❝GÖKYÜZÜNDE CİNAYET VAR❞


"Çiçekler solarmış fazla sulandığında, katil ise su değilmiş oysa."

Biri sertçe kapıyı çalıyordu. Kapının gümbürtüsü bütün uykusunu yerle bir etmişti. Sayım günü de değildi, herhangi bir görevi olup olmadığını anlamak içinse karşıdaki ajandasına baktı. Siyahın içinde parlayan metal çerçevenin ortasında gününün boş olduğunu belirten imleci gördükten sonra derin bir nefes aldı. Gözlerini sıkıca kapatıp aldığı nefesin onu sakin bir şekilde yönlendirmesini bekledi. Açıkçası kapının ardında neler olup bittiğini az buçuk tahmin ediyordu. Ya birisi yine sınıflar arası bir geçiş yapmaya çalışırken yakalanmıştı ya da konsey toplanmış onu bekliyordu. Başka bir şeyin olması mümkün değildi, en azından Diriliş'te bu tarz şeylerin olması bariz bir gerçekti. Kapıyı hafif bir el işaretiyle açtığında karşısında Emily'i gördü.

Şaşırmışa benziyordu, oysa tahmin etmeliydi. Yaklaşık olarak bir güne ertelenen Dünya Uçuş Planı'na dahil olmak için, Gene'i ikna etmeye er ya da geç gelecekti ama Gene onu bu kadar erken beklemiyordu. "Hoş geldin!" diye mırıldandı isteksizce, hatta bunu daha fazla ileriye taşıyıp yaptığının çok hoş bir şey olmadığını anlaması içinse saati göstermişti. "Ne işin var senin burada?" diye bağırdığında ise Emily irkilmişti, ilk önce geriye doğru bir adım attığında dişlerini sıkmış ona ters bir bakış atmıştı.

Onu gördüğü anda buruşturduğu yüzünü aynı şekilde ifadesiz bir bakışla korumaya devam ediyordu Gene, bu sırada içeriden gelen boğuk sesleri duyabiliyorlardı.

Aynı zamanda uzaktan gelen bot sesleri muhafızların koridor kontrolüne çıktıklarını gösteriyordu. Gene kapıyı örtmeye yeltendi, gerçi bunu yapmak için fiziksel bir güce ihtiyacı yoktu, ayağını kapının beyaz kısmından çekmesi yeterliydi. Fakat bir el silah sesi duyuldu. Bütün koridor kısa süre sonra aydınlatılmış ve muhafızlar aceleyle koşmaya başlamışlardı. Silah Emily'nin elinde duruyordu, şimdi ise onun namlusunu Gene'nin dehşetle sararan yüzü üzerine çevriliydi.

Emily ona nefret dolu bakışlarla bakıyordu ve gözleri dolu doluydu, "Senden nefret ediyorum!" diye bağırıyordu. Birkaç dakika içinde koridor baştan sona muhafızlarla ve meraklı A sınıfı zenginleriyle dolmuştu. "Hepinizden nefret ediyorum," diye bağırdı bir kez daha Emily, "Çizdiğiniz resmin artık çekici bir yanı kalmadı. Hepiniz, hepimiz bu çöplükte öleceğiz!" Aslında dediklerine kendisi de inanmak istemiyordu ama gerçek böyleydi, Koloni'nin ortalama dokuz yıllık bir ömrü kalmıştı, içinde bulunan su, oksijen oranı ve mekanik arızalar bu ömre dahil değildi bile. "Hiçbir şey yokmuş gibi yaşayamazsınız! Bir avuç insanı Dünya'ya göndermeniz aptalca!" Hiç kimse ona bir şey demiyordu, herkes anlamsızca Emily'nin yüzüne bakıyor ve sanki bu söyledikleri tamamen olağan dışı bir şeymiş gibi geliyordu onlara.

Fakat asıl gerçeğin bu olduğu kaçınılmaz bir olaydı, "Hepimiz bir an önce Dünya'ya gitmeliyiz!" diyerek bağırdı, kimsenin onun kale almayacağını bildiği halde bu saçma cümleyi kurmuştu. "Burada ölmeyi bekleyemeyiz!" bunu söylemesiyle yere yığılması bir olmuştu, küçük bir sinyal topu iğnesi çoktan boynuna saplanmıştı, yeşil başlığa sahip iğnenin ucu sinir hücrelerini on dakikalığına etkisiz bırakıyordu. Emily direnmeye çalıştı, fakat her yerden duyduğu o klasik sözü karşısında ona pis pis sırıtan muhafız söylemişti, "Direndikçe acı çekersin!" gerçekten de öyleydi, gerçi hayat bunun üzerine kuruluydu.

Direnmek, acının kendisinden çok daha fazla can yakıyordu ve  bu bir gerçekti.

Emily gözlerini açtığında ilk önce kavisli bir siyahın içinde olduğunu hissetmişti. Birkaç saniye sonra boğuk sesleri hafiften hafiften algılamaya başlamıştı. Beyin süzgecinden geçen birkaç tanıdık kelimeye tepki vermek için kıpırdamaya çalıştığında ise ellerinin bağlı olduğunu anlaması uzun sürmemişti.

"Amca!" diye hitap ediyordu tanıdığı ses ona, "Lütfen onu bırak!" fakat anlamıyordu. Ona saygısından mı böyle hitap ediyordu? Gözlerini hafifçe kapatıp açtığında ışık noktalarını seçmeye başladı, aynı şeyi tekrar yaptı, bu defa açtığı gözlerine bakan tahmin ettiği gibi Crash'ti, anlayamadığı bir şey vardı; Crash, Gene'e neden amca diye hitap etmişti? Sersemlediğini düşündü ama sonra yanıldı, öyle dediğini çok net bir şekilde duymuştu. Yaklaşık birkaç dakika içinde Gene elindeki kartı masanın üzerindeki okutucuya tuttu ve rastgele bir şiir çalmaya başladı.
"İstediğince zorlu olsun koşullar,
Ne ağlar sızlar, ne de kaçarım;
En ağır silleleri vursa da kader,
Ezilir belki ama eğilmez başım."
"Sizinle birkaç konu hakkında konuşmamız gerekiyor gençler, anlamadığınız şeyler için yargılanmak üzeresiniz. Kaderiniz, bu yargılama sürecinde yanınızda olmayabilir, hatta kimse yanınızda olmaz. Katı kuralları, sanki ben yazmışım gibi davranıyorsunuz!"

Ne Crash ne de Emily ikisi de bir şey söylemiyordu. Sadece anlamsızca Gene'nin yüzüne bakıyorlardı.

"Sana bizi hemen göndermen gerektiğini söylemiştim!" diye bağırdı Crash, bu sırada Emily ona öfkeyle bağırdı, "Siz aklınızı kaybetmişsiniz! Oradan bir gelecek beklemeniz saçma, acınası bir durum!"

"Güldürme lütfen, az önce bunun için, oraya gitmemiz gerektiğini söyleyen sen değil miydin?"

Gene sinsice başını eğdi ve karşısındaki çöl gezegenine baktı, "Sizce de bir tuhaflık yok mu?"
"Bir tuhaflık var, o da sensin Gene!"
Gene Emily'nin yüzüne baktı ve gülümsedi, "Yeğenimin emin ellerde olduğunu gördükçe, kardeşimin son bakışlarını bir anlığına unutuyorum."

Sakince oturdu ve karşıyı izlemeye başladı. Bu sırada Emily başından aşağı dökülen kaynar suyun etkisinden bir an önce çıkmak için kendini silkeledi. "Ne, ne dedin sen?" Crash umutsuzca soludu. Bunca yıldır sakladığı sırrı bir anda açığa çıktı.
"Bunca yıldır Gene neden bu kadar öfkeli olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum Crash," diye fısıldadı Emily gözleri dolu bir şekilde.

"Hiçbir şey anlamıyorsunuz!" dedi ve gözlerini kapattı Gene, "Bu ikilik arasında sıkışıp kalmış bir gerçeği göremiyorsunuz, Konsey yeni bir plana sadık kalmamız için bize baskı uyguluyor."

"Ne planı bu?"

"Crash," Gene duraksadı, nefes aldı ve aynı zamanda başını salladı. Elleri de titriyordu. "Aslında Ağaçlandırma görevi için gönderilmiyorsunuz!"
Emily'nin yüzü dehşetle kızarmıştı. "Ne, ne demek oluyor bu? Onları neden oraya gönderme kararı aldınız?"

Gene korkar bir şekilde etrafına bakındı, ses tonunu ayarlamak için boğazını temizledi ve kısık bir sesle, "Bunu duyduğunuz anda üçümüz de infaz ediliriz!" dedi.

Crash sendelemişti ve gerçekten Gene'nin neden böyle davrandığını anlayamamıştı.

"Bizimle kafa mı buluyorsunuz Bay Gene?"

Emily ayağa kalkmak istese de ellerinin bağlı olduğunu unutmuştu. "Çözün şunları," diye bağırdı, metal kelepçeler gittikçe daha da sıkılaşıyordu. Gene düşünmeye başladı, ensesinde birleştirdiği ellerini bir sağa bir sola oynattıktan sonra derin bir iç çekti ve gözlerini onların üzerine dikti.


"Orada," diyerek karşıyı çöl gezegeni Dünya'yı işaret etti, "Geçmişe gidebileceğimizi söyledikleri bir çeşit sistem geliştirdiklerini söylüyorlar!"
Emily kahkaha atmaya başladı, fakat Crash ciddi bir tavırla ona bakmaya devam ediyordu. Gene'nin bunu söylediğinde bir şeyler bildiğini çok iyi anlamıştı, bu sırada babasının bu konu üzerinde birkaç şey yazdığını, hatta elindeki notlarda birkaç formülün olduğunu hatırlamıştı.
E=mc² yazısı gelmişti gözünün önüne, babasının bunu onlara gizli bir şekilde anlattığını hatırlamıştı. Kütle ve ışık hızı toplamı da enerjiye eşittir. Kafası karışmıştı, bunun için burada yeterli imkan olmadığını Gene'nin kendisi söylemişti.

"Neden bunu daha önce söylemedin?" diye çıkıştı Crash öfkeyle. Gene aldırmadan devam etti.

"Tek yönlü zaman yolculuğu düşünülüyor, biliyorum çok saçma geliyor size ama yüzlerce bilim insanı dünyada çalışma yapıyor."

"Geçmişe yolculuk yapmak mümkün değil! Bunu babam da söylemişti! Mesafe ve zaman mutlak değildir!"
"Baban kısa bir çalışma üzerine her şeyini kaybetti Crash, Rölativite Teorisi üzerinde çalışmayı başarabilirdi, ya da konseyin ondan istediğini verebilirdi!"

"Ne teorisi?" diyerek ortaya atladı Emily, kafası en az Crash'in kafası kadar karışmıştı.

"Einstein, uzay-zaman incelemesi Emily, bu teoriye göre dört boyutlu bir dokuya sahip olduğunu ve garip bir şekilde kütle veya hız artırıldığında hem uzayın, hem de zamanın eğrildiği şeklinde öne çıkardığı bir teori, ne kadar hızlı hareket edersen, zaman o kadar yavaşlar. Etrafımızdaki kütleyi katlanır seviyelerde artırdığımızda da aynı etkiyi yaşarız."

"Bu kanıtlanmış mı?" diye sordu Emily, Gene düşünmeden cevap verdi.

"1975'te Carol Allie, senkronize iki atom saatinden birini yeryüzüne bırakmıştı, diğerini ise hızlı sayılan bir uçakla uçurduktan sonra karşılaştırdı ve hızla havada yol alan saatin salisenin bir parçası kadar yavaş işlediğini tespit etmişti."
Emily yüzünü buruşturdu, "1975 diyorsun, yıllar öncesinden bahsediyorsun!"

"Babamın çalışmalarını istiyorum Gene!" dedi Crash onun üzerine yürüyerek, "Hemen şimdi, hepsini istiyorum!"

"Aslında sana söylemem gereken bir şey var Crash."

Emily merakla ona baktı, "Saçmalayacaksan biz çıkalım!" dedi ve güldü. Bu sırada karşıdaki ekran göz alıcı bir renkle parladı, ilk aşamada canlı beyaz renge bürünen ekran sonradan çeşitli renklerle canlılık kazandı. Sol köşede o günden yirmi gün önce kaydedilmiş olduğu belirtilen bir imleç koyulmuştu. Dosya açıldı ve birkaç yüz ortaya çıkmaya başladı.

"Gitmek istiyorum!" diyerek bağırdı Crash, hiçbir şey tahmin etmek istemiyordu. Babasının hayatta olması onların işine çok yarayabilirdi ama artık bildiği hiçbir şeyi onlarla paylaşmak istemiyordu.

"Babamı öldürmeseydin, şu an benimle bu konuşmayı yapmak zorunda olmazdın Bay Gene," dedi Crash kapının önünde arkası dönük bir vaziyette. Gene konuşmaya yeltenmişti ama Crash çoktan orayı terk etmişti. Bu sırada Emily'nin kolundakileri çıkartmıştı Gene, "Ona gerçekten gitmek istediğini sorar mısın?" diye fısıldadı Emily'e, "Geri dönüşü olmasa bile Dünya'da görmek isteyeceği şeyler var!"

Emily yarı tiksinmiş bir vaziyette Gene'nin kıvrılmış dudaklarından akan kanı izliyordu. "Çok vaktim yok!" diye fısıldadı Gene, akşam yemeğinde ona verilen içeceğin içine Konsey Başkanı Guarpane'nin emriyle zehir katıldığını anlamıştı. Emily telaşla ona doğru yürüdü, "Neler oluyor?" diye bağırmaya başlamıştı. "Kendine gel! Hey!" bu sırada koridora ulaşan çığlıkları Crash'in geri dönmesini tetiklemiş ve kapının önünde öylece kalakalmasını sağlamıştı. Crash buz kesilmişti, karşısında ölmek üzere olan bir akrabası daha duruyordu. Henüz yığılmayan Gene, onun gözlerine baktı. "Sandığın gibi biri değilim evlat, lütfen beni anla. Her şey mecburiyetten ve fazla zaman kazandırmaktan." Crash, gözlerinde biriken yaşları aldırmadan bir adım atıp ona doğru yöneldi. Bu sırada Gene, titremeye ve krize girmeye doğru yol almıştı. Fakat diyecekleri henüz bitmemişti, yeğeninin elini sıkıca tuttu ve gözlerini gözlerine sevgiyle dikti. "Bu gece," dedi ve öksürmeye başladı, bu sırada ağzından akan kanlar her tarafa saçılmıştı.

"Bir araç gelecek, seçilen kaç kişi varsa, sen de dahil olmak üzere binin," duraksadı, derin bir nefes almaya çalıştı. "Evlat," dedi tekrardan, "Savaşman gerekecek, çünkü erişim izinleri, yetkiler, Dünyadaki yönetim üssü ile paralel çalışıyor, her şeyi devre dışı, konseyi saf dışı bırakmalısın. Annen ve baban seni bekliyorlar." Crash hiçbir şey diyemiyordu, son duyduğu kelimeler onu bir simülasyona katmış gibiydi. Buna inanamıyordu. Annesi ile babası, yıllar önce karşısında uzayın boşluğuna atılarak infaz edilmişlerdi. "Bu nasıl mümkün olabilir?" diye fısıldadı Emily, ellerini Crash'in omuzlarına bastırarak. Gene bu sırada yıkılmıştı, gözleri boşlukta süzülen kahverengi çorak topraklar üzerine odaklanmıştı. Ve son kez Crash'in ellerini sıktı, ardından bir serbestlik Gene'i özgür bıraktı. Crash, gözlerindeki yaşla Emily'nin yüzüne baktı.

Tanıdık, dalgın bir bakış yüz hatlarından dökülünce, Emily kendini daha fazla tutamayıp ağlamaya başladı. Bu sırada Crash doğrulmuş ve sonsuz siyahı içeriye geçiren camın önüne yürümeye başlamıştı. "Ne yapacağız?" diye sordu Emily, kalbinden yayılan, bugün son gününü yaşıyormuş gibi bir titremeyle irkildi. Crash, çekmeceleri karıştırmaya başladı. Korkutucu hali heyecan verici şekilde karanlığın içinde kaybolmuştu.

"Savaşacağız!" diye karşılık verdi dişlerini sıkıp koridora doğru bakarken. Emily’nin ellerini çözdükten hemen sonra da basının sızladığını hissetmişti. "Bugün her şeyimizle savaşacağız!" Emily, Crash'in dudakları arasından çıkan en küçük ses tınısına kadar odaklanmıştı.

Birden ürperdi, elleri buz kesmişti. Karşısında yerde öylece yatan bir ceset ve onun da başında 'savaşacağız' diyen bir intikamcı duruyordu. Crash, ışıkların kapanmasının ardından Koloni'de çalan ses komutunun katı sesiyle irkildi, gözlerinden yükselen nefretli bakışlar bütün odada dolaşıyor ve sinsice ona ne yapması gerektiğini söylüyordu. Bu ses Bayan Guarpane'nin kendisine aitti, "Bütün Koloni'nin dikkatine," diye başlamıştı kadın. "Bir darbeyle karşı karşıyayız!" demişti ve kendisini bu role o kadar çok adapte etmişti ki ağlamaya başlamıştı.

Crash ve Emily, onun bunu yaptığına inanamıyordu. Kadın, derin bir nefes alıp fısıldadı. "Ana Elçimiz Gene, bu gece öldürüldü!" Emily'nin gözleri öfkeyle ve korkuyla büyüdü, "Bunu nasıl yaparlar?" diye bağırdı. "Bu suçu bizim üstümüze atmaya ne hakları var?" Crash sadece onu dinliyordu ve sonra "Sen değil Emily!" dedi, bu sırada Guarpane'nin buz gibi sesi bütün kulakları tırmalamıştı. "Onu öldürenin Crash olduğunu biliyoruz!" dedi, koridorda ayak sesleri yükselmeye başladığında Emily koşarak kapının komutlarını devre dışı bırakmaya çalıştı. Fakat bütün mekanizma üstteki ile paraleldi. "Ne yapacağız?" der gibi Crash'in gözlerinin içine baktı. Crash öfkeyle koridora çıktı ve kameralardan birine doğru yön belirledi. "Bugün gökyüzünde tek bir cinayet değil Bayan Guarpane, onlarca cinayet işlenecek!"

Emily onu takip etmeye başlamıştı. Etrafları asker yığınıyla çevrilmişti. Ne yapacakları hakkında en ufak fikirleri bile yoktu. Emily odadan çıkmadan önce beline sıkıştırdığı silahını hatırladı, onu çıkarıp Crash'e uzattı ve "Sadece üç kurşun var," diyerek fısıldadı. Bu sırada bütün askerler birbirlerinin omuzlarına yaslanıp beklediler. Emily içinden dualar okuyor, bir an önce bu metal çöplükten kurtulmak ve kurtarılmak için umutsuzca düşünceye kapılıyordu. Derken bir el EEC1, (Yeşil fosforik silah) Gene'e verilen zehrin kurşunla etkileşimiyle oluşturulmuş, etkili elektronik silah) kabzasından yükselen lazer sesi yükseldi. Bu ses silah ateşlenmeden önce duyulurdu genelde, birkaç saniye sonra kurşun tam isabet bir şekilde Emily'nin karşısında duran askerin başına isabet etmişti.

Emily şaşkınca etrafına baktığında arkasında, ellerinde silahla korunaklı elbiseler giymiş ekibi gördü. Silahını ateşleyen kişi kaskını çıkarıp saçlarını geriye doğru attı. Açılan yüzün tanıdık olması Emily'i biraz olsun rahatlatmıştı. Dakikalar sonra diğer sekiz kişi de kasklarını çıkarmıştı. Bu ekip Dünya'ya gönderilecek ekibin üyeleriydi. Hepsi sırasıyla silahlarını havaya kaldırdılar ve askerlere geri çekilmelerini söylediler, bu sırada dokuzuncu kişi sendeleyerek arkadan geldi, "Arka koridor boş!" dedi alaycı tavırla.

Üzerindeki kan lekelerini temizlemeye çalışıyordu. Axel ve Brendon ekibinden ikisi de nihayet taraflarını seçmişti. Axel, Cliff’e bakıp "Sersem!" diye bağırdı, "Yerinde duramaz mısın sen?" Kansas istemsizce bu duruma gülümseyip soğuk bir tavırla gözlerini askerlere dikti. "Hiçbirinize zarar vermek istemiyoruz!" diye söylendi. "İzin verin gidelim, yoksa Koloni'yi daha da kötü duruma sokmamız an meselesi." Askerler sırasıyla birbirlerine bakmaya ve anlamsızca kendi aralarında konuşmaya başladılar.

Hiçbirinin on sekiz yaşındaki gençleri öldürmek gibi bir niyetleri yoktu, "Kandırılıyorsunuz!" diye bağırdı bu sırada Crash, burada ölmekten başka bir şey yapmıyoruz. Hepimiz burada, kurulun birer deney faresiyiz!" Crash derin bir nefes aldı, bu başarısız bir deneyimdi, askerlerin gözü dönmüştü çünkü. Her birinin gözleri, göğüslerinin ortasında yanan kırmızı ışıkla kızıla dönmüştü. Bu bir komuttu, şimdi hatırlamıştı.

Babasının beyin epifizi çalışmalarını, şimdi hatırlamıştı Cetelin ve babası arasındaki mücadeleyi hatırlamıştı ve beyinlerine kodlanmış yapay teknolojiye sahip insanları. "Kaçın!" diye bağırdı, fakat geç kalmıştı. Askerler çoktan her yana ateş etmeye başlamışlardı. Askerlerden biri Globe'u nişan almış ve Anasti son anda bunu fark etmişti. Koşmaya başlamıştı, mermi çoktan ona doğru hareket ederken, Anasti kendini öne doğru siper etti. Bu demir yığınını delmeye yetmeyen kimyasal kurşun, insan bedenini eritmeye ve çürütmeye mahkum ediyordu. Kurşun Anasti'nin tam kalbine dokundu. Globe bağıra bağıra onun yere yığılışını izledi.

Öfkeyle ona ateş eden askerin üstüne çullandı. Fakat o askerin hiçbir suçu yoktu, çünkü sulanan çiçekler çürüdüğünde suçlusu su olamazdı, bu da tam da onun gibi bir durumdu, bunun sorumlusu Kurul'du ve Kurul'da her kim varsa bunun hesabını vermek zorunda kalacaktı. Askerler herkesi bir bir etkisiz hale getirmeye başladığında, Kansas elinden bir şey gelmemesine sinir olmuştu. Elindeki yuvarlak, fosforlu imhaya baktı. Bunu yapmaması gerektiğini, ama mecbur olduğunu düşünmüştü.

Emily ve Crash'e baktı. Üzerlerinde korunaklı elbise yoktu. Bunu yaptığı zaman onların havasız kalacağını ve hatta manyetik botları olmadığından havaya uçacaklarını hatırlamıştı. Yüzünü buruşturdu, oluşan kasvetli çizgiler, adım attığı her karmaşık yol gibi başını derde katmıştı. Bu defa kurtarmak istediği herkes değildi, herkes onun umurunda bile değildi. Bunca zaman annesiz yaşamıştı, Emily ona bir kardeş gibi davranmış, Crash ona kol kanat germişti.

Kimsesizliğin verdiği buhranın bu denli içini yaktığı bir zaman diliminde, geçmişe dönmeyi ilk defa istemiş, sırf infaz günü annesiyle birlikte sonsuz karanlığın uhrevi boşluğunda, yine onun kolları arasında nefessiz kalmayı dilemişti. İçinde kopan bir fırtınanın ortasında kalmış gibiydi, gerçi aklına aniden daha önce hiçbir fırtınayı görmediği gelmişti. Bu durum karmaşık kablolar arasında parasız staj yaptığı günlerini hatırlatmış ve bu defa sol elinin içine bakmıştı, avucunda hissettiği acıyla burnu bir anda sızlamıştı.

Bu durum işte tam öyle acıtıyordu canını, staj yaptığı gün bir hatadan kaynaklı yaktığı avucunun verdiği acıyla bunu belki bir tutabilirdi. O gün ne kadar çok ağlamıştı, annesinin ölümünden bir yıl sonraydı. Babasını zaten hiç görmemişti. Her şeyini kaybettiği bu Koloni ondan nefes özgürlüğünü kıskanmaya başladıysa artık daha ne yapabilirdi? Kansas, umutsuzca düşünmeye başladı. Bu nefes özgürlüğünü, varlığına feda mı etmeliydi yoksa geriyle dönüp o gün elinin acısını dindirebilmek için saatlerce yanında duran Emily ve Crash'in hayatını mı kurtarmalıydı? Her iki konuda da çıkmaza sürükleniyor ve dikkat çekici bir şeyler yapmayı planlıyordu. Aniden bağırdı ve bütün dikkatin ona verilmesi üzerine odaklandı.

Elindeki imhayı havaya kaldırıp gür ve kendinden emin bir sesle, Anasti’nin cansız bedenine bakıp ağlayarak, "Kurul'a sesleniyorum! Bu bir darbe değildir, bu yaşama tutunmanın verdiği hak talebidir. Bu talep, nasıl ki sizlere ve sizin gibi diğer canlılara hak ise bizim de o kadar hakkımızdır. Talebimiz gerçekleşmediğinde," dedi ve duraksadı, elindeki imhanın pimini asıldı, ipi yavaşça tuttuğu müddetçe patlamayacağını biliyordu, imhanın patlaması için önceliğin sertçe ipi asılması gerektiğini stajında sevmediği patronu Gloria tarafından öğrenmişti. "Bu talebimiz yerine getirilmediği sürece, diğer tarafta ayrım olmayacağını ve kötülerin elbette cezalarını çekeceğini hatırlatmak isterim, hiçbir zaman iyiler kaybetmez!" Askerler aniden hareketi kesmişlerdi, Crash perişan bir vaziyette, ona bakıyor ve durumun ilerleyişi hakkında fikir sahibi olmak için öylece duruyordu.

Derken saniyeler sonra askerlerin göğüslerinde parlayan kırmızı ışıklar kapandı ve tam otuz saniye sonra, bir duyuru aniden bastırdı. Kuruldan Bay Pahbail'in sesiydi bu, "Çocuklar," diyerek boğazını temizledi. "Koloni'ye bir zarar vermeden kapalı kapsüllere tahliye edileceksiniz." Crash öfkeyle bağırdı, "Bu asla mümkün değil," bu sırada koşarak Kansas'ın elindeki imhayı aldı, daha fazlası olduğunu biliyordu. Bu defa huysuzluğu ile bilinen Axel, yaşlı gözleriyle Crash'in önüne geçti, bunca zamandır içinde biriktirdiği eğlence artık onu yemiş ve tüketmişti.

Sonuçta ailesinden koparılan hiçbir çocuğun yaşam hakkı elinden alınamazdı, yönetmelikte böyle yazıyordu. Axel, Pahbail'e seslendi, birkaç dakika sonra onu gördüğünü tahmin ettiği kameraya döndü ve cebinden iki tane imha çıkarttı. Bu tür patlayıcı silahlar kısacası Koloni'ye zarar veren her şey yüksek erişimle en aşağı katlarda saklanır ve bu kısım genelde kaybedilmesi olanaklı yerler olarak görülürdü. Diğer kısımlara hasar vermesi hem imkansız hem de önemsizdi fakat şu an öyle değildi, işler tam tersi çalışmaya başlamış imhalar A sınıfının kalbine kadar yerleşmişti. "En ufak hareketinizde, kendi hayatımızı hiçe saymamız bizi zor duruma düşürmez Bay Pahbail! Düşünceniz ne olursa olsun, Temiz Tahliye kararı vermediğiniz müddetçe burada sadece size kasıtlı olarak bir risk faktörüyüz. Biz kendimize asla bir risk olmadık, bu durumda da gözümüz arkada kalmaz." Sırasıyla herkes cebinden birer tane imha çıkarmaya başladığında, Kurul kararsız ve korkulu bir taraf olarak rakiplerini hiçe saymayı göze alamamıştı. Bu durum karşısında Temiz Tahliye kararı çıkmalı ve Koloni'ye zarar verecek en ufak etkenden kurtulmak gerekliydi.

Bayan Guarpane odasında olanları izliyor ve karşı bir hamle yapamadığı için kendi kendine her şeyi mahveden Gene'e hakaretler yağdırıyordu. Elindeki cihazı ağzına yanaştırıp üssü aradı, cızırtılı cihazın arkasında yatan Adia'nın sesi birkaç saniyeliğine kesik kesik gelmeye başlamıştı. "Bayan Guarpane," diyerek yanıt verdi, "Şu baş belası gençleri, Mars üssüne devredin!" Adia bir müddet şaşırmış cevap verememişti. "Ama efendim, üssün gizliliği esas!" Bayan Guarpane öfkeyle bağırdı, "Size bir şeyi bin defa mı söylemem gerekiyor, babasından sonra en önemli bilgilere sahip olan bir beyin daha yok elimizde!" Adia sertçe yutkundu, karşılıklı anlaşmayla bir raddeye varılacağını bildirip telsizi kapattı ve ardından Gene'nin ona verdiği talimatı düşündü.

Babasının ricasını elbette unutmayacaktı, Crash'e zaman kazandırmak için elinden gelen her şeyi yapacak ve bu şekilde henüz öldüğünü bilmediği babasının tek isteğini yerine getirecekti. Adia koşarak, Mars Yönetim Üssü'ne haber uçurdu. "Mayday!" dedi titriyordu, sesi o kadar çok korku dolu çıkıyordu ki içinden çaresizce burada öleceğini geçiriyordu. Fakat her şey için bunu feda etmesi gerektiğini düşündü, çünkü insanlığın başına gelebilecek en büyük kötülüğü Diriliş'in Kurul'u yapacaktı, bundan emindi ve büyük bir savaş çıktığında, binlerce masum can verecekti. "Mayday burası 8-11--1-5" Adia gözlerini kapattı, Mars'ın kızıl toprakları üzerinde öylece duran araçları izledi, "Saniyede beş ila yedi metre hızla kuzeybatıdan doğuya doğru esen fırtınanın olası şiddetini bildirmek, araçlarınızı geri çekmek için yaklaşık beş dakikanız olduğunu ve fırtınadan en az hasarı alabilmek için bütün devreleri kapatmanız gerektiğini önemle arz ederim." Ellerini birbirine dolayan Adia yalan söylediğini anlamamalarını içtenlikle dua ederek umuyordu.

Fakat birkaç dakika sonra sistemlerden verilen uyarılara baktı. Bu duruma sevinmesi gerektiği aklının ucuna dahi gelmezdi. Telsize sarıldığı gibi bağırmaya başladı, "Mayday! Süreniz sadece bir dakika, fırtına iki katı hızla yaklaşıyor."
Adia sistemleri kapatması gerektiğine rağmen açık bırakıp, bütün oksijen düzeyini son açıya kadar yükseltti ve ardından korunaklı elbisesini saniyelerle savaşarak üzerine geçirdi. Dışarıya çıkıp bir araca binmesi ve babası ile belirlediği saatte,  tam olarak Diriliş'in aktarma girişinde olması gerekiyordu.

Fırtına yaklaşık otuz saniye sonra Mars Kızıl Üssü'nü etkisi altına alacaktı. Adia koşmaya başladı ve uçuş kapsüllerinden birinin giriş düğmesine bastı. Fırtınayı gerçekten görebiliyordu, bundan dışarıda kalarak kurtulması imkansızdı. Bu sırada kapsülün giriş komutuna parmak izini okuttuğu sırada yediği red cevabıyla titremeye ve paniklemeye başladı. Eldiven yüzünden olduğunu düşündü ve yüz ile taramaya geçti. Fakat yine de kapsül açılmamıştı. Nedenini anlaması uzun sürmemişti, uçuş ekibinden Mark'ın şahsına satın aldığı kapsüldü bu. Bu yüzden erişim izni yoktu, fakat umurunda bile değildi. Gerektiği gibi her kapsüle binme hakkı vardı, o bir Uzay Üssü görevlisiydi ve yetkisi bir uçuş ekibi kadrosundan daha fazlaydı.

Yine de yetişemeyeceğini bildiği halde kapsülün önüne doğru yürüdü ve ikinci girişteki kapıyı denedi, Bu sırada fırtına çoktan burnunun dibine gelmişti. Aceleyle karşıda, beş adım uzakta duran diğer kapsüle geçti. Parmağını sertçe ekrana bastırdı ve kapının tamamen açılmasını beklemeden içeriye daldı. Bu sırada kapsülün sabitleyicisi devre dışı olduğundan içerisi bir deprem etkisiyle sallanıyordu. Adia derin bir nefes alıp dışarıda kopan kıyamete aldırmadan başlatıcıları çalıştırdı ve on saniye sonra 'Kalkış Otomatik Pilot' tuşunu buldu. "Kalkış için yetki gerekli!" Adia ağlamaya başladı, kulaklarında yankılanan her ne olursa olsun duymak istemiyordu. Nedensizce bütün sinirleri boşalmıştı, bu kadar çaresiz hissetmenin babasına ve annesine neler yaşattığını düşünüyor, yıllardır görmediği kuzeninin ne halde olduğunu anlamaktan ziyada düşünmek dahi istemiyordu.

Kafası karışık bir vaziyette aracı uçurmak için otomatik pilota yöneldi. İçinde hissettiği korku, iki saat boyunca gideceği yolu tek gitme kaygısından değildi, bundan dolayı olamazdı. Başka bir şeyler olmalıydı, yolunda gitmeyen, her acı şey için umudu çöküyor ve tekrardan zihninde yer edinmesi günlerce sürebiliyordu. Bu durumu en son annesini kaybettiği zaman yaşamıştı. Fakat şimdi niye yaşıyordu, sonuçta masum insanların canı için bunu yapıyordu. Üstteki herkes Kurul'a bağlıydı, üstelik Kurul yüzünden kaybettikleri kimseleri yoktu. Fakat o öyle değildi, Crash öyle değildi, diğerleri öyle değildi, onlar yaşamak için sevdikleri her şeyi kaybetmek zorunda kalmışlardı. Yaşamak için acı bedeller ödemişlerdi. Bu yüzden gözü arkada kalmamıştı, babasına söz verdiği gibi gece saat üçte Diriliş'te olacak ve Dünya yolculuğuna dayanıklı bu kapsülle o on genci çorak topraklara götürecekti. Bunu canı pahasına yapacak ve Crash'i oraya ulaştıracaktı, gelecek onun ellerindeydi çünkü.

*
Hepsi gözyaşları içinde Anasti’nin cansız bedeninin yanına diz çöktüler. Lily, içi paramparça olmuş bir şekilde ağlıyordu. Kalbi buradan gitmek için can atan arkadaşının ölü bedenini görmeye tahammül edememişti. Öylece ağlamaları bir fayda etmiyordu. Anasti sonsuz uykuya dalmıştı, burada karanlıkta kalmak onun son isteyeceği şeylerden biri olmuştu, Kurul ve askerleri bugün bir yıldızı daha söndürmüştü. Globe ve Collin titreyerek Anasti’yi havaya kaldırdılar. Onu fırlatıcı kapsülüne yerleştirip üzerine kutulardan birinde duran sahte gülden bir fidan alıp bıraktılar ve ellerini göğüslerinde birleştirdiler. Fırlatıcının kapağını örtüp camın arkasından ona son kez baktılar.

“Yıldızların bedenine yuva olması dileğiyle,” diye fısıldadı Globe ve birkaç saniye sonra kapağı açtı, Anasti uzay boşluğuna süzülmüştü, tıpkı bir kuş gibi hafifçe uçtu ve gözden kayboldu.
*

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top