27. Bölüm

Olaylar tamamen tarihten bağımsızdır. Karakterler ve olaylar benim kurgumdur. Kurgudaki padişah ve ailesi gerçek değildir. İsim benzerliği olabilir ama hiç bir şekilde tarihle alakası yoktur.

Düzenlendi.


Devasa ahşap kapılar benim için açılırken cariyeler, ağalar ve kalfalar önümde saygıyla eğildi. Sessizlik haremde hüküm sürerken ben tüm ihtişamlığım ile taşlıkta ilerlemeye başladım. Yerde arkamdan süzülen elbisemin kuyruğunu gören bir daha bakıyordu. Zira giydiğim mavi elbise ile gökten inmiş bir melek misali süzülüyordum taşlıkta.

Haremin üst katına çıkıp Valide sultanın dairesine doğru emin adımlarla ilerledim. Orada beni bekleyen manevi annem Ayşenur hanım ve Valide sultan ile yemek yiyecektim. Dairenin önüne gelince kapıdaki cariyeler beni bekliyormuş gibi bekletmeden kapıyı açtı. Ellerim karnımın üstünde birbirine kenetlenmiş halde içeri adım attım ve sessizce oturan Valide sultana ve Ayşenur hanıma ilerleyip önlerinde selam verdim.

Gözleri kamaşan Valide sultan eli ile yanını işaret etti. Tebessümle yanlarına geçip oturdum. "Bu ne güzellik Hilal! Göz kamaştırıyorsun."

"Mübalağa ediyorsunuz Validem, sizin kadar kimse göz kamaştırmaz." İkimiz de gülüp birbirimize baktıktan sonra Ayşenur hanıma döndüm. "Hediyeniz için çok teşekkür ederim beni çok mesut ettiniz."

Üzerimdeki büyüleyici kaftan onun hediyesiydi. Dün o kadar aksiyonlu ve yoğun geçmişti ki gözlerimi açtığımda hala günlerce uyuyabileceğimi düşünmüştüm. Tüm saray halkı olanları konuşurken benim yaptıklarım dillere destan bir hikayeye dönüşmüştü. Herkesin gözünde yükseldiğimi fark ediyordum. Onların saygısını ve kıymetini kazanmıştım. Haremdeki cariyelerin büyük bir kısmı beni desteklediğini öğrendiğimde bir hayli şaşırdım zira onlarla fazla zaman geçirip kendimi tanıtmamış aralarına karışmamıştım. Melike ile sabah uzun süre bu konu hakkında konuşup onun fikirlerini dinlemiştim sonuçta o haremdeki kızları benden iyi tanıyordu. Meğerse beni destekleyen kızların çoğu sultan olma hayali kurmuyormuş, tek istedikleri eğitimlerini tamamlayıp Enderun'daki paşa, vezirler veyahut devlet adamlarına zevce olmakmış.   

Kahvaltıyı taşlıkta kızlar ile yapıp onlara kendimi açtım. Aralarında tabi bana dost gözü yerine rakip gözü ile bakan da vardı ama onları kurduğum cümleler ile yerle bir ettim acımadan kim olduğumu bastırdım. Ne kadar tarih okuyup haremin ne için olduğunu bilsem de yine de içimdeki kıskanç kadını susturamadım. Ahmed benimdi ve sadece benim olacaktı zira aksi mümkün değildi. 

Ben gelecekten gelen, tarihi değiştirmeye geldim. 

"Sen ne dersin Hilal?" Valide sultanın sorusu ile bakışlarımı kaftanımdan çektim. Ne olduğunu tamamen kaçırmış halde sudan çıkmış balık gibi baka kaldım. En sonunda ikisine bakıp gülümsedim ve başımı olumlu anlamda salladım.

"Alâ o vakit düğün bahara olacak." Bahara daha çok vardı ama böylesi daha iyi en azından has bahçeyi halka açabilirlerdi. 

"Ama tabii nişan kış bitmeden olacak." diyerek elimi tuttu. 

"Çok mesudum validem... Sanki kalbim çıkacakmış gibi atıyor aldığım her nefeste zaman daha çok yavaşlıyor." 

"Hilal sende kendi gençliğimi görüyorum. Ben, merhum padişahımız ile daha o şehzadeyken evlendim. Ben daha Kırım prensesi iken bizim geleceğimize karar verilmişti. Mustafa ile nikahtan önce bir defa karşılaşmıştık, bir bakış ve bir gülümseme dışında aramızda hiç bir şey olmadı. Nikaha daha aylar vardı ve ben ona aşık olduğumu bilmeden o günü sabırsızlıkla bekledim. Her gün zaman bana inat daha yavaş ilerliyordu..."

Acıyla geçmişini hatırladığında gözlerinden dolup taşan yaşlar yanaklarından süzüldü. Sevdiği adamın artık nefes almadığını ona hatırlatmıştım. Yarasına tuz basmaktan beter etmiştim.
Dudaklarımı birbirine bastırıp valide sultanın elini sıkıca tuttum. Ne diyeceğimi nasıl teselli edeceğimi bilmiyordum. Geçmişi hatırlamak özellikle böyle güzel anıları hatırlamanın kalp kıracağını kim bilirdi ki...

Zümrüt-Şah sultan derin nefesler alıp boştaki eli ile yaşlarını sildi ve buruk bir tebessüm ile konuşmaya devam etti. "Sen, Ahmedim için en doğru olansın. Kalbinin güzelliği yüzüne vurmuş Hilal. Zamanı geldiğinde sana gönül rahatlığıyla güvenip valide sultanlığı devredebileceğimi biliyorum. En önemlisi devlet-i alliye'nin  soyunun bizim gibi güçlü soyu bu topraklardan olan kadından devam edeceğini."

Zümrüt-Şah sultan ve ondan önceki valide sultan Kırım Hanedanlığına mensup Türk soyuna ait kadınlardı ve garip bir şekilde saraya getirilen köleleri yani cariyeleri özellikle seçiyorlardı. Cariyelerin Müslüman olmaması dışında geldikleri toprakların batı olmaması gerekiyordu onlara göre. Tabi bu bizim tarihimiz boyunca alışa gelmiş değildi. Bu iki valide sultan ellerinden geldiğince dikkat ederek bu haremi yönetmişti.

Bana güvenmesi ve Valide sultan statüsüne layık görmesi beni çok mutlu etmişti. Gurla göğsüm kabarırken onun yüzünü kara çıkarmamak için elimden geleni yapacaktım. Gözlerinde bana olan sevgi dolup taşıyordu belki de gerçekten beni kendine çok benzettiği için mutlu olmamı istiyordu. Emin değildim ama emin olduğum tek şey bana gerçekten değer vermesiydi.

Geleceğimi yeniden yazıyorum, hiç yaşanmamış olsa bile...

*

Yemekten sonra terasa geçmiş Türk kahvesi içiyorduk konuşulan konu Ahmed ile benim nişanımdı. Fazlasıyla konuya hakim olan büyükler bana danışmadan çoğu işi halletmişti. Aslında sorsalar bile elimden gelebilecek bir şey yoktu. Bakışlarımı gök yüzünden çekip Valide Sultana çevirdiğimde onun da bana baktığını gördüm. Yüzündeki gülümseme yavaş yavaş yok olurken buruk bir tebessümle beni izliyordu.

"Hilal? Neyin var kızım?" Şefkat dolu sesi kulaklarımı doldurunca gülümsedim ve yüzümü tamamen ona döndüm. "Yok bir şey Validem." Cevabıma karşı kaşlarını çatıp başını yana yatırdı. Gerçek cevabımı beklerken Ayşenur hanım da merakla beni izliyordu. Elimdeki fincanı masaya bırakıp güldüm ve elbisemi düzelttim.

"Gerçekten iyiyim."

"Hilal mutsuz olduğunu anlamak için seni tanımama gerek yok. Söyle canını sıkan ne?"

Derin bir nefes alıp güldüm ama gülüşüm anında soldu. "Validem, aslını isterseniz bende nişan hazırlıkların bir ucundan tutmak istiyorum. Yani, eğer sizde münasip görürseniz bende yardım etmek isterim."

Valide derin bir oh çekip güldü. "Ah Hilal bende bir şey oldu sandım! Kalbime iniyordu! Tabii ki de yardım edebilirsin. Buna mı içerlendin?"

"Validem, ben bilemedim sizin işinize de karışmak gibi olmasın diye böyle yaptım..."

İkisi de birden birbirine bakıp gülmeye başladı. Zümrüt-Şah sultan Ahmed gibi parlayan gözleri ile beni izleyip derin bir iç çekti. "Hatta dur Ahmedimi de çağıralım dünden beri göremedim." diyerek Lale hatuna seslendi.

Lale hatun yanımıza gelip eğildi ve Valide sultanın gözlerinin içine baktı. "Lale, Aslanımı çağır müsaitse bize eşlik etmesini dilediğimi bildirin."

Lale kalfa eğilip yanımızdan uzaklaşırken bu sefer gözlerim koridora takılı kaldı. Ahmed sabaha karşı ben uyurken odamdan çıkmıştı. Dünün sersemliği, yorgunluğu ile daha tepki veremiyordum olanlara. Her şey üst üste gelmişti oturup adam akıllı olanları tartıp düşünememiştim bile. Valide sultan ise sanki dün ölüm tehlikesi atlatmamışız gibi sakin ve mutluydu. Dün olanların lafını ağzına bile almamıştı aslında.

Belki de her şey bir kabustan ibaretti?

Kısa süre sonra Lale hoşnutsuz bir ifade ile içeri girince ortamın havası anında değişti. Yüzü asık ve stres doluydu. Bir şeylerin ters gittiğini fark etmem ile bende kaşlarımı çattım.

"Lale, aslanımdan haber var mı?" Valide sultanın merak dolu sesine gergin bakışları eklenince üçümüz de Lale kalfaya döndük. Kadın kendini baskı altında hissetmeye başladığı gibi bakışlarını kaçırdı.

"Yahu Lale konuşsana dilini mi yuttun?"

"Hünkarımız huzuruna kabul etmedi. Has odabaşı da bir şey söylemedi. Gerçi hünkarımız onu bile içeri almamış."

"Allah Allah ne oldu ki?"

"Kapı ağaları hünkarımızın asabının bozuk olduğunu fark etmişler."

"Neden? Ne olmuş olabilir ki? Daha dün birlikteydik her şey yolundaydı." diyerek ayağa kalktım.

"Bilemiyorum."

"Validem ben müsaadenizle Hünkarımızın yanına gideyim. En azından ne olduğunu öğrenirim."

"Emin misin Hilal? Aslanımın bu hali çok kırıcı olabilir. Bence sen en iyisi sakinleşmesini bekle." Endişeyle kurduğu cümlelere aldırış etmeden başımı iki yana salladım.

"Böyle olmaz sultanım. Onu yalnız bırakamam."

"Peki madem git bakalım."

Eğilip selam verdikten sonra hızla terastan çıktım ve taşlığın yolunu sürdüm. Hızlı adımlar ile ilerlerken dikkatleri üzerime toplamayı da eksik etmedim. Kızlar merakla kafalarını pencere ve kapılardan uzatmış beni izlerken ben çoktan taşlıktan çıkmıştım. Altın yol yerine diğer yoldan Ahmed'in dairesine ilerlerken içimde bir korku tohumu filizlenmişti.

Kötü bir şey olduğu belliydi ama ne? Tarihi hatırlamaya çalışsam da bu günlerde yada aylarda kötü şeyler olmuyordu. Sakin geçen bir dönem. Peki devlet işleri değilse ne Ahmed'i bu kadar kızdıran? Başımdaki örtüyü düzeltip gerdanlığımı örttüm.

Has odanın koridoruna girip kapını önüne gelince Hüseyin ile karşılaştım. Onun da yüzünde endişe vardı. Tek yaptığı kapıya bakmaktı.

"Hüseyin? Neler oluyor?"

Hüseyin bakışlarını kapıdan çekip bana çevirince baş selamı verdi. "Siz neden geldiniz? Lale kalfaya durumu izah etmiştim. Hünkarımız müsait değil."

"Hüseyin bana Ahmed'in neden bu kadar sinirlendiğini söylesen iyi olur." İnadım inattı ne olduğunu öğrenene kadar şuradan şuraya adım bile atmam.

Hüseyin derin bir nefes verip hoşnutsuz bir şekilde bana baktı ardından başka seçeneği olmadığını anlamış olacak ki nefesini bırakarak konuşmaya başladı. "Dün gece, size olan saldırıda sağ ele geçirdiğimiz adamlar daha konuşturulmadan birileri tarafından zindanda öldürülmüş. Yani şu anda elimizde hiç bir ipucu veyahut bilgi kalmadı."

Tüylerim ürperirken bakışlarım kapıya takıldı. Ve o an odadan bir gürültü yükseldi. Yerimden sıçarken kapıya doğru bir adım attım ama Hüseyin önüme geçip beni durdurdu.

"Çekil." dedim hırsla. "Hilal hatun, girme sultanımız çok sinirli. Zarar görebilirsin."

"Saçmalama Hüseyin! Ahmed asla öyle bir insan değil. Hele ki bana karşı, asla."

"Öyle demek istemedim."

"Bu adamlar nasıl öldürülür. Koskoca zindanda bunlar olurken nöbetçiler neredeydi? İçeride adamları olmalı. Ölüm nedenleri ne? Zehir mi?"

Hüseyin bana hayranlıkla bakıp başını olumlu anlamda salladı. En azından komplo teorilerim birisi tarafından onay aldı.

"Tektik ediyoruz lakin daha bir şey çıkmadı."

"Ve Ahmed'de bu yüzden sinirli." diye fısıldadım sessizliğe.

"Bunu yapanları, yaptıranları bulup cezalarını vermeden siniri dinmez zira yapılan bu saldırı Osmanlı Hanedanlığına yapılmış bir saldırıdır. Sultan Ahmed hanın Validesi Zümrüt-Şah Sultana ve müstakbel zevcesi size yapılmış bu saldırıya her kim cüret ettiyse düpedüz Hünkarımızın ta kendisine saldırmış oldu."

"Haklısın Hüseyin ama böyle de olmaz ki..." Yalvarırcasına fısıldadığım an Hüseyin nefes verip başını olumlu anlamda salladı. Ona minnetle gülümseyip kapıya ilerledim.

"Dur oradan giremezsin ağalara kesin emir verdi. Almazlar seni içeri."

"Eee o zaman ben nereden gireceğim?"

"Gel benimle." 

Hüseyin'in peşine takılıp koridorun sonunda onun olan has odabaşı odasına girdik. O an kafamda ampul yandı. Buradaki odanın iki kapısı vardı biri girdiğimiz yere çıkan diğeri ise Ahmed'in dairesine çıkan bir kapı. Kısa bir koridor ile hemen has odanın içine açılan bir diğer kapıya ulaşabilirdiniz.

Hüseyin kapıyı benim için açınca ona teşekkür edip ilerlemeye başladım. Koridor hemen bitince Ahmed'in odasının kapısını hafifçe araladım. Sessizliğin hüküm sürdüğü bir ortam ile karşılaşınca tuttuğum nefesi bıraktım. Kapıyı araladıkça odanın içini daha net gördüm. Yerde boylu boyunca serilmiş kitaplar ve birkaç kırılmış süs eşyası dışında oda sağlamdı. Ahmed sonunda görüş açıma girince onu şöminenin başında, koltuğunda otururken buldum.

Sessizce içeri süzülüp kapıyı kapattım. Gerdanlığım da ki örtüyü çekip elbisemin eteklerini tuttum ve yavaş yavaş ona ilerledim. Dirseklerini dizlerine dayamış başını elleri arasına almıştı.

Arkasında durmuş onu izlerken seslenip seslenmemek arasında kalmıştım.

"Hilal..." Adımı fısıldaması ile şaşkınca ne yapacağımı şaşırdım. Arkasını dahi dönmeden beni nasıl tanıdı?

Ellerini dağınık saçları arasından geçirip derin bir nefes aldı ve yavaşça ayağa kalktı. Bana dönmesi ile kalbime ince bir sızı girdi. Gözleri kıpkırmızıydı... Bana öyle bir bakıyordu ki canımdan can gitti o an. Gözleri yeniden dolarken ellerini çaresizce bana doğru uzattı.

Hiç vakit kaybetmeden ona koşup sıkıca sarıldım. Kolları ile beni sarıp sarmalarken yüzünü boynuma gömdü. Aldığı derin nefesler ile beni daha sıkı sararken ben kollarımı boynuna dolandım ve başını öptüm. Kollarım şefkatle omuzlarından sırtını sararken kokusunu içime çekmeye devam ettim.

Kollarımın arasına o kadar masum ve üzgündü ki sanki daha demin etrafı yakıp yıkan adam o değilmiş gibi. Ahmed o kadar kırılgan ve şefkate açtı ki sanki kollarımın arasında bir çocuk varmış gibi hissetmiştim. Dudaklarımı onun yanağına götürüp sakince öptüm. Ensesini okşarken o her seferinde daha çok mümkünmüş gibi bana daha sıkı sarılıyordu. 

Ahmed herkese kendini başka gösterirken bana kendini tüm çıplaklığı ile gösteriyordu. İnsanlara Padişah Ahmed'i gösterirken bana sadece Ahmed olarak geliyordu. Bir keresinde dediği gibi; "Bazen kim olduğumu unutuyorum. Ama senin yanındayken kim olduğumu yeniden hatırlıyorum."

Parmaklarımı saçları arasından geçirirken boynumda hissettiğim göz yaşları ile duraksadım. Ne yapacağımı bilemeden ona daha sıkı sarılmaya devam ettim. İçim yana yana öylece durdum. İnsanın en değerlisi kolları arasında ağlarsa ne yapabilir ki? Onu sanki içime hapsetmek ister gibi daha sıkı sarıldım acısını almak ister gibi. Her şeyden korumak ister gibi...

Dakikalar belki de saatler boyu olduğumuz yerde durup birbirimize sarıldık. Tek kelime etmeden susarak birbirimizi anladık.  En sonunda Ahmed yavaş yavaş benden çekilirken ellerimi onun yüzüne götürdüm gözleri gözlerimi bulunca hiç tereddüt etmeden dudaklarımızı birleştirdim. Belimdeki elleri sıkılaşırken ben de sakallarını okşamaya devam ettim. Onu o kadar çok seviyordum ki bu halde olması canımı yakıyordu.

Yavaşça ondan uzaklaşınca kokusunu ciğerlerime çektim. Gözleri hala kapalıydı ve yorgun olduğu çok belliydi. O kadar çok şey yaşamıştık ki asırlarca uyuyabilecek kadar yorgunduk. Ölümün soğuk nefesi hep ensemizde olması insanı ister istemez yoruyordu. Kaybetme korkusu insanın canını o kadar çok yakıyordu ki ömründen ömür gidiyordu.

"Ahmed, iyi misin?" sessizce fısıldadığım soru ile Ahmed derin bir nefes aldı. Başını olumlu anlamda sallayıp yeniden beni kolları arasına alıp sarıldı. Konuşmak istemediğini anladığım gibi bende sustum. Bazen susmak en iyisi olabiliyordu. Ahmed bana sarılmayı kesmeden koltuğa ilerledi ve yavaşça oturduk. Başımı göğsüne yaslayıp kollarımı beline sardım ve onunla birlikte yanan ateşi izlemeye başladım. Odadan şöminede çatırdayan odunların sesleri ve bizim nefes alışlarımız dışında hiç bir ses yoktu. 

Dışarıda gün batımı başlamış odanın içini sarıdan turuncuya sarmaya başlamıştı. Gece her zaman ihtişamla inerdi dünyaya. Kulaklarımda yankılanan Ahmed'in kalp atışları ile mayışmaya başladığımda gözlerimi kapatıp ona daha sıkı sarıldım. Sarılmak o kadar iyi geliyordu ki insanın tüm yüklerini alıp götürüyordu adeta.

Ahmed derin bir nefes alınca başımı kaldırıp yüzüne baktım. Gözleri kapalıydı ve yüzünde bir şeyle savaşıyor muş gibi bir ifade vardı. Onun dikkatini dağıtmalıydım yoksa kendini yiyip bitirecekti. Doğrulup Ahmed'in yüzünü avuçlarım arasına aldım. Gözleri açılırken onunla göz göze geldim ve gülümseyerek yanağından öptüm.

"Ahmed hadi gel, yine birlikte saraydan kaçalım?!" Heyecanla söylediğim cümle ile Ahmed güldü ve başını iki yana salladı.

"Ya neden? Yine Yavuz çelebiyi ziyarete gidelim denizin tam ortasında sadece biz olalım."

"Bende isterdim Hilal ama hala size zarar vermek isteyen hainler dışarıda. Size saldıran adamlardan bir ipucu dahi bulamadan tüm adamlarını benim askerlerimin arasında öldüren hainler var karşımızda. Onları bulmadan sarayda bile rahat olmayacak bana."

"Ahmed ama sen yanımdasın?"

"Bunu riske atamam Hilal anla beni korkuyorum." acı dolu fısıltısı ile nefesimi tuttum. Belki de ilk defa onun ağzından korkuyorum kelimesi çıkmıştı. Sultan Ahmed, korkuyor muydu? 

Kimden?

Asıl soru 'kimden' değil 'kim için' olacaktı. 

Ahmed'in bu hali beni çok üzüyordu. Ben bile bu kadar endişelenip kafama takmazken onun kendini bitap etmesi nefesimi kesiyordu. 

"Ahmed, onların da istediği bu. Senin acı çekmen. Lütfen böyle yapma ben seni böyle görmeye dayanamıyorum canım yanıyor." 

Uzun bir süre sessizce birbirimize baktık en sonunda Ahmed'in gözlerinde alışık olduğum parıltılar yeniden can bulunca genişçe gülümsedim. Kollarım ile başını sarıp sarmaladım ve onu kendime çekip gerdanlığıma yapıştırdım. Ahmed bunu beklemediği için dengesini koruyamayıp neredeyse üzerime düşecekken koltuğa tutundu.

"İşte benim sevdiği adam!" diye bağırıp gülmeye başlayınca Ahmed de gülmeye başladı.

"Dur, ne cevap vereceğimi nasıl anladın?" Gülerek kurduğu cümle ile onu kendimden uzaklaştırıp yüzüne baktım.

"Konuşmadım bile." 

"Ahmed seni anlamam için kelimelerine gerek yok zira ben seni gözlerinden anlıyorum." Ahmed hayranlıkla beni izlemeye başlayınca şefkatle gülümseyip dudaklarını öptüm. Sakalları tenimde yol sürerken o belimi kavrayıp beni üzerine çekti. Yeniden hayat bulan ruhlarımız ilk iş birbirlerini bulmuştu. Bir süre sonra dudaklarımı ayırıp ona gülerek baktım.

"Hadi gidelim." diyerek harekete geçince Ahmed gülerek beni bırakmadı. Sessizce beni kendine çekip dudaklarımı yeniden buldu. Ona hayır demem elde olmadığı için kendimi ona teslim ettim. Daha kısa bir süre sonra benden uzaklaşınca gözlerimi açtım. 

Ayağa kalkıp birlikte gülerek kapıya ilerledik. "Ben hazırlanıp seni Haremin önünde bekleyeceğim." dedim ve hızla daireden çıktım ve bir kaç adım sonra köşede endişeyle bekleyen Hüseyin'i gördüm. 32 diş sırıtarak yanına varınca şaşkınlıkla beni izledi. "Sultanımız nasıllar?" dedi tereddütle.

"Gayet iyi. Hatta Dışarı çıkacağız sende gel beraber Yavuz çelebiyi ziyaret edeceğiz. Hem Ahmed'in aklı dağılır."

"Emim misiniz? Zira katiller hala dışarıdalar."

"Eminim Silahtar, asıl dışarı çıkıp onlara kim olduğumuzu göstermeliyiz. Sarayda oturup onlardan saklanmak bizi birer korkakmış gibi gösterecek." dedim ve eğilip selam verdim ardından hızla daireme doğru ilerledim. Daireme girdiğim gibi dolaptan kalın bir pelerin aldım. Ardından masamın çekmecesinden hançerimi alıp belimdeki kemerin arasına yerleştirdim ardından pelerinimi giyip başımdaki örtüyü düzelttim. 

Sessiz adımlar ile taşlığın önünden geçip Harem binasından çıktım. Dışarı çıktığım gibi nefes kesen bir hava ile karşılaştım. Bu kış hayli bir hayli zor geçecekti belli. Etrafta göz gezdirince avlunun sonunda duvarın arkasından yansıyan iki siluetin gölgesini gördüm. Hızlı adımlar ile oraya varınca siyahlara bürünmüş Ahmed ve Hüseyin ile karşılaştım. Bir süre üçümüz birbirimize bakıp sustuk ardından Ahmed elimi tutup beni de yanlarına çekti. Aynı anda nöbetçilerin adımları yükseldi, nöbet değişimine denk gelmiştik. Üçümüz de sessiz adımlar ile Sarayın upuzun bahçesinde süzülmeye başladık. Çalıların arasından geçerek kendimizi kamufle ederken çıt çıkarmıyorduk. En sonunda atların bulunduğu ahıra vardık seyislerin işleri bittiği için ortalıkta kimse yoktu.

Ahmed ile Hüseyin koşar adım İlerleyip atlarımızı hazırladı. Gece hazır olduğu gibi saklandığım yerden çıkıp yanlarına gittim ve Ahmed'in yardımı ile bindim. Üçümüz de hazır olunca Ahmed'in gizli kapısına doğru yola çıktık. Özgürce hareket etmenin verdiği heyecan ile 32 diş gülüyordum. Bir yanım yalnız başımıza habersizce ortadan kaybolmamızın yanlış olduğunu haykırıyor olsa da geçen sefer başımıza bir şey gelmediği için rahattım.

Açılan kapıdan geçip ormanın derinliklerine doğru koşmaya başladım Gece özgürce koştuğu için dengemi koruyamıyordum, çok hevesli ve mutluydu. Aynı bizim gibi. Ahmed ile Hüseyin sonunda bana yetişince gülerek onlara baktım. Sağımda Ahmed, solumda Hüseyin limana doğru koşturuyorduk.

Hızımı arttırıp ikisini de geçtim galibiyetin verdiği mutluluk ile kahkaha atarak onlara bakmak için arkamı döndüğümde koca bir boşluk ile karşılaştım. Yoklar! Aniden dehşete kapılıp etrafı incelerken hızımı da düşürdüm. Korkarak dudaklarımı araladım. Nereye kayboldular?

Derin bir nefes alıp önüme döndüğümde çığlık atmamak için kendini zor tuttum. "Ahmed! Neredesiniz siz çok korktum!" İkisi de birbirine bakıp gülmeye başladığı an nefesimi vererek dizginleri sıktım.

Ahmed gülmesini kesip yanıma yaklaştı. "Rakibini asla hafife almayacaksın Hilal." dediklerini şaşkınlıkla dinledim. Gıcıklığına mı yaptılar yani?

"Aşk olsun ama ben size bir şey oldu sandım çok korktum." suratımı asıp üzgünce ikisine baktım ve yavaş yavaş ilerlemeye devam ettim. Limana kadar ikisi de benimle konuşmaya çalışsa da ben yüz vermedim öyle şaka mı yapılır yahu... 

Durduğumuzda attan atik bir hareketle inip Gecenin ipini ağaca kendim bağladım ve yelesini okşayıp onu sakinleştirdim.

"Hilal cidden bu kadar çok mu kızdın?" Ahmed yanıma gelmiş kendince olayı yumuşatmaya çalışıyordu. Ama yemezler. 

Onu dinlemiyormuş gibi yapıp başımı başka bir yöne çevirdim ve trip atmaya devam ettim. Elbisemin eteklerini toplayıp sakince kayıkların yanına ilerledim. Ahmed, Hüseyin ile bir süre arkamda kaldı ardından kendi aralarında konuşup peşime takıldılar, bana her yaklaştıklarında ya hızımı artırdım ya da başka yöne saptım. Gıcıklığına etrafımızda bile daire döndüm ki onlar bunu anlamadı ve kendilerine sataşmaya başladılar. En sonunda rastgele bir kayığın başında durdum ve gelen ayak seslerine kulak verdim doğrusu şu anda olduğumuz durum çok saçmaydı sırıtmadan edemedim ve sessizce kıkırdadım. 

"Duydum güldün!" Ahmed gülerek önüme atlayınca bende dayanamayıp gülmeye başladım.

"Oh sonunda." Arkamdan gelen iç çekişin sahibi olan Hüseyin'e gülerek dönüp omuzlarımı silktim. "Sevmem ben öyle şakaları." diyerek kaşlarımı çatınca Ahmed lafa girdi "Tamam bir daha olmayacak." Ahmed'e kuşkuyla baktıktan sonra Hüseyin'e dönüp kaşlarımı çattım. "Söz mü?" dediğim an iki si de birbirine bakıp susmaya devam etti. 

Yeniden sinirle oflayıp Ahmed'e sinir dolu bakışlar attım ama nafile o hala gülüyordu en sonunda bende pes edip onlarla gülmeye başladığımda ıssız akşamı şen kahkahalarımız ile güzelleştirdik.   




Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top