♢♢ 3 ~ ön okuma

Tutulmuş boynunun sızısı sırtına batan çakıllar ile birleşiyordu. Şakaklarındaki baskı ona bir ömür yetecek kadar uyuduğunu söylerken kasları uykusuzluğun gevşekliğiyle kendini salıyordu. Gece uyumak ve yine geceye uyanmak, vücudun alışık olduğu bir durum değildi. Gözden alınan ışıkla kontrol edilen melatonin adlı hormon gün ve gecenin döngüsünü bedene söylerdi. Vücut yatarken uykuyu çağırır, sabah olunca dağıtırdı. Peki ya gece hiç bitmiyorsa...

Jet lag, hava taşıtları icat edildiğinde gezegeninin uzak yerlerine kısa sürede gidebilen insanın tanıştığı, zaman dilimine uyum problemiydi. Dönen bir gezegende güneşin doğduğu yöne gidildikçe zaman dilimi ilerlerdi. Sabah daha erken başlar, güneş daha erken batardı. İnsanın sınırlı vücudu zaman dilimindeki kaymaya alışamadığında baş ağrısı, gerginlik ve uykusuzluk yaşardı.

Peki ya zaman hiç ilerlemiyorsa?

Bir yıl boyunca bitmeyen bir jet lag, diye düşündü İskender. Başını sıkı sıkı tutuyor, bulanan midesini düşünmemeye çalışıyordu. Uzun mesafedir uyku sonrası bu belirtileri yaşamıyordu. "Neden şimdi?" diye düşündü ve aradığı cevabı buldu.

Önceki çağın sonuna doğru zaman, gündüz ile geceyi birbirine karıştıracak kadar hızlanmıştı. Güneşin görüntüsü bile gökyüzünden kaybolmuştu. Geriye karışık loş bir aydınlık kalmıştı. Yeni çağ ile beraber zaman yeniden yavaşlayınca gece durgun bir suda çamurun dibe çökmesi gibi keskinleşmiş, gündüz berraklaşmıştı. Vücudunun durumu bundandı.

Doğrulup avuçlarını yüzüne kapattı. Midesine açlığın keskin ağrısı saplandı ve sandı ki okyanusları içse damağındaki kuruluk doymayacak. Kendine gelebilmek için iki nefes boyunca durup bekledi. Sonra ayağa kalktı ve gözlerini çevresinde gezdirdi.

Kısıtlı ışığı daha verimli kullanmak için büyüyen göz bebekleri bir yükseltiye rastlamadı. Ne kaya, ne tepe, ne çukur, ne ağaç... Bir tarlada olmalıyız, diye düşündü fakat bir ayrıntı yakalayamadı. Bulutların kıskanç egemenliği yıldız ışıklarının yere ulaşmasına izin vermiyordu. Dizlerinin üstüne oturan ve emekleme duruşu alan asker elini dikkatlice toprağın üzerinde gezdirdi. Parmağına dolanan bir sapı çekip kopardı, böylece tarlada yetişen bitkinin niteliğini anlayacaktı. Gövdeyi dikkatlice yokladı, bitkinin büyüme yönünde çıkan ince uzun yapraklara dokundu. Yuvarlak tohumları buldu ve gözlerini kırpıştırıp pür dikkatle baktığında bitkinin hayal mavisi, beş taç yapraklı çiçeğini gördü.

"Keten," diye mırıldandı.

Keten insanlarca yetiştirilen bitkilerin en eskilerinden biriydi. Lifi ve tohumu için binlerce yıldır Akdeniz kıyılarında ve Yakın Doğu'da ekilmişti. Yağı ve tohumu tüketilmiş, lifinden ise kumaşlar örülmüştü. Bir mülke girdiklerini anlayınca sevindi. İnsan izi varsa yerleşim yeri yakın demekti.

Arkasına, yastık yaptığı taşa sıkı sıkı sarılan ve burnu tıkandığı için arada horlayan kıza baktı. Aklına gelen bir fikirle sırıttı, bitkinin sapını uzatıp çiçeğini kızın burnuna sürdü.

Uyku sersemi kız yüzünü buruşturup elini burnuna götürürken erkek, sesli gülmeye başlamıştı. Hayat arkasını dönünce bu sefer kulağından gıdıkladı. Kız uyanana kadar da bu oyunu bırakmadı.

"Günaydın." dedi hoşnutsuz ve mahmur ela gözlere doğru. "Uyandırma servisimiz her zaman hizmetinizdedir."

"Gün-karanlık, daha doğrusu." dedi ağzının içinden, yan tarafına dönen Hayat. "Yarım kalmış uyku hissi ne demek unutmuştum."

"Hadi, kalkıp güneşe yürümemiz lazım, uyursan daha rahatsız hissedersin." İskender ellerini cebine koyup uzaklara baktı. "Bugün işimiz çok. Bir köye yaklaştık."

"Ne, nereden anladın?" Kızın uykulu sesi giderek düzeliyordu.

"Bir keten tarlasındayız. Burası ancak bir insana ait olabilir. Bireyin topluma, toplumun bireye ihtiyacı vardır. Bir münzevinin bile yaşadığı yere gelsen, bil ki köy yakındır."

Hayat başını koyduğu taşa oturmuştu. Kendisini gıdıklayan sapı almıştı eline, çiçeğinin yumuşak yaprağına dokunuyordu. Hazır hissedince ayağa kalktı. Ketenin çiçeğini koparıp yeleğinin ufak cebine dikkatle yerleştirdi.

"Gidelim."

Ufkun doğu şeridi eflatuna çalındığında üzerinde oldukları tarlanın genişliği daha iyi görünmeye başlamıştı. Gözlerinin alabildiği her yer yeşillik ve açık mavi keten çiçekleriyle kaplanmıştı. Çok uzaklarda belli belirsiz bir iki dağ göze çarpsa da manzaraları cennet gibi bir düzlüktü.

Adımlarıyla birlikte ilerleyen zaman güneşi topraktan doğurdu. Gri pamuk parçalarının arasından sızan altın gün ışığı huzmeler halinde tarlaya vurdu. Bulutların yere bakan yüzü gölgelenmişken kenarları bebeklerin saçı gibi ışıldıyordu. Açlığı azık yapanlar gözlerini bu doğal tablodan alamadan yürüdüler. Ortalık yeteri kadar aydınlanınca toprağa bağdaş kurdular. Koyun gelip dostunun dizine koydu başını, sevilmek için. Serinlik ve sıcaklık arasında bir ninni söyleyen havayı kulak verilesi bir sessizlik kuşatmıştı.

Yerin akışı tarladaki tek yüksekliğin karartısını üstlerine düşürdü. Geniş ve müstakil bir çadırdı güneşle aralarına giren, uzun boylu iki insan birbirinin omzuna çıksa üsttekinin baş hizasına gelecek yükseklikteki bu çadır baştan aşağı rengarenk kumaşlarla kaplıydı. Kırmızı, turuncu ve sarının tonlarının geometrik desenler çizdiği kumaşlar evi nazlı bir gelin gibi süslemiş; yer yer sıralı bir şekilde rastlanan çivit mavisi karolar sıcak renklerin boğuculuğunu bir festivale çevirmiş ve çatıdan sarkıp kapıyı örten iki büyük halının açık renkli kenar püskülleri resmi tamamlamıştı.

Yolcular evi görür görmez tepeden tırnağa merak duygusuyla dolarak ayağa kalkıp evi incelemeye başlamıştı. Erkek bilginin getirdiği hayrete düşmüştü. Boyanın varlığı on binlerce yıla uzansa da güneşin altında böylesine canlı kalabilen renklere bu çağda rastlamak olası değildi. İskender'in koyu kahverengi gözleri sonuna kadar açılmışken Hayat yerden bulduğu kopmamış bir iplik parçasını tutarak yavaşça ilerledi. Yeterince yaklaştığında evi kaplayan kumaşlardan birine dokundu. Evin çevresinde birkaç adım attı ve kapıdan geçerek içeriye girdi. Işıktan bir anda gölgeye geçen gözlerini kırpıştırdı. Ortada birkaç adım ilerledi. Başını yukarı kaldırıp tavandan sarkan ve çadırı ikiye ayıran perdeye baktı. Çivit mavisi parlak örtü dikkatini çekti. Issızlıktan tedirgin olarak, adımlarını adeta buzda yürür gibi temkinle atmaya başladı.

İpliği ilk eline aldığında yerini değiştirdiği için onu kopyalamıştı. Elinin hareketinin ipliğe verdiği titreşimler ipliğin bağlı olduğu kumaş parçasının da kopyalanmasına neden olmuştu. Yerin akışına bağlı olmadan eve dokunup girebilmesi bundan dolayıydı, çivit mavisi örtüye yaklaşabilmesi de. Çok yavaş hareket ettiği için zamanın da yavaş ilerlemesine sebep olmuştu. Bu yüzden tam perdeyi kaldıracakken arkasından hızla gelen asker "Dur!" diyerek kolunu tuttuğunda, sebebini anlayamadı.

"Bir ses duydum." dedi İskender. "İçeride birileri var." Eğilip örtünün altından bakarken "Onları kopyalamış olabilir miyiz?" sorusuna ilk duyduğu anda yanıt veremedi.

"Belli olmaz."

Yere yapışarak ve olabildiğince az yer kaplayarak ilerlemeleri gerektiğini söyledi ki birisi dışarı çıkmaya karar verdiğinde onlara çarpmasın. Hayat kafasını hızla hareket ettirince içeriden gelen tehditkâr ses tonunu duydu. Diz çöktü ve olduğu yerde büzülüp "Ya kopyaladıysak?" diye fısıldadı.

İskender işaret parmağını ağzına götürerek dudaklarını yuvarladı, ardından hareket ettirdi onları. Hayat dudak okumayı bilmemesine rağmen tembih edileni anladı.

"Fısıldama, konuşma, nefes bile alma. Kalemini silah olarak kullanmaya hazır ol."

Kulağındaki biyoçevirmeni yoklayan asker koridorun sonuna doğru, odanın içinde olup biteni görebilecek şekilde uzandı. Tüm dikkatini vermişti. Tehlikeli sesin sahibini görmek üzereyken Bulut'un meleme sesi onu yerinden sıçrattı. Geri çekilen asker, anlamayacağını düşünmeden koyunu dudak hareketleriyle azarladı. "Ne yapıyorsun sen?" İlk aklına gelen kaçmak oldu ancak içerideki kişi kopyalandıysa artık bu bir işe yaramayacaktı. Önünü odaya doğru döndü, arkasına kızı ve koyunu aldı. Bir ayağını öne attı, dizlerini hafifçe kırdı ve elini yumruk yaparak olası bir savunmaya hazırlandı.

Ciğerlerini sonuna kadar doldurduğu süre boyunca herhangi bir çıt duyulmayınca gerilen kaslarını gevşetti ve mutlu haberi verdi. "Kopyalanmamışlar." dedi sesli bir şekilde. "İçeriye giriyoruz. Hayat sen de şu havyanı tut, içeriye koşmasın sakın."

Bacakları rahat ve temkinsiz bir şekilde açıldı bu kez. Ortada tahta dokuma tezgâhı vardı, üzerinde işlenmeyi bekleyen keten lifleri, aralarından görünen yüzü örtülü ve siyah giyimli bir adam, adamın elinde paslı bakır makas, makasın dayalı olduğu boğaz, yutkunan boğazın diz çöktürülmüş ve elleri arkadan bir bezle bağlanmış sahibi.

İskender zamanı ilerletebilmek ve konuşmanın bir kısmını duyabilmek için başını hareket ettirdi. "Canın ve sırrın ellerim arasında..." şeklinde bir cümle parçası çalındı kulağına. Beyaz ve yakasız bir gömlek giymiş, otuzlu yaşlarda durmasına rağmen başının tepesi kelleşmiş, uzun ve yuvarlak bir yüz ile kısa sakallara sahip, sakin bir hayatın içinde herhangi bir dövüş tecrübesine sahip olmadığı belli olan yerdeki adamın nasıl olup da haydutların ele geçirmek istediği bir sırra sahip olduğunu düşündü. "Canın ve paran..." dese daha anlaşılır olurdu. Bu geniş evin, evi saran metrelerce kumaşın ve binlerce dönüm tarlanın sahibi apaçık bir zengindi.

Tehdit altında olan kumaşçıyı kurtarmak için bir hamle yapmayı kısa bir süre düşünse de bundan kurtuldu ve asıl akılcı olanın hiçbir şeye dokunmadan evden uzaklaşmak olduğuna karar verdi. Geçmiş değiştirilemez, diye tekrarladı içinden, geçmiş seni değiştirir. "Yiyecek var mı diye bakıp ayrılalım." diye haber verdi planını. "Burası güvenli değil."

Bulut'u kışkışladılar, hayvan zıplaya zıplaya çadırdan çıktı. Peşinden Hayat giderken bir engele çarparak geriye yıkıldı. İlk olarak kalçasını, eli kayan kumaştan dolayı tutunmaya yetmeyince de başının arkasını vurdu. Geçici bir göz kararması yaşasa da bu durum hemen kayboldu ve kız gördüğü manzara karşısında bunun bir kabus olmasını umdu.

Başına gelmiş olanlardan habersiz olan dokumacı doğrudan ona bakıyordu.

Bütün dünyayı kesip biçebilecek bir öfkeyle.

* Yardımlarından dolayı bu bölümü GriKirmizi'ya ve semraozeel'e ithaf ediyorum. 😍

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top