♢♢♢♢♢ 1 ~ ön okuma

Genzini yakan soğuk hava, katı bir zemine tutunurken avuç içi derisindeki üşümeyle birleşiyor ve kulağına az buçuk aşina olduğu yabancı bir dilden kelimeler çalınıyordu. Kolundaki bilgisayara emir verdiğinde haşlanmış nohut büyüklüğünde beyaz bir nesne sekerek yuvarlandı. Biyoçevirmeni düştüğü yerden alarak kulağına taktı, aygıt buz gibiydi ve bu garip bir yanma duygusuna kapılmasına sebep oldu. Karışık düşünceleri anlaşılır bir forma büründü.

"Keşke ateş yakabilsek." diyordu içinden. "Çok soğuk, üşüyorum."

Bir lahzalığına vardığı ilk çağda sınandığı buzul çağına döndüğünü sandı. Kirpiklerini birbirinden ayırdı ve içerideki zayıf ışığın göz bebeklerine girmesine izin verdi. Loş bir mağarada büzülerek fırtınadan korunmaya çalışıyordu vücudu. Yol arkadaşının yanındaydı. Öksürdü, konuşurken boğazı yırtılacak gibiydi. "Neredeyiz?"

Parmakları arasında yuvarlak bir disk tutan Musa, büyük peygamberin on yedi yaşındaki kopyası, yatan askere kaygıyla bakıyordu. Soruya cevap vermek yerine "Isınmalısın." dedi. "Üstün ıslanmış, donacaksın."

Asker yerinden doğrulmaya çalıştı ancak başaramadı, "Hangi yıldayız?" diye sordu ikinci kez. Diski titreyen elleriyle aldı ve bilgisayarla bağlantı kurmayı denedi. Daha önce hiç çalışmamış olan disk, İskender'in bu girişimiyle rakamlar ve harflerle doldu.

"Oku." dedi diski çevirerek. Hâlâ bulanık görüyordu, sanki beyni boşaltılmış ve kafatasına binlerce iğne doldurulmuştu.

"Rakamlarınızı okumayı bilmiyorum." dedi diğer genç.

İskender gözlerini ovalayınca daha iyi görebildi ve diskte yazanları sesli olarak okudu. "M.Ö 300, hata payı 50 yıl."

"İsa'nın çağına en az iki buçuk yüzyıl var." dedi hayal kırıklığıyla. "Erken geldik."

Soğuğun etkisini bertaraf etmek için yumruklarını sıkıp birbirine yaklaştıran Musa "Yapabiliriz." dedi. "İsa'ya yetişebiliriz, hızlı hareket edersek... Her şeyden önce kendini garantiye almalısın. Yoksa hiçbir yere gidemeyiz, mağaradan çıktığımız an..." Durakladı. "Seni de kaybederiz."

Kolunu sıvadı ve işaret parmağını kolunun iç kısmına doğru götürdü. "Öyle yapacağım."

Vücudunu saran sıcak hava dalgası üzerini kısa sürede kuruttu. İki mont lif lif örüldü, kalın ve geniş bir battaniye oluştu, bu sırada askerin kolundaki güneş motifli dövme giderek belirginleşiyordu. "Bu kadar." dedi İskender kumaşları silkelerken. "Şimdilik bunlar bizi koruyacak."

Hâlâ uğradığı ihanetin öfkesiyle dolu olmasına karşın, nüve aygıtının müdahalesi sağlığıyla birlikte neşesini de biraz daha yerine getirmişti. Uzayın ücra bir köşesinde tek başına yaşarken bulduğu ve yaşına acıyarak ölümden kurtardığı kıza karşı buz sertliğinde bir nefret harici bir şey duymuyor ama yanındaki kişiye güveniyordu.

Dışarıda tipi vardı. "Coğrafya olarak çok uzakta mıyız?" diyen İskender diski aldı, konumlarını belirledi ve sıkıntıyla iç çekti.

"Neredeyiz?" diye soran bu sefer Musa'ydı.

"Sündiken Dağı. Eskişehir. Dorylaion, bu şehrin eski adı. Anadolu'nun ortasındayız, buraya en yakın uygarlık Frigya. Belki bin kilometre var Filistin'le aramızda, belki de daha fazla. Yerin akışına direnerek yirmi iki günde bu mesafeyi aşmalıyız ve bu imkânsız gibi bir şey. Onun", derken ela gözlü kızı kastediyordu, "...yüzünden düştüğümüz halleri görüyor musun?"

"Farkında değil misin?" Önceki çağdan gelen adam ellerini ovuşturdu. "Hayat'ın..." derken cümlesi yarıda kesildi.

"Sana saygısızlık etmek istemiyorum." dedi asker. "Onun adını söylemeni istemiyorum, sinirlerime hakim olamamaktan korkuyorum. Bu konuda konuşmayalım."

"Pişman olacağın şeyler yapma. Tek diyeceğim bu." Ayağa kalktı ve montuna sarıldı, başını mağaradan dışarı uzattı. "İçinde bulunduğumuz ikilem için ne dersin? Fırtına sürerken mağaradan çıkamayacağız ve çıkmadığımız sürece zaman ilerlemeyeceği için fırtına bitmeyecek."

Tek elini mağaranın tavanına yaslayarak beyazlığa doğru eğildi. "Çıkacağız." dedi. "Çıkarsak hareket etmek bizi kurtarabilir ama çıkmazsak kesin olarak donarız."

İskender Mısri, kara deliğin içerisine hazırlanmış düzeneğin arka planındaki kilit noktaları artık kesin olarak biliyordu. "Firavun" lakabını kullanan ve gerçek adını bildirmek istemeyen fakat sonradan Oliver adını taşıdığı anlaşılan bir sivil, bilinmeyen bir kurum veya şahsın talimatı üzerine kara deliğe girmiş ve yedi çağdan geçecek bir yol çizmiş, yolcunun peygamberlerle karşılaşmasını sağlayacak tarih ve yerleri özenle belirlemişti. Derken bir sorun, Firavun'u kendi kurduğu sistemi bozmaya itmişti. Oliver içeriye bizzat girerek sistem nesnesine -İskender'e- ulaşmış, ona büyük vaatler sunmuş, sonrasında onu alıkoymuş ve yok etmeyi denemişti. Bu işi kendi isteğiyle değil de askerin ailesinin emriyle yaptığını ifade etmişti.

Battaniyeyi yol arkadaşlarına veren ve kar fırtınasını en önde durarak karşılayan asker ne kurucunun motivasyonunu ne de talimatı verenlerin amacını umursuyordu. Tek isteği kara delikten sağ salim çıkabilmekti. Kopyaların da dışarı çıkıp çıkamayacağını merak ediyordu, zira Hayat gibi bir hain yerine sadık dostlarının yaşamaya devam etmesini yeğlerdi. Havanın kararmakta olduğunu fark edince "Ters yöne!" diye bağırdı. "Gündüzde kalıyoruz!"

Uğursuz bir uluma yoğun karların arasında göz gözü görmeden yürüyenleri olduğu yerde mıhladı. Fırtına demek kopyalanmış havanın büyük bir hızla zamanın her köşesine yayılması ve dokunduğu vahşi hayvanları yolcuların başına bela etmesi demekti. "Arkanı boşlukta bırakma." diye fısıldadı asker. "Yakında kurtlar olabilir."

Karlı zeminin üzerinde sırt sırta vererek beklediler. Ayrı yöne bakıyordu soğuktan kızaran yüzleri, göz bebekleri ışığı daha çok alabilmek için büyümüş, duyuları keskinleşmişti. Yakından gelen bir hırlama sesiyle irkilmeleri bir oldu, bir kurt sürüsünün lideri yalnızca üç metre ötelerinde dişlerini göstermişti.

"Bir arada kalıyoruz," dedi alçak sesle İskender. Kurtlar bir grubun en zayıf halkasına saldırırdı, bu yüzden tek parça görünmeleri gerekirdi. Musa kurtlardan birisiyle göz teması kurdu. "Etrafımızı sarıyorlar."

İskender ürkünün kanında dolaşmaya başladığını hissediyordu. Tek bir kurt olsaydı öne atılıp bağırır, onu kaçırmaya çalışır ve son raddede dövüşebilirdi. Ne var ki öldürme içgüdüsüyle donatılmış bu canlılardan onlarca vardı. Nefeslerinin buharı alacakaranlıkta parlıyor ve çevrelerinde bir çember çiziyordu. Birini alt etseler, diğerlerinin sivri dişleri arasında parçalanmaktan kurtulamazlardı.

"Onlar harekete geçmedikçe biz de geçmeyeceğiz." dedi asker. "Kıpırdamayacağız. Güçsüz de görünmeyeceğiz, bunu hissederler."

Beklenen oldu. Kurtlardan en irisi askere doğru atıldı. Musa İskender'e siper oldu ve kurdu savuşturarak onu ısırılmaktan kurtardı fakat bu sefer kendisi tehlikedeydi. Görkemli çözümler ölümün somutlaştığı anlarda ortaya çıkardı. Kurtların soğuk nefesi kalın kumaşların ardında korunmaya çalışan tenlerine değmişti ki pürüzlü bir gürültü eşliğinde boylarını aşan bir alev peyda oldu. Hayvanlar geldikleri hızla gerisin geri kaçarken insanlar kanlarında yükselen adrenalinin etkileriyle baş başa kaldı. Turuncu dev uslanarak küçülürken gözleri kamaşan asker yavaşça diz çöktü ve baktı, ateşin dibinde yakıt ya da kül yoktu.

Musa diskin iki parçasını iki elinde tutuyordu. "Kırdım." dedi askere, onun hayret içindeki suratını görünce. "Ateş çıktı."

İskender bir şey söylemedi, yüz kasları gevşedi, rahatlık ve minnettarlık bakışlarına oturdu. Düştüğü yerdeki karları eriten ışık hiç var olmamış gibi kaybolduğunda canavarların olası geri dönüşünün endişesi yüreklerini sardı. Tipi güçleniyordu ama yolcuların tek bir adım atacak takatı yoktu, daha da kötüsü, uzaktan sesler geliyordu.

Asker gözlerini kapatıp işittiklerine, nal tıkırtıları ve mızrak şıngırtılarına kulak verdi. Büyük bir ordu yaklaşıyordu.

Karlı fırtına soğuk nefesini yolcuların ensesine üflüyordu. Saçları ve giysileri tuzdan bir heykeli andırıyordu. Çevreden gelen sesler şiddetini giderek artırıyor, göz kapaklarını sımsıkı yummuş ve askerin koluna dokunan Musa'nın "Ne yapalım?" diyen tok sesi gürültüde karda kara bir kaya gibi belirginleşiyordu.

Adamın koluna sarılan ve teselli arayan asker, "Sakin olmak gerek." dedikten sonra öksürdü. "Onların düşmanı olmadığımızı göstermeliyiz. Bu yüzden ne kaçacak ne de direneceğiz."

Atların bazıları önden koştu ve sürüden ayrıldı, yabancıların çevresini sarmak üzere hareket etti, sırtlarındaki süvariler "Yerinizde kalın! Kıpırdamayın!" diye bağırıyordu. Musa elindeki kitaptan gizlice Eskişehir'in tarihini okuyor ki kiminle karşılaştıklarını anlasın, diğeri ise hangi dili konuştuklarını seçmeye çalışıyordu.

"Frigler kurmuş bu şehri. Dorylaion şimdi Greklerin elinde. Greklerin liderinin adı da Büyük İskender'miş, Makedonya'dan geliyormuş." Satırı bir kez daha okudu. "Ne? İskender mi?"

"Evet." dedi gururla. "Efsanevi birisidir, dünyanın büyük çoğunluğunu ele geçirmiştir. Asıl adı Aleksandros. Benim adım ise onun doğu dillerine uyarlanmış hali."

Atların burunlarından çıkan nefes beyaz bir buhar halinde havaya karışıyordu. Süslü zırhlar, altın renkli pelerinler ve tüylü miğferler giymiş olan süvariler aşağıya atlayarak yabancılara doğru yaklaşıyordu.

"Onlarla konuşsana." dediği zaman, Güneşli adam başta yoldaşının söylediğini anlamadığını sandı.

"Nasıl?" dedi kaşlarını çatarak. "Grekçe bilmiyorum."

"İbranice biliyorsun." dedi Musa hayal kırıklığıyla. "Bizden bin yıl sonra var olmuş bir medeniyetin dilini de bilirsin sanmıştım."

İskender kolundaki cihazı yokladı fakat yalnızca tek bir biyoçevirmen üretecek enerjisi kalmıştı.

Konuşmalarına devam edemediler, çünkü askerler mızraklarıyla geldi ve yolcuları atın üzerinde bekleyen krallarına götürdü.

Güneşli asker nefesini tuttu, başını kaldırdı ve dünyanın yarısını fethederek tarihe iz bırakmış olan adaşına baktı. Miğferin altındaki yüz sakalsız ve beyaz tenliydi. Bir gözü çamur kadar koyu, diğeri de deniz kadar maviydi, tıpkı kitaplarda tasvir edildiği gibi.

Büyük İskender'in hayatını okumuştu. Doğru cümleler kullanırsa kralı ve askerlerini yolculara yardım etmeye ikna edebileceğini biliyordu. İlk adım onu biyoçevirmen takmaya ikna etmekti ve gelecekten gelen insan, bunun için evrensel beden dilini kullanmak zorundaydı.

Selamlarken eğildi, biyoçevirmeni ikiye böldü, bu sırada Grekler onu dikkatle izliyordu.

Musa'nın yüzü asılmıştı, içten içe onları ilk kez gören bir hükümdara ne olduğu belli olmayan bir hediye verme fikrinin iyi bir fikir olmadığını düşünüyor ve yoldaşını uyaramamanın acısını çekiyordu.

Kral, İskender'in uzattığı parçayı yanındaki askerler aracılığıyla aldı ve inceledi. "Bu ne demek yabancı?" diye sordu. "Kimsiniz siz, nereden geliyorsunuz?"

İskender soruyu anlamasa da ne dediğini tahmin edebiliyordu. "Sadece sözle anlat." dedi sıktığı dudaklarının arasından Mısırlı genç. "Ellerini kullanma."

"Bana bırak." diye fısıldadı geleceğin insanı, ardından sesini yükseltti. "Dediklerimizi anlayabilmeniz için kulağına takmanız gerekiyor." Kaldırdığı parmağıyla kulağını işaret etti ve tek parçayı taktı. "Şu şekilde."

Kralın ifadesiz yüzü ardında bir şüphe gizliyordu. "Ne diyor bu insanlar? Dillerini bilen var mı?"

"Kralım, onların dilini bilmiyoruz fakat sanırım sizi anlıyorlar." dedi heyecanlı askerlerden biri. "Beyaz küpeyi takarak egemenliklerini kabul etmenizi istiyorlar."

"Hakaret etmiş olabilirler, emredin cesetlerini buraya gömelim." dedi bir başkası.

"Yuh!" ünlemi kaçtı öfkeyle dolan gelecekten gelen askerin dudaklarından. Musa ise gerginlikle şakaklarını tutuyordu.

"Gerek yok dostlarım." dedi elini kaldıran Büyük İskender. "Kürklerini ve eşyalarını alın, atın arkasına bağlayın. Gezimizi bitirdikten sonra ilgileniriz."

Aleksandros'un askerleri yolcuların yanındaki kitaba, kırık disklere ve kaska el koydu ve bileklerini birleştiren halat atların semerine bağlandı.

"Kusura bakma." dedi Mısırlı genç. "Uyarmalıydım."

"Nasıl tahmin edecektin?" dedi diğeri, içini çekerek.

"Dünya çürük bir evdir." dedi Musa. "Dünya hükümdarları ise her an delik çatıdan akacak yağmurun, yıkılacak direklerin, yanacak tahtaların korkusuyla yaşarlar. En merhametlisi bile acımasızlaşır, en akıllısı bile aptallaşır. Dünyayı fethetti diye gözünde büyüttüğün kral var ya, görüyorsun, fırtınada çaresiz kalmış iki silahsız insandan çekindi. Tahmin etmiştim, uyaracaktım ama fırsatım olmadı."

İskender bu sözlerin karşısında verecek bir cevap bulamadı ve acı acı gülümsemekle yetindi, bu esnada tipi hemen hemen dinmiş ve geride doludizgin esintiler kalmıştı.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top