71
Herkese güzel haftalar olsun canlar,
Son 48 saatin 24ünü uçakta geçirmiş, aşırı yorgun bir yazar var karşınızda. Buna rağmen bölümü yetiştirmiş olmaktan ne kadar gururlu olduğunu tahmin edersiniz. 🥲
Bu hafta Arşiv araştırmalarına tam gaz devam ediyoruz. Farklı karakterlerin geçmiş hayatlarına dair yeni bilgiler öğreneceğiniz bol öğrenmeli bir hafta sizi bekliyor:D
E hadi keyifle okuyunnn!
E.Ç.
***
Oh-oh, yes, I'm the great pretender...
***
BÖLÜM 71:
BEYAZ BAHAR
Beyaz Bahar... Yurt'taki ruhlar için şu an bu alemdeki tek önemli şey buydu. Dersler tatildi, okul hediye paketi gibi süslenmişti, Yurt'un her köşesinde bu festival havasını yaşatacak başka bir etkinlik vardı. Tiyatrolar, şovlar, oyun geceleri, partiler... Buz tutan gölde ruhlar paten yapıyor, her akşam ayrı kutlama oluyordu.
Tüm bunları biliyordum, çünkü Ursa'dan dinlemiş ya da göz ucuyla görmüştüm. Kendim deneyimlemek içinse ne zamanım ne de isteğim vardı. Diğer geceler olduğu gibi yine kütüphanedeydim. Benimle aynı kaderi paylaşan arkadaşlarım da yanımdaydı. Yemek sonrası buluşma noktamız haline gelmiş kitapların arasına geri dönmüş, cevabı hala kayıp olan soruyu tartışıyorduk: Arşiv'e nasıl gireceğiz? Bu gecenin konusu saldırı zamanıydı.
"Baloyu kullanmak tek mantıklı çözüm," dedi Ursa.
Beyaz Bahar'ı noktalayacak Kış Balosu'ndan bahsediyordu. Öğrendiğim kadarıyla tatilin bitişini ve yeni dönemin başlangıcını kutlamak için kubbeli salonda devasa bir gece düzenleniyordu. Filmlerdeki gibi, demişti Ursa gözleri parlayarak. Herkes eski zamanlardaki gibi tuvaletlere ve smokinlere bürünüyor, sabaha kadar dans edip yiyip içip eğleniyordu.
"Tüm Yurt'un dikkati o baloda olacak," diye onayladı Blue. "Meleklerin bile... Yokluğumuzu kimse fark etmez."
"Jinx de baloya katılacaktır," dedi Tarben. "Kartı o zaman ondan alamaz mıyız?"
Ursa yüzünü ekşitti. "Boynundaki kolyeyi o fark etmeden nasıl alacağız ki?"
Diego çekinerek araya girdi. "A.... sanırım ben o konuda yardımcı olabilirim." Umutla ona baktığımızda utanıp bakışlarını kaçırdı. "Biliyorsunuz, pek gurur duyulacak bir geçmişim yok. Ama... yan kesicilik mesleğim sayılır. Pek de fena sayılmam."
Sesi cümlenin sonuna doğru tamamen kayboldu. Diego hayatından pek bahsetmezdi. Ara ara paylaştığı anılardan ve Ursa'nın ağzından kaçırdığı sırlardan onun sokaklarda, bir başına büyüdüğünü biliyordum. Yaşamı boyu çalıp çırparak hayatta kalması gerekmişti. Zaten ölüm nedeni de sokakta çıkan kavgada bir başkasını korumaya çalışırken aldığı yaraydı. Neden geçmişini paylaşırken dilinin dönmediğini anlayabiliyordum elbette. Ama aramızda tek başına hayata tutunmaya çalışmış bir oğlan çocuğunu yargılayacak kimse yoktu. Tam tersi, hepimizin gözlerinde yeni bir ışık vardı şimdi.
"Yani sen... Jinx'in boynundan kolyesini alabilir misin?" diye sordu Blue heyecanla. Diego utangaç bir tebessümle başını salladı. Bu Blue'nun gülüşünü kulaklarına ulaştırmıştı. "Göster," dedi bir anda ayaklanıp. Raflara yaslanmış Diego'nun karşısına geçti. "Benim üzerimde göster."
Ursa'yla bakışlarımız çarpıştı. Tarben gülmemek için alt dudağını ısırıp başını eğdi. Zavallı Diego'nun kuş kadar kalmış aklıyla ne yapacağını bulmaya çalıştığını boş bakan gözlerinde görebiliyordum. Yardımına Tarben yetişti.
"Bu bir balo değil mi? Diego da bu okuldaki en iyi dansçı."
"Yani Jinx'i dansa kaldırırsa..." diye ekledi Ursa.
Devamını hayal gücümüz tamamlamış, hepimiz kurnazca gülümsemiştik. Diego hariç hepimiz... O hala şok içinde Blue'ya bakıyordu.
"Hadi," dedi Blue. "Görelim bakalım, dediğin kadar iyi misin."
Bir an Diego'nun hiç hareket edemeyeceğini sandım. Ama sonra elini Blue'ya uzattı ve karşılık bulmasıyla onu kendine çekti. Bir an sonra kitapların ortasında onunla vals yapıyordu. Kaydılar, döndüler, etrafımızda süzüldüler. Blue Diego'nun adımlarına ayak uydurmakta fena değildi, ama birkaç kez bocalayıp kıkırdamıştı. Bu minik şov belki bir dakika bile sürmedi. Sonra Blue'yu geri yatırıp son pozu verdirmişti Diego. Onu kaldırdı ve yavaşça bıraktı.
"E?" dedi Blue gözlerini kısıp. Hepimizin başı merakla sonucu görmek için uzamıştı.
"Dans için teşekkür ederim," dedi Diego. Eli cebine gitti, sonra avucunu açıp öne uzattı. Blue'nun gözleri kocaman açılmış, eli anında kulaklarına gitmişti. Küpelerinin üçü, dört yüzüğü ve iki kolyesi şimdi Diego'nun ellerindeydi.
"Na... nasıl?" diye kekeledi Blue onun eline uzanıp. Takılarına dokunup gerçek olduklarına emin olmak istemişti. Heyecandan karşısındaki oğlanda kısa devreye yol açtığının farkında değildi. Bir kez daha kıpkırmızıydı Diego. İşi yaparken ki soğukkanlılığı Blue ona dokunduğu an yerle bir olmuştu. Takılarını Blue'ya geri verip ellerini kaçırarak ceplerine soktu.
"En azından bir sorunu hallettik yani," dedi Tarben. Dikkati üzerine çekip yine onu kurtarmıştı.
"Kurtlarla ilgili bir şey bulan var mı?" diye sordu Ursa.
Diğerleriyle ben de başımı iki yana salladım. Alfie'den içinde kurt geçen tüm masalları ayırmasını istemiştik. Daha fazla ayrıntı verip yakalanma riskini göze alamadığımızdan kütüphaneci leylek karşılık olarak yedi bin sekiz yüz elli tane kitap olduğunu söylemişti. Bir yerden başlamamız gerekiyordu, biz de onları bölüşmüştük. Alfie'nin yardımıyla her defasında her birimiz yeni bir set kitabı okuyorduk, ama şu ana kadar kendi payıma düşen kısımda faydalı bir bilgiye rastlamamıştım.
"Bu hızla balodan önce yarısını bile okuyamayacağız zaten," dedi Ursa somurtup.
Blue kendini yeniden yere bıraktı. "Okumayı becersek de bir şey bulacağımızın garantisi yok ki..."
"Yani aslında kurt adamlarla ilgili birkaç şey var," dedi Diego. "Gümüşe karşı zaafları falan... Belki bu kurtlarda da aynı şekilde etki ediyordur. Sonuçta doğaüstü varlıklar."
"Enteresan," dedi Tarben. "Bunun üzerine gidebiliriz."
"Tarih odasında dekor olarak kullandıkları gümüş kılıçlar ve zırhlar var," dedim. "Kendimizi onlarla koruyabiliriz belki."
"Ateşten korktuklarını da biliyoruz," diye ekledi Blue.
Duydukları Tarben'in hoşuna gitmişti. "Siz kurtları ateşle çember içine alırsanız, ben kementle onları yakalayabilirim," dedi. "Atlarla bir sürü deneyimim var. Onları bir kez bağladıktan sonra da ateşten bir çemberin içine hapsedebiliriz."
"Bir kısmımız nöbet tutarken diğerleri kasetleri arayabilir," diye tamamladı Diego.
Bir an heyecan hepimizin gözlerinde parladı. Sonra Ursa büyüyü bozacak sihirli sözcükleri etti.
"Sizce gümüş ya da ateş iskelet kurtlar üzerinde de işe yarar mı? Sonuçta onlar da ölüler değil mi?"
Sustuk, çünkü cevabı o kurtlarla karşılaşana dek bilme şansımız yoktu.
"E... ne yapıyoruz o zaman? Masal okumaya devam mı?" diye sordu Diego sıkıntıyla.
Benim için sorun yoktu. Kitaplara gömülüp uzun saatler çalışmak hayatımın normaliydi. Grubun kalanı içinse aynı şeyi söyleyemezdim. Zaten önceki geceleri ve tüm günü kitap okuyarak geçirmiş arkadaşlarımın yüzleri griye çalıyordu artık.
"Sizi bilmiyorum, ama ben biraz ara vermezsem delireceğim," dedi Blue. İtirafına hemen diğerleri katılmıştı.
"Al benden de o kadar. Herkes dışarda karın tadını çıkarırken biz bu rafların arasında çürüyoruz."
"Kısa bir mola versek ne kaybederiz?"
"Hızlıca bir göle bakıp dönebiliriz."
"Hem tatlı bir şeyler de yeriz."
Ortak karar alınmış gibi ayaklanmaya başladılar.
"Çocuklar," diye araya girdim. "Ben kalayım. Daha yeni yedik sayılır zaten, hiç acıkmadım. En azından araştırmaya devam etmiş oluruz." Es kaza Mars'ı da görmek zorunda kalmam.
"Olive!" dedi Blue kaşlarını çatıp. "Oyun bozanlık yapma. Hep birlikte bir soluklanıp geleceğiz işte."
Ben ona cevap yetiştiremeden Tarben kolumdan tutup beni kaldırmıştı. "Biz bir ekibiz," dedi. "Anca beraber, kanca beraber. Biz nereye sen de oraya."
Gülümsüyordu. Herkes bana böyle bakarken onlara itiraz etmem ne mümkündü zaten? Az sonra ekibin ortasında Yurt'tan çıkıyordum. Değil seraya gitmek, başımı binadan dışarı bile çıkarmadığımdan bahçedeki değişimi görmek sarsıcıydı. Burada da her yer ışıklarla pırıl pırıldı. Çiçeklerin üstü beyaz bir örtüyle kaplanmış, aralara içerideki gibi buzdan heykeller gelmişti. Tatlı tatlı yağan karın içinde şeffaf kuşlar uçuşuyordu.
Her şey öyle büyülüydü ki kısa bir an geçmişle gelecek silindi. Yaşadıklarımın hüznü de hedeflerimin korkusu da yerini sıcacık bir duyguya bıraktı. Orman boyunca ağaçları süsleyen kristal topları ve içlerinde uçuşan ateş böceklerini izleyerek arkadaşlarımın arasında ilerledim. Ne yazık ki sihir göl ve Delik'i ayıran heykele gelmemizle bozulmuştu. Bakışlarım istemsizce az daha sonum olacak kara boşluğa doğru kaydı. İçimin ürpermesine engel olamadım.
"Kar toplarını mutlaka denemen lazım," dedi Ursa o an koluma girip.
Muhtemelen içimde yaşadığımı sandığım dehşeti yüzümden kolaylıkla okumuştu. Kar toplarının yağda pişen, sonra da pudra şekere batırılan hamur topçukları olduğunu anlattı. Sonra bu döneme özel yiyip içebileceğim diğer şeylere geçti. Dikkatimi onun sesinde ve verdiği bilgilerde tutmaya çalışsam da müzik sesi yükseldikçe paniğim de artıyordu. Mars'ı görmemeyi başararak geçirdiğim onca günden sonra şimdi onunla karşılaşma ihtimali nefes kesiciydi. Ne yapacağımı bilmiyor, nasıl sakin kalacağımı kestiremiyordum.
Neyse ki korktuğum olmadı. En azından hemen. Mars gölün etrafında bir yerlerdeydiyse de karşılaşmamız imkansız görünüyordu. Ortalık hiç olmadığı kadar kalabalıktı bu gece. Donmuş gölün üzeri patenli ruhlarla doluydu. Yemek kulübelerinin sayısı artmış, diğer her şey gibi üzerleri süslenmişti. Hava çikolata, şeker ve tarçın kokuyordu. Sahil boyunca pek çok ateş yakılmış, ruhlar öbek öbek etraflarına toplanmışlardı. Kar topu oynayanlar, dans edenler, birbirlerini kızakla çekenler...
"Etkileyici değil mi?" diye sordu Tarben. Ona dönünce bana uzattığı kupayı gördüm. "Sıcak çikolata," dedi gülümseyip. "Ama daha önce içtiğin hiçbir şeye benzemediğine bahse girerim."
Haklı olduğunu biliyordum. Yine de üzerinde duman tüten bardaktan bir yudum içtiğimde aldığım tadı beklememiştim. Gözlerim zevkten kocaman açıldı. Sonra Ursa'nın getirdiği kar toplarından yedim. Damağım bu kez onun lezzetiyle çatladı. Ballı kestane, karamelli çörek, beyaz çikolatalı çilekler derken şeker komasına epey yaklaşmıştım. Sonunda Blue tuzlu bir şeyler yemeyi önerdiğinde düşünmeden onunla sıcak kestane kuyruğuna girdim.
Fazla değil, sıraya gireli beş dakika falan geçmişti. Blue'nun aklına daha iyi bir fikir geldi. O kestaneleri sipariş edecekti. Bana da yan kulübeden patates kızartması almamı söylemişti. İkiletmeden diğer kuyruğa yürüdüm. Sıra uzun, kafası güzel ruhlarsa yavaştı. Zaman geçse de sanki yerimden hiç ilerlemiyordum. Ellerim cebimde etrafı izlemeye koyuldum. Önüme bakabilir, patateslerime odaklanabilir, hatta buraya gelmek yerine kütüphanede kitap okuyarak olabilecek tüm sorunların önüne geçebilirdim. Ama buradaydım, gözlerim bir kez dolaşmaya çıkmıştı ve artık odaklanabildiğim tek bir şey vardı.
Onca gün, gece ve saat kaçmayı başardığım Mars karşımdaydı. Ağaçlardan birine yaslanmış, elleri cebinde az ötedeki ateşi izliyordu. Yüzünü yalayan ve saçlarını turuncuya boyayan yalımların altında bir heykel gibiydi. Yaraları iyileşmişti. Hoş, birkaç kesik şu kusursuzluğunu bozamazdı ya... Ne yazık ki bakışlarım onun üzerinde uzun kalamadı. Hemen yanında, elini onun omuzuna koymuş kız gözlerime batan keskin bıçaklar gibiydi. İstemsizce kirpiklerimi kırpıştırdım, ama görüntü değişmedi.
Onu tanımıyordum. Sarı saçları beresinin altından çıkmıştı. Mini eteğine rağmen çıplak bacakları bu havada üşümüyordu sanırım. Kabarık montunun önünü de açık bırakmış, omuzlarından aşağı düşürmüştü. Üzerindeki seksi bluzun yeterince görüldüğünden emin olmak istiyordu belli ki. Kim ne isterse onu giyerdi elbette, karışmak bana düşmezdi. Ama... Kızın duruşundan, gülüşünden, başını savuruşundan bu kıyafetleri yanındaki oğlan için seçtiğini görebiliyordum. Göğsümde kabaran nefrete engel olamadım. Tarben'in verdiği sıcak çikolata yediğim şeylerle birleşip boğazıma yükseldi.
Mars kıza bakmıyor, belki onun söylediklerini bile dinlemiyordu. Kendi düşüncelerine dalmış gibiydi. Yine de... onunlaydı. Kıza değil, kendime öfkelenmeliydim. Ne beklemiştim ki? Tek bir geceyle her şeyin değişmesini mi? Bunu istemediğini söylemişti Mars. Birini önemsemek istemiyordu. Yanında kalıcı birini istemiyordu. Düşünmek istemiyordu. Ve işte buradaydı. Dibinde öylesine takıldığı bir kız vardı. Hep yaptığı gibi yine anı yaşıyordu. Bugün odasına muhtemelen o kızla dönecek, sonra gece bitecek, kız gidecek, başka kızlar gelecekti.
Bense...
Hayatından gelip geçmiş bir hataydım. Anlık bir kafa karışıklığı... Duyduklarıma, gördüklerime, bildiklerime rağmen hala aynı özlem ve istekle ona bakıyor olmam tamamen benim hatamdı.
Neyse ki kader çok geçmeden salaklığımın cezasını verecekti.
***
-BÖLÜM SONU-
Evet, Mars hepimizin kalbini (bir kez daha) kırdıysa bölümü kapatabiliriz. Valla bu karakteri okurların elinden kurtaramıcam ben. Amaaa.... ona kızmadan önce bi perşembe bölümünü bekleyin derim. Bu da spoi-cik ossun :D
Bu bölüm Diego'nun hayatına dokunduk. Artık kendisinin kimsesiz bir sokak çocuğu olduğunu biliyorsunuz. Merak etmeyin, burada bitmedi, onu Yurt'ta tutan nedenleri de birlikte keşfedicez. Hele bir Arşiv'e girelim de...
Ama ondan önce, bir sonraki bölüm size karakterlerimizden bir başkasının geçmişini getiriyorum. Kim dersiniz?
Bölümü kapamadan önce son soru. Uçakta aklıma takıldı, sizin fikrinizi almak istedim. Olive ve Mars gerçek insanlar olsalardı kim olurlardı sizce? Aktör, şarkıcı, sanatçı, kuzeniniz, arkadaşınız, seçim serbest! Duymak için sabırsızlanıyorum :D (ben kendi fikrimi yoruma ekliycem)
Ay çok konuştum. Hadi perşembe görüşürüz.
Öpüldünüzzz
E.Ç.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top