VIII
VIII
Ama ben o gerçeği kolay kolay kabul etmek istemedim. Kasvetli rüyalarla dolu birkaç saatlik kurşun gibi bir uykunun ardından bir gün önce olanları hatırlayınca Liza'ya karşı taşkın duygularıma, o pek lüzumsuz facia sahneleriyle "yürek parçalamalara" şaşmaktan kendimi alamadım. "Siniri bozuk kocakarılara döndüm, tüh bana!" diye söylendim, "Hem ne diye adresimi eline sıkıştırdım! Ya gerçekten kalkar gelirse? E, gelirse gelsin, ne yapalım..." Fakat besbelli, en önemli mesele bu değildi; ne pahasına olursa olsun, Zverkov'la Simonov'a karşı bir an önce şerefimi kurtarmalıydım. En önemlisi buydu. O sabahın telaşı arasında Liza'yı unutmuştum bile.
İlkin Simonov'a hemen dünkü borcumu ödemeliydim. En son çareye başvurmaya karar verdim: Anton Antoniç'ten tam on beş ruble ödünç istemek. İşim rast gitti, Anton Antoniç'in neşeli bir günüydü, parayı hemen verdi. Buna o kadar sevindim ki, senedi imzalarken tam bir hovarda tavrıyla ve önemsiz bir olaydan bahsediyormuşum gibi, "Dün Hôtel de Paris'te bir âlem yapıp bir arkadaşı, daha doğrusu candan bir dostumuzu uğurladık; yüksek bir aileden, zengin, iyi bir mevki sahibi, nükteci, sevimli mi sevimli bir arkadaş... bilirsiniz, kadınlarla serüvenleri olan çapkınlardandır... eh, "yarım düzine" kadar da fazladan kaçırdık tabii..." diye açıklamalar bile yaptım. Bunları da çok rahat, gayet kendinden emin, hayatımdan memnun bir halde anlattım.
Eve döner dönmez Simonov'a bir mektup yazdım.
Mektubumun gerçek bir centilmene yaraşır, candan, apaçık ifadesini hatırlarken şimdi bile zevk duyuyorum. Gayet ustaca ve kibar bir tonla, en önemlisi de lüzumsuz gevezelik etmeden, bütün olan bitenlerde hep kendimi suçlu çıkarıyordum. "Eğer makbul sayılırsa tek mazeretim" içkiye alışık olmadığım için (güya) Hôtel de Paris'te beşten altıya kadar onları beklerken içtiğim tek kadehle sarhoş olmamdı. Önce Simonov'dan özür diliyor, izahatımı öbür arkadaşlara ve bilhassa da "hayal meyal hatırladığım kadarıyla" hakaret ettiğim Zverkov'a iletmesini rica ediyordum. Başım ağrımasa ve daha da önemlisi onlardan utanmamış olsaydım, hepsine bizzat gideceğimi de ekliyordum. Mektubumdaki ifade "serbestliği", hatta bir gece önceki "kepazelik" üzerindeki görüşümü her türlü açıklamadan çok daha iyi belirten bir çeşit (nezaket kaideleri dışına çıkmamakla beraber) kayıtsızlık pek hoşuma gitmişti; kısacası sayın bayların düşündüğü gibi, bu mesele yüzünden kahrımdan ölmediğim, tam aksine her şeyi öz saygısı olan bir centilmen sakinliğiyle karşıladığım açıktı. Eh, "Kul kusursuz olmaz!" demezler mi?
Mektubu hayranlıkla tekrar tekrar okurken, kendi kendime;
— Bu derece zarif bir yazı ancak bir markinin kaleminden çıkabilir, diyordum. Ne olsa aydın, okumuş adam olmak başka şey! Benim yerimde başkaları olsa bu bataktan nasıl çıkacaklarını bilemez, apışır kalırlardı; halbuki ben, üstelik alay da ederek kolayca sıyrılıyorum, çünkü "zamanımızın okumuş, aydın bir adamıyım". Belki dünkü hallerime gerçekten şarap sebep olmuştur. Hoş... pek şaraptan da denemez ya. Saat beşten altıya kadar onları beklerken ağzıma votka bile koymadım. Simonov'a yalan uydurdum, hiç utanmadan yalan söyledim; hoş, şimdi de utandığım yok ya...
Adam sen de, vız gelir bana! Kurtuldum ya, mesele onda.
Mektubun içine altı ruble koyarak zarfı kapadım ve Apollon'u mektubu Simonov'a götürmesi için kandırdım. Mektubun içinde para olduğunu öğrenen Apollon daha saygılı bir tavır takınarak gitmeyi kabul etti. Akşamüstü, biraz dolaşmak için sokağa çıktım. Başımda hâlâ bir ağırlık ve dönme vardı. Fakat ortalık yavaş yavaş kararınca düşüncelerim değişmeye, birbirine karışmaya başladı. Ruhumun, vicdanımın derinliğinde bir türlü sakinleşmeyen, bütün varlığımın yakıcı bir hüzünle dolmasına sebep olan bir köşe vardı. En işlek yerlerde, çarşı sokaklarında, Meşçanski'lerde(1), Sadovi'de, Yusupov Bahçesi'nde dolaşmak âdetimdi. Özellikle de bu caddelerin ortalık kararınca işten çıkıp iş gailesinin hırçınlığını üstlerinden atmadan evlerine dağılan işçiler, esnaflar, gelen geçenlerle kalabalıklaştığı saatleri çok severdim. Bunların yarım kapik için telaşla koşturmalarını, arsız bayağılıklarını seyretmeye doyamazdım. Fakat bu sefer o sokak şamatası, itişme kakışmalar fena halde sinirime dokunuyordu. Bir türlü kendime hâkim olamıyor, dizginlerimi toparlayamıyordum. İçimde durmadan kabaran, dinmek bilmeden sızlayan bir şey vardı. Eve son derece huzursuz döndüm. Ruhumda, cinayet işlemişim gibi bir ağırlık vardı.
Liza'nın geleceği düşüncesiyle içim içimi yiyordu. İşin tuhafı, dünkü hatıralarım içinde ona ait olanların ruhumda tamamıyla ayrı yer tutarak bana bambaşka bir ıstırap vermesiydi. Diğer olayların hepsini akşama kadar unutmuş gitmiştim; yalnız Simonov'a yazdığım mektubun verdiği memnunluk hâlâ devam ediyordu. Fakat bu bahse gelir gelmez memnunluğum kayboluyordu. Üzüntümün tek sebebi Liza'ydı sanki. Durmadan, "Ya gerçekten gelirse?" diye düşünüyordum. "Ne yapalım, varsın gelsin. Hımm... Ama gelince nasıl iğrenç yaşadığımı görecek. Dün kendini ona bir... kahraman gibi satarken bugün... hımm!.. Doğrusu kendimi bu kadar salıvermem hiç de iyi olmuyor. Evim sefil bir halde. Bir de dün bu kılıkla ziyafete gitmeye kalkıştım! Ya şu içinden kıtığı fırlamış muşamba sedir! Hiçbir yerimi örtmeyen sabahlığım! Ne paçavra ama... Gelip hepsini, üstelik Apollon'u da görecek. Hayvan herif mutlaka kızı tersler. Sırf bana karşı saygısızlık olsun diye ona çatar. Ben de, huyum kurusun, her zamanki gibi pısırık pısırık önünde yılışmaya, sırıtarak sabahlığımın önünü kapamaya, yalanlar sıralamaya başlarım. Öff, ne rezillik! Üstelik en iğrenci bu da değil! Bundan daha kötü, daha çirkin, daha aşağı olanı da var! Evet, daha aşağısı! Gene o şerefsizlik, yalancılık maskesini takmak zorunda kalacağım!.."
Bunu düşünürken fena halde öfkelendim.
"Ama neden şerefsizlik olsun? Ne şerefsizliği? Dünkü konuşmamda samimiydim. Hep içten gelen sözler söyledim, hatırlıyorum. Onda asil duygular uyandırmak istiyordum... Gözyaşı dökmesi de kendi iyiliği içindir, faydalıdır..."
Gel gelelim bir türlü yatışamıyordum.
O gece eve dönünce saat dokuzdan sonra, yani hesabıma göre artık Liza'nın gelemeyeceği zamanda bile, onu hep dünkü görüntüsüyle hatırlamaya devam ettim. Dün geceden aklımda kalan en kuvvetli intiba, kibrit çaktığım zaman beti benzi uçmuş, ıstırapla buruşmuş yüzü, kederli bakışıydı. Çarpık gülümsemesi ne zavallı, ne gayritabiiydi o anda! Ama Liza'yı on beş yıl sonra da o zavallı, çarpık, lüzumsuz gülümsemesiyle hatırlayacağımı henüz bilmiyordum.
Ertesi gün bunların hepsini saçmalık, bozuk sinirlerimin büyüttüğü uydurmalar olarak kabul etmeye hazırdım. Zayıf tarafımı bildiğim için her an kendi kendime, "Şu her şeyi büyütmek âdetim yok mu, sakat tarafım bu işte." diye tekrarlıyordum. Gene de o günlerde bütün düşündüklerimin, tahminlerimin nakaratı, "Her şeye rağmen Liza gelecek!" idi. Buna o derece saplanıyordum ki, arada bir çıldıracak gibi oluyordum. Odanın içinde koştururken, "Gelecek, mutlaka gelecek!" diye bağırıyordum. "Bugün olmazsa yarın gelecek; ne yapar eder, bulur! Şu temiz kalplerin romantikliğine lanet olsun! O 'kirlenmiş, hassas ruhlar'ın iğrençliği, ahmaklığı, darlığı yok mu! Halbuki anlaşılmayacak nesi var, nesi?.." İşte tam burada büyük bir şaşkınlıkla duruyordum.
"Bir insanın hayatını istediği yola sokmak için ne kadar az söz, ne cılız (hem de yapmacık, kitaptan alma, uydurma) bir idil kâfi geldi!" diye düşünüyordum, "İşte bakirelik budur! Tam manasıyla işlenmemiş bir toprak!"
Bazen Liza'ya gidip "her şeyi anlatarak" bana gelmemesini rica etmek istiyordum. Fakat bunu düşünür düşünmez içimde öyle korkunç bir hiddet kabarıyordu ki, "melun" Liza o anda karşıma çıksa ayağımın altına alıp ezebilir, hakaretler eder, yüzüne tükürerek kovar, dayak atardım!
Fakat bir, iki, üç gün geçtiği halde gelmeyince ferahlamaya başladım. Hele gece saat dokuzu geçti mi iyice canlanıp neşeleniyor, arada bir tatlı tatlı hayaller bile kuruyordum: Mesela, Liza bana gelip gitmeye başlıyor, konuşmalarımla ona kurtuluş yolunu gösteriyordum... Okumasıyla, gelişmesiyle meşgul oluyordum. Sonunda beni sevdiğini, delicesine sevdiğini fark ediyor, ama anlamazlıktan geliyordum (bunu ne diye yaptığımı bilmiyorum; besbelli böylesi daha güzel görünüyordu). Sonunda, mahcup halinin artırdığı güzelliği içinde titreyerek, gözyaşlarıyla ayaklarıma kapanıyor, kurtarıcısı olduğumu ve dünyada en çok beni sevdiğini itiraf ediyordu. Bense hayret göstererek, "Aşkını anlamadığımı mı sandın Liza?" diyordum, "Hepsinin farkındayım, fakat ilk adımı senin atmanı istiyordum; tesirim altında olduğunu biliyordum ve bu yüzden aşkıma minnet duygularıyla karşılık vereceğinden, beni sevmek için kendini zorlayacağından korkuyordum. Sana baskı yapmayı istemiyordum. Zorbalıktır bu... nezaketsizliktir (kısacası George Sand üslubuyla anlaşılması güç, Avrupai incelikleri sıralayarak saçmalamaya başlıyordum). Fakat artık benimsin, bütün temizlik ve güzelliğinle benim eserimsin, sevgili karımsın.
Evime hür, başın dik olarak,
Evimin kadını olarak gir!"(2)
Böylece muradımıza eriyor, rahat bir ömür sürüyor, yurtdışına gidiyorduk vs. vs. Ama sonunda kendimden iğrenmeye başlıyor, dilimi çıkararak kendi kendimle alay ediyordum.
Bir aralık, "İyi ama 'kaltağı' bırakmazlar ki!" diyordum, "Galiba onları vakitli vakitsiz dışarıya bırakmıyorlar, akşamları hiç çıkamaz (nedense, Liza'nın bana ille akşamüstü, hem de tam saat yedide geleceğini sanıyordum). Öyle ama, bana henüz oranın malı olmadığını, şimdilik hususi bir anlaşmayla kaldığını söylemişti, hımm! Hay aksi şeytan, gelecek, mutlaka gelecek!"
Bereket o sıralar Apollon'un kabalıkları beni biraz oyalıyordu. Ama sabrım tükenmek üzereydi! Şu Apollon. Tanrı'nın bana layık gördüğü bir ceza, ömrümün törpüsüydü. Birkaç yıldan beri hayatımı zehirliyordu ve ondan nefret ediyordum. Tanrım, ondan öyle nefret ediyordum ki! Bilhassa bazı anlarda ondan nefret ettiğim kadar hayatta kimseden nefret etmemişimdir. Yaşlı, ağırbaşlı, elinden biraz terzilik de gelen bir adamdı. Nedense beni fazlasıyla küçümser, çekilmez bir yaratıkmışım gibi üstten bakardı. Hoş, herkese karşı bu tavrı takınırdı ya. Sarı saçları dümdüz taranmış kafasına, alnında kabarık duran, ayçiçeği yağıyla yağladığı kâkülüne, daima "ijitsa"(3) şeklinde büzdüğü kocaman ağzına bakınca, kendinden son derece emin birisinin karşısında olduğunuzu hemen anlardınız. Son derece ukalaydı, hayatımda onun kadar ukala birisine rastlamadım; üstelik neredeyse Makedonyalı Büyük İskender kadar gururluydu. Elbisesinin düğmelerine, tırnaklarının her birine ayrı ayrı âşıktı! Gayet az konuşurdu; bakışları daima sert, azametli, kendinden emin ve alaycıydı ki, bu da beni hiddetten çıldıracak hale getiriyordu. Hizmetimi de bana büyük bir lütufta bulunuyormuş gibi görürdü. Hoş, benim için hemen hemen hiçbir şey yapmıyordu zaten; bunu vazifesi saymıyordu. Beni dünyada eşi güç bulunur ahmaklardan biri olarak gördüğünden, sırf aylığını almak gayesiyle "yanında tuttuğu" apaçıktı. Ayda yedi ruble karşılığında evimde "hiçbir şey yapmamaya" lütfen razı oluyordu. Şu Apollon yüzünden öbür dünyada günahlarımın pek çoğu affedilecek herhalde. Ona duyduğum nefret o dereceydi ki, yürüyüşünü duyunca bile kriz geçirecek gibi oluyordum. Hele o peltek peltek konuşmasından büsbütün iğreniyordum. Dili ağzına göre büyük müydü, yoksa başka bir sebebi mi vardı bilmem, fakat ağzından bütün "z"ler "s" şeklinde ve ıslık çalar gibi çıkıyordu; Apollon, ona bir kat daha heybet verdiğini zannederek, bu haliyle iftihar ediyordu galiba. Ellerini arkasına bağlayıp gözlerini yere dikerek, alçak sesle kesik kesik konuşurdu. En çok sinirime dokunan da kendi bölmesinde Mezmurlar'ı okumasıydı. Bu merakı bana az çektirmedi. Geceleri değişmeyen bir sesle, bir ölünün başındaymış gibi, kelimeleri uzata uzata okumaya bayılırdı. İşin garibi, sonunda bu işi kendisine meslek edindi: Apollon şimdi ölülerin başında parayla Mezmurlar'ı okuyor, bir yandan da fareleri yok ediyor ve kundura boyası yapıp satıyor. Fakat o sıralar benimle adeta kimyasal bir şekilde birleşmiş gibiydi, onu bir türlü defedemiyordum.Zaten kovsam da gitmeye razı olmazdı. Ben de bir pansiyona çıkamazdım: Oturduğum daire beni insanlar âleminden gizleyen bir kabuk, bir mahfazaydı. Apollon'u nedense evimin demirbaş eşyasından sayıyordum; bu yüzden tam yedi yıl ondan kurtulamadım.
Aylığını iki üç gün geciktirmek haddine mi düşmüş. Öyle haller alırdı ki, kaçacak delik arardım. Fakat o günlerde kızgınlığımın acısını ondan çıkarmaya, ceza olsun diye, Apollon'a daha iki hafta parasını vermemeye karar verdim. Bunu çoktandır, belki iki yıldır yapmak istiyordum; bana kafa tutamayacağını, istediğim zaman aylığını pekâlâ vermeyebileceğimi ispat etmek istiyordum. Ona hiçbir şey söylemeyecek, hatta hiç konuşmayacak, burnunun sürtülmesini, para lafını ilk onun açmasını bekleyecektim. Ancak o zaman masanın gözünden yedi rubleyi çıkararak aylığının hazır olduğunu gösterecek, fakat, "Bunu sana sırf canım öyle istediği için vermiyorum, sırf vermek istemediğim için." diyecektim; çünkü bu, "efendisinin keyfine" bağlı bir şeydi, çünkü o saygısız, terbiyesiz bir adamdı, ama nezaketle isteyecek olursa belki yumuşar, parasını verirdim, aksi halde iki hafta, üç hafta, belki de bir ay bekler dururdu...
Fakat bütün kızgınlığıma rağmen Apollon beni yendi. Dört gün bile dayanamadım. Gene böyle durumlarda kullandığı, sınanmış taktiğine başvurdu (bu aşağılık usulü önceden de gayet iyi biliyordum); taktik şöyleydi: İlkin evden uğurlarken ve karşılarken beni dakikalarca dik dik süzmekle işe başlardı. Eğer ben dayanır, aldırış etmezsem, başka çeşit eziyetlere geçerdi. Ben odamda dolaşır veya bir şey okurken sessizce, süzülür gibi içeriye girer, kapının önünde bir elini arkasına koyup ayağının birini de öne uzatarak durur, bu sefer yalnız sert değil, açıkça küçümseyen bakışını üstüme dikerdi. Ne istediğini sorunca hiç cevap vermez, bir müddet hep o delen bakışıyla beni süzmeye devam eder, sonra kendine has, manalı bir tavırla dudak büküp ağır ağır döner, yavaş adımlarla odasına giderdi. Bir iki saat sonra yeniden damlar, aynı tavırla karşıma dikilirdi. Bazen o kadar hırslanırdım ki, ne istediğini bile sormazdım. Sadece sert, buyurgan bir tavırla başımı kaldırarak ben de gözlerimi ona dikerdim. Böylece bir iki dakika birbirimize bakar dururduk, nihayet Apollon azametle dönerek gene bir iki saat için odasına yollanırdı.
Eğer bu yaptıkları beni akıllandırmamışsa, kafa tutmaya devam ediyorsam Apollon, bu sefer yüzüme bakarak, ahlak düşkünlüğümün derecesini ölçmek ister gibi derin derin iç geçirmelere başlardı. Sonunda beni mat ederdi elbette: Önce hiddetten tepinip bağırmaya başlar, sonra da istediğini yapardım.
Bu defa mahut sert bakış tatbikatına başlar başlamaz köpürüp adama saldırdım. Zaten kızgınlıktan çatacak yer arıyordum. Apollon, bir eli arkasında odasına gitmek üzere sessizce, ağır bir hareketle dönerken olanca hiddetimle:
— Dur!.. diye haykırdım. Dur! Buraya gel. Gel diyorum sana!
Herhalde öyle gayritabii haykırmıştım ki, bana döndü ve bir parça şaşkınlıkla beni incelemeye başladı. Fakat hâlâ ses çıkarmıyordu ki, beni asıl kızdıran da buydu.
— Çağırılmadan odama nasıl girer, bana nasıl bu şekilde bakabilirsin, cevap ver!
Fakat Apollon beni bir an sessizce seyrettikten sonra gene çıkmaya hazırlandı. Ona doğru koşarak:
— Dur! diye kükredim. Kımıldama! Ha şöyle. Cevap ver şimdi: Ne diye odama girdin?
Birden cevap vermedi. Sonra yavaş, tane tane, hep o fıslayan sesiyle:
— Bana bir emriniz varsa, yerine getirmek ödevimdir, dedi.
Kaşlarını kaldırıp başını yumuşak bir hareketle bir omzundan öbür omzuna doğru eğerek, hep o ezici sükûnetiyle konuşuyordu.
Hiddetimden tir tir titreyerek:
— Bunu değil, bunu sormuyorum sana cani! diye bağırdım. Sana buraya neden girdiğini söyleyeyim pis cani: Aylığını vermediğimi görüyor, boyun eğerek istemeyi kibrine yediremiyorsun; buraya da beni manasız bakışlarınla cezalandırarak eziyet etmeye geldin, ama ne ahmakça, ne sersemce hareket ettiğinin farkında bile değilsin, aptal, aptal, aptal, aptal, aptal!
Apollon gene cevap vermeden odadan çıkmaya hazırlandı, fakat bırakmadım.
— Buraya bak! İşte paran (çekmeceden parayı çıkardım), gördün mü? İşte yedi rublen tastamam, ama edebini takınarak, saygıyla gelip benden af dilemedikten sonra zırnık alamazsın. Anladın mı?
Sesinde tabii olmayan bir kendine güvenle mırıldandı:
— Olmaz öyle şey!
— Olacak! Şerefim üstüne yemin ederim ki olacak!
Apollon, bağırmamın farkında değilmiş gibi devam etti:
— Sizden af dilemem için sebep yok, çünkü bana, "cani" diye bağıran sizdiniz; karakola giderek sizi bunun için şikâyet bile edebilirim.
— Git, şikâyet et! Hemen şimdi, hiç durmadan git! Canisin işte! Cani! Cani!
Apollon beni şöyle bir süzdü ve haykırışlarıma kulak asmadan, dönüp bir kez olsun bakmadan, salına salına uzaklaştı.
"Hep Liza'nın yüzünden, o olmasaydı bunlar olmazdı!" diye düşündüm. Bir an bekledikten sonra vakur, resmi bir tavırla uşağımın paravanın arkasındaki bölmesine yollandım; kalbim kuvvetle, fakat ağır ağır atıyordu. Yavaşça, dura dura ve tıkanarak:
— Apollon! dedim. Hemen karakola git, buraya bir memur getir!
Apollon masasına oturmuş, gözlüğünü de takmış bir şeyler dikiyordu. Emrimi duyunca güldü.
— Hemen git, derhal! Git, yoksa pişman olursun!
Başını bile kaldırmadan, iğneye iplik geçirirken hep o ağır konuşmasıyla fısıldayarak:
— Gerçekten aklınızda noksanlık var, dedi. Olacak iş mi bu: İnsan kendi kendini polise şikâyet eder mi? Hem boşuna beni korkutmaya uğraşmayın, nasıl olsa bir şey yapacağınız yok.
Omzuna yapıştım. Tiz perdeden:
— Git! diye cırladım, bir tane patlatmama ramak kalmıştı.
Fakat bu arada antrenin kapısının yavaşça aralandığını, birinin içeriye girip durduğu yerden şaşkınlıkla bizi seyretmeye başladığını nasılsa duymamışım. O yana bakınca müthiş bir utanç duydum ve kendimi odama attım. Orada ellerimi saçlarıma daldırarak başımı duvara dayadım, öylece kalakaldım.
Bir iki dakika sonra Apollon'un ağır adımları duyuldu. Sert bakışını bana dikerek:
— Birisi sizi istiyor; dedi ve yana çekilerek Liza'ya yol verdi. Odadan çıkmak istemediği belliydi; bizi alayla süzüyordu.
Kendimi kaybederek:
— Çık dışarı, defol! diye bağırdım. O anda saatim gayrete gelerek hışırdayarak yediyi çaldı.
(1)Büyük ve Küçük Meşçanski Sokağı vardı.
(2)Nekrasov'dan.
(3)İjitsa, Rus alfabesinde artık kullanılmayan bir harftir, "î" okunur, "V" şeklinde yazılır.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top