she

Bu hikaye jigolouis'e adanmıştır

Görselde güzeller güzeli Laurel var ve fotoğraf kalitesinden dolayı kusura bakmayın, elden bu kadar geldi djdjdnkd

Laurel kimyasalın saçlarına işlediğini, kelimenin tam anlamıyla yanan diplerinde hissediyordu. Bu yüzden saçını yıkayan kadın, ılık suyu saçlarına tuttuğunda rahatladığını hissetti. Saçlarından akıp giden suyu, sırf rengini görebilmek için evde kendisi boyamadığına pişman olmuştu. Fakat boyattığı rengin bir sorunu vardı, eğer düzgün ve hızlı boyamazsanız renk geçişleri güneş vuran veya güzel bir aydınlatması olan herhangi bir odada ayırt edilebiliyordu. Bu yüzden her ay kuaföre para dökerek saçlarını kendisine en çok yakıştırdığı kızıl renginin açık tonlarına boyatıyordu.

Saçlarının nemi havluyla alındı ve büyük bir gürültüyle çalışan saç kurutma makinesiyle kurutulup şekil verildi. Laurel kendisine bakarken gülümsemişti. Ne zaman diplerinin geldiğini görse sanki kendisini çirkinleşir gibi hisseder ve direkt marketten rengini bulmakta zorlandığı saç boyalarına veya maaşı o ay yüklü yatmışsa kuaföre koşardı.

"Güle güle kullanın." Saçlarını kurutup şekil veren kadına teşekkür edip yerinden kalktı. Bugün aldığı zarf içindeki paradan ücreti ödeyip kendini Londra'nın kalabalık sokağına attı.

Londra'da hava o gün hafif yağmurluydu. Esen rüzgar içini titretse de yine de üzerindeki kalçalarının altında biten kare desenli kabanının önünü iliklememişti.

Laurel, yaklaşık bir buçuk yıldır Earthen isimli dergide editör olarak çalışıyordu ve işini oldukça seviyordu. Küçük bir kız çocuğuyken odasında oturup saatlerce yazılar yazar ve idealist ilkokul öğretmeninin ona verdiği kitapları defalarca okurdu. Ergenliğe girdiğinde bile ailesinden doğum günü için hediye isteği, süsüne ve marka kıyafetlere düşkün yaşıtlarının aksine, kitaplar olurdu.

Aynı yerde oturduğu ve aynı liseye gittikleri için her gün beraber okula gittiği Robert da kitapları çok severdi. Genelde Robert'la, Laurel'ın kapısının önünde buluşur ve iki sokak aşağılarındaki otobüs durağına gidene kadar kitaplar hakkında konuşurlardı.

Robert'ın ailesinin durumu, kendisininkine kıyasla çok daha iyiydi. Bu durum onlar için daha fazla kitap demekti. Robert'ın çok centilmen davranıp kendisine aldığı kitapları ilk önce Laurel okur ve sonrasında kendisi okurken Laurel, onun kitabı bitirmesini heyecanla beklerdi.

Ergenliklerinin ortalarında Laurel'ın fiziksel olarak olgunlaşmasıyla beraber okuldaki birçok çocuk, oyun salonuna veya şehrin merkezindeki ünlü pizzacıya gitmeyi teklif etmeye başlamış ve bu Robert'ın hissettiği kıskançlığın arkadaşça olmadığını fark etmesine sebep olmuştu.

Kitap değiştirecekleri o akşam Robert daha fazla dayanamadığını fark etmişti. Çalışma masasının üstünde düzenli bir şekilde duran defterlerinin birisinden küçük bir kağıt yırttı ve üzerine hislerini anlatacak birkaç kelimelik bir cümle yazıp, kitabın ilk sayfasının kenarına sıkıştırdı.

Robert kitabı verirken resmen elleri titriyor ve Laurel'ın dediği hiçbir şeyi anlamıyordu. Laurel, onun ellerinin titremesinin sebebini, yukarı çıkıp kitabı açana kadar anlamamıştı.

Yaşadığı şokun etkisiyle mi yoksa kafa karışıklığı mı buna sebep olmuştu bilmiyordu fakat Robert'dan kaçabildiği kadar kaçmıştı. Her gün babasına kendisini bıraktırıyor ve dönüşte bir saatlik yolu üşenmeden yürüyordu. Hem bunun vücuduna iyi geldiğini de fark etmişti, tek sorun yarım saat sonrasında bacaklarında oluşan yanmaydı ki bu da üçüncü günden sonra geçmeye başlamıştı.

Cuma günü okul çıkışında Laurel, Robert'ın ona verdiği eski walkman'inin teki bozuk kulaklığını kulağına yerleştirirken bir hisse kapıldı, sanki takip ediliyormuş gibi. Arkasına bakındığında öğrenci grubu dışında bir şey görememişti. Walkman'in içine, sabah yerleştirilmiş olan kaseti kontrol edip, oynatma tuşuna bastı.

Tekrar aynı şeyi hissettiğinde bu sefer arkasına bakmasına gerek kalmamıştı. Robert yanında yürürken, onun da kulaklıkları takılıydı. Bir süre kendi walkmanlerinden dinledikleri müzikle yolu yarıladılar.

Laurel onun elini tuttuğunda Robert ona bakarak gülümsemişti. İlk öpüşmeleri, Robert'ın o senenin yazında alınan kamyonetinde olmuştu ve üniversiteye kadar onları hiçbir şey ve hiç kimse ayıramamıştı.

Robert yüksek notları ve burs ücretini karşılayabilecek maddi imkanlarından dolayı St Andrews Üniversitesi'ne giderken, Laurel daha hem düşük burs gerektiren hem de evlerine daha yakın olan Londra Üniversitesi'ni tercih etmişti.

St Andrews Üniversitesi, doğup büyüdükleri Doncaster'a trenle 6 saat ve Laurel'ın üniversitesine 9 saat uzaklıktaydı ki bu onların sadece evlerine ortak dönebildikleri bir zaman diliminde görüşmelerine olanak veriyordu. Haftada 1-2 kere yurdun ortak telefonundan en fazla yarım saat olabilecek şekilde konuşmak ve her günü beraber geçirirken bunun birden 3-4 aya kadar uzaması onları yormaya başlamıştı.

Görüşebilmek için kendisinden fedakarlık eden kişi Laurel idi. Çünkü üniversitesinin Doncaster'a, Fife'a göre, olan yakınlığı Robert'ın onu her geldiğinde Doncaster'a ısrarla çağırmasına sebep olmuştu.

Bu çağırmalar hem yerli, hem yersiz olabiliyordu. Edebiyat fakültesinde okuyan Laurel'ın kendi okuduğu mühendislik bölümüne oranla daha kolay olan dersleri, bir de sınav haftası kendisinden önce olup biten Robert'ın her Doncaster'a döndüğünde kendisinden bir hafta sonu için 4 saatlik bir yolculuk yapması beklentisini kendince haklı çıkartıyordu.

Bu başlarda Laurel'ın göze aldığı bir şeydi, birçok artısı vardı. Tren yolculuklarında bol bol kitap okuyor ve vagonda tanıştığı insanlarla konuşup kendisine hikaye biriktiriyordu. Fakat zaman geçtikçe birbirlerini görmemeleriyle birleşen iletişimsizlikleri, onları ve ilişkisini yormaya başlamıştı.

Ayrılıkları dördüncü sınıfın noel tatiline kadar sürmüştü. Laurel evlerinin dışındaki büyük ağaca ışıkları dolarken, evinin önüne tanıdık bir kamyonet park etmiş ve Laurel onu gördüğünde, öncesinde yaptığı işe geri dönememişti.

Robert kamyonetinden elinde bir kutuyla inip, evlerinin girişinden kıza baktığında, Laurel beresini düzeltip hızlıca yanına doğru ilerlemişti.

"Taşındığınızdan beri seni buralarda göremez olduk." diye alayla mırıldandı Laurel.

Robert sanki mahçup olmuş gibi gülümseyip konuştu. "Senin için döndüm."

Laurel'ın gözünde biriken sıcak yaşlar, soğuk yüzünü sıyırıp geçiyordu. Karşısındaki çocuk bunu gördüğünde şiddetli bir şekilde onu kendisine doğru çekip kollarıyla sarmıştı.

"Seni çok özledim." diye mırıldandı kollarındaki kadına doğru. Laurel konuşmak yerine ona daha sıkı sarıldı.

Uzaklaştıklarında, genç kızın yüzüne doğru esen kumral saçlarını nazikçe geriye doğru ittirmişti.

Laurel gözleriyle onun yüzünü incelerken ne kadar değişmiş olduğunu fark etti. Olgunlaşmış ve yüzündeki çocukluk hali gitmişti. Kahverengi gözleri, ona hasretle bakarken büyük ama sırıtmayan burnu soğuktan dolayı kızarmıştı. Laurel ince parmaklarını onun yanaklarına sardı, biraz olsun ısınması için.

Robert uzanıp onun dudaklarından öptüğünde Laurel'ın kalbi uzun bir süre sonra ilk defa böyle çarpmıştı.

"Mutlu Noeller."

Robert'ın uzattığı kutuyu alırken ona aldığı bir hediye olmadığından dolayı mahcup olmuştu. İçinden çıkan şeyle hissettiği mahcubiyet artmıştı.

"Robert, bunu kabul edemem." Kutunun içinden çıkan son model mp3'ü geri uzatırken Robert onu tekrar öperek susturmuştu.

"İçine senin için bir liste hazırladım, eski günlerdeki gibi. Londra'ya giderken daha fazla sıkılmazsın."

Laurel ona gülümserken gözleri hala doluydu. "Ben sana hiçbir şey almadım. Bu yüzden çok mahcubum." Sonrasında aklına gelen şeyle kafasındaki bereyi, saçlarının kabarmasını önemsemeden çıkardı. "Bunu al, Fife'da beni hatırlamak istersen diye."

"Seni hatırlamak için buna ihtiyacım yok."

Laurel ona gülümserken tekrar kendisinden uzun çocuğun boynuna sarıldı.

Ayrı kaldıkları bir buçuk sene, onlara çok şey öğretmişti. Robert hayatına giren birkaç kadınla beraber dünya üzerinde kimseyi tanımanın ona Laurel'ı tanımak kadar çekici gelmediğini fark etmişti. Laurel ise ilk başlarda yeni şeyler deneyimlemenin -ki uzun süreli bir ilişkiden çıktığı düşünülürse- heyecanına kapılmış ama sonrasında hiçbir ilginin Robert'la paylaştıklarından fazlasını ifade edemeyeceğini fark etmişti.

Üniversiteye dönüşlerinden önce Laurel, ona eski deneyimlerinden dolayı oluşan çekincelerini anlatmış ve Robert bunları telafi edeceğinin sözünü vermişti. Sözünü de tutmuştu artık ona bencilce Doncaster'a dönmesi için ısrar etmiyor görüşmek için Londra'ya geldiğinde kalabileceği bir yer ayarlamasını istiyordu.

Neredeyse bahar tatiline girecekleri sırada, ki Laurel'ın hala birkaç sınavı vardı, Robert ona sürpriz yapmıştı. Yurt odasından üzerinde pijamalar ve terliklerle aşağıya inerken onu ne kadar özlediğini düşünüyordu.

Bölümündeki arkadaşlarıyla kavga etmesi ve hepsinin kendisiyle küsmesi sonrasında Laurel hiç olmadığı kadar yalnızlaşmış ve soluğu telefonda almıştı. Robert, onun telefonda ağlamasına dayanamamış ve o akşam arkadaşlarıyla gideceği partiye gitmekten vazgeçmişti.

Yurt kapısından koşarak çıkıp Robert'ı gördüğünde genç çocuk tarafından ilk önce sıkıca sarılmış ve sonrasında montsuz çıktığı için azarlanmıştı. Hiçbir zaman yalnız olmadığı kulağına fısıldandığında Laurel onu izlemek için, çünkü artık fotoğraflar yetmemeye başlamıştı, geri çekildiğinde çocuğu tek dizinin üzerinde yerde bulması saniyeler sürmüştü.

"Laurel Rene Tomlinson, benimle evlenir misin?"

Laurel gözyaşlarını ancak Robert'ın aile yadigarı yüzüğü kendisine doğru uzatıldığını görene kadar tutabilmişti. Çıkmayan sesi yüzünden sadece dudaklarını oynatabilmişti. Dünyadaki en mutlu çiftin kendileri olduğunu zannederken dudakları birleşmiş ve güvenlik tarafından uyarılana kadar orada öyle kalmışlardı.

Sonraki iki sene onlar için zorlu geçmişti. Laurel, okuldan sonra Londra'nın merkezinde bir eve çıkmış ve üniversitenin son senesinde staj yaptığı Platen Dergisi'nde bir iş bulmuştu. Sağlıklı yaşam ve doğa üzerine burada yazdığı yazılar hem ilgi alanı değildi hem de yeni çalışan olduğu için üzerine yüklenen iş yükü ona zor gelmeye başlamıştı.

Robert ise biten eğitimi sonrasında Londra Üniversitesi'ne yüksek lisans için başvurmuş fakat annesinin ani hastalığı nedeniyle eğitimini iki dönemlik durdurma kararı almıştı.

Düğünleri bir buçuk sene ertelendikten sonra tam da Fletcher'lara yaraşır bir törenle evlenmişlerdi. Laurel'ın iki gözlü küçük evinden Robert'ın yüksek lisansını tamamlamalarıyla ayrılmışlardı. Laurel artık stajyer gibi kullanıldığı dergide çalışmak zorunda olmadığı için mutluydu çünkü orada kendi üzerinde kurulan baskıyı atamıyor ve eve geldiğinde en ufak bir olayda eşi Robert'a yansıtıyordu tüm stresini.

Bu baskı, Robert'ın akademik kariyerini aile şirketleri için terk edip kısa bir sürede başarılı olmasıyla azalmıştı. Emekliliğe ayrılan kayınpederi ve kayınvalidesinden sonra erkek kardeşi de Londra'ya taşınmış ve üç Fletcher erkeğinin beraber olmasıyla şirketleri de yükselmeye başlamıştı.

Yıllar içerisinde edindikleri saygın yer, onlara daha büyük evlerde yaşayıp, daha güzel arabalar sürmeleri olanağını sağlamıştı.

Laurel'ın egosu, eşinin başarısı altında eziliyordu çünkü terfi aldıktan bir hafta sonra kendisine eşi hakkında bir yazı yazması istenmişti. Bu Laurel için bardağın son damlasıydı. Yazı işleri başkanının masasına, eşi hakkında yazdığı "başarının görünmez merdivenleri" adlı yazı yerine, istifa dilekçesini bıraktığında onu en çok destekleyen kişi Robert olmuştu.

İki aylık ev hanımlığı deneyiminde can sıkıntısından dolayı saçlarını ilk önce sarıya ve sonra beğenmeyip kırmızıya boyamıştı. Robert, onun kızıla boyanmış saçlarını gördüğünde, bunu yapmak için neden bu kadar geç kaldığını sormuş ve ona günlerce iltifatlar yağdırmıştı. Bu değişiklik Laurel'ı sadece bir haftalığına mutlu etmişti. Sonrasında evde oturan insanlardan asla olamayacağını kabullenip, uzun süredir ilgiyle takip ettiği Earthen Dergisi'ne iş başvurusunda bulunmuştu. Şaşırtıcı bir şekilde kısa sürede geri dönüş sağlamışlar ve yeni iş yerinde editör olarak işe başlamıştı.

Önceki dergisinde yaşadığı sorunlarla karşılaşmamak için kendi soyadını kullanmaya başlamış ve dergi satışlarının da yükselmesiyle iş arkadaşları onun buraya uğur getirdiğine karar vermişti. Kendini kanıtlama süreci sona ermiş ve içerikte, spor dışında, birçok çeşitli konuyu barındıran dergide istediği departmana geçme hakkı verilmişti.

Laurel'ın ikinci kere düşünmesine gerek bile kalmamıştı. Edebiyat bölümündeki insanlar onu hoş karşılamışlardı, beklentisinin aksine bölümdeki sayılı kadınlardan birisiydi Laurel.

Diğer bölümlerde yazar ve editörler günlük olarak ofise gelip, neredeyse beraber çalışıyorlar, ki bu yazarın strese sokulmasından dolayı yazının büyük bir bölümü editöre kalması anlamına geliyordu. Edebiyat kısmında yazarlara daha fazla olanak tanınıyor ve kişi sayısına göre editörlere iş dağılımı yapılıyordu.

İlk iş gününde çoktan dağılım yapıldığından dolayı elinde hiçbir şey yoktu. Masasını beşinciye düzenledikten sonra insanlarla arasını iyi tutmak için kahve demleyip yoğun tempoda çalışan insanlara kahve götürüp, biraz laflamıştı.

İsimliğinden gördüğü kadarıyla adının James olan çocuğa kahve getirdiğinde, onu çok kibar bir şekilde karşılamış ve ona oturmak isteyip istemediğini sormuştu. Laurel ettikleri on dakikalık sohbette onun yeni mezun olduğunu ve Londra'ya yeni taşındığını öğrenmişti.

"Bir yazar var, oldukça ünlü bir yazar..." James konuşmaya başladığında Laurel gözlerini masanın üzerinde dağınık bir şekilde duran kağıtlardan genç çocuğa çevirmişti. "Ve resmen benimle oynuyor. Bir yazısında eski ingilizce kullanırken diğerinde yazım yanlışlarıyla dolu bir kağıt gönderiyor. Kelimenin tam anlamıyla benimle dalga geçiyor resmen."

Çocuk kendi kendine söylenirken Laurel, onun haline güldü.

"Geçen gün onun yazısını editlerken karşımda oturup yazı yazdı ve editlediğimi yırtıp, bunun basıma girmesini istemediğini söyledi. Eğer onun ismini duyarsan sakın işi kabul etme."

Laurel çocuğun yüzündeki ciddiyeti görünce kaşlarını çattı. "Başını belaya sokacak bir şey mi yapıyor?"

"Hayır, aksine." diye karşı çıktı çocuk. "Patrona en sevdiği editörün ben olduğumu söyleyip duruyor. O olmasa asla terfi alamazdım hala magazin yazarlarının alt düzey makalelerini neredeyse baştan yazmak zorunda kalırdım."

Laurel tam ağzını açacakken çocuğun bakışlarının kitlenmesi ve kendisine durması için el işareti yapmasıyla sustu. Arkasına döndüğünde patronla konuşan bir kadın dışında herkes önündeki işleriyle uğraşıyordu.

Kadının açık kumral rengindeki dalgalı saçları dağınık bir şekilde at kuyruğu yapılmıştı. Laurel onu kıskanmadan edemedi. Saçları hem çok gür hem de çok sağlıklı görünüyordu. Laurel aynı şekilde saçlarını toplamaya çalışsa ortaya çıkan görüntü bir kedi kuyruğuyla aynı olurdu.

"Sana bahsettiğim yazar," James'in sesi arkadan gelirken Laurel, kadını incelemeye devam etti. "Helen."

Sanki hissetmiş gibi kadın kafasını çevirdiğinde Laurel, şekilli burnundan ve saçlarından fazlasını görebilmişti. Yüzünün iki yanındaki perçemleri, kaşlarını geçmiş, kesilmesi gerektiğini haberliyordu. Yeşil gözler, kendi üzerinde gezinirken Laurel inatla gözlerini çekmedi. Aralarındaki sessiz inatlaşmayı Mr. Wheatley'nin ona seslenmesi bölmüştü.

"Laurel, odama gelebilir misin?"

Laurel ayağa kalkıp birkaç adımda Mr. Wheatley'nin odasına girdi.

"Helen, Laurel yeni editörümüz. Bundan sonra yazılarını o kontrol edecek."

Kadın konuştuğunda Laurel sesinin görünüşüyle ne kadar uyumlu olduğunu düşündü. Sesi kadifeyi andırıyorken tonlamaları yumuşaktı. "James'e haberi ben verebilir miyim?"

Mr. Wheatley, onu onaylarken kadın ellerini çırparak yerinden kalkmış ve kumaş kargo çantasını boynundan geçirip ofisin içine doğru ilerlemişti. Laurel da merakla arkalarından gidip masasına oturmuştu.

"Eşyalarını topla, gidiyorsun." Helen sert bir şekilde konuştuğunda Laurel gözlerini kocaman açarak karşısındaki ikiliye baktı. Karşısındaki yeni yetme çocuğun gözlerinin dolmasıyla, kadının gülümsemesi paralel artıyordu. "Çünkü seni gerçek bir yazar yapacağız."

Çocuk gergince güldüğünde, kadın da gülmeye başlamış ve ikili birbirlerine sarılırken Laurel bu kadının mizah anlayışından dolayı sinirlenmişti. Aynı zamanda üzülmüştü çünkü bu ofiste en çok kanının ısındığı kişiyi tanıma fırsatı bile olmamıştı.

James eşyalarını toplarken Helen de basıma hazırlanacak olan kağıtlarını masadan almış ve Laurel'ın masasına doğru yürümüştü. Kısa bir süre isimliğe baktıktan sonra yüzünde sahici olmayan bir gülümseme yerleştirip kağıtları önüne koymuştu.

"Yarın sabah 8'de basım var. O zamana kadar halledilmesi gerekiyor, neler yapabildiğini göster."

Laurel onun sadece işi konusunda mı yoksa hayatının her yerinde mi bu kadar baskıcı olduğunu merak etmeden yapamadı. Tek bildiği şey, James'e uyguladığı baskının yeni hedefi kendisi olmayacaktı."

Öncelikle ne yaptığım hakkında çok bir bilgim yok ama çıktık bir yola dkfmfkfmş Bu Laurel tanıtım bölümü+hikaye girişi gibi ortaya karışık bir şeylerdi. Umarım beğenmişsinizdir

Ayrıca sevgili jigolouis, hikayenin her detayında bana yeter demeden saatlerce yardımcı olduğun için çok teşekkür ederim seni çok seviyorum ❤️

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top