Bölüm 3 "Eskişehir"
Bölüm 3 "Eskişehir"
Benim sıkıntıyla tırnaklarımı yediğim bir buçuk saatlik hızlı tren yolculuğundan sonra Eskişehir'e varıyoruz. Elimizde Google haritalar Ebru'nun bizimle buluşacağı yere yol tarifi almış orayı bulmaya çalışırken Cansu yandan pis pis bana bakıyor. Buluştuğumuzdan beri sinir oldu bana.
Ebru'yu bir ağacın altında oturmuş bizi beklerken görünce o tarafa doğru yürüyerek iki buçuk aydır görüşmediğimiz arkadaşımızın yanına gidiyoruz. Ebru da en az Cansu kadar heyecanlı gözüküyor.
"Ay sonunda gelebildiniz bi bulamadınız yeri ya."
Parmağımla Cansu'yu gösteriyorum. "Bunun suçu. Beni bir dinlese yarım saat önce gelmiştik."
"Yaa tabi benim suçum. Sana gardan inince adama soralım dedim dimi? Biz mühendis olacağız adres bile bulamayacaksak diye tutturdu."
"Noluyor bakayım size?"
Cansu bu sefer beni parmağıyla gösterdi. "Valla trene bindiğimizden beri böyle. Noldu diyorum anlattığı da yok."
Sabahtan beri yaptığım gıcıklıklar beni bile sinir etti doğrusu. Yaklaşık bir aydır bu geziyi planlamıştık şimdi böyle yüz sallamak beni de geriyor. Omuzlarımı kaldırıp ofladım. "Anlatacak bir şey yok da ondan. Gerçekten yok."
Alper konusunu bu zamana kadar hiç anlatmamışken şimdi asla anlatamam. O yüzden yalandan kim ölmüş? Şahsen ben bu zamana kadar ölmedim çok şükür. Süründüğüm doğrudur ama.
Ebru ikimizin kolundan tutup ortamıza geçiyor, bugünkü neşesini ben bile bozamayacağım sanırım.
"Şimdi size öyle bir çiğ börek yedireceğim ki hiçbir şeyiniz kalmayacak."
Yaklaşık on dakikalık bir yürüyüşün ardından Ebru bizi bir hayli eski ahşap bir konağın önüne getiriyor. Eskiden konak olan bu yer yıllar içinde alt katı lokanta üst katı ise gördüğüm kadarıyla butik otel olarak kullanılmakta.
Konağın avlusuna beş masalık küçük bir yer yapmışlar içeri de daha fazla masa ve küçük tabure görüyorum. Ebru dışarıda yer olmasına rağmen bizi içeriye sokuyor böylece ahşap konağın iç kısmını da görme imkanı buluyoruz.
İçeri girdiğimizde bizi ilk karşılayan şey mis gibi kokan çiğ böreğin kokusu oluyor. Koku öyle güzel ki bir an istemsizce parmaklarımın üstünde yükselip mutfağa doğru bakış atıyorum. Konağın ahşap duvarları hasırdan ve camdan süslemelerle dolu. Pembe, yeşil, mavinin öyle güzel tonlarıyla işlenmişler ki dünden beridir içimde biriken sıkıntının bu güzel çiğ börek kokusu ve konağın o mşstşk havasıyla bir parça dağıldığını hissediyorum.
Ebru bizi konağın bahçesine doğru yeşilliklerin arasına götürüyor. Küçük masamıza yerleşirken en fazla on iki, on üç yaşlarında bir çocuk siparişlerimizi almaya geliyor.
"Ne getireyim Ebru abla?"
"Hüseyin sen bize üç porsiyon çiğ börek, bir kıygaşa yanına Muhittin abinin keçi peynirinden bir de yufkalı büryan getir. Üç de demli çay olsun. Ama çaylar taze olsun bak geçen geldiğimde verdiğin çay beklemişti."
"Geçen gün akşama doğru geldin abla ondan öyle oldu, çayı yeni demledik ben hemen getiririm şimdi."
Anlaşılan Ebru'nun tanıdığı bir yer burası. Özel masamızı da buna borçluyuz. Küçük bahçenin yeşilliğinde otururken kafamızı azıcık kaldırsak odunpazarının evlerini görebiliyoruz.
Yerimiz çok güzel, hava da mis gibi o öğlene doğru çıkan aşırı sıcaklar gelmedi daha. Saatime bakınca on buçuk olduğunu görüyorum.
"Evet Ebru Hanım bugünkü planımız nedir tam olarak? Bir de şu kuyruk yağı kılıklı arkadaşına da söylersen neyi varmış anlatsın bize artık. Alınmaya başlayacağım birazdan"
Kafamı kaldırıp Cansu'nun biraz buruk biraz da kızgınlık dolu yüzüne bakıyorum Ebru da ev sahibi ağırbaşlılığı ve görev bilinciyle gülümseyerek taburesinde dikleşiyor. Üç yıldır yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmeyen arkadaşlarımın neşesini gördükçe kendime daha da sinir oluyorum. Buluştuğumuzdan beri surat sallayıp duruyorum kızlara, hem de geçmişte yaşanmış, kızların haberinin bile olmadığı bir olay yüzünden onların da keyfini kaçırıyorum.
Başlarım böyle aşkın ızdırabına ama.
Adam daha gelmeden panik ataktan öleceğim. Hayatı şimdiden zindan ettim bile kendime. Bugünü kendime daha fazla dar etmemeye karar veriyorum, hem Alper'in bizim mahalleye taşınmaması için elimden ne gelirse yapacağım.
"Kuyruk yağı derken senden bahsediyordu kanka."
Suratımı sallayıp Ebru'ya dil çıkarttım. "Farkettim canım."
"İyi artık neyin var söyle de kurtulalım bizde."
Derin bir iç çekip Alper konusunu bugün için kesinkes rafa kaldırıp otuz iki diş sırıtıyorum Cansu'ya.
"İyi peki. Madem bu kadar ısrar ediyorsun....söyleyeceğim artık... Sabah giydiğin şu ucubik eteği bir gördüm... bütün estetik zevkim, tadım tuzum kaçtı Cansu. Kendime gelemiyorum."
Cansu yüzünü iyice buruşturup cık cıklarken Ebru kahkaha atarak beni onayladı. "Hakikaten kızım bu ne tuhaf bir etek be. Çıfıt çarşısı gibi içinde hangi renk arasan var."
"Beğendim aldım kızım ne güzel işte ayrıca hep koyu renk mi giyeceğiz?"
"Valla ben senin üzerinde siyah beyaz ve gri dışında renk görmedim canım. Bu biraz radikal bir değişiklik olmamış mı?"
"Gökkuşağı eteğine kusmuş gibi Cansu."
Cansu sonunda yılgınlıkla omuzlarını indirerek yüzünü astı. "Of... iyi be tamam. Murat aldı eteği o da sizin gibi sürekli siyah beyaz giyindiğimi söyleyip renkli giyinmemi istiyormuş. Hayır renklere yavaş yavaş geçsek olmuyor muydu? Panayır alanı gibi etek bulmuş ya. Sabah da tutturdu bugün eteği giy diye. Sabah evden çıkmadan görüntülü aradı manyak."
Cansu sevgilisiyle ilgili konuşmaya başladı mı susturmak pek mümkün olmazdı zaten bugün ben pek konuşmaya hevesli olmadığımdan çene düşüklüğünü memnuniyetle kabul ettim.
Çiğ böreklerimiz ve diğer yemeklerimiz geldiğinde masayı mis gibi bir koku aldı. Saat altıdan beri ağzıma lokma koymamıştım hemen tabağımı çekip sıcak sıcak çiğ börekten koca bir ısırık aldım. Ağzım biraz yanmıştı ama kıyma hamuruyla birlikte öyle güzel kızarmıştı onu yutar yutmaz yeni bir lokma daha aldım. Cansu'nun da benden kalır yanı yoktu Ebru bize bakıp gülerek "Boğulacaksınız açlar. Muhittin abi tanıdık rezil ettiniz beni." diye söylense de üzerime alınmadan ikinci böreğimi de mideme indirdim.
Yuvarlak küçük bezeler halinde çiğ börek gibi kızartılmış diğer böreği elime alıp ortasına keçi peynirini koyup ısırdığımda tadı hem çok tanıdık hem de değişik geldi.
"Ebru bu pişiye benziyor ama sanki tam değil gibi de anlayamadım."
"Kıygaşa o. Keşmeşe de denir buralarda. Yapımı da pişiye çok benzer zaten ama farklı olarak hamuruna çörek otu konuluyor değişiklik oradan gelmiştir. Tatar göçmenlerinin Eskişehir'e kazandırdığı lezzetlerden biridir. Aslında genelde kandiller de ve arife günlerinde yaparız ritüel gibi yani. Ben özellikle Muhittin abinin keçi peyniriyle çok severim".
An itibariyle kıygaşayı bende Muhittin abinin keçi peyniriyle çok sevdim. Sanki az hamur yemişim gibi aynı merak ve açlıkla yufkalı böreğe geçiyorum. Cansu ağzına tıktığı yufkalı büryan böreğini yutmadan Ebru'ya dönüyor.
"Kızım ne güzelmiş bu. Bak ciğ börek getirdin de bundan hiç getirmemiştin. Ayıp ediyorsun Ebru."
İkisi atışırken yufkalı büryan böreğini ısırıyorum bende. Normalde sabah sabah tavuklu bir yemek yemem ama bu börek başka bir şey gerçekten. Içi tavuk eti, iç bademle yapılmış mis gibi pirinç pilavı dışı incecik açılmış hamurla birleşince insanın yedikçe yiyesi geliyor. Soğanın ve baharatın tadı hafif hafif arkadan geliyor ki...
Eskişehir'i şimdiden çok sevdim ben. Bayıldım hatta.
***
O kadar hamur işini yedikten sonra en aşağı üç kilometre yürümeden kendime gelemem ben. Pantolonumun düğmesi zorluyor şu an. Nasıl yediysek. Ebru'ya dönüyorum.
"Ebru acayip şiştim ben."
"İyi ya bizde bol bol yürüyeceğiz zaten. Gelin hadi ilk istikamet Odunpazarı."
Küçük bir yokuşu çıkar çıkmaz Odunpazarının rengarenk evleri karşılıyor bizi. İki katlı, küçük dikdörtgen pencereli evleri görünce biraz Hamamönündeki evlere benzetsem de itiraf etmeliyim Hamamönündeki o her şeyin yeni yapıldığı izlenimini burada hissetmiyorsunuz. Burada ki evlerin, yaşanmışlıkları ve anlatacakları varmış hissiyle doldum. Bu sıra da Ebru'da anlatmaya başladı.
"Eskiden burada yaşayan köylüler dağlardan getirdikleri odunları şu ileride göreceğiniz Sebahattin Günday parkının meydanında satarlarmış. O zamandan beridir de buraya Odunpazarı demişler. Eskişehir'in en eski yerleşim yerlerinden biridir burası."
Ahşap süslemeli cumbalı evlerin arasında, arnavut kaldırımında yavaş yavaş yürürken etrafımızda iyiden iyiye kalabalıklaşmaya başlıyor. "Türk mimarisi gelişmemiştir diyenlere cevap niteliğinde bir yer burası."
Ebru da onaylıyor beni. "Aynen UNESCO Dünya Mirası listesine de girdi zaten burası."
Özellikle o muhteşem kapıların önünde bol bol fotoğraf çekiyoruz. Türlü türlü tuhaf mimiklerle çektiğimiz fotoğraflardan birinde bile doğru düzgün çıkmadığımızdan o kadar eminim ki.
Evleri geri de bıraktığımızda Ebru bizi büyük bir caminin avlusuna sokuyor. Rengarenk güllerin dikildiği avludan içeri girer girmez burnuma yoğun bir gül suyu kokusu geliyor. Kafamı kaldırdığım anda buranın aslında cami değil bir külliye olduğunu görüyorum. İçi kiremit kırmızısı çizgili desenlerle kaplı külliye yıllara meydan okuyan, tarih yüklü heybetiyle bizi karşılıyor.
"Burası Kurşunlu Cami ve Külliyesi. Caminin kubbesi kurşunla kaplı olduğundan Kurşunlu Cami deniyor. 1525 yılında Kanuni Sultan Süleyman zamanında yaptırılmış. Mimar Sinan dan önce mimarbaşı olan Acem Ali tarafından yapılmış. Asıl adı Alaeddin Ali Bey. Külliyenin içinde cami, şadırvan, zaviye, talimhane, harem, türbe iki de kervansaray bulunuyor. Şimdi sizi götüreceğim kervansarayları sıcak cam üfleme atölyesi ve cam sanatları merkezi olarak yapmışlar.
Caminin etrafını gezdikten sonra Atlıhan El Sanatları Çarşısına giriyoruz.
"İşte eskiden Odunpazarının toplanma yeri burasıymış. Anneannem burayı Atlıhan olarak değil Odunpazarı Çarşısı olarak söyler hep. Içeri de lüle taşından bir sürü hediyelik eşya bulabilirsiniz. Bakalım hadi."
Atlıhan Çarşısı U şeklinde bir alana yapılmış iki katlı bir han. Hanın girişinde gittikçe küçülen dört katlı bir fıskiye var. Küçük küçük sıralanmış dükkanların sonuna kadar açık kapıları buram buram tarih kokuyor sanki.
AVMlerin parlak spot ışıklarından, abartılı vitrinlerinden ve küreselleşmenin o tek düzeliğinden nefret ettiren mimarisinden sonra buranın anlattıkları çok başka geliyor insana.
Ebru'nun dediği gibi gerçekten de lüle taşından envai çeşit hediyelik eşyalar var burada. Özellikle Cansu hemen her dükkanı tek tek gezmek ve bir şeyler almak konusunda aşırı hevesli olduğu için en az bir saatimizi çarşıda geçiriyoruz.
Cansu en az on beş küçük paketi çantasına sıkıştırmaya çalışırken şaşkınlıkla ona bakıyorum.
"Napayım kızım benim beş tane teyzem var. Her birinin de maşallah en az iki kız var. Almazsam beynimi yerler benim."
Kendi çantasına sığmayınca bir kısmını da ben sırt çantama koyuyorum. Aklı lüle taşından anahtarlıkta kalan Cansu son kez diye diye karşı dükkana girince ben de Ebru'yla birlikte küçük bir tabureyi oturuyorum. Onun aksine ben daha minimal bir alışveriş yaptım; Sude'ye bir bileklik, anneme yıldız şeklinde bir kolye abime de lüle taşından bir tesbihle her yerde gördüğüm lüle taşından yapılmış bir pipo aldım. Ebru başını çevirip benim elimdeki poşetlere baktı.
"Ee sen ne aldın kendine?"
"Bir şey almadım."
"Niye ya hatıra olurdu işte. Üç yıl sonra ancak geldiniz bir daha Allah bilir ne zaman geleceksiniz."
Öyle de ne bileyim sallantılı küpe takamıyorum ki ben onlar sallanıp kulağıma çarptıkça çıkan ses gün sonunda kafamı döndürüyor benim. Çın çın gitmiyor kulağımdan. Kolyeler de çok büyük geldi gözüme. Başkasına alırken biliyorum da işte kendime bir şey seçerken hep boşuna almayayım takmam ben bunu gibi hissediyorum.
Önünde oturduğumuz dükkana bakışlarımı çevirdiğimde küçük vitrinde daha farklı tasarımlar görüyorum. Lüle taşının üzerine renkli renkli boyalarla işleyerek lale motifi verilmiş bir kolyeye gözüm takılıyor. Daha önce gördüklerime pek benzemiyor buradakiler. Ebru'yla içeri girdiğimizde öğreniyoruz lüle taşının üzerine renkli kağıtları yakarak tek tek elde yapıyormuş ustası.
İnce deri bir kayışa geçirdiği bu küçük lale motifli kolyeyi elime aldığımda garip bir sahiplenme duyuyorum. Adam tespihini de yanında uzatınca önce itiraz edecekken az önceki sahiplenme hissiyle tespihi de elime aldım. Bir eşyayı ilk gördüğümde bu kadar benimsemeye başlamak garip geliyor aslında.
Tespihin her bir taşı minicik lalerin rengarenk işlemeleriyle kaplı. Nedense boynuma taktığım kolyeden ayıramıyorum ikisini. Halbu ki abime tespihini aldım zaten o böyle renkli şeyleri sevmez siyah lüle taşından aldım ona. Babam desen hayatında tespih çekmez.
"İkisini bir yaptım." diyor adam. "Ayrılmasın onlar." Muhtemelen elindekini satmak için dediğini de biliyorum ama yine de sözleri hemencecik kabul ederek tespihi çantama atıp cüzdanıma uzanıyorum.
Pekala ayrılmasınlar bakalım.
***
Sonra ki durağımız Lüle Taşı Müzesi. Cam rafların içine yerleştirilmiş lüle taşından yapılmış onlarca küçük heykel meraklı ziyaretçilerine bakıyor sanki. Müzenin içini gezerken ince bir erkek bedenini anımsatan heykele bakıp, sanatçısının adını okumak için yaklaştığımda hemen yanımda ki yaşlıca bir adam bana dönüyor.
"Lüle Taşının nasıl ortaya çıktığını biliyor musun bakalım?"
Aniden sorusu üzerine irkilsem de gülümseyerek cevaplıyorum. "Sepiyolit denilen bir mineral aslında. Bu kadar çok çeşit işlemesi yapıldığına göre de kolay işlenebilen gözenekli bir yapısı olması gerekiyor. İşlendikten sonra kuruyor ve direnç alıyordur değil mi?"
Adam benim söylediklerimden hiç memnun olmamış olacak kafasını iki yana sallayarak eliyle baktığım heykeli gösteriyor. Ayakta dikilen erkeğin hemen yanında duran küçük köstebeği gösterdiğinde onu ilk baktığımda görmediğimi fark ediyorum.
"Rivayete göre lületaşını ilk bulan ve lületaşının yer altı yolunu gösteren köstebekmiş. Bir yaz günü Karatepe mevkiinden civar başka bir köye gitmekte olan bir delikanlı yorulunca, yere bağdaş kurup azığını çıkartmış, ne varsa yemeğe koyulmuş. İşte ne olmuşsa o zaman olmuş birden ayak ucunda gözüne takılan bir delikten, önü sıra ite kaka bir beyaz taşı yuvarlayıp çıkaran bir köstebek görmüş. Delikanlı yuvarlağı bir süre parmaklarının arasında dolaştırmış, sonra bıçağını çıkarıp başlamış bu süt beyaz taşı yontmaya. Daha ilk bıçak sürmesinde kendi dünyasında şimdiye kadar duymadığı, insanı taa içten yakan, deli divane eden bir ses: "Ah insanoğlu bana kıymasaydın ya!" diye bir feryat koparmış... Delikanlı şaşırıp elinden taşı atmış. Taş yere düşünce ayın on dördü gibi bir kız
olmuş!.Sonra ufalanmış, yusyuvarlak, tostoparlak bir hale gelmiş. Delikanlının şaşkın bakışları arasında yuvarlana yuvarlana geldiği deliğe girip kaybolmuş. Delikanlı durur mu, başlamış deliği eşelemeye!... Ay batmış gün doğmuş, gün batmış ay doğmuş, ay batmış gün doğmuş... Delikanlıyı arayan köylüler, delikanlıyı 7 kat yerin altına giden dapdaracık bir kuyuda boğulmuş olarak bulmuşlar. Yalnız, derisi yüzülmüş kanlı parmakları sıkı sıkıya birkaç lüle taşını tutuyormuş.
Yaşlı amcanın hikayesi bittiğinde Ebru'yla Cansu'nun hemen arkamda bizi dinlediğini görüyorum.
"Eh böyle güzel bir taşı benzetmek için kadın metaforu kullanılması beni hiç şaşırtmadı. Biz olmasak Dünya'nın estetik ve sanat anlayışı ne olurdu ya?"
Cansu'nun sözlerine gülümseyen yaşlı amca kızlara dönüp bir şeyler daha anlatırken bakışlarım tekrar delikanlıya ve hemen yanında ki köstebeğe kayıyor. Gittiğim yerlerde ki bu tür efsaneleri hep çok sevmişimdir, bereket versin efsane yazmayı da anlatmayı da çok seven bir millet olduğumuz için gittiğim her yerde oraya özgü bir hikaye duymak mümkün oluyor.
Amcanın anlattıklarıyla birlikte önümde ki heykel daha bir anlam kazanıyor sanki. Birkaç adım gerileyip sırt çantamın iplerini tutarken adama dönerek gülümsüyorum.
"Hikaye için teşekkür ederiz. Sanırım heykeli yaparken sizin de motivasyon kaynağınız bu efsane olmuş."
Çok emin değilim aslında heykelin kendisine ait olduğuna ama amcanın duruşunda, sesinde ve kendine güveninde bir şeyler bana bu heykelin onun elinden çıktığını söylüyor. Adam gülümseyip başını salladığında da iyice emin oluyorum.
"Doğrudur. Efsaneler olmasa halimiz nice olurdu? Ama sen yine de efsane deyip geçme olur mu? Merak uğruna taşı yontacağım derken öbür yandan insan kıyma e mi? Sonra bizim oğlan gibi tırnakların kanaya kanaya çok ararsın da belki bulursun belki de bulamazsın."
Sanatçıların ve özellikle heykeltraşların biraz kaçık insanlar olduğunu söylerler hep sanırım az biraz hakları var. Amcanın ne demek istediğini esasen mantıklı bir şeyler deyip demediğini bile pek anlamasam da gülümseyerek kafamı sallayıp kendisine veda ederek müzeden ayrılıyoruz.
Lületaşı müzesinden sonra gittiğimiz Çağdaş Cam Sanatları müzesi ve Balmumu Heykeller Müzesini de geziyoruz. Müze gezmek benim Allah'tan arayıp da bulamadığım şey o yüzden her bir gittiğimiz yerde hem işlemeciliğin hem sanatın o güzel dokusunu görme imkanı buluyoruz.
Kurşunlu Cami ve Külliyesinden çıktığımızda arkama dönüp misafirperveliği için teşekkür ederim içimden. Tarihe, yaşanmışlıklara ve en önemlisi burada yaşayan şu an bizim bu güzel hislerle buradan ayrılmamıza vesile olan herkese giden içten bir teşekkür benimki.
Buradan daha fazla geç olmadan Tanınmış Helvacı'ya helva almaya gidiyoruz. Dükkanın başında epey kuyruk var. Zaten abim Eskişehir'e gittiğimden haberi olmadığı için bir ton laf edecek bir de yaz helvasını almazsam iyice çekilmez bir hal alacağını bildiğimden mecburen bekleyeceğiz.
Cansu da bende helvalarımızı aldığımızda saat beşe çeyrek var. Ne kadar gezmişiz böyle, ayağımın ağrımaya başladığını anlamıştım ama altı saatten fazladır gezdiğimizi farketmemiştim.
"Biraz yokuş çıkacağız şimdi. Ama size harika bir Eskişehir manzarasında müthiş bir Balaban Kebabı yedireceğim."
Biraz dediği yokuşa geldiğimizde aslında hiç de biraz olmadığını görüyoruz.
"Biraz mı? Ebru sen sayısalcı olduğundan emin misin? Hiç geometri dersi aldın mı kanka? Neredeyse doksan derece burası."
Cansu'da bacaklarını ovalarken benden bir farkı yok, Ebru'nun sözlerimi ve sızlanmalarımızı pek ciddiye almadığının farkındayım.
"Hadi hadi söylenmeyin. On dakika da çıkarız. Hem burası kuzenimin yeri bizden para da almaz beleş yemek işte zaten karnım çok acıktı."
"Valla benim de çok acıktı. İki saat önce yediğimiz haşhaşlı gözlemeyi sindireli çok oldu."
Biraz söylenerek biraz da güle oynaya çıktığımız yokuşun başında bizi küçük ama çok samimi gözüken bir lokanta karşılıyor. Içerisi bir hayli kalabalık. Benim gördüğüm kadarıyla küçük masaların hepsi dolu.
Kasanın hemen arkasından uzun boylu, esmer genç bir adam çıktığında Ebru o tarafa yönelerek adamla kucaklaşıyor. Muhtemelen kuzeni olmalı.
"Furkan abi arkadaşlarımla tanıştırayım. Cansu ve Derya benim sınıftan arkadaşım. Cansu'yla aynı zamanda ev arkadaşıyız. Derya'yı zaten biliyorsundur sağolsun annesi bizim Ankara'da hayatta kalabilme nedenimiz." Ebru gülerek bana baktığında bende gülümsüyorum. "Leman teyze evde ne pişerse bize de gönderiyor. O yüzden Derya'yla asla küsemem Cansu'yu boşver de Derya'nın kebapları büyük porsiyon olsun, güzel pişsin olur mu?"
Cansu yüzünü asarak homurdandığında Ebru'nun Furkan abisi de gülerek başını sallıyor. "Olur mu hiç size bol tereyağlı, bol köfteli kebaplarınızı hazırlarız. Siz şöyle arka tarafta ki manzaralı masalara geçin."
Gösterdiği yere doğru giderken Eskişehir'li bir arkadaşımızın olmasına şükrediyoruz an itibariyle. Eskişehir manzarası bütün güzelliğiyle gözümüzün önündeyken hafiften de bir rüzgar esmeye başlıyor ki mis gibi köfte kokusuyla birleşince yorgunluğumdan eser kalmadı şu an.
"Ben tereyağlı dedim ama istemezseniz tereyağ ve salça koymayalım."
Cansu çantasını sandalyesine asarken hemen atlıyor. "Olur mu abi tereyağı, salçası bol olsun biz çok severiz."
Cansu'nun heyecanlı açlığı karşısında gülümseyen adam aynı soru soran gözlerle bana döndüğünde bende usulca kafamı sallıyorum. "Ben de aynı şekilde yerim. Teşekkür ederiz."
Adam kafasını sallayıp bana da gülümserken sanki biraz uzun bir süre yüzüme bakıyor gibi geldi. Ben fark etmemiş gibi bakışlarımı telefonuma çevirdiğimde Cansu'nun içine içine güldüğünü ve bana pis pis baktığının farkındayım.
"Kanka Furkan abi senin kuzen olmasa da ben yine de yemekleri beleş yiyeceğimizi düşünüyorum şu an."
Karşımda arsız arsız gülen arkadaşıma ateş saçan gözlerle bakarken Ebru'da bıyık altından gülüyor.
"Nedense bende öyle hissettim Cansu."
"İkinizde bu susar mısınız acaba?"
Uyarımı ciddiye almayan Cansu elini çenesinin altına koyup bardağından bir yudum su alıyor. " Ebru bu nasıl kebapçı kuzen Allah aşkına? İlah mısın silah mısın Furkan abi? Şu boya posa bak maşallah." Sonra ansızın bana dönüyor. "Kanka aklın varsa kaçırma bu kebapçıyı girdiğimizden beri nasıl baktı sana öyle valla köfte olsan küle dönmüştün o derece. Zaten sen eti de çok seversin. Gül gibi bakar bu çocuk sana."
Boynuma kadar kızarırken Ebru'nun yandan yandan gülerek bana baktığını gördüm ve masanın altından Cansu'nun ayağına tekmeyi bastım. "Saçmalama ! açlık çenene vurdu senin susacak mısın artık!"
Cansu ağzına böldüğü ekmeği atarken kafasını salladı. "Susamam valla zaten size çok sinirliyim böyle yakışıklı abileri karşıma çıkarmak için benim sevgili yapmamı beklemişsiniz resmen aşk olsun."
Ebru'nunkini anladım da benim abimi ilk yıldan biliyordu zaten.
"Benimkini ilk gördüğün gün dibin düşmüştü zaten Cansu bende başka abi yok."
"Selim abi başka. O kalbimin ulaşılamaz, yasak aşkı. Ben onu demiyorum geçen sizin evden dönerken karşılaştığımız uzun boylu, geniş omuzlu, kumral abiyi diyorum."
Allah allah kimden bahsediyor bu?
"Hani elinde beyaz bir torbayla size zeytin getiren adam var ya?"
Ha Akın abiden bahsediyor. Ekmeğimi bölerken omuz silkiyorum. "Sevgili yapamadan okulu bitireceğim diye telaş yaptın, atladın Murat'ın üstüne ne yapalım bir beklemedin ki?"
"Ne bekleyeceğim kızım bir de bulma dörde kalma demişler. Bizde üçe geçtik işte. Köprüden önce son çıkışlar bunlar, aklı başında çocukların hepsi kapılıyor haberiniz olsun. Alık alık bakıp durmayın artık."
Nedense o an Cansu'nun Gülseren teyzeyle çok iyi anlaşacağını düşünüyorum. Kafalar aynı maşallah pırıl pırıl.
Sıcak sıcak dilimlenmiş tırnak pidelerin üzerine dosmates sosu, yoğurt en son da çıtır çıtır ızgara köfteler ve terayağla buluşunca ne kadar acıktığımı bir kez daha anlıyorum. Bir hayli cömert doldurulmuş porisyonlarımızı biraz zorlanarak da olsa bitirdiğimizde arkasına hemen künefe geliyor. Yiyecek yerimizin olmadığını söylesek de Ebru'nun kuzeni bizi pek dinlemeyerek sıcak künefeyi dilimliyor ve ilk dilimi gülümseyerek benim tabağıma bırakıyor.
Garsonun getirdiği çayı da kendisi servis edince iyiden iyiye kızarmaya başlıyorum. Cansu gülmemek için ağzına künefe tıkarken Ebru'da kuzeninin bu yakın ilgisinden memnun gözükerek çayını yudumluyor. Bense birazdan yangın var diye bağıracağım.
Neyse ki tren saatimiz yaklaşıyor da orada daha fazla oturmamıza gerek kalmadan ayaklanıyoruz.
"Biz hesabı alalım artık tren saatimiz yaklaşıyor."
Adam söylediğim çok tuhaf bir şeymiş gibi kaşlarını çatarak kafasını salladı. "Bugünkü yemekleriniz müesseseden. "
"Olur mu ama? O kadar yemek yedik tatlı yedik. Lütfen en azından Cansu'yla ben ödeyelim yediklerimizi. Rica ediyorum."
Tanımadığım birinin yediklerimin parasını almamasını kabul edemem. Iyice rahatsızca yerimde kıpırdandım, Cansu'ya baktığımda maşallah hiç rahatsız gibi durmuyor.
"Yedikleriniz afiyet olsun. Misafirlerimizden hesap almayız. Hem maksat ayağınız alışşsın." Gözlerimin içine bakıp gülümseyerek konuşuyor. "Hem Ankara şurdan bir buçuk saat, ne zaman ki canınız çekti atlayın gelin. Seve seve ağırlarız sizi."
Ensemden yanaklarıma hücum eden sıcaklıkla pancar gibi olduğumdan emin bir şekilde sandalyemden kalkarken Cansu'nun densiz bir kaç şakasına maruz kaldım.
Trene ucu ucuna yetişip kendimizi koltuklarımıza attığımızda saatler önce Eskişehir'e gelirken ki o mutsuz, stresli ve gergin Derya'nın gittiğini, içimin biraz da olsa açılıp yüreğimin ferahladığını hissediyorum.
Teşekkür ederim Eskişehir. Mükemmel lezzetlerinle, tarihin baş döndürücü heybetiyle, insanlarının becerikli eserleriyle içimi, ruhumu açtın. Yeniden görüşeceğimizden eminim.
***
Derya'nın kolyesini de göstereyim size ^-^ Tasarım Rafi Işık
Pekala işte yayınladım =D Açıkçası yayınlarken çok gergindim zaten tamamen kendime yazdığım bir hikayeydi kafam dağılsın diye. Öyle bir an da esti yayınlayayım dedim. Buraya kadar okuduysanız ne düşündüğünüzü söylerseniz çok sevinirim çünkü bu kategori benim de kendimi biraz gergin ve telaşlı hissettiğim bir yer =)
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top