19. Bölüm

Olaylar tamamen tarihten bağımsızdır. Karakterler ve olaylar benim kurgumdur. Kurgudaki padişah ve ailesi gerçek değildir. İsim benzerliği olabilir ama hiç bir şekilde tarihle alakası yoktur.

Düzenlendi.

Herkese merhaba. Bir haftalık süreçten sonra wattpadın kendiliğinden sildiği kitaplarımı ve taslaklarımı kurtardım lakin bu bölümün kaydedilmemiş bende baştan yazdım bu yüzden yb biraz geç geldi.. Bu arada bilen bilir ben yurt dışında yaşıyorum ve size bir sürprizim var bilin bakalım kimin şehrinde 26 tane Corona virüsü taşıyan insan var? Umarım bana ve aileme ve tüm Türkiye'ye bulaşmaz...

Edit: 26 mı? hah.

Keyifli okumalar 🌹


Hissizliğin verdiği sersemlik ile etrafıma baktım. Baktım ama göremedim, algılayamadım. Sadece baktım. Ayaklarımın üstünde durduğumu fark ettiğim gibi harekete geçtim her şey o kadar tanıdık geliyordu ki bir o kadar da ilk defa yaşıyormuş hissiyatındaydım. Varlığımın farkına varıp varmamak arasındaki ince çizgide yalpalayarak yürüyordum.

Sınıfta sunumumu sunmak için tahtanın önüne geçtim ve bilgisayardan sunumumun ilk slaydını açtım. Hiç bir şeyi okuyamıyordum harfler birbirine girse de beynim sanki yazanları görüp dudaklarıma aktarıyordu. Her şey o kadar bulanıktı ki varlığımdan bile şüphe ettim o an. Hissizlik ile yaşıyordum.

Okumamam hatta hatırlamamam gereken şeylerdi bunlar...

*

Titreyerek gözlerimi açtığımda dudaklarımın arasından bir hıçkırık firar etti. Kan, ter içinde doğrulup karanlıkta etrafı deli gibi süzdüm oda bomboştu. Ağlayarak yorganı üzerimden güç bela ittim ve titreyen ayaklarımı yataktan aşağı sarkıtıp ayağa kalkmaya çalıştım ama aynı saniyede yere yığıldım. Kontrolsüzce ağlamaya başladığımda tek odağım Ahmed olmuştu. Onu bulup görmek ve dokunmak olmuştu. Varlığını kavrayıp benliğimi sakinleştirmek.

Hıçkıra hıçkıra ağlayarak ayağa kalktım ama gözlerim buğulu halde olduğu için önümü göremiyordum. Nefes almıyor kendime acı çektiriyordum adeta. Nefes alıp yaşamak o an için haram olmuştu bana. Onun yaşayıp nefes aldığını gördükten sonra bu kutsal armağanı ciğerlerime yollayacaktım.

Gördüğüm kabus daha doğrusu anı aklıma geldikçe yere düşüyordum. Ölümü bilmek ölmekten daha acı vericiydi. Gücüm tükendiği için yerde öylece kala kalmıştım. Bileklerim dizlerime dayalı halde içimi çeke çeke ağlıyordum.

Gecenin karanlığında ölüm kulağıma fısıldıyor, Azrail etrafımda dört dönüyor bana gerçekleri hatırlatıp duruyordu sanki. Yalvardığım hatırlıyorum hayal meyal, Allah'a Ahmed'i koruması için son bir canhıraş ile yalvardığımı. 'Canımı al ama onu yaşat.' diye ağlayışımın odada yankılandığını. 

Hiç bu kadar korkmamıştım. Hayatım boyunca hiç bu kadar korkmamıştım. Ölümden hiç bu kadar korkmamıştım. Evet sadece bir kabustu ama gerçeği yeniden hatırlamak canımı yakmıştı.
Ruhum, kalbim sıkışmaya başladığında elimi sol göğsümün üzerine bastırdım. Kalbim o kadar çok acıyordu ki sanki birileri avucunun içine almış ölmemi istercesine sıkıyordu.

Gecenin karanlığına gözlerimde eşlik edince Ahmed'in adını tekrarlaya tekrarlaya yere yığıldım ardından bilincim kapandı ve ben başı sonu olmayan bir kuyunun içine düştüm.

*

Zaman zaman aklımda kendiliğinden belirip ardından dört yana dönüp dolaşıp, kalbimi acıtan o şiir yine ortaya çıktı ve bana depremin acı sarsıntısını yaşatarak kulaklarımda, kalbimde ve aklımda zikretti.

"Allah der ki, kimi benden çok seversen onu senden alırım. Ve ekler: Onsuz yaşayamam deme, seni onsuz da yaşatırım. Ve mevsim geçer, gölge veren ağaçların dalları kurur, sabır taşar, canından saydığın yar bile bir gün el olur. Aklın şaşar dostun düşmana dönüşür. Düşman kalkar dost olur. Öyle garip bir dünya! Olmaz dediğin ne varsa hepsi olur. Düşmem dersin düşersin. Şaşman dersin şaşarsın. En garibi de budur ya, öldüm der durur yine de yaşarsın."

Ruhuma kor ateşler atan dizelerden sonra kaynağı belirsiz bir huzur bedenimi kapladı ve düştüğüm kara kuyudan kurtulup aydınlığa kavuştum.

*

"İyi olacak mı?" İç titreten bir sesin kulaklarımı okşaması ile uykunun tatlı kollarından koptum. Bir süre nerede hangi zamanda olduğumu anlamaya çalıştım ardından aklımı gece yaşadıklarım hücum etti. Parmaklarımın altındaki yorganı sıkıca kavrayıp içimdeki acıyı ona verdim.

"İlacın tesiri ile kalbi sakinleşti hünkarım.. Şu anda iyi."

Saçlarımda dolaşan tanıdık parmakların sıcaklığı ile derin bir nefes aldım ciğerlerime onun kokusu dolunca ruhum ferahladı. Sesi kulaklarımı okşayınca kalbim o acımasız avuçtan kurtuldu adeta. Tüm benliğim onun iyi olmasına şükürler ediyordu.

"Bu ikinci oldu hekim kadın." Acı dolu sesi içimi titretmişti o an gözlerimi açıp ona 'Ben iyiyim.' demek istedim 'Üzülme, geçti.' demek istedim ama olmadı bedenim hala kendine gelememişti.

"Tetkiklerime göre kalbinde bir rahatsızlık yok Hünkarım lakin fazla evham ve korku kalbini yormuş. Huzurda, sakinlikte olması lazım."

Sonra odayı derin bir sessizlik hakim sürdü. Ölüm sessizliği diye adlandırdığım acı sessizlik. Kadının odadan çıktığını işittiğimde bedenim gevşedi ve ben gözlerimi açtım. Gün yeni yeni ağarıyordu. Odayı güneşin ilk ışıkları sarmıştı. Ahmed'in hüzünden kahrolmuş gözlerine takılan gözlerim ile kaşlarım çatıldı. Kıpkırmızı olan gözleri, göz altı morlukları. Dağılmış saçları.. Benim kadar olmasa da bitik bir haldeydi. Ağlamıştı.

"Ahmed?" ona seslenişim ile hızla bana döndü ve bana doğru eğilip yanaklarımı avuçlarının arasına aldı.

"Hilalim benim.. İyi misin? Ağrın, sızın var mı?"

"İyiyim.. Ne oldu bana?"

Ahmed'in yardımı ile doğruldum ve yatakta arkama koyulan yastığa yaslandım. Ahmed cevap vermek yerine bana su doldurup elinde küçük bir cam şişe ile geldi.

"Ahmed?" diye seslensem de gözlerime bakmadı. Yanıma oturup şişeyi açtı ve bardağa bir damla döktü.

"Bak bu sana şifa olacak.. İçini ferahlatacak."

"Ahmed sana diyorum?" Bardağı dudaklarıma yaklaştırdığında itiraz etmeden tüm bardağı içip bitirdim ardından Ahmed'in kolunu tutup onu kendime çektim. Dengesini kaybedip üzerime düştü ve sonunda gözleri gözlerimi bulmuştu. Hareleri titriyordu adeta.. O iç çektiren parıltılar sönmüştü...

"Ahmed?"

"Efendim?"

"Cevap bekliyorum neyim var?" Ahmed alnımı öpüp doğruldu ve bardağı masaya koydu. Sorumdan kaçıyordu.

"Hekim kadının dediğine göre.. Fazla korku, endişe ve evham olmayan bir hastalığı varmış gibi gösteriyor ve bu sana zarar veriyor. Yani senin sakin kalman gerekiyor Hilal. Acı çekmemen, üzülmemen, korkmaman lazım."

Tüm konuşmaları aklımdan geçirince panik atak geçirmiş olabileceğim aklıma geldi. Daha önce bu kadar şiddetli olmasa da yaşamışlığım vardı.

"Ama ben bir insanım? Korkarım da üzülürüm de.. Benim duygularım var nasıl kalbime sahip çıkayım?"

"İşte tam bu noktada araya ben giriyorum ve seni sultanlar gibi yaşatıyorum." diyerek bana eğildi ve saçlarımı okşadı. Gülerek ortamı yumuşatmaya çalışıyordu her şeyin farkında olmama rağmen ona ayak uydurdum ve gülümsedim. 

"Ahmed? Sefere gideceğin tarih yaklaşıyor... Her şey hazır mı?"

"Son birkaç diplomatik meseleden sonra hazır. Hilal sen Tarih okuyordun, söylesene bu savaşta Allah'ın izniyle amacımıza ulaşacak mıyız?" Merak dolu bakışlarına sırıttım ve onun hizasına gelip "Söylesem mi?" deyip güldüm. Böyle bir şeyin cevabını verip bir şeyleri değiştirmek istemiyordum... Benim yüzümden bir terslik olup ya tarih çizgisinden çıkarsa?

Ahmed birden geri çekilip saçlarını dağıttı ve mırıldandı. "Dur yada söyleme."

"Neden?" dedim merakla.

"Bilemiyorum."

"Aslına bakarsan bende emin değilim sana senin yaşayacaklarını anlatmanın doğru olup olmadığından. Her şeyi akışına bırakmak en iyisi olur. Tabii Batı tarihi hakkında bilgi vereceğim, güzel fırsatlar yaratmakta kötü bir şey göremiyorum." son cümlelerime sinsice gülmüştüm. Dediklerimin üzerine Ahmed gülerek saçlarımı karıştırdı. "Senin aklında ne tilkiler dolanıyormuş öyle?"

"Dolaşmasınlar mı?"

"Dolaşsınlar..." Dedikten sonra iç çekti ve buruk bir tebessüm ile beni izledi.

"Acıktın mı?"

"Belki biraz?"

"Peki sen istirahat et ben sofrayı hazırlamalarını isteyim."

Olumlu anlamda başımı sallayıp geriye daha çok yaslanıp bedenimin dinlendirmeye başladım. Motivasyonumu yüksek tutmak için zorla yüzüme bir gülümseme yerleştirdim ve düşüncelerimi dün geceden çektim.

Bu ayın sonunda sefere gidecekler 6 ay ne yapacaksın?

Bilmiyorum.. Ölüp, ölüp dirilirim büyük ihtimalle.

*

Balkona geçtiğimiz gibi bizi müthiş bir sofra karşılamıştı, yemekleri görmem ile karnım zil çalmış bunu örtbas etmek için elimi karnıma götürüp sesi bastırmaya çalışsam da çoktan duyan duymuştu. Yer sofrasına oturup kahvaltıya başladığımızda aklıma denize düştüğüm gece geldi. Ahmed'e duyduğum sözleri anlatırken ki yüz ifadesi normal değildi. Ağzımızın tadı kaçmasın diye en iyisi bu konuyu yemekten sonra açacağım.

"Ahmed?"

"Evet?"

"Sefere çıkacağınız gün yaklaşıyor heyecanlı mısın?"

"Evet nasıl olmayayım.. Allahın izni ile bu seferi de alnımızın akıyla kazanıp Papa ya bize batı ülkelerini kışkırtmak neymiş göstereceğim..."

"İnşallah."

Ahmed'in gözlerinde yanan ateşi görebiliyordum. Sabırsızlığı o kadar hissediliyordu ki insan kendini o duygudan alamıyordu. Yaklaşan hızlı ve sert adım sesleri ile başımı koridora açılan kapıya çevirdim. Ağalar kapıyı açınca içeri yüzünde kocaman bir heyecan gülüşü ile Silahtar Hüseyin girdi. Karşımıza gelince ellerini önünde birleştirip selam verdi.

"Hayırdır Hüseyin ne bu acele?"

"Bağışlayın hünkarım lakin bekleyemedim."

Ahmed merakla elini devam et anlamında salladığında Hüseyin gülerek konuşmaya başladı. "Hünkarım! Yapımı sefere yetişmeyecek dediğimiz kadırgalar hazır! Ustalar gece gündüz demeden çalışmış yetiştirmiş!" Hüseyin'in coşkulu sözlerinden sonra Ahmed ayağa fırladı ve Hüseyin ile erkeksi bir sarılma gerçekleştirdi. Ben ise oturduğum yerden gülerek onları izliyordum.

"O zaman hemen görmeye gidelim. Ustalara teşekkür edelim değil mi Hüseyin?"

"Size katılıyorum hünkarım bende arabaları hazırlatıyorum, ne zaman uygun görürseniz yola çıkalım."

"Kahvaltıdan sonra gideriz değil mi Hilal?"

"Hı?"

Hı mı? Yemin ediyorum bir gün senin yüzünden utançtan öleceğim Hilal.

İçten içe kendime göz devirdiğimde benden cevap bekleyen iki adama döndüm. "Tabii." diye mırıldanıp boşluğuma geldiği için halime sırıttım.

İkisi de bana bakıp gülmeye başlayınca usulca suyumdan yudumladım. Parmaklarımı gümüş bardağa daha çok bastırıp parmak boğumlarımı bembeyaz yaptım derin derin nefesler aldıktan sonra utanç hissi yok oldu ve yeniden kendimi iyi hissettim. Ahmed Hüseyin'i sofraya davet edince ağalar hemen servis açtı. İkisi aralarında kadırgalar hakkında konuşurken ben huzurla Ahmed'in mimiklerini izliyordum unutmamak için aklıma kazıyordum her zerresini.. Çünkü biliyordum bir gün eninde sonunda Yaradan'ın beni buradan sevdiğim adamdan koparacağını. Zira ben buraya ait değildim.

*

"Hilal dikkat et!" Ahmed'in belki de yirminci defa dikkat et çağrısına gülüp yine yirminci defa ona dönüp aynı kelimeleri bağırdım.

"Endişelenme Ahmed bana bir şey olamaz! Sen beni aldırma işine devam et!"

Geminin burnuna geçmiş kendime Titanic sahnesi yaşattırıyordum. Kollarımı her iki yana açıp rüzgarın bedenimi sarıp sarmalayışını zevkle hissettim. Hep yapmak istediğim ama asla yapamadığım bir hareketti bu. Hani Jack Dawson neredesin? Rose seni bekliyor?

'İşte özgürlük!' diyordu içimdeki asi ruh oysa bilmiyordu ki özgürlük istediğini yapmak değildi... Özgürlük, istemediklerini yapmamaktı.

Şifa niyetine ciğerlerime çektiğim deniz kokusu ruhumu ferahlatırken diğer yandan da kalbimi sıkıştırıyordu. Nedeni ise denize düştüğüm geceydi. Hala Ahmed'e ona ne olduğunu soramamıştım. Sormaya da korkuyordum aslında. Çünkü gözlerindeki dehşet bir şeylerin yolunda gitmediğinin tasviriydi.

Üzerimizde uçan martıları gördükçe aklıma vapurda sırf martıları beslemek için aldığım simitler geldi. Etçil hayvanları simit ile besleyen bir millettik. Özlemle iç çektiğimde bir an için simit kokusunu duydum. Gurbette vatanını özleyen gurbetçi gibi hissediyordum. Düşüncemin garipliğini fark edince gülmeye başladım ve gözlerimi kapatıp şükrettim. O kadar mesuttum ki her an Rabbime şükrediyordum. Bilinmezliklerle dolu şu evrende başıma gelenler imkansız diye adlandırılırken ben onları yaşıyordum!

Belimde hissettiğim kollar ile aniden irkilip arkamı dönünce burnum Ahmed'in burnuna değdi. Rüzgarla ahenkle dans eden saçları, güneşin ışıklarına karşı kıstığı deniz gözleri ve ömrümü vereceğim gülüşü beni ona yeniden aşık etmişti. İç çekip elimi kaldırdım ve uzun sakallarını okşadım.

Al sana Jack Dawson!

"Düşmek mi istiyorsun sen?" dedi huysuz sesi homurdanışı ile. Beni bir çocuk gibi azarlamasına karşı güldüm ve  "Hayır, nereden çıkardın onu?" dedim.  Ahmed ise başını iki yana sallayıp kaşlarını çattı. "Belli, inadına geminin burnundan kollarını açarak sarkıyorsun. Korkmuyor musun?"

"Hayır. Düşsem sanki peşimden atlamayacaksın?" Ahmed dediklerime keyifle gülüp başını olumlu anlamda salladı ve beni daha çok kendine çekip kulağıma fısıldadı.

"Senin peşinden gitmeyeceğim yer yok. Seni asla bırakmayacağım."

Tüylerimi diken diken eden cümlelerine karşı kalbim sanki çok ritminde atıyor muş gibi daha çok hızlandı. Gözlerimi kapatıp güldüm bunu fırsat bilen Ahmed aniden dudaklarını dudaklarıma dayadı, dudaklarını hissettiğimde gözlerimi şokla açtım. Bunu beklemiyordum.

"Ahmed ne yaptın sen?" dedim içime kaçan utanç dolu sesim ile. "Gülüşünden öptüm."

Ahmed bir adım geri gidip elimi tutarak beni olduğum yerden uzaklaştırdı. Birlikte el ele geminin içini gezerken onun büyük bir hevesle anlattıklarını merakla dinliyordum. Bazen her şey yok olmuşta bir tek biz varmışız gibi hissediyordum. Sanki zaman kavramı durmuşta bir biz devam ediyormuşuz gibi.

"Burası da benim kalacağım kabin." Transtan çıkmış gibi etrafıma bakındım burası Ahmed'in kalacağı odaydı burada tüm kullanacağı eşyaları vardı çalışma masası, sandalye, yatak, sandıklar, şamdanlar ve tahtı. Her şey düşünülmüş ve hazırlanmıştı.

"Çok güzel.. Ama denizci hayatı çok zor diye biliyorum Ahmed. Zor olmayacak mı?"

"Olacak lakin ben bunları bilerek bu yola çıktım. Zamanında merhum hünkar babamla denizlerde çok vakit geçirdim yani alışılmışın dışında olamayacak benim için."

Gülümseyip başımı salladım ardından içimi kemiren soruyu daha fazla tutamayıp sordum. "Ahmed, denize düştüğüm gece sana ne oldu?"

Alıştırmadan anında sorduğum soru Ahmed'in gülümsemesini soldurdu yüzü dümdüz olurken gözlerindeki parıltıların tek tek sönüşüne şahit oldum. Korkuyla kalbim teklemişti. Aynı o geceki gibi bir yüz ifadesi olmuştu. Ama bu sefer sanki bekliyormuş gibi gözüküyordu. Ahmed kaşlarını çatıp başını eğdi ve geri çekildi. Elimi bıraktığında korkudan neredeyse ağlayacak hale gelmiştim. Havada asılı kalan elim acıyla sızlayınca yüzümü buruşturup elimi yumruk yaptım ve sıktım. Birden odada esen soğuk rüzgar tüylerimi ürpertmişti, nedeni belli olmayan bu rüzgar bir nevi ölümün ensemdeki nefesi gibiydi.

"Ahmed?" hayal kırıklığına uğramış seslenişim havada hala onu bekleyen elim içindi. Ahmed birden kendine gelip bana yaklaştı ve bana sıkıca sarılıp başını saçlarıma gömdü. Bu duygu değişimleri beni allak bullak etmişti. Anlamsızca dona kalmış halde bekledim onun, kendine gelip bana açıklama yapana kadar susacaktım.

Kumaş parçalarının birbirine sürünerek oluşan hışırtıdan sonra Ahmed gizem dolu bakışları ile ellerimi tuttu ve beni tahtına oturttu önümde diz çökmesi ile gözlerim fal taşı gibi açıldı sonuçta o bir hükümdar bu yaptığını biri görse çok kötü olurdu.

"Hilal, şimdi sakin ol ve sana anlatacaklarımı iyi dinle."

"Neden sakin olmam gerekiyor?" Tek kaşım havada sorduğum soru odada yankılandıktan sonra sonsuzluğa savruldu.

"Bundan bir yıl evvele kadar kendimi bildim bileli rüyalarımda hep özlem duygusunu çeken bir kızı hissederdim.. Ben, ben hiç onu göremez dokunamazdım sadece o duyguyu ondan hissederdim. Nasıl oldu bilmiyorum ama bu rüyalar birden kesildi ve ben birden bire her şeyi unuttum. Aslına bakarsan senin denize düştüğün gece bana söylediğin sözler beni uyandırdı. İçimdeki boşluğu doldurdu."

Anlamayarak elimi kaldırdım ve Ahmed'i durdurdum. "Ne Rüyası? Ne unutması? Ahmed anlamıyorum daha açık konuşur musun!"

Ahmed'in gözlerindeki dehşet verici heyecan parıltıları o kadar canlıydı ki ben bile olayı anlamasam da heyecanlanmıştım. Neyden bahsediyordu bu adam? Hiç bir fikrim yoktu...

Ahmed derin bir nefes alırken gözlerini yumdu ve saçlarını hızla karıştırıp nefesini verdi ve gözlerini açınca söze girdi. "O gece söylediğin o sözler beni uyandırdı Hilal, bana geçmişimi hatırlattı. Ben nedenini bilmiyorum ama geçen yıla kadar rüyalarımda hep özlemle acı çeken bir kızın hislerini duyardım. Sırf bu rüyalar yüzünden uyumaya yüreğim el vermezdi. Yine acı çekecek diye uyumazdım lakin bir süre sonra cesaretimi toplayıp uyumaya devam etmiştim. Her rüyamı uyandığımda daha çok düşünüp ayrıntı yakalamaya çalışırdım çünkü bu normal değildi. Ardından ne oldu hatırlamıyorum birden o rüyalar kesilmiş ve ben birden o rüyaların varlığını çektiğim acıları unutmuşum."

Kalbimin acı ile sızlaması ciğerlerimde ki tüm nefesi bırakmama sebep olmuştu. Neler olduğunu anlamaya çalışırken kendimi kayıp etmiştim düşünme yetkim yok olmuş gibi kala kalmıştım.

"Ne?"

Evet tüm o anlattıklarına karşı dudaklarımdan firar eden kelime buydu. 'Ne?'  bu şaşkınlık nidası benliğimi yansımıştı. Yalpalanmış benliğim neye uğradığına şaşırmış halde kala kalmıştı.

"Kim o kız Ahmed?" Bana bu cümleyi kurduran duygu neydi emin değilim.. Kıskançlık mı? Yoksa merak mı?

"Hilal emin ol bende bilmiyorum ama içimdeki ses diyor ki o kız çok yakınında." Duyduklarıma karşı başımı şaşkınlıkla sallayıp dudaklarımı araladım ama Ahmed hemen söze girdi. "Şimdi bile hatırlamaya çalıştıkça aklıma hiç bir şey gelmiyor çok az bir kaç silik anı ve duygular var aklımda. Belki de bunlar sadece aklımın bana bir oyunudur, bilemiyorum belki de p gece yaşadığım korku ve endişenin yan etkisidir."

Başımı olumsuzca sallayıp dolan gözlerimi yumdum göz yaşlarım inci edasıyla kucağımdaki ellere damlayınca ellerimi tutan eller sıkılaştı.

"İmkansız biliyorum ama-"

"Ahmed imkansız diye bir şey yok. Beni yüzyıllar öncesine, geçmişe gönderip sana kavuşturan Rabbim benim için tüm imkansızlıkları yok etti." Ahmed'in gözlerinin dolduğunu görünce onu inceledim. Mucizelere gebe olan şu hayatta o benim mucize olmuştu..

Bizim kaderimiz gerçekten birdi ve bu ruhlar gerçekten Kâlû Belâ'dan beri birbirini arıyordu.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top