X
X
Bir çeyrek sonra odamda bir aşağı bir yukarı delice bir sabırsızlıkla dolaşıyor, ikide bir paravanaya yaklaşarak, aralıktan Liza'yı seyrediyordum. Başını yatağa dayayarak yerde oturuyor, galiba ağlıyordu. Çekip gitmiyor ve bu da beni deli ediyordu. Artık her şeyi biliyordu. Ona tamir edilmez bir şekilde hakaret etmiştim, fakat... bundan bahsetmenin ne faydası var. Liza ihtiras kasırgasının sadece bir intikam duygusu, ona karşı yeni bir hakaret olduğunu ve deminki nedensiz husumetin bu sefer doğrudan doğruya ona yöneltilmiş şahsi kıskançlıktankaynaklanan bir nefrete döndüğünü anlıyordu... Hoş, kesin olarak anlayıp anlamadığını da iddia edemem; ancak alçağın biri olduğumu, en önemlisi de onu hiç sevmediğimi kesinlikle anlamıştı.
Bana bunların imkânsız olduğunu, bu derece kötü, bu derece aptal olamayacağımı söyleyecekler, biliyorum; hatta Liza'yı sevmemenin, hiç olmazsa aşkını takdir etmemenin mümkün olmadığını da ilave edeceklerdir muhtemelen. Halbuki neden imkânsız olsun? İlkin sevmek elimden gelmezdi, çünkü bence sevmek, manevi üstünlük kurmak, zorbalık etmek anlamına gelir. Ömrüm boyunca başka türlü düşünmedim; hatta şimdi bile bazen sevginin sevdiğimizin bize gönül rızasıyla bağışladığı, kendine zorbalık etme hakkından ibaret olduğunu düşünüyorum. Yeraltı hayallerimde bile aşkı nefretle başlayan ve manevi zaferimle biten bir mücadeleden başka şekilde kuramıyordum, ama dize getirdiğim varlığı ne yapacağımı hiç bilemedim. Kadını canlandıran, onu uçurumun dibine kadar yuvarlanmaktan koruyarak yeniden doğmasını sağlayan biricik kuvvetin aşk olduğunu biliyorum, ama manevi varlığım o derece bozulmuştu ve "canlı hayattan" o kadar uzaklaşmıştım ki, demin bana "dokunaklı sözler" dinlemeye geldiğini sanıp kızı rezil etmeye kalkmamın da, dokunaklı sözler dinlemeye değil, bana olan sevgisi yüzünden geldiğini anlayamamamın da garipsenecek yanı yok bence. Gene de odamda bir aşağı bir yukarı dolaşarak arada bir paravanın aralığından bakarken Liza'dan pek öyle nefret ettiğim yoktu. Bana dayanılmayacak kadar ağır gelen, sadece burada bulunmasıydı. Bir an önce ondan kurtulmak istiyordum. "Sükûnet"e kavuşmayı, yeraltımla baş başa kalmayı istiyordum. Alışmadığım "canlı hayat", beni öyle bir sıkıştırmıştı ki, soluğum kesilecek gibi oluyordu.
Birkaç dakika daha geçti, Liza kendinden geçmiş gibiydi, hiç kıpırdamıyordu. Kendimi hatırlatmak için arsızca paravanı tıklattım... Birdenbire silkindi, yerinden fırlayıp atkısıyla şapkasını, paltosunu aramaya başladı; sanki o da benden bir an evvel kaçıp kurtulmak istiyordu... İki dakika sonra paravanın arkasından yavaş adımlarla çıkarak bitkin gözlerle beni süzdü. Çarpık bir gülümsemeyle karşılık verdim, ama zoraki, nezaket icabı bir gülümseme olduğu belliydi; hemen sonra bakışlarımı kaçırdım.
Kapıya doğru yürürken:
— Hoşça kalın, dedi.
Birden yanına koştum, elini yakalayıp avucunu açtım ve para sıkıştırdım... ve tekrar kapattım. Sonra, yüzünü görmemek için sırtımı çevirerek kendimi hızla odanın öbür ucuna attım...
Az kalsın şu anda bile yalan söyleyecek, bu hareketi kazara, kendimi bilmeden, düşüncesizliğimden yaptığımı yazacaktım. Fakat yalan istemiyorum artık; bu yüzden açıkça söylüyorum ki, avucunu açıp para sıkıştırmamın tek nedeni... kötülüğümdür. Bunu daha Liza paravanın arkasındayken ve ben odanın içinde aşağı yukarı dolaşırken düşünmüştüm. Yalnız şunu da söylemeliyim: Bu kötülüğü bile isteye yapmıştım, ama içimden, kalbimden gelmediğine, muzır kafamın işi olduğuna eminim. Merhametsizliğim o kadar yapmacık, zoraki, sadece kafa mahsulü ve kitap gibiydi ki, yaptığıma bir dakika bile dayanamadım; önce yüzünü görmemek için kendimi bir köşeye attım, sonra utanç ve ümitsizlikle Liza'nın peşinden koştum. Antre kapısını açıp dinledim.
Merdivenlere doğru, çekinerek:
— Liza!.. Liza!.. diye seslendim.
Cevap yoktu; merdivenin alt basamaklarında adımlarını duyar gibi oldum ve daha yüksek bir sesle:.
— Liza! dedim.
Gene cevap yoktu. Tam o sırada aşağıdan camlı sokak kapısının gıcırdayarak güçlükle açıldığını, sonra sert bir vuruşla kapandığını duydum. Merdivenleri bir uğultu kapladı.
Gitmişti. Düşünceli bir halle odama döndüm. Son derece üzgündüm.
Masanın önünde, oturduğu sandalyenin yanında durmuş, boş gözlerle önüme bakıyordum.
Böylece bir dakika kadar geçtikten sonra birden ürperdim: Tam önümde, masanın üzerinde, demin onun avucuna sıkıştırdığım beş rublelik buruşuk, mavi banknotu görmüştüm. Bu aynı banknottu; başkası olamazdı, zira evde bundan başkası yoktu. Şu halde Liza, ben kendimi odanın öbür ucuna attığım zaman bunu masaya fırlatmayı becermişti.
Ya ne olacaktı başka? Ondan bunu beklemeliydim. Peki beklemiş miydim? Hayır. O derece bencildim, insanları öyle hiçe sayıyordum ki, Liza'nın bunu yapacağı aklımın köşesinden bile geçmemişti. Buna dayanamadım. Hemen deli gibi giyinmeye başladım; elime geçenleri, hiç bakmadan aceleyle giyip Liza'nın peşinden dışarıya fırladım. O sırada Liza henüz iki yüz adım bile uzaklaşmamış olmalıydı.
Sokak sessizdi; hızını artıran ve dimdik yağan kar, beyaz bir çarşaf gibi tenha sokağı, kaldırımları örtmüştü. Yollarda tek bir canlı yoktu, etrafta çıt çıkmıyordu. Hüzün dolu sokak fenerleri boş yere göz kırpıyordu. Kavşağa kadar iyi yüz adımlık mesafeyi koşarak geçtikten sonra durdum.
"Ne yana gitti? Hem ne diye peşinden koşuyorum? Niçin? Önünde diz çöküp pişmanlık gözyaşları dökmek, ayaklarını öpüp affedinceye dek yalvarmak için mi?" Evet, bunu istiyordum; göğsüm parçalanacak gibiydi ve o anı asla ama asla soğukkanlılıkla hatırlayamayacağım. "Fakat ne lüzumu var?" diye düşündüm, "Belki hemen yarın, sırf bugün ayaklarını öptüğüm için ondan nefret etmeyecek miyim? Onu mesut edebilir miyim hiç? Bugün belki de yüzüncü olarak değerimi anlamadım mı? Hayatını cehenneme döndürmez miyim kızın?"
Karın altında durmuş, bakışlarımla bulanık, puslu havayı delmeye çalışarak bunları düşünüyordum.
Az sonra, daha evdeyken kurmaya başladığım, içimi kaplayan sızıyı köreltecek hayallere daldım: "Hakaretin silinmemesi onun için daha iyi, değil mi? Hakaret en yakıcı, en azaplı duygu da olsa, bir arınmadır! Nasılsa yarın gene ruhunu kirletecek, kalbini kıracaktım. Fakat uğradığı hakaret artık asla içinden çıkmayacak; düştüğü batak ne kadar zorlu olursa olsun, ruhunu yükseltecek, kinle arındıracak olan da yine hakaretimdir... hımm... belki de bağışlar... İyi ama bütün bunların ona ne faydası olur ki?"
Şimdi de kendi kendime şu lüzumsuz suali soruyorum: Kolay elde edilmiş bir saadet mi, yoksa insanı yücelten ıstırap mı daha iyidir? Evet, hangisi daha iyi?
Bütün bunları o gece evde manevi, ama sahici bir ıstırabın bitkinliği içinde düşünmüştüm. Bu derece azap, pişmanlık duyduğumu hiç hatırlamıyordum; peki Liza'nın peşinden sokağa fırlarken, yarı yoldan döneceğime dair hiç şüphem var mıydı? Liza'yla bir daha ne karşılaştım ne de hakkında bir şey duydum. Şunu da ilave edeyim: O gün kederimden hastalanacak hale gelmekle beraber, hakaretin, kinin faydasına ait cümlem beni son derece memnun etmişti.
Şimdi bile, üzerinden bunca yıl geçtiği halde bu hatıraları anmakla epey kötü oluyorum. Gerçi nice kötü hatıram var ama... bu "Notlar"a burada mı son vermeli acaba? Sanırım bunları yazmakla hata ettim zaten. Daha doğrusu, bu hikâyeyi yazarken yeterince utandım: Yani bu, edebi bir eserden ziyade günahlarımın kefaretini ödemek oldu. Bir köşeye çekilip ahlak bozukluğumla bütün bir ömrü nasıl heba ettiğimi, kötücül, boş gururum yüzünden yaşayan âlemle her türlü bağı keserek nasıl yeraltına çekildiğimi uzun bir öykü gibi anlatmanın hiçbir ilginç yanı yok elbette; hem romanda bir kahraman olmalıdır, halbuki benimkinde bir kahramanın tersi olan ne kadar özellik varsa kasten bir antikahramanda toplanmış. Bütün bu yazdıklarımın tatsız bir etki yaratacağına da eminim, zira hepimiz yaşamla bağını az ya da çok kaybetmiş, kör topal idare eden insanlarız. Hatta yaşamdan öylesine kopuğuz ki, gerçek "canlı hayata" karşı adeta tiksinti duyuyor, bize hatırlatılmasına dahi katlanamıyoruz. Öyle bir hale gelmişiz ki, gerçek "canlı hayat" bize adeta bir iş, bir ödev gibi görünüyor, onu kitaptan öğrenmeyi yeğliyoruz. Peki neden bazen telaşa kapılır, kimi kaprisler, çılgınlıklar yaparız? İstediğimiz nedir? Bunu kendimiz de bilmeyiz. Kaprislerimiz, isteklerimiz yerine gelse bundan ilk biz zararlı çıkarız. Bize daha fazla serbestlik vermeyi, ellerimizi çözmeyi, hareket alanımızı genişletmeyi, üstümüzdeki vesayeti kaldırmayı deneyin bir... sizi temin ederim, o anda tekrar vesayet altına girmeye can atarız. Biliyorum, belki bu sözlerime kızacak, bağırıp tepinmeye başlayacak, "Böyle konuşacaksanız yalnız kendinizden, o sefil yeraltınızdan bahsedin; 'biz, hepimiz'gibi tabirler kullanmaya kalkışmayın!" diyeceksiniz. Müsaade buyurun baylar, ben bu hepimizlikle kendimi haklı çıkarmak peşinde değilim. Ben kendi hayatımda, sizin cesaret edemeyip yarıda bıraktığınız şeyleri sonuna kadar götürdüm, o kadar; üstelik siz tabansızlığınıza sağduyu diyor, böylece kendi kendinizi aldatarak avunuyorsunuz. Buna göre ben sizden daha "canlı"yım. Daha yakından bakın! Biz bugün "canlı"nın nerede yaşadığını, neden ibaret olduğunu, adını sanını bile bilmiyoruz. Bizi tek başımıza bırakın, elimizden kitapları alın o saat şaşkına döner, ne yana gideceğimizi, kimden yana çıkacağımızı, kimi sevip, kimden nefret edeceğimizi bilemeyiz. İnsan olmak, yani gerçek, kendi vücuduna sahip, kanlı canlı bir insan olmak dahi bize güç geliyor; bundan utanıyor, ayıp sayıyor, bildik, genel anlamda insan olmaya çabalıyoruz hep. Aslında biz ölü doğmuş yaratıklarız; zaten çoktandır canlı olmayan babalardan dünyaya geliyoruz ve bundan da gittikçe daha çok hoşlanıyoruz. Bundan zevk alıyoruz. Yakında bir kolayını bulup doğrudan doğruya fikir dölleri olarak dünyaya geleceğiz. Ama yeter bu kadar; daha fazla "Yeraltından" yazmak istemiyorum...
Gene de bu çelişme düşkününün "notları" burada bitmiyor. O kendini tutamadığı için yazmaya devam etti. Ama biz burada durabiliriz sanırım.(1)
(1)Yeraltından Notlar ilk olarak 1864'te Epoha (Çağ) dergisinin Ocak, Şubat, Nisan sayılarında yayımlanmıştır.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top