32. Bölüm

Herkese merhaba.. Yeni hikayem Şehzade Cihangire bir göz atmanız dileği ile keyifli okumalar... ❤️

Olaylar tamamen tarihten bağımsızdır. Karakterler ve olaylar benim kurgumdur. Kurgudaki padişah ve ailesi gerçek değildir. İsim benzerliği olabilir ama hiç bir şekilde tarihle alakası yoktur.

Düzenlendi.

"Hazırsanız çıkalım mı hanımım?" Lalezara kısa bir bakış atıp aynadaki yansımamı izlemeye devam ettim. Ben çok değişmiştim... Hem görünüş olarak hem de karakter olarak. Daha dün gibi hatırlıyorum zamanda yolculuk yapmadan önceki hayatımı. Yaralı kalbimin acısını yalnız başıma yaşan ben. Duygularımı, hayallerimi kendime saklardım zira insanlar benim deli olduğumu sanabilirdi. Anneme bile yaşadığım imkansızlığı anlatamamıştım ben. Ama o farkındaydı bir yerlerde takılı kaldığıma. Sessizliğim hüküm sürerdi dudaklarımda. Gözlerim anlatırdı derdimi... Lakin anlayan çok az insan vardı.

"Hanımım?" Lalezar parmaklarının ucu ile hafifçe koluma dokunduğu gibi derin bir nefes aldım ve gülerek ona döndüm. "Hazırım." diyerek elbisemin eteklerini düzelttim. Daireden çıkmadan önce lacivert kaftanımın üzerine kalın beyaz bir pelerinimi giyindim. Tam çıkmadan önce duraksayıp başımı pencerelere çevirip bulutlu göğü izledim. Günler birbirini kovalamış kışı huzurumuza getirmişti. Ağaçlarda tek bir yaprak dahi kalmamış gök ise her an kar yağabilecek gibi kapalıydı.

"Yarın veyahut bugün ilk kar yağacak diye duydum hanımım." Melikenin melodik sesi kulaklarımı doldurunca heyecanla gülüp ona döndüm.

"Gerçekten mi?" Melike içtenlikle gülüp başını salladıktan sonra yanıma yaklaşıp pelerinin kapüşonunu düzeltti ve saçlarımı ortaya çıkarttı. "Havalar bir hayli soğudu, kendinize dikkat edin lütfen." Dediklerine karşı usulca başımı sallayıp gülümsedim. "Ederim."

Cariyelerle beraber daireden çıkınca sarayın ısınmaya yüz çeviren soğuk koridorları ile karşılaştım. Odalarda olan şömineler ne kadar içeriyi ısıtsa da koridorlar bir hayli soğuktu. Sarayın ısıtma sistemi hamam ile birdi yani hamamların ısıtılması için yakılan odunlar aynı zamanda sarayın büyük bir kısmını ısıtıyordu. Arkamızdaki cariyeler kendi aralarında fısıldamaya başlayınca kulaklarımı iyice açıp onları dinlemeye başladım.

"Çok soğuk."

"Bugün kalfalar konuşurken duydum çoktan ısınması gerekirken bir haftadır değişiklik yok muş." Kızın dedikleri ile bu konuyu aklıma kazıdım ve yeniden dile getirmek için tekrarlamaya başladım. Huzursuz saray halkı tehlikelidir... Kötülükleri bulaşıcı bir hastalık gibi yayılır herkesi etkisi altına alırdı sonra ise bu olanları fırsat bilen kötüler işe koyulurdu. O yüzden her zaman nizamı sağlamak gerekirdi.

Taşlığa indiğimiz gibi cariyeler sıraya girip başlarını eğdi. Ellerimi farkında olmadan üst üste koyup karşılarına geçtim. "Nasılsınız kızlar? İnşallah her şey yolundadır."

Kızlar kısa bir sessizliğin ardından birbirine bakıp aralarından en aklı selim olanı dürtüp akıllarındaki soruyu sordurdu. "Şey.. Kış geldi çattı çok şükür her şeyimiz tam lakin sarayın içinde yürürken donuyoruz Vallahi hanımım." aynı problemin burada da dile gelmesi ile nefesimi bıraktım.

Başımı olumlu anlamda sallayıp kızlara gülümsedim. "Endişeye mahal yok ben bizzat kendim bu mevzu ile alakadar olacağım zira bu hepimizi etkileyen bir husus." Kızları cevabım ile tatmin olunca kendi aralarında gülümsedi.

"Dersler nasıl gidiyor aksama yoktur inşallah." Tek kaşım havada sorduğum soru ile hepsi yine etrafa bakınmaya başladı. Tam olarak haylaz bir öğrenci gurubu vardı karşımda.

"Hocamız hasta düşmüş yarın ki derslere gelemeyecekmiş. Oysa biz bir hayli heyecanlıydık, yarın her birimiz kendi yazdığımız şiirleri okuyacaktık."

Dudaklarımı birbirine bastırıp başımı salladım ve yanlarında duran kalfaya döndüm. "Derse girecek başka bir hoca yok mu?" Kalfa bir adım öne çıkıp başını kaldırdı ve iki yana salladı. "Bu hafta çoğu hoca hastalıktan muzdarip evden çıkamıyor. Kiminin eşi hastayken kiminin ise çocuğu hasta. Bu vaziyette de evde kalmaları gerekti."

"Kızlar siz çok mu istiyorsunuz bu dersi? "

"Evet. Günlerdir buna çalıştım."

"Evet ben de."

Neredeyse çoğu aynı şeyi söyleyince daha fazla dayanamadım ve derin bir nefes alıp konuşmaya başladım. "O vakit yarın ki derslere ben gireceğim. Şiir, bu konuda hayli maharetliyimdir kızlar."

Üniversite de ilk dönem seçme ders olarak Osmanlı Türkçesi dili ve edebiyatı dersine girmiştim ve eminim ki bu dönemdeki öğrencilere kıyasla daha bilgili bir öğrenciydim.

Kızlar birbirlerine bakıp sevinçle gülerken kalfa kuşkuyla bana baktı. "Bir sorun mu var?" dedim tek kaşım havalanırken.

"Haşa, lakin Valide sultanımız ne derler? Siz padişahımızın müstakbel eşi olacaksınız münasip olur mu ki?" dediklerini anlayışla dinledikten sonra sakince başımı salladım.

"Ben Validemiz ile konuşurum bir sakınca olacağını sanmıyorum." diyerek başımı salladım ve derin bir nefes alarak yeniden cariyelere döndüm.

"O vakit bana müsaade." Dedikten sonra usulca taşlıktan uzaklaştım. Harem binasından çıkınca zehir gibi soğuk olan hava ile çarpıştım. Ürperen tüylerim ile hafifçe titredim ve kollarımı bedenime sarıp beni bekleyen hanedan arabasına ilerledim.

"Hanımım hünkarımız hala teşrif etmemişler." Melikenin etrafa bakarak söyledikleri ile hızla başımı salladım.

Ardından "Fark ettim.." diye mırıldanıp arabaya bindim. Isınmak için ellerimi hızla birbirine sürtüp sıcak nefesim ile avuçlarımı ısıttım. Ellerimi en sonunda paltomun içine sokup öyle beklemeye başladım.

"Destur, Sultan Ahmed Han hazretleri!" dışarıdan duyduğum sesleniş ile başımı oymanlı pencereye çevirdim ve merakla dışarıyı izlemeye başladım. Ahmed tüm ihtişamı ile gözlerime çarpınca titrek bir iç çektim. Giydiği siyah kaftanı içimdeki bazı duyguları uyandırmıştı. Siyah bir insana bu kadar mı yakışır yahu?

Sert asker adımları ile arabaya yaklaşıp açılan kapıdan hızla içeri girdi.

"Ahmed." Hızla yerimden kalkıp ona sarılınca neye uğradığını şaşırıp küçük alanda dengesini kaybetti.

Küçücük yerde yaptığım saçma hareketin sonucunda ikimiz de diğer taraftaki koltuğu boylamış olduk. Ahmed kendine geldiği gibi gülmeye başlayınca ben kızaran yanaklarımı saklamak için başımı olabildiğince onun boynuna gömdüm.

"Bakıyorum da birileri beni çok özlemiş?" Keyifle kurduğu cümleye gülmeden edemedim.

"Çok mu? Çok, az kalır..." Diye mırıldanıp onun kokusunu özlemle içime çektim.

"Nereye gittiğimizi hala sormadın Hilal. Tebrik ederim seni, iki gündür merakını bastırıp tek bir soru dahi sormadın." Dediklerine içten bir kahkaha atıp sedirde oturuşumu düzelttim. "Sorsam bile söylemeyeceğini bildiğim için sustum. Ama evet meraktan yerimde duramıyorum."

Ahmed de benim gibi oturup hareketlenen araba ile geriye yaslandı. "Çok mutlu olacağın bir yere gidiyoruz." Cevabı ile başımı yana yatırıp gülümsedim. "Senin olduğun her yerde ben dünyanın en mutlu insanıyım Ahmed."

İçimden dolup taşan romantizm yüzümden gülüşümü eksik etmiyordu. Resmen gülüşüm bağımsızlığını ilan edip benden bağımsız bir insan olmuştu. Ona hakim olamıyordum!

"Ahmed bugün çok mutluyum nedenini hiç bilmiyorum ama içim dışım huzur dolu!" Konuşurken bile gülmem Ahmed'i de güldürmüştü. Bana içimi eriten bakışları ile bakarken harelerindeki aşkı her hücremde hissettim. Gözlerinde parıldayan yıldızlar ve yüzündeki gülüşe canımı verebilirdim...

Ahmed derin bir nefes aldıktan sonra onun alev alev yanan ellerine kıyas benim buz kesmiş ellerimi tuttu. "Sen hep mutlu ol kadın. Yüzün hep gülsün, gözlerin hep aşkla baksın. "

Elimi kaldırıp dudakları ile buluşturduğunda gözlerimi kapatmadan kendimi alıkoyamadım. Öyle güzeldi ki bıraktığı hisler... İnsanın ruhunu ferahlatıyordu. Ahmed'e yaklaşıp ona sarıldım ve yolun geri kalanını onunla bir olarak geçirdim.

Kısa süre sonra araba durunca şaşırarak Ahmed'e baktım. "Bu kadar yakın mıydı gideceğimiz yer?"

Başını iki yana sallayıp kulağıma yaklaştı. "Daha yolun başındayız." Fısıltısı ile tüylerim ürperirken sıcak nefesi ile ister istemez mayışmıştım.

Kapı açıldığı an içeri esen soğuk rüzgar ile Ahmed'e daha çok sokuldum. Ahmed ayağa kalkıp tek harekette at arabasından inince iç çektiren bakışları ile bana elini uzattı. Gülümseyerek elini tutup arabadan indim. İndiğim gibi burnuma deniz kokusu doldu öyle güzel kokuyordu ki gözlerim kendiliğinden kapandı ve rüzgarın esişi ile burnuma dolan İstanbul'u ciğerlerime misafir ettim.

Deniz gözlüm ile göz göze gelince ikimiz de tebessüm edip el ele tutuştuk. Ahmed ileri doğru bir adım attığında bende hızla peşine takıldım. Gözlerimi ondan ayırıp etrafta gezdirince limanda olduğumuzu anladım. İleride bizi bekleyen geminin tahta rampasına yaklaşınca korkuyla duraksadım. Çok ince ve uzundu, dengemi bir anlığını kaybetsem buz gibi olan denizi boylardım.

Çevremizi saran yeniçeri ve bostancılar arkalarını dönerken halk uzaktan bize bakmaya başladı. Fazla yaklaşmalarına izin verilmeden emniyet sağlandığında etrafı yükselen sesleri doldurdu. Ahmed'e olan sevgilerini, memnuniyetlerini dile getiriyor onun için dua ediyorlardı.

"Ne oldu Hilal?" Ahmed merakla bana bakınca istemsizce bakışlarımı kaçırdım.

Ama tabii ki de o çoktan olayı kavramış sırıtarak rampaya bakıyordu. Elimi tutan eli sıkılaşırken beni rahatlatmak istercesine bana yaklaştı. "Endişelenme ben yanındayım." Tek cümlesi ile içimdeki tüm korku yok olurken ona bir mucizeymiş gibi bakmaya başladım. Sen nasıl bir adamsın ya?

"Sen hazır olduğunda." Gülerek başımı sallayıp ileri doğru bir adım attım.

"En kötü suya düşüp donarım sende beni kurtarırsın sonra zatürre olurum ne var ki?" Gülerek söylediklerim ile Ahmed kaşlarını çattı ve bana inanamaz bir bakış attı lakin ses etmeyip ilerlemeye devam etti.

Rampaya ilk adımı attığı gibi nefesimi tuttum. "Elini asla bırakmayacağım korkma." Eli elimi daha da sıkı tutmaya başlayınca bende rampaya adım attım. Ve korktuğum gibi düşmedim oynamadı bile yahu... Geçen sefer ki rampa bu kadar tehlikeli gözükmüyordu ki. Hem üzerimde bir yığın kumaşlı kaftan vardı her an dengem şaşabilirdi değil mi?

Titreyen ellerimi tutan Ahmed sabırla ilerleyişimi izledi. O an elbisem umurumda bile değildi üstüne mi basıyorum? Çokta fifi...

Bir anlığına adım atmayı unutunca neredeyse rezil bir ana neden oluyordum... "Çok iyi hadi bir adım daha!" Kalbim boğazımda atarken ben son adımımda atıp gemiye ayak basmıştım.

Heyecanla nefes verip elimi kalbime götürdüm. Çok hızlı atıyordu. Ahmed bana yol göstererek boş eli ile ileriyi işaret etti ardından "Başaracağını biliyordum." diye fısıldadı kulağıma.

"Sen olmasaydın yapamazdım." Dedim onun gibi fısıldayarak. İkimiz de gülümseyip ileri baktığımızda İstanbul'un ortasında gibi hissettim kendimi. Tam olarak merkezi benmişim gibi...

Adımlarımız güvertenin bir ucunda durunca yerimde istemsizce titredim. "Çok soğuk."

Bunun üzerine gemi harekete geçince hafifçe sarsıldık ve Ahmed bana döndü. "Evet farkındayım bu kış hayli sert geçecek."

"Ahmed bu konu hakkında bir şeyler yapmalıyız insanlar soğuktan hasta oluyor evden çıkamıyor." Dediklerim ile Ahmed tek kaşı havada bana döndü.

"Bugün haremde cariyeler ile halleri hatırları hakkında muhabbet ederken öğrendim çoğu Hoca ailelerinin hasta olması yüzünden evden çıkamıyormuş. Yani ahalinin bu konu hakkında sorunları var ah hele saray... Sarayın koridorları buz kesmiş vaziyette. Dairelerdeki şömineler de olmasa işimiz vahim."

Ahmed ciddiyetle beni dinlerken kendimi o kadar farklı hissettim ki anlatamam. Belki de bu duyguyu en son okulda yaşamıştım kim bilir.

"Yani diyorsun ki bu husus hakkında büyük bir eksikliğimiz var?" Dedi tek kaşı havada.

Dudaklarımı birbirine bastırıp başımı olumlu anlamda salladım. "Eksiklik sizden kaynaklı olmasa bile bir yerde problem olmalı Ahmed. Zira siz bu işi tek elden halletmiyorsunuz ki? Araya o kadar çok insan giriyor ki kimin ne olduğunu bilemeyiz."

Bu sefer bana sırıtarak bakan adama kaşlarımı çatıp 'Ne var?' dercesine başımı salladım.

"Seninle ne kadar gurur duyduğumu bir bilsen..." Demesi ile kan yanaklarımı boyladı. Böyle ani sözleri beni benden alıyordu! Bir anda arkamızdan duyulan ses ile dikkatimi oraya verdim. Ahmed arkaya elini uzatıp bir şey alıp bize doğru döndüğünde bunun yünlü bir pelerin olduğunu gördüm. Mor pelerini omuzlarımın üzerine attığında ona minnetle baktım. Daha sonra Ahmed kolunu omuzlarıma atıp beni kendine çektiğinde kendimi daha çok güvende ve huzurlu hissettim.

Gülümseyerek başımı omuzuna yaslayıp ve denizi izlemeye başladım. "Karşıya mı gidiyoruz?" Dedim sessizliği delip.

"Evet, seni götürmek istediğim yer orada."

Başımı hafifçe kaldırıp ona baktım. Gözleri bu ihtişamlı manzara yerine bana odaklanmıştı. O an kendimi çok değerli bir elmas gibi hissettim. Parmak uçlarımda yükselip Ahmed'in yanağına bir buse kondurduğumda o aynı hızla gülümsedi. Gülüşü ile içim ısınırken o saçlarımı öpüp çenesini başıma yasladı ve iki kolu ile bana sarıldı. Onun varlığını hissederken yine binlerce kez Yaradana şükür ettim. O an ruhumda kendiliğinden bir şarkının sözleri döküldü dudaklarıma, anlamları canımı yaksa da kalbimin ne uğruna attığını anlatacak kadar güçlü dizelerdi. Dudaklarımı aralayıp fısıldamaya başladım.

"Gözlerindir deryası bu Şehr-i İstanbul'un,

Âh dikenli solmuş gönlümün bir yudum dermanı ol,

Adı Hak'tır seni nasip edenin,

Adı aşktır senle batsa güneşim,

Asırlardır seni bekledim,

Sanki müebbette yüreğim..."

Ahmed bir süre sessizliğini korusa da bana sarılan kolları daha da sıkılaşmıştı. "Senin yüreğine kurban olurum."

Tek bir cümlesi ile gözlerim dolmuştu burnumun direği sızlarken ağlamama ramak kaldığını anladım ve gözlerimi kapattım. Çok mu duygusalım ne?

Karşıya yaklaşana kadar kulaklarımda Ahmed'in kalp atışı yankılanırken ciğerlerime onun kokusuyla harmanlanmış deniz kokusu doluyordu. En sonunda gemi durunca gözlerimi açıp Ahmed'den biraz uzaklaştım.

"Hadi az kaldı." Diyerek elimi tutunca hızla geminin kıyıya bakan tarafına ilerledi. Bu seferki rampa oldukça geniş olduğu için hiç sorun yaşamadan gemiden indim. Hemen ileride bizi bekleyen faytona neredeyse koşar adım ilerleyip içine girdik. Yeniçeriler ve bostancılar atlarına binerken araba çoktan hareket etmişti. Bu seferki yolculuk oldukça kısa sürmüş bir kaç dakikada gideceğimiz yere varmıştık.

At arabası durunca çevreden yükselen sesler ile geldiğimiz yerin oldukça kalabalık olduğunu anladım. Ahmed pencereden dışarı bakıp sırıtarak bana döndüğünde içimdeki alev harlandı. Ah be adam, bende sebep olduğun duyguları bir görsen nutkun tutulurdu.

Kısa süre sonra kapı açılınca önce ilk Ahmed arabadan indi ardından elini bana uzattı. Onun yardımı ile arabadan inince etrafa bakınmaya başladım ve tam karşımdaki Galata kulesi ile bakıştım.

O an dudaklarımdan şaşkınlık dolu bir nida firar ederken kahkaha atmamı engellemek için elimi ağzıma götürdüm. Galata kulesi bu dönemde rasathane olarak kullanılıyordu yani bu dönemin önemli gökbilimcileri ve dahası burada çalışıyordu. O kadar güzeldi ki nutkum tutulmuş kelimeleri bir araya getirememiştim. Tarihin huzur dolu kokusunu içime çekerken gözlerimi kapatıp başımı geriye yasladım ve gülerek gün ışığının yüzüme vurmasına izin verdim. Burnuma buram buram sıcak ekmek kokusu doluyordu diğer yandan da esnafın tezgahında olan diğer ürünlerin kokusu.

Hava oldukça soğumuş rüzgar deli gibi esmeye başlayınca istemsizce titredim bir kez daha. Doğrusu bir an önce şömine karşısına oturup kitap okumak istiyordum ama merakım daha baskın geldiği için bu hayali es geçtim.

Gözlerimi açıp Ahmed'e döndüğümde onunla göz göze geldim. "Hadi gel." Elimi tutup merdivenlere ilerlediğinde bende ona ayak uydurdum ve aynı hızla ilerledim. Ahşap kapının önüne geldiğimizde kapıyı çaldı.

O an kapıyı hiç beklemediğim biri açtı. "Yavuz Çelebi?" Diye mırıldanırken o gülerek eğildi. "Hoş geldiniz Hünkarım." Yavuz bize yol verirken biz içeri girdik. Yüzüme vuran sıcak hava ile anında mayışmıştım. Etrafıma göz atınca bu katın duvarlarını tamamen kitaplıklar ile çevrili olduğunu gördüm ortada ise uzun bir çalışma masası üzerinde ise onlarca kağıt ve kitap vardı.

Tavandan sarkan dürbünler ve mercekler oldukça ilgimi çekince oraya yaklaşıp yakından inceledim. Ahmed yanıma gelirken dikkatimi ona verdim. "Hilal, hadi gel." sorgusuz sualsiz onun peşine takılınca kendimi bitmeyen merdivenleri tırmanırken buldum.

Ah Galata, var mıydı şu dünyada senden üzgünü... Yüzyıllardır acılara ev sahibi olan bu kule ne ölümler ne imkansız aşklara ev sahipliği olmuştu. Bodrum katında yüzlerce iskelet bulunan bu kule Bizans dönemi ve 16. yüzyıla kadar zindan niteliğinde kullanılmıştı. Gelecekte ise Galata dan atlayıp intihar eden insanlar çok fazlaydı. Aşk ise bir umuttu burada...

Tüylerim ürperirken yine gözlerim dolmadan edemedim. Bastığım yerlerde insanlar ölmüştü... Suçları ne olursa olsun insanlar ölmüştü.

En sonunda son kata çıktığımızda Ahmed sabırsızca kapıları açıp beni terasa çıkardı. Esen rüzgar ile neye uğradığıma şaşırırken bir an uçup gidecekmişim gibi hissettim. "Ahmed! Tut beni!" Ciddiyetimi kayıp edip gülmeye başladığımda dengemi kaybederek geriye bir adım attım.

Ahmed dehşet bir şaşkınlıkla bana bakarken ben zorla ona tutundum. "Yahu bakma öyle zayıfım ben!" Derken yüzüme gelen saçları çekiyordum. En sonunda Ahmed gülmeye başlayıp elimi sıkıca tuttu ve beni balkon duvarına yaklaştırdı. Manzaraya bakmaya başladığım ilk an ileride tüm ihtişamlığı ile duran Topkapı sarayını gördüm. Gülerek o tarafı işaret ettiğimde Ahmed de benim gibi oraya baktı.

"Çok yakın gözükmüyor mu? Sanki elimi uzatsam dokunacakmışım gibi!" dedim heyecanla. Yerden 50-60 metre yükseklikte olduğumuz için her yer ayağımızın altındaydı. Kız kulesini bile görebiliyordum!

Sanki daha önce Galata kulesine çıkmamış gibi heyecanlı ve şaşkındım. Çok ilginç bir şekilde ilkmiş gibi hissediyordum... Sanki hafızam silinmiş veyahut geçmişim yada geleceğim mi demeliydim bilemiyorum artık ama kaderim silinmişti...

"İstanbul'a söyleyeceklerin var mı Hilal?" Ahmed'in sorusu ile gözlerim heyecanla açıldı. "Olsa bile aklıma gelmiyor şu an Ahmed!" Dedim gülerek.

"Ey İstanbul! Senden isteyeceğim iki şey var. Asla değişme ve hep benim aşkıma hayat ver. Bırak aşkımda seninle zamana hüküm sürsün. Bırak da sonsuza kadar bu aciz aşık ruhlar birlikte bu büyülü şehirde yaşasın."

Dudaklarımdan dökülen haykırışlardan sonra sanki şehre derin bir sessizlik hakim sürdü. Ahmed kollarını belime sararken elimi tutup avucumu havaya kaldırdı. Bir süre sonra nutkumu tutan bir şey oldu. O an avucuma gökten aşkla süzülüp gelen bir kar tanesi düştü. Sıcaklığım ile eridiğini hissettiğim an gözlerimden yaşlar akmaya başlamıştı bile.

"Yılın ilk karını sana armağan ediyorum ömrüm." Sıcak nefesi boynuma hükmederken dedikleri kalbimin ritmini değiştirmişti. Sürprizi buydu... Benim için ne kadar anlamlı olduğunu biliyordu ve bunun için plan yapmıştı.

"Ahmed..." Dudaklarımdan daha fazlası çıkamamıştı.

Yağan ilk karı izlerken kahkahalar atıyordum manzara o kadar güzeldi ki gözlerime inanamıyordum!

"Bir efsaneye göre Galata kulesine ilk defa birlikte çıkan aşıklar mutlu bir evliliğe sahip olurmuş." Ahmed bu sefer avucumu tutan elini çekip benden bir adım uzaklaştı. Kısa süre sonra beni belimden tutup kendine çevirdiğinde onu elinde bir kutu ile buldum. Kalbim dehşetle sıkışırken ruhum sevinçle çığlık atıp bana olanları anlatıyordu. Hayatımın en özel anlarının birini yaşıyordum şu an.

"Ruhum, ömrüm, nefesim... İmkansızlıklara rağmen bu iki aciz aşık ruh birbirine kavuştu. Peki bu birliği son nefesimize kadar sürdürmeye var mısın?"

"Varım!" Titreyerek bağırdıktan sonra ağlayışım şiddetlendi ve ben kendimi gülerken birden ağlıyor halde buldum. Dayanamayarak Ahmed'e sarıldığımda sanki ilk defa kavuşmuşuz gibi hissettim. Ruhum o kadar huzurluydu ki mutluluktan ağlıyordum! Kâlû Belâ dan beri birbirini arayan bu iki ruh sonunda kavuşmuştu...

Ahmed'in deniz gözleri dolmuş titrek bir gülüş ile bana bakıyordu. Bir süre sonra burnunu çekip elindeki kutuyu biraz yukarı kaldırıp kapağını açtı ve nefesimi kesen bir güzelliği bana sundu. Titreyen elimi havaya kaldırıp yüzüğü çıkardı ve sesli bir şekilde gülerek yüzük parmağıma taktı.

Daha sonra bana sıkıca sarıldıktan sonra kutuyu kenara bıraktı ve elleri ile yüzümü avuçladı. "Seni seviyorum ruhum." Dudaklarını dudaklarıma bastırdığı an nefes almayı unuttum ve özlemle ona karşılık verdim.

Ben böyle bir aşkı ömrühayatımda ne gördüm nede duymuştum. Bizim aşkımız öyle özeldi ki bir gün dillere destan, çocuklara masal, aşıklara umut olacaktı...

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top