101

FİNALE SON 3 BÖLÜM!

Güzel haftalar canlar. İnanılmaz önemli bir haftadayız. Sondan önceki son. 

Beklediğiniz üzere, sizi (ve kendimi) ağlatmaya geldim. Artık final çizgisi bir adım ötemizde. Son sözlerin söyleneceği, son öpücüklerin verileceği yerdeyiz. 

Zamanımız kısıtlı, o yüzden her anın, her kelimenin tadını çıkarın.

Keyifli okumalar,

E.Ç.

***

My prayer is to linger with you

At the end of the day in a dream that's divine

***

BÖLÜM 101:

SON ÖPÜCÜK

Mars'ın ailesi yaşıyor.

Mars'ın ailesi yaşıyor.

Mars'ın ailesi yaşıyor.

Mars'ın ailesi yaşıyordu. Şoktaydım. Şoktaydık. Sevgilimi buraya gelmeye ikna eden ben olsam da içten içe kendim bile böyle mutlu bir sonla karşılaşmayı beklememiştim sanırım. Videonun devamı bize sadece Mars'ın annesinin değil, kız kardeşinin de kurtulduğunu göstermişti. Abisinin odasında, bir zamanlar Mars'ın olan yatakta kitap okuyordu.

Mars gördüklerine inanamadığından Ursa'ya tekrar tekrar aynı sahneleri izlettirmişti. Başucundaki annesi, evde onu bekleyen kardeşi, bıraktığı gibi duran odası, arkadaşlarından gelen mesajlarla dolup taşmış masası... Görüntülerdeki yokluğuna bakarak Mars'ın babasının artık hayatta olmadığını söyleyebilirdim. Muhtemelen o gece gerçekten yaşamını kaybetmişti. Sevgilimin onun kederini ömrü boyunca taşıyacağını biliyordum. Şimdiyse önündeki mucizeyle gözleri kördü.

"Yaşıyorlar Olive!" dedi bana sıkıca sarılıp.

Onu daha önce de ağlarken görmüştüm. Kollarımdaki oğlanın yaşadığı şeyse bunun çok ötesindeydi. Kalbi taşıyamadığı duygularla patlıyordu. Kahkahaları hıçkırıklarla bölünüyor, onca zaman düşüncelerini zehirleyen irin göz yaşlarıyla bedeninden atılıyordu. Ursa gitmemiz gerektiğini tekrar tekrar hatırlatsa da onu videodan ayırmak da Müdire'nin odasından çıkarmak da kolay olmadı. Yakalanma korkusu olmasa belki onu ailesinin görüntüsünden uzaklaşmaya ikna edemezdik.

Sonunda bilgisayar kapandığında kaseti onu hayata bağlayan bir çapaymış gibi göğsünde tutuyordu Mars. Tarben durduğu yerden her şeye şahit olmuştu. Yine de bir kez daha söyledi. Yaşıyorlar Tarben! Ailem yaşıyor! İdari kata inip diğerleriyle buluştuğumuzda onlara da aynı şeyi tekrarladı. Yaşıyorlar! Yaşıyorlar! Yaşıyorlar! Annem yaşıyor. Kardeşim yaşıyor! Yaşıyorlar! Sanki yeterince söylemezse biri bu gerçeği ondan alacakmış gibi...

Onun ne hissettiğini hiçbirimiz anlayamazdık. Yerinde duramadığını görüyordum. Elinin kolunun kontrolünü yitirmişti. Ne yöne gideceğini bilmez gibiydi. Açıkçası ben de biraz kaybolmuş hissediyordum. Ne kadar kendimi bu ana hazırladığımı düşünsem de sonrasında olabilecekleri doğru dürüst idrak edemediğimi ancak şimdi anlıyordum. Sahi, şimdi ne olacaktı?

Neyse ki yanımızda bize yol gösterecek dostlarımız vardı. Tarben hep birlikte Mars'ın odasına dönmeyi önerdi. Ursa yemekhanede takılabileceğimizi söyledi. Diego açık havanın Mars'a iyi geleceğini düşünüyordu. Hiçbirini istemedi Mars. Yalnız kalması gerektiğini söyledi. Hepimizden özür diledi. Beni öpüp sonra bulacağına söz verdi ve bizi koridorda şaşkın şakın bakınırken bırakıp merdivenlerde gözden kayboldu.

Bir süre ne yapacağımızı bilemedik. Herkes kermeste olduğundan tüm Yurt bize kalmıştı. Her yere gidebilir, canımız ne isterse yapabilirdik. Ben ne istediğimi düşünemeyecek kadar sersemlemiştim. Bu, dışarıdan da görünüyor olsa gerek Ursa koluma girdi, bir şeyler yemenin bana iyi geleceğini söyledi. Yemekhaneye yöneldiğinde Tarben onu durdurup daha iyi bir fikri olduğunu söylemişti. Ve ardından onun gizli oyuncak odasının yolunu tuttuk.

Ben neyle karşılaşacağımı biliyordum. Arkadaşlarım içinse gördükleri eşsiz bir sihir gibiydi. Blue böyle bir şeyi ruh eşinden sakladığı için ömür boyu ona küs kalacağını iddia etse de öfkesi fırından onun için çıkan ilk tepsiyle silinip gitmişti. Ardından her birimiz için farklı yemekler masaya koydu Tarben.

Küçük sırrını diğerleriyle paylaşmak için neden bu geceyi seçmişti bilmiyordum. Belki gerçek bir kutlamayı hak ettiğimizi düşündüğü içindi. Ya da belki iyisiyle kötüsüyle ölümü paylaştığı bu bir avuç insanı sonunda dostu saydığı için... Her koşulda kafamı dağıttığı için ona minnettardım.

Ama olanlar öyle kolayca unutulacak gibi değildi. Konu da çok geçmeden yeniden Mars'a ve kasetine gelmişti. Ben pek konuşacak halde olmadığımdan diğerlerine detayları vermek Ursa'ya düştü. Kazayı ve sonrasını anlatırken yeniden gözleri doldu. Blue kendi yaşlarıyla ona eşlik edince, Diego ikisinin de elini tutup güç vermeye çalıştı.

"Mars'ın başına böyle bir şey geldiğini hiç bilmiyordum," dedi hüzünle. Diğerleri başlarını sallayıp ona katıldı.

Blue gözlerini kuruladı. "Bana sadece çok küçük bir kısmını anlatmıştı. Meğer içinde nasıl bir yük taşıyormuş."

"Yaşadığı acıyı tahmin edemiyorum bile," dedi Tarben. O acı elleri arasındaymış gibi çatık kaşlarla bardağına bakıyordu. Kardeşini kaybettiğinde baş etmeye çalıştığı duyguları hatırladığına şüphe yoktu. Sözlerini sessizlik takip etti. Çünkü herkesin merak ettiği, ama kimsenin dillendirmeye cesaret edemediği soruya gelmiştik. Sonunda konuşmayı başaran Ursa oldu.

"Sizce Mars şimdi ne yapacak?"

Herkesin bakışlarının bana döndüğünü hissettim. Sanırım Mars'ın vereceği olası karar en çok beni etkileyeceği içindi. Helene ve Lark'ın aramızdan gidişi bu kadar taze olmasa belki dostlarımın aklına ilk gelen ihtimal Mars'ın da gitmeyi seçeceği olmazdı. Ama onlar biliyordu. Ben biliyordum. Onca yıl mezarda olduklarına inandığı ailesinin bir yerde onu beklediğini bile bile Mars'ın ruhu daha fazla burada kalamazdı.

Yine de o an bu gerçeği dillendiremedim. Kelimeler dudaklarımdan döküldüğü an bir güç onu benden koparıp bu alemin dışına tükürecekti sanki. Henüz buna hazır değildim. Benim de yalnız kalmaya ihtiyacım vardı. Sakince düşünebilmeye ihtiyacım vardı. Mantığımın duygularımın kontrolünü ele geçirmesine ihtiyacım vardı.

Böylece diğerlerinin itirazlarına rağmen tek başıma odama döndüm. Yatağın ucunda, sessizce, tek bir noktaya bakarak ne kadar süre oturdum bilmiyorum. Bela kucağıma geldi, Bela gitti, Bela geri geldi, Bela yanıma kıvrıldı, Bela uyudu, Bela uyandı. Ben... ben sadece durdum. Durdum ve neyi beklediğimi bilmeden bekledim. Saatler sonra olmalıydı. Pembe ay iyice alçalmıştı. Kapım tıkladı. Misafirimin kim olduğunu bildiğimden acele edemedim. Kaçınılmazı geciktirmeye çalışmam çok acınasıydı ya, elimden bir şey gelmiyordu.

"Hey," dedi Mars eşikten. Saatlerdir yürüyormuş gibi görünüyordu. Ayakkabıları ve kotunun paçaları çamur içindeydi. Saçı başı dağılmıştı. Gözleri kıpkırmızıydı.

"Hey," dedim onun gibi yarım yamalak bir tebessümle.

Yavaşça odamın içine süzüldü. Onun hareketleri de benimki kadar temkinli, benimki kadar ağırdı. Ne de olsa aynı düşmana karşı savaşıyorduk: Kontrolsüzce akıp giden ve bizi mutlak sona doğru sürükleyen zamana karşı. Akışı durdurmak isterce kollarını etrafıma dolayıp bana sıkıca sarıldı. Düşünmeden ona karşılık verdim, başımı göğsüne bastırdım.

"Nasılsın?" diye sordum.

"Param parça," dedi düşünmeden. "Bir yanım... yeniden doğmuş gibi. Diğeri... can çekişiyor. Hayatımın en mutlu günü. Ve aynı zamanda... en zoru. Katıla katıla gülmek istiyorum, ama tek yapabildiğim hıçkıra hıçkıra ağlamak."

Kendi kalbimde yaşanan savaşı daha güzel özetleyemezdi. Başımı kaldırıp ona baktım. Gözleri yine ıslaktı. Kendininki yerine uzanıp benim yanağımdan süzülen yaşı sildi. Ben de elimin dışıyla onun yanağını kuruladım.

"Şu halimize bak..." dedim gülerek. "Dans edip kutlama yapacağımız yerde iki şımarık çocuk gibi ağlıyoruz."

Mars gülümsemedi. Bakışları dikkatle yüzümü inceliyordu. "Onların hayatta olabileceğine hiç inanmadım ben Olive," dedi. "Kaseti izlemeyi kabul ettim, çünkü onlarla vedalaşmak istedim. Ama şimdi..." Onu böyle yarım yamalak bırakan gerçeği söyleyemedi.

"Şimdi onların hayatta olduğunu biliyorsun," diye tamamladım onun yerine. "Her gün senin o eve geri dönmeni beklediklerini biliyorsun."

Dudakları yeni hıçkırıklara karşı direnir gibi eğilip bükülüyordu. "Ben... ben onları... yalnız bırakamam," demeyi başardı.

"Biliyorum," dedim şefkatle.

Başını iki yana sallayıp yere eğdi. Daha fazla içinde tutamadığı yaşlar kontrolsüz hıçkırıklarla döküldü. Omuzları sarsılıyordu. Bu defa ben onu kollarım arasına aldım. Başını omzuma gömüp titredi.

"Ben... ne yapacağımı bilmiyorum Olive," dedi kesik kesik aldığı nefesleri arasında. "Ben... ben nasıl seçerim?"

Seçemezdi elbette. Seçmesini de istemiyordum. Öldüğü günden beri kurduğu hayalle arasına giren uçurum olmak istemiyordum. Bu, kendi kalbimin bir parçasını ebediyen kaybedeceğim anlamına gelse de...

"Sen bugün bana ikinci bir şans verdin," diye inledi. "Ama o şansı kullanırsam seni kaybedeceğim. Seni kaybedeceğim Olive! Ben... ben seni kaybedemem!"

Ruhu bu yükü daha fazla taşıyamamış olmalıydı. Dizlerinin üzerine düştü. Ben de onunla yerdeydim. Benden uzaklaşmasına izin vermeden daha sıkı sarıldım.

"Hiş..." dedim sırtını sıvazlayıp. "Sen... asla beni kaybetmeyeceksin Mars! Ben hep senin olacağım."

"Ama..."

Onu itip yüzüne baktım. Darmadumandı. Acı içinde, kırık, dediği gibi paramparça... Mavileri yaşlardan görünmüyordu. Kendi suratımın da pek farklı bir durumda olduğunu sanmıyordum. Yine de gülümsemeyi başardım.

"Bu bir yol ayrımı değil," dedim kirpiklerini okşayıp. "En başından beri olman gereken tek bir yer vardı. Sadece kaybolmuştun, bugün yolunu yeniden buldun."

Yine başını sallıyordu. "Hayır, hayır, hayır!" dedi benden uzaklaşıp. Uyanıkken bir kabusun içine saplanmıştı sanki. Korku dolu düşüncelerinden başka bir şey görüp duymuyor, tüm kötü olasılıklar arasında bir uçtan diğerine savruluyordu.

Bu kez kollarından tutup sıktım. "Bana bak!" dedim. Bakmadığında başımı eğip göz göze gelmeye çalıştım. "Bana bak Mars!" Madem ikimizden biri güçlü olmalıydı, onun için bunu ben yapacaktım. Sonunda başını kaldırdı. Mağlup bakışları benimkileri buldu.

"Olive..." diye inledi.

"Mars..." dedim şefkatle. "Sevgilim... Seni çok seviyorum. Seni sonsuza dek yanında kalmak isteyecek kadar çok seviyorum. Ama ikimiz de buranın sonsuz olmadığını biliyorduk. İkimiz de bir gün buradan gideceğimizi biliyorduk. Sen olabilecek en güzel şekilde buradan gideceksin. Ailenin seni beklediğini bilerek... Bu mucizeyi elinden kaçırmana izin verir miyim sence?"

Başka bir gün, Lark bu sözlerin çok benzerini Helene'ye söylemişti. O anın hüznüyle dediklerinin gerçek anlamını tam anlamamıştım. Anlamadığımın şimdi farkına varıyordum. Birini ondan vazgeçmeyi kabullenecek kadar çok sevmek... Onun yaptığı, benim yaptığım buydu.

"Olmaz," diye inatlaştı Mars. "Bu şekilde olmaz. Ben... ben sensiz gidemem."

Kaşlarım çatıldı. "Kim bensiz gideceğini söyledi ki?" Onu şaşırtmıştım. Umut bakışlarını yokladı. Bir anda ayaklanıp başucumdaki komodine gittim ve çekmecede sakladığım inciyi alıp yanına geri döndüm. Avucumu açıp ona doğru uzattığımda Mars'ın bakışları yüzümle inci arasında gidip geldi. Biraz daha büyük gülümsedim. "Ben de burada sonsuza dek kalmayacağım. Bir gün benim de zamanım gelecek. Ve o gün geldiğinde yeniden birbirimizi bulacağız. Sadece biraz beklememiz gerekiyor, hepsi bu."

"Bunu bilmiyorsun. Bize ne olacağını bilmiyorsun. Birbirimizi asla bulamayabiliriz. Her şeyi unutabiliriz."

Evet, bunların hepsi fazlasıyla muhtemeldi. Ama kendimi balkondan aşağı atmamak için bu umuda tutunmaya ihtiyacım vardı. İnciyi onun avucuna bırakıp parmaklarını etrafına kapadım.

"Sen o göle dalıp bana bu inciyi verdiğin gün bu ihtimali yok ettin sevgilim. O günden beri ben, kalbim, ruhum, her şeyim senin. Benimle olmak istemediğinde bile peşini bırakmadım. Sence şimdi senin beni unutmana izin verir miyim?"

Güldüm. Baktım onun dudakları da kıpırdıyor üstüne gittim.

"Sen hep bu alemdeki en inatçı ruh eşi olduğumu söyleyip durmuyor muydun? Haklısın, öyleyim. O yüzden de yaşam beni senden ayıramaz. Gözümü ne zaman, nerede açarsam açayım, ben yine seni bulurum!"

Öne eğilip onu öptüm. Titrek dudakları bana hemen karşılık vermese de onu bırakmadım. Sonunda belimden tutup beni kucağına çekti. Gözyaşlarımız birbirine karıştı. Acımız, korkularımız, umutlarımız iç içe geçti. Yumuşak dokunuşlarımız bir yerden sonra hırsa dönmüştü. Bu tutkuyu bizden almaya çalışan zamana ve yaşama karşı koyarca, birbirimizi sımsıkı tuttuk. Bir yarın yokmuş gibi, bir daha birbirimize sahip olamayacakmışız gibi öptük, kokladık, okşadık, sevdik. Çok... çok sevdik.

Çünkü gerçeğin ne zaman yarınımıza el koyacağını ikimiz de bilmiyorduk. Tıpkı Mars'ın şarkısında söylediği gibi... yarın kapalıydı. Ama şu an bizimdi. Bu son öpücük bizimdi. Bizim cennetimizdi. Ve bir gün yeniden bizim olacağını ummaktan başka şu an için yapabileceğimiz hiçbir şey yoktu. Yine, yeniden, tıpkı Mars'ın şarkısında söylediği gibi...

İşte son öpücüğün,

Bunu kaçırmak istemezsin.

Sahip olduğum tek cennet parçası

Hayır, bunun boşuna olduğunu düşünmüyorum.

Ama bir gün onu geri alacağımızı umuyorum.

--

So here's your last kiss

Won't wanna miss this

Only piece of heaven I ever had

No, I don't think it's for nothin'

But I hope someday we're gonna get it back 

***

-BÖLÜM SONU-

Ve kitabımızın resmileşmiş şarkısıyla bölümü kapatıyorum. Besteyi sanki sahiden Mars bu anı düşünerek yapmış gibi değil mi? 

Hiçbir veda kolay değil bence, ama sonraki bölüm sizi epey sarsacak, söz veriyorum. Artık mendil hazırlayın demiyorum, tuvalet kağıdı rulosuyla falan bekleyin. Çünkü bölüm gibi bölüm oldu :))

Bölümü kapamadan, hepinize bir soru: Mars'ın yerinde olsaydınız, siz ne seçerdiniz. Kalmak ya da gitmek? 

Kendinize çok iyi bakın canlarım,

E.Ç.


Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top