbime bir hançer saplamıştı adeta. Hiç bir zaman kavuşamayacağımın farkında olarak birini sevmek çok acıydı. Ahmed usulca yanıma sokulup beni kendine çekti ve sıkıca sarıldı. Sarılışı ile gözlerimi kapayıp yine yeniden bıkmadan usanmadan şükranlarımı Rabbime sundum.

"Ahmed ben hep kendime bir şiiri söylerim. Söylerim ki hayatın farkına varayım. Seni her seviyorum dediğimde aklımda yankılanan bu dizeler kendime gelmemi de sağlıyor."

"Benim için de söyler misin?"

Başımı olumlu anlamda sallayıp gözlerimi yeniden kapattım ve Ahmed'in kokusunu içime çekip sessizliğe fısıldadım.

"Allah der ki, kimi benden çok seversen onu senden alırım. Ve ekler Onsuz yaşayamam deme, seni onsuz da yaşatırım. Mevsim geçer, gölge veren ağaçların dalları kurur, sabır taşar, canından saydığın yar bile bir gün el olur. Aklın şaşar dostun düşmana dönüşür. Düşman kalkar dost olur. Öyle garip bir dünya. Olmaz dediğin ne varsa hepsi olur. Düşmem dersin düşersin. Şaşman dersin şaşarsın. En garibi de budur ya, öldüm der durur yine de yaşarsın."

Kısa bir sessizlikten sonra Ahmed mırıldandı. "Hazreti Mevlana..."

"O kadar anlamlı ki unutamıyorum. Her gün, her an zihnimde yankılanıyor adeta."

"Hilal." Ahmed'in tok sesi kulaklarımda yankılanınca ciddiyetle "Efendim?" dedim ve doğrulup Ahmed'e baktım. Gözlerinde dehşetin parıltılarını görmem ile aklıma denize düştüğüm gece geldi. "Ahmed?" Öyle bir bakışı vardı ki sanki akıl sır ermeyen bir şeye şahit olmuş gibiydi.

"Sana söylemiş miydim bilmiyorum lakin ben bir yıl öncesine kadar kendimi bildim bileli hep rüyalarımda ağlayan, acı çeken bir kız görürdüm. Bazen uyumaya kalbim el vermezdi yine çaresizce onu göreceğim diye. Şehzadeyken Lalam Murad paşa ile uzun süre bu olayın sırrını çözmeye çalıştım ama bir türlü cevap bulamadım. Tahta çıkışımın üçüncü yılıydı galiba.. Yine bir gece o kabus gibi rüyadan uyandım. Nefes almak haram olmuştu. Kalbim acıyla sıkışıyor ölümü ensemde hissediyordum. Kendimi zoraki bir güçle terasa attığımda gök yüzünde devasa boyutta bir dolunay vardı."

Tuttuğum nefes canımı yakmaya başlayınca titrek bir nefes verdim ve derin bir nefes daha aldım acıyla sıkışan ciğerlerime. Ahmed'in anlattıkları beynimi dumura uğratırken kalbim bu bilinmezliğe dayanamayarak durma eşiğine gelmişti. Bir gizemin içine daha çekildiğimin farkındayım o an ama elimden bir şey gelmiyordu... Sanki nehrin akıntısına kapılmış yüksek bir şelaleden aşağı doğru sürükleniyordum.

"Ay'a bakarak Allah'a dua ettiğimi hatırlıyorum. O acı çeken kızın acılarını dindirebilmek için yalvardığımı. Ben ki üç kıtanın hükümdarı Sultan Ahmed Han yardıma muhtaç olan, zulüm gören, acı çeken herkese yardım edebilirken rüyamdaki kıza çaresiz kalmıştım. Onun göz yaşlarında boğuluyordum adeta..."

Derin bir iç çekip devam etti. "O gece merhum halam Esma Sultan yanıma geldi. Hiç bir şey söylemesem de acımı gördü. Gözlerinde dolunayın yansıması vardı ama bakışları ona ait değildi sanki. Sanki, sanki efsunlanmış gibi bakıyor ve geceyi delen derin cümleleri ile konuşuyordu. Dedikleri hala kulaklarımda yankılanıyor, ki bu cümleler yüzünden o gece, senin denize düştüğün gece dehşete kapıldım."

Tahminim ile gözlerim fal taşı gibi açıldığında oturduğum yerde dikleştim. Bunlar mantık dışıydı, hoş mantık denilen şey benim hayatıma asla girmemişti ama yine de insan her defasında daha çok şaşırıyordu. Her şeyi toparlayıp düşünmeye çalıştım bir kez daha ve yine aynı hissiyat ile aklımın almadığını fark ettim... O an kendime mani olamayıp mırıldanmaya başladım. Kısa süre sonra Ahmed de bana eşlik etti.

"Aç. Aç ruhunu, kalbini, gözlerini aç. Bak, gör, anla. Sev, sevil, şükret. Dua et, melekler alır duanı teslim eder Rabbine. Dua et, dile, tüm benliğin ile dile. Onu dile. Kâlû Belâ'dan beri aradığını dile. Aç, aç gözlerini gör onu, bul onu, dile onu."

"Ahmed anlatmıştım ya sana! Ben Esma sultanın sarayında bulduğum mektup sayesinde tayy-i zaman yaptım! Şimdi sen de bunları anlatıyorsun!"

Dehşetle elim şaşkınlıkla aralanmış dudaklarıma gitti. Bazen hiçbir şey bilmemek bilmekten daha iyi olurdu. Aklım, kalbim duraksamış ellerimdeki ipleri kayıp gitmişti.

"Halam o cümleleri dedikten hemen sonra hiçbir şey söylemeden terasımdan ayrıldı Hilal. Ve ben her şeyden habersiz hayatımın dönüm noktasını yaşıyordum. Ve sonra istemsizce dolunaya bakarak bu sözleri söyledim. Dolunay tüm kudreti ve ihtişamıyla gözlerimi kör edercesine parladı. Ve ben gözlerimi açtığımda gelecekteydim."

Göz yaşlarımın neden, hangi duygu uğruna aktığını bilmiyordum... Şu an, tam da şu an bilincim ellerimden kayıp gitmiş ve ben Ahmed'in kucağına yığılmıştım. Anlamak hiç bu kadar zor olmamıştı... Öyle ki benliğim dehşet bir korku yaşayarak kendini bile isteye uykuya atmıştı. Ama ruhum bu karanlık bilinmezliğin içinde çoktan hapsolmuştu....

*

Yavaşlayan ilk araç siyah bir Jeep'ti. Siyah penceresi yavaş yavaş inerken içimi yakan bir çehre ile karşılaştım.

Kumral saçları ve sakalları olan bir çift yeşil gözlere sahip 25-30 yaş civarı bir adam. Sivri çene hatları, çıkık elmacık kemikleri vardı. Etkileyici görünüşü kalbimi tekletmişti. Onu ilk defa görsem de sanki yıllardır tanıyormuşum gibi hissediyordum. Rüzgar ahenkle saçlarımı uçurunca gözlerim sersemlik ile doldu. Zaman yavaşlarken onun kalbime bıraktığı etkiyi çözmeye çalışıyordum. Gözlerinde gördüğüm parıltıları sanki kendimi bildim bileli biliyorum. Dudakları kalbimi çığırından çıkarmaya başladığında kan yanaklarımı boyladı.

-

Kalbim çılgınca atmaya devam ederken aradan 10 dakika geçse de bedenim sanki bana sinyal vermek istercesine ateşimi çıkarıyor, çarpıntı yapıyordu. Ruhum sevinçle çığlık atıyordu. Neyin çığlığı olduğunu bilmiyorum ama güzel bir şey olduğu belliydi.

'Kâlû Belâ'dan beri aradığını buldun.' Ruhumda bir yerde yankılanan ama benim duyamadığım cevap her şeyi açıklamıştı.

İç çekip bakışlarımı yeniden ona çevirdim. Çehresi o kadar tanıdıktı ki! Kim olduğu dilimin ucunda sanki! Kimsin sen? Kimsin sen?

"Kimsin sen?" dudaklarım arasından firar eden düşüncem ile adam şaşırdı.

"Ben mi?"

"Şey, affedersiniz." diye fısıldadım ve önüme döndüm. Saçlarım perde edasıyla başımı çevrelerken onun kokusu burnuma doluyordu. İlk defa hissediyorum ama sanki yıllardır bildiğim bir koku. Ona has bir koku, ne losyon ne de parfümdü.

-

Bir şey bulmak istercesine baktım gözlerine. Belki yaptığım çok saçmaydı ama elimde değildi. İç çekip başımı olumlu anlamda salladım ve kemerimi çıkarttım. Elim kapı kulpuna gidince hızla ona döndüm ve belki de son defa gördüğüm bu adama doya doya bakarak "Her şey için teşekkürler. Kendine iyi bak." dedim.

Kapıyı açıp çıkarken onun fısıltıya karışık sesini işittim. "Hoşça kal."

Kaldırımda arkamı ona dönmüş vaziyette dururken hızla arkamı döndüm ama o çoktan uzaklaşmıştı. Plakasını dahi görmemiştim.

İlk ve son defa gördüğüm adama son bir şey söylemek istemiştim. Hoşça kal...

*

Yeni doğmuş bir can gibi ilk nefesimi solurcasına aldığım derin nefes ile yattığım yerden hışımla doğruldum. Elim dehşet verici hızda atan kalbimin üzerindeydi. Rüyamda kesik anılarımı görmüştüm... Bilinç altım Ahmed'in anlattıkları ile bunları ortaya çıkardığı belliydi... Unutmaya mahkum bırakıldığım anılar... O gün, her şeyin değiştiği gün müydü? Yoksa her şey en başından beri böyle farklı mıydı?

"Hilal!" Karşımdaki duvara sabitlediğim bakışlarımı Ahmed'e çevirince onun kızarmış gözleri ile karşılaştım.

"İyi misin güzelim?" İyi miyim? Bilmiyorum ama hayatın gizemleri arasında boğulduğumun farkındayım.

"Beni çok korkuttun." şefkat dolu dokunuşlar saçlarımdan yüzüme geldiğinde tebessüm ettim ve başımı olumlu anlamda salladım.

"Sen... Geleceğe geldiğinde neler oldu?"

Gecenin karanlığında odayı aydınlatan tek tük mum ışıkları loş bir ortam yaratmıştı. Terastan odaya dolan ayın ışığı ise büyülü bir ortam yaratmıştı.

"Kendime geldiğimde senin anlattığın otomobil denilen araçta oturuyordum. Üzerimde garip esvaplar vardı... Şaşkınca dört yanımı saran camlar arasından İstanbul'a bakarken şaşkınlığıma bir yenisi eklenmişti. Araç benim isteğim dışında çalışıp kendi yolunu bulmuş ben dokunmadan ilerliyordu... Öyle çok afallamıştım ki bir an öldüğümü bile sanmıştım. Gökyüzünde uçan o araçlar nutkumun tutulmasına sebep olmuştu. Her şey çok yabancıydı ama kendimi bir o kadar evimde hissediyordum. İstanbul hala aynıydı. Daha sonra yolda rüyamdaki ağlayan kızı bulmam ile her şeyin sebebini anlamıştım. Taşlar yerine oturmuş kafamdaki o tufan dinmişti. Belki de gördüklerim rüya diyordum belki aklım bana oyun oynuyor diyordum ama hepsinin bir nedeni vardı, onun acısını ondan söküp almaktı."

"O bendim!" dedim heyecanla. Ahmed tebessümle saçlarımı geriye iterken gözlerine yansıyan mum ışıkları yıldızları andırmıştı. Şefkatle saçlarımı okşayıp "Hatırlıyor musun?" diye fısıldadığında sesinin titrediğine şahit oldum.

"Ahmed ben, ben o güne dair hiç bir şey hatırlamıyordum. O günün ardından hafızam silinmiş gibiydi... Her şeyi sen anlatınca hatırladım! Ben seni çok önceden bulmuşum!"

"O günün akşamında seni görmeyi hiç ummadığı bir yerde görmüştüm." dedikleri ile kaşlarımı çattım ve düşünmeye başladım.

Gür bir erkek sesinin gülüşü içimi okşarken çaresizlik ile kıvranmaya başladım. Çok yakın.. Kim bilmiyorum ama ruhumun çıldırmasına ramak kaldığı kişi çok yakınımdaydı. Alt dudağım titremeye başladığında hızla dudaklarımı birbirine bastırdım. Böylesine çaresiz olmak canımı yakıyordu. Elbisemin eteklerini tutup ortaya ilerledim ve etrafımda dönerek bilmediğimi arıyordum.

'Aç. Aç ruhunu, kalbini, gözlerini aç. Bak, gör, anla. Sev, sevil, şükret. Dua et, melekler alır duanı teslim eder Rabbine. Dua et, dile, tüm benliğin ile dile. Onu dile. Kâlû Belâ'dan beri aradığını dile. Aç, aç gözlerini gör onu, bul onu, dile onu'

Beynimde deli gibi yankılanan sözler bana yol gösteriyordu. Gözlerim kendiliğinden bir yere sabitlenince kalbim durdu. Bu o. Bana baktı.. Göz göze gelince içim titredi size yemin ederim o bana gülümsedi. Gözlerinde aşina olduğum parıltılar vardı sonra arkasını döndü ve iki korumanın arasından geçip koridorda ilerledi.

Ahmed!

Deli gibi titreyen ayaklarım ile koşmaya başladım korumaların arasından geçmeye çalışınca ikisi de beni durdurup uyardı. Hızla Ahmed'in uzaklaştığı koridoru işaret edip "Ama o gidiyor!" dedim.

İki koruma şaşkınca birbirine baktı ardından bana ve biri konuşmaya başladı. "Hanımefendi, buradan kimse geçmedi. Geçemez de."

"Ne!" Acıyla inleyip devam ettim. "Saçmalamayın beyefendi kendi gözlerimle gördüm demin 1.90 boylarında kumral yeşil gözlü bir adam aranızdan geçip gitti!"

Adamların biri bana acıyarak baktı. "Alkolü fazla mı kaçırdınız?"

"Hayır asla! Bakın gerçekten gördüm diyorum lütfen izin verin!? Lütfen! Lütfen?" acı dolu yalvarmama birisi kulak verip anlayış ile tebessüm etti ve eli ile içeriye geç işareti yaptı.

"Tamam buyurun gelin benimle, bu koridorun sonunda sadece bir kapı var o da eski özel bir kilit sistemi ile kilitli. Yüz yıllardır kilit altında olan bir oda var. Yani biri bizi geçip girse bile bu koridorda takılı kalır." şaşkınlık ile adamın peşine düştüm. Göz yaşlarım benden bağımsız akarken kalbimi göğüs kafesime tarifsiz bir acı bırakıyordu.

Aklım almıyordu, nasıl... Gördüm onu hatta göz göze geldik tebessüm etti bana! Allah'ım! Deliriyorum! Dizlerim bana sırt çevirince yere ağlayarak yığıldım avuçlarım soğuk zemine dayalı halde kapıya bakıyordum. Tek kapı ve bir kilit sistemi dışında hiç bir şey yoktu... Ahmed neredesin?

"Sarayın içinde birdenbire kayıp olmuştun... Oysa ben sonunda delirdiğim sanmıştım." Fısıltım ile başını olumlu anlamda salladı.

"Yaptıklarıma mani olamıyordum Hilal. Çoğu şey isteğim dışında oluyordu. O an senin yanına tekrar gitmek istedim ama yapamadım. Bir anlığına gözlerimi kapatınca kendimi yeniden terasımda bulmuştum. Bilincim öyle bir kapanmış ki geçmişime dair, yani sana dair her şeyi utmuşum. Rüyaları, halamın dediklerini, geleceği ve seni unutmuştum ta ki sen o sözleri söyleyip hafızamı yerine getirene kadar."

Öğrendiklerimiz dayanılacak gibi değildi. Zar zor yeniden aynı cümleleri mırıldandım. "Ahmed bende o güne dair hiç bir şey hatırlamıyordum."

Ahmed bana sarılırken ben sessizce düşünüyordum. Geçmişin fısıltısını duymak hiç bu kadar güzel olmamıştı... "Kaderlerimiz en başından beri birdi. Sanki bir karışıklık olmuş da ikimiz farklı zamanlarda doğmuşuz gibi... Belki de birbirimizi bulmamız için benim doğmam gerekiyordu. Farklı yüzyıllar olsa da ben doğdum ve kaderlerimiz yeniden birleşti."

Düzgün bir şekilde kuramadığım cümleler bile olayların gizemini gösteriyordu. Birbirimizi bulmamız için ikimiz de var olmalıydık. O çoktan var oldu, yok oldu ve yüzyıllar sonra ben var olup sonunda buluşmuştuk. Büyük fedakarlıklar sonucu olsa da...

Biz, Ahmed ile ben birer mucizeydik.

*

Günler sonra...

"Kınanda hangi renk kaftan giyinmek istersin Hilal?" Valide sultanın sorusu ile elimdeki kumaş parçalarını masaya bıraktım. "Bilemiyorum Validem... Aklımda iki renk var aslında ama daha karar veremedim doğrusu."

"Nedir onlar?" Tebessümle sorduğu soruyla gülümsedim. "Biri kırmızı, diğeri ise beyaz ve altın rengi karışımı."

"Kırmızı çok eski. Ben mavi giyinmiştim." Arkadan Dilrubah'dan gelen tavsiye ile gülmeye başladım. Sizin klasikler gelecekte yeniden moda oluyor güzelim...

"Zümrüt kalfa sana en güzel kumaşları getirecek aralarından en beğendiğini seçersin. Önemli olan senin içine sinmesi. Ne de olsa bu senin en özel günlerinden biri olacak." Valide sultanın dedikleri ile aradan Zümrüt kalfa eğilip tebessüm etti ve kendini belli etti.

Gülerek başımı olumlu anlamda salladım ve kumaşları incelemeye devam ettim. Dilrubah oturduğu mor divandan kalkıp usulca yanıma sokuldu. Uzun saçları ile oynamaya başladığında tırsarak ona baktım. Her saçıyla oynadığında bir tilkiliği olurdu zira. Valide sultanın Zümrüt kalfa ile konuşmasını fırsat bilip sırıtarak bana baktı.

"Düğüne kadar hünkar ağabeyimi nasıl zapt etmeyi düşünüyorsun?" Kurduğu cümleyi beynimde iki defa tekrarlayınca ne dediğini anca anladım ve dehşet bir şaşkınlıkla ona bakıp açılan ağzımı kapattım. Ben buna yüz verdikçe bu iyice cıvıştı, ayıp yahu!

"Ne münasebet!" Sessizliğin ortasında neredeyse çığlık atarcasına bağırdığımda Dilrubah gülmeye başladı. Tamam yakın arkadaş olmuş olabiliriz ama bu sorulacak soru mu ya? Vakit kayıp etmeyip sessizce onun yüzüne doğru fısıldadım. "Ayıp ama!"

Valide ve odadaki herkes merakla bana bakınca dişlerimi sıkarak gülümsedim. "Af byrun." zoraki sesim ile söylediklerime Dilrubah gülerek göz kırptı. Bu kız kesinlikle 21. yüzyıl kızı. Ellerini uzatıp kızaran yanaklarımı sıktı ve "Aman canım mübalağa ediyorum alınma hemen." diyerek gülmesine devam etti.

Ona göz devirip takıların yanına ilerledim. Ama tabii ki de Dilrubah sözden anlamayıp peşime takıldı. "Nişanda söz verdiğin gibi benim hediye ettiğim kaftanı giyeceksin oyun bozanlık yok değil mi?"

Tek kaşımı kaldırıp başımı yavaşça ona çevirdim. "Valla sen böyle davranmaya devam edersen oyunun alasını bozarım ona göre."

"Off tamam Hilal sende çok abarttın. Yoksa cidden ağabeyim zorluk mu çıkarıyor!?"

"E yuh ama artık!" isyan edip Valide sultanın yanına gittim. "Validem müsaadenizle ben daireme çekilmek istiyorum. Biraz başım ağrıyor. Yarın yeniden kumaş bakmaya gelirim."

Şefkatle omzumu okşayıp başını salladı. "Tamam dinlen sen."

Eğilip selam verdikten sonra odadan ayrıldım. Harem binasına ilerlerken karşıma çıkan kalfa ile duraksadım. Giydiği bordo kaftanı ve gümüş büyük halkalı kemeri ile tam bir tarihti. Onu süzmemden az bir rahatsız olması ile tebessüm edip söze girdi.

"Hünkarımız sizi has bahçede bekliyorlar."

"Tamam." demem ile kadın uzaklaştı. Üzerime pelerin almak için hızla odama gidip hazırlandım.

Bu dönemin elbiselerini hiç bir kıyafete değişmem net. Özellikle durumun iyiyse öyle güzel elbiselerin oluyordu ki için erir. Ben gelecekte bile insanlar garip garip bakmasa böyle giyinirim ama işte...

Has bahçeye adım attığım gibi sonbaharın soğuk esintisi ile nefesimi tuttum. Buraya geldiğimde daha bahardı, zaman ne çabuk geçiyor... İç çekişime eklenen ayak sesleri ile arkamı döndüm. Ahmed gülerek bana yaklaşıyordu. Arkasında silahtarı Hüseyin ve Yavuz Çelebi vardı.

Gülerek eğilip selam verdim. "Hünkarım. " Ardından Hüseyin'e ve Yavuz'a baktım. Asil bir hareketle eğilip onları da selamladım. "Hüseyin ağa, Yavuz Çelebi nasılsınız?"

"Sağlığınıza duacıyız." Başımı eğip gülümsedim. Bu cümleye karşılık olmaması bazen beni dumura uğratmıyor değil, bir şey söylemek istiyorum ama yok, kurulacak cümle yok.

"Hünkarım müsaadenizle biz önden Enderun'a geçelim." Ahmed memnunca elini kaldırdı ardından ikisi de selam verip yanımızdan uzaklaştı.

"Sebebi varlığım..." Ahmed'in iltifatı ile neredeyse kalpten gidecektim. Kalbimin hızlanışı ile aynı anda gülmeye başladım. Elleri ellerimi tutunca ellerinin buz kestiğini hissettim. Donmuş resmen! İki avucumun içine ellerini alıp ısıtmaya başladım. Gülerek alnını alnıma yaslaması ile ona baktım. "Seni çok özledim." fısıltısı bu soğuk havada içimi güneş misali ısıtırken ben gülmeye başladım. "Ahmed daha bu sabah beraber kahvaltı yaptık."

"Hilal, ben senin yanındayken bile seni özlüyorum."

Ay deme öyle...

"Ey benim gülüm, baharım neyleyim ben bu dünya dedikleri diyarı sen yanımda olmadıkça. Bu can-a ne şiirler ne şarkılar yazdırdı varlığın. Bilmez misin sen benim ruhum, suyum, aşkımsın. Şimdi söyle ben seni özlemeyeceğim de kimi özleyeceğim."

Elleri avuçlarımdan ayrılıp yanaklarını kavrayınca gözlerimi kapattım. Ne güzel seviyordu...
Gözlerimi usulca açıp yeniden ellerimi ellerinin üstüne koydum. "Ahmed keşke bende senin gibi aniden şiirler okuyabilseydim. Biliyorsun illa oturup yazmam lazım. Senin gibi böyle hünerlerim yok maalesef." Gülerek başını iki yana salladı ve kaşlarını kaldırıp indirdi.

Mimiğine kurban!

"Hilal saçmalama senden böyle bir şey beklemiyorum. İçimden geliyor söylüyorum." Mütevazilikte son nokta.

Ahmed yavaşça geri çekildi ve elimi tuttu ve usulca Has bahçenin çakıl taşlı yollarında ilerlemeye başladık. Ağalar, cariyeler ve askerler bizden geride yavaş yavaş peşimizden geliyordu. Uzun süre süren sessizliği ilk Ahmed bozdu. "Ee anlat bakalım neler yaptın bugün?"

"Kahvaltıdan sonra cariyelerle birlikte mûsikî dersine gittim. Aslında köşeye çekilip müzik dinlemek istiyordum ama kalfalar beni yeni gelen cariyelerden sanıp elime kemanı verdi. Açıklama yapmadım kalfalara ayak uydurup öğrenmeye çalıştım. Ama sadece çalıştım çünkü bir milim bile ilerleme kat edemedim. Ben yapamadıkça kadın üzerime üzerime geldi son çare koşarak odayı terk ettim." başımı iki yana sallayarak anlattıklarıma Ahmed gülerek baktı.

"Bakma öyle Ahmed beceremiyorum işte."

"Cidden koşarak mı çıktın?"

Başımı olumlu anlamda sallayıp bakışlarımı kaçırdım. Ahmed gülmeye başladığında konuyu değiştirmek için konuşmaya devam etim. "Neyse, daha sonra has bahçeye çıkıp kılıç talimi yaptım."

"Doğru ya sen kılıç kullanmayı öğrenmiştin. Peki kim sana öğretti ve kiminle talim yapıyorsun." tek kaşı ile sorduğu soruya yutkunarak cevap verdim. "Hiç, hiç kimse."

"Hilal?" Kıskançlığını buram buram hissedince bakışlarımı ufka sabitledim.

"Tek başına öğrenmen güç. Söyle kim bu adam, söz kızmayacağım."

Hee sen onu külahıma anlat.

"Adam olduğunu nereden çıkardın yahu?!" Çıkmaz sokağa çoktan girmiştim. Ahmed'in triplerini çekmeye başlaya biliriz hadi bakalım.

"Hilal."

"Peki ama cidden kızma."

Kurduğum ironik cümleden sonra Ahmed dehşet bir bakış attı. Alev alev. Tam olarak onu deli etmek istiyorum ve tamda şu an. Sonuçları ne olursa olsun. Keyifle sırıttım ve yan gözle Ahmed'e baktım. Yolumuzdan sağa saparken Ahmed diğer elini hafifçe havaya kaldırdı. Ne anlama geldiğini kısa sürede anladım. Arkamızdakiler orada durdu ve bizi yalnız bıraktı. Nefesi soğuk havada buharlaşırken Ahmed gözüme oldukça tehditkâr göründü.

Saçlarım ile oynamaya başladığımda çoktan ağaçların arasında durmuştu. Derin bir iç çekip konuşmaya başladım. "Bir kaç defa Yavuz Çelebiden rica ettim. Lakin o direkt hayır dedi ama benim tanıdığım tek tük kişilerden olduğu için her seferinde ondan ricada bulundum yani hep. En sonunda benden ve gevezeliğimden bıkıp bir kereliğine mahsus kabul etti. Bilirsin beni, çabuk öğrenirim. Zorlanmadan hamleleri ve savunmaları öğrenip üzerinde çalıştım daha sonra tek başıma senin çalıştığın alanda devam ettim."

Tuttuğum nefesi vermem ile Ahmed yavaş yavaş üzerime yürümeye başladı. Gözlerinde parıltılardan ziyade kıvılcımlar görüyordum. Sırtım ağacın gövdesi ile bir bütün olunca zorla yutkundum.

Al sinir edeceğim diye diye adamı deli etin. Bravo. Sonuçlarını hesap etmemenin tek nedeni sözelci olman.

Ahmed başını eğip alnını alnım ile buluşturdu. Elleri pelerinimin içinden belimi kavramaya başladığında nefes almayı kestim. Kalın kaftanımın olmasına rağmen alev alev yanan tenimin üzerinde dolanan soğuk parmaklarını hissedebiliyorum.

"Hilal, beni deli ediyorsun." Zorla dudaklarımı aralayıp aptal bir cümle kurdum. "Neden, ne yaptım ki? Kızdın mı bana?"

Bedeni ile ağacın arasında sıkışan bedenim deli gibi titremeye başladı. Ona bu kadar yakın olmak içimdeki alevleri körüklemişti. Nefesini kulağımda hissettiğimde dizlerim benden bağımsız bir şekilde ayakta durmayı reddetti. Beni ayakta tutan tek şey Ahmed'in kolları olmuştu.

"Sence ben Yavuz yüzünden sana kızar mıyım?"

Yavaşça gözlerimi açıp kirpiklerine baktım. "Bilmem, gözlerin pek kızmamış gibi durmuyor?" lafım bittiği gibi Ahmed kapalı gözlerini açtı ve beni alev alan gözleri ile yalnız bıraktı.

"Kıskandım Hilal." Açık sözlülüğü beni şaşkınlığa uğratmıştı. Bedeni bedenimi biraz daha kıstırdığında gözlerini yeniden kapattı. Ben ise şaşkınlıktan kapatamamıştım.

"Seni kendimden bile kıskanıyorum."

Sakalları elmacık kemiğimde dolanıp yanaklarımı gezdi ve dudakları en son dudaklarımın üzerinde durdu. Ellerim kollarından omuzlarına ardından ensesini buldu. Dudaklarımı dayanamayıp dudaklarına yaklaştırdım ve gerisi kendiliğinden geldi. Rüzgar sanki bizi bekliyormuş gibi esmeye başladığında yapraklar dallarından ayrılıp yavaş yavaş yere düşmeye başladı.

*

Ertesi gün

"Evet kınada giyeceğim kaftan bu kumaşlardan olsun." Elimdeki bej renginde olan kumaşı ve ayrı altın renginde pulların işlendiği dantelli kumaşı işaret ettim. Göz kamaştırıyordu her ikisi de. Kalfalar yeniden bedenimin ölçülerini alıp kağıda yazdılar.

"Çok güzel olacaksın Hilal!" Dilrubah hayranlıkla kumaşları işaret etti.

Gülerek başımı salladım ve kumaşları Zümrüt kalfaya teslim ettim. "Dilrubah sende bu gün bizimle gelecek misin?"

"Maalesef sarayımda yapmam gereken işler var. Bu seferlik ben gelemeyeceğim."

"Peki, gelecek sefer artık."

Altı ay önce isyan sonucu yanan evlerin onarım inşaatı sonunda bugün çoğunlukla bitmişti. Çoğu aile imarethanelerden ayrılıp yuvalarına geri dönebilecekti. Bugün Valide sultan, Ahmed ve ben ise şehirde dolaşacaktık ama bu sefer tebdîl-i kıyâfetle değil.

Aynanın karşısından ayrılıp Zümrüt kalfanın yanına gittim. "Bugünlük bukadar kafi. Size hayırlı günler dilerim."

"Size de Sultanım."

Aman dur daha sultan olmadı. Havalanmasın.

Dilrubah ile terzinin odasından ayrılıp taşlığa ilerledik. Harem kapısına yaklaştığımızda Dilrubah durdu ve bana döndü. "Ben artık gideyim görüşürüz Hilal."

"Dikkatli gidin sultanım." Kısa bir vedalaşmadan sonra Dilrubah cariyeleri ile birlikte haremden çıktı. Melikeye dönüp gülümsedim. "Bizde Valide sultanımızın yanına gidelim."

Taşlıktan içeri girip cariyelerin selam vermeleri ile ilerledik. Benim varlığımdan çok Ahmed ile nikahlanacağım haberi büyük yankı yapmıştı. Zira ben haremdeki cariyelerden değildim. Hür'düm. Bu devre kadar çok az padişah nikah kıymıştı. Yani pek alışagelmiş bir olay değildi zira tüm padişahların nikah kıyıp evlendiği kadınlar soylu bir soydan geliyordu. Kırım prensesleriydi. Aynı şimdiki Valide sultan gibi.

Valide sultanın dairesine vardığımızda içeriden hekim kadın çıktı. Korkuyla Melikeye bakıp içeri girdim. Kalbim ritmi dışında atarken gözlerim her yerde Valide Sultanı aradı. En sonunda onu divanda otururken buldum. Karşısına geçip selam verdim. "Sultanım iyi misiniz?"

"Telaşlanma Hilal, önemli bir şey yok." demesi ile iç çektim ardından yavaşça yanına geçip elini tuttum. "Neyiniz var?"

"Biraz başım ağrıyor. Şimdi hekim kadın kekik yağı sürdü yakındır geçer."

Derin bir nefes verip tebessüm ettim. "Kortum birden odanızda çıktığını görünce. Yatağınızda istirahat etmek istemez misiniz daha iyi gelir belki?"

"Peki madem."

Yatağına geçmesine yardımcı olup başındaki tacı aldım ve sıkı topuzunu açtım. "Başınızı topuz da ağrıtıyor olabilir." Diye mırıldandım ve şakaklarına masaj yapmaya başladım. Aynı anda Lale kalfaya döndüm.

"Validemize ılık süt hazırlayın." Başını sallayıp cariyeye emir verdi. Uzun bir süre masaj yaptım.
Birden koridordan bir sesleniş yükseldi. "Destur, Sultan Ahmed Han Hazretleri!"

Valide Sultan hariç hepimiz ayağa kalkıp selam verdik. Ahmed içeri girince neye uğradığına şaşırdı ve hızla yatağın başına geldi. "Validem! Neyiniz var?"

"Telaşlanma aslanım. Biraz başım ağrıyor o kadar." Ahmed annesinden emin olamayıp endişeyle bana döndü. "Hilal?"

"Baş ağrısıymış hekim kadın da kekik yağı getirmiş biraz yatıp dinlensin geçer." Başını sallayıp annesinin elini tutup öptü. "Aslanım bugün ben geç geleceğim Dilrubah'da gelmiyor. Siz Hilal ile önden gidin."

O sırada cariyelerden biri elinde sütle içeri girdi. Başını eğip Ahmed'in yanından geçti ve tepsiyi bana doğru uzattı. Gümüş bardaktaki ılık sütü alıp valide sultana verdim. "Daha sonra da gidebiliriz validem acelesi yok." dedim şefkatle.

"Olmaz öyle bugün halk sizi bekliyor olacak. Gitmemek olmaz."

"Validem haklı Hilal. Hadi sen git hazırlan daha sonra avluda buluşuruz." Bana söz kalmayınca selam verip odadan çıktım ve daireme ilerledim. Hazır olan lacivert kaftanımı giydim ardından kalın pelerinimi taktım.

Başımdaki lacivert taşlı tacı topuzuma oturtup son defa makyajımı üzerinden geçtim. Her şey hazır olduğunda cariyelerim ile odadan ayrılıp avluya ilerledim. Avlu kapısı açılırken kapı ağası seslendi. Böylelikle hadım olmayan erkekler arkasını döndü.

"Destur!"

Güneş tüm ihtişamlığı ile ışıklarını üzerime tutunca derin bir nefes aldım. Elbisemdeki parıltılı işlemeleri sayesinde göz kamaştırdığıma emindim. Asil bir hareketle ellerimi üst üste karnımın üzerinde birleştirip etrafıma bakındım. İleride ayakta Hüseyin ile duran Ahmed'i gördüğümde gülümsedim. Gözlerini benden alamadığı kesindi. Gururum okşanması ile kendimden beklenmeyecek asil hareketler ile yanlarına ilerlemeye başladım. Güneşi kıskandıracak kadar parlak olan altın saçlarına inci dişleri de eklenmişti. Rüzgarın esişi ile saçları siyah kumaştan olan kavuğunun altından uçtu. Denizlerinde yansımamı görünce yavaş bir şekilde selam verdim. "Hünkarım..." Ardından Hüseyin'e bakıp başımı sakince eğdim. "Silahtar ağa."

Aman aman tavırlara bak başımıza sultan kesildi.

"Bu ne güzelliktir."

Heeh Ahmedinden de iltifatı kaptın oh mis.

Gülüşüm benden bağımsız bir birey olurken Ahmed'in yardımı ile at arabasına bindim.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top