022: Jung Wooyoung kaybediyor
≪söylenmemesi daha iyi olan sözler≫
Hava hiç olmadığı kadar açıktı –en azından San öyle biliyordu. Gökyüzü pırıl pırıldı, koyu safir rengindeydi, en küçük bir bulut bile yoktu ve güneş en tepede, ışınları denizin renksiz dalgaları üzerinde dans ediyordu.
San ayaklarına baktı, parmaklarını ıslak kum taneleri içinde kıpırdattı. Sıcağa rağmen ürperti sırtını ve kollarını sarmalamış, tüylerini diken diken etmişti.
Çevresinde çok kişi yoktu, muhtemelen plaja özel izinle girildiği içindi fakat San yine de ürpermesine engel olamıyordu; sanki her bir göz üzerinde ve her hareketini yargılıyorlarmış gibi hissetmesine engel olamıyordu.
O anda sıcak ama nemli bir el hafifçe omzuna vurdu. Etrafında kahkaha sesleri duyuldu, San aniden boynunun bir kol tarafından sarıldığını hissetti ve burnunun ucunda koltukaltı belirdi.
San hızla abisinin kolundan kurtuldu ve sanki tiksindirici bir şey yemiş gibi öğürdü.
"Ne halt ediyorsun?" Tükürdü ve yüzünü sildi. "İğrenç!"
"Daha yedi yaşındasın ama küfür etmeye başlamışsın bile." Jongho güldü ve sanki hayal kırıklığına uğramış bir ebeveyn gibi ellerini beline koydu. Ama yüzündeki güneşin sıcaklığıyla yarışan o güzel gülüşü hareketinin tam tersini söylüyordu. "Babama söyleyeceğim seni."
"Ne yapacak ki ha? Bana ceza mı verecek?" diye sordu San burnu havada bir şekilde, abisinin vücut yapısını süzmeden de edemedi. Jongho ne zaman vakit bulsa egzersiz yapıyordu ve bu da şu anda nasıl böyle parladığını kanıtlıyordu. O da sadece on bir yaşındaydı ama boyu ve yapısı birkaç yaş daha büyük gösteriyordu onu. San kıskanmıyordu ama bazen bu kadar zayıf olmamayı diliyordu.
Fakat Jongho onun bu düşüncelerinden bihaberdi. Kolunu tekrar San'ın küçük omuzlarına sardı. "Hayır. Bence çok daha farklı bir şey yapacak."
San kocaman ve meraklı gözlerle abisine baktı. "...Ne?"
Her şey San beklediğinden çok daha hızlı oldu. Bir an ayak parmakları köpüklü dalgaların altına gömülü halde kumun üzerinde dikilirken diğer an Jongho'nun kollarının üstüne denize doğru ilerlerken hayatı pahasına çığlık atmaya başlamıştı.
"Hyung!" diye bağırdı San, durması için art arda abisinin göğsüne vuruyordu. Ama abisi yüzündeki kocaman gülümsemeyle koşmaya devam ederken tüm çabaları başarısızlıkla sonuçlanmıştı.
"Gülle!"
İkisi de suya girerken San'ın çığlıkları yarıda kesilmiş ardında sadece baloncuklar kalmıştı. Etraf karanlıktı –belki de koyu maviydi, deniz yüzeyi yıldız gibi gümüş parıltılarla parlıyordu. San yüzeye ulaşmaya çalıştı ama elleri sürekli hiçliği kavrıyordu.
Ayak bileklerine ve kollarına zincirler dolanmış gibi dibe batığını hissediyordu. Zaman durmuştu. Sesler boğuklaşmıştı.
Ve ardından panik. Tat duyularını ağır tuz ele geçirirken her şey bitmişti. Çığlık attı ama tek duyulan şey deli gibi atan kalp atışları haricinde sessizlikti.
Bir çift el San'ın tenini kavradı, akıntıyla mücadele ediyordu. Yukarı doğru çıkarken ince altın rengi köpükler gözlerini kör etti, ölümüne yaklaşıyormuş gibi hissediyordu.
"San...an...San!"
İnce bir ışık hüzmesi görüş açısına girdi. Başının üstünde kuşlar ciyaklıyordu. Tenine vuran güneş ışığı vücudundaki su damlalarına gölge oluşturuyordu.
Ciğerleri oksijensizlikten büzüşmüş ve yanıyordu. San avuç içlerine doğru tüm gücüyle öksürdü. Eller vücudunu kavrarken anlamlandıramadığı telaşlı sözler tüm çevresini sarmalamıştı.
"San! Aman tanrım... iyi misin?"
San biraz daha öksürdü, gözleri yaşardığı için hızla gözlerini kırpıştırdı.
"Özür dilerim. Ben... ben böyle bir şey olacağını düşünmemiştim. Yüzmeyi beraber öğrendik sonuçta. Asla böyle bir şey olacağını düşünmemiştim..."
San sertçe derin bir nefes aldı, öksürükten bedeni iki büklüm olmuştu. "Sorun değil. İ-iyiyim."
Jongho hiç de inanmış gibi görünmüyordu. Gözleri korkudan kocaman olmuştu, daha çok neredeyse boğulan kişi kendisi gibiydi. "Seni babama götürmem gerek. Hastaneye gidebiliriz ya da biraz dinlenip--"
"İyiyim dedim hyung," dedi San ısrarla. İnatçı olduğunu biliyordu ama çaresiz bir bebek gibi davranılmasını sevmiyordu. "Sadece –sadece biraz panik yaptım, hepsi bu."
"Sana sormadan seninle denize atladığım için özür dilerim Sannie-ah."
'Sannie-ah' sadece Jongho'nun kullandığı lakaptı ve normalde San şikayet eder ya da somurtup çenesini kapatmasını söylerdi. Ama şu anda acı ve ağır bir şey boğazını sıkıştırmış ve gözlerinin kenarlarını sızlatıyor gibi hissediyordu.
Sıcak göz yaşları ardı ardına yanaklarından aşağı süzüldü.
"Sannie-ah..." dedi Jongho sessizce, yüzündeki endişe elle tutulur cinstendi.
San hıçkırıklara boğuldu. Jongho iyice yaklaştı ve baş parmaklarıyla yanaklarındaki ıslaklığı sildi. "Sakın," dedi yavaşça, "...sakın beni bırakma, tamam mı? Beni bırakma hyung."
"Ah Sannie..." Jongho alt dudağı titrerken gülümsedi ve kardeşini kucağına çekip sarıldı. "Seni neden bırakayım ki?"
San abisinin göğsüne doğru daha fazla ağladı, hem inliyor hem burnunu çekiyordu; yazı kendi arkadaşlarıyla birlikte geçirmesi gereken Jongho'nun önünde tam bir baş belası gibi davrandığı için kendisini suçluyordu. Ama Jongho yine de ona sarılmış, arada bir saçlarını okşuyor ve onu sakinleştiriyordu. Ne yapmasını gerektiğini her zaman biliyordu.
"Çok özür dilerim Sannie-ah," dedi Jongho. "Kendimi affettireceğim. Acılı tavuk sever misin? Bugün restoranda servis edeceklerini duydum."
San abisinin omuzundaki başını sallayarak onayladı. "...Olur."
***
Ciltte aşınma... diazepam ve diğer ilaç bulguları bulundu... beyin sarsıntısı... uzun süre istirahate ihtiyacı var...
Beyaz önlüğün içindeki adamın sözleri kulaklarından girip beynini bir kağıt gibi parçalara ayırırken Wooyoung bir bez bebek gibi metal sandalyenin üzerine yıkıldı.
Hastanenin atmosferindeki dezenfektan, antiseptik ve saf umut boğucuydu ve midesini bulandırırcasına büküyordu. Ensesinden giren ağrı yüzünden başı zonkluyor ve sağ taraftaki duvara asılmış saatin metalik sesiyle daha da şiddetleniyordu.
İnsanlar yürüyor, terlik ve bot sesleri parlak mermere vurarak duvarların arasında yankılanıyordu. Hemşireler mahkumlar gibi çirkin gri renkli önlüklerle kuşanmışlar; birkaç hasta odalarına geri götürülmeden önce etrafta yavaşça geziniyorlardı. Bunaltıcı ve içler acısıydı, Wooyoung'u gittikçe daha da çaresizliğe sürüklüyordu.
Yapay klimadan gelen soğuk hava donmuş bedenini resmen ısırıyor, hastaneye gelirken eline tutuşturulan büyük düğmeli kazak ve pantolonu daha da soğutuyordu. Kazak San'ındı. San'ın düşüncesiyle birlikte Wooyoung yine suçluluk hissinin kendisini paramparça ediyormuş gibi hissediyordu.
Hastanedeki ilk birkaç seferini hatırladı. Biri grip aşısını vurunmak içindi, diğeriyse oyun parkındaki demirlerde bir şey yapmak isterken düşüp çenesini yaralayıp dizleri sıyrılıp kanadığı içindi. Çok korkutucu anlardı. Hastane onu korkutuyordu ve bir daha asla hastaneye gelmek istemiyordu.
Ama işte tam olarak içindeydi şu an.
Doktorun önünde koyu renkli montu ve şarap kırmızısı beresiyle her zamanki gibi şık görünen Hongjoong konuşmaya devam ediyordu. Yüzündeki ifadenin okunması zordu ama arada kaşları çatılıyor, dudakları ince bir çizgi halini alıyordu; yüz ifadesi kararıyor, daha önce hiç görmediği ifadeler beliriyordu ve sanki neden olduğu felaketin etkisini azaltacakmış gibi Wooyoung kendisini olabildiğince küçültmeye çalışıyordu.
Bir dakika geçti. Hongjoong iç çekti. Yanındaki doktor Wooyoung'a bir bakış attı, kırışık yüzünde küçümseyici ifade vardı. Ya da belki de görünüşü öyleydi. İki türlü de Wooyoung üzerine dönen dikkatle kendine geldi.
"İyi mi?" diye sormaya karar verdi. Sesi içler acısıydı; çölde bir yudum su için yalvaran ölmek üzere olan birinden duyabileceğiniz bir sesti. "O... o iyi, değil mi?"
Doktor duraksadı, sanki o anki durumda verebilecek en iyi cevabı düşünüyor gibiydi. Ama doktorun gözleri sanki Wooyoung görünmezmiş gibi direkt Hongjoong'a döndü.
Hongjoong başıyla onayladı ve her ne kadar Wooyoung'un rahatlaması gerekse de sanki on katı bir ağırlık göğsüne baskı yapıyormuş gibiydi.
Erkek doktor diğer yöne ilerlerken Hongjoong aralarındaki mesafeyi kısalttı, sessizliği Wooyoung'u olabilecek en kötü şekilde canını sıkıyordu.
İçini yiyip bitiren sözlerle tartışmak için hazırdı ama kendisini yerdeki enkaz halinde buluyordu. Hongjoong'un gözlerinde öfkeyi aradı, yüzüne vuracak elin yumruğa dönüşmesini bekledi –herhangi bir şey olmasını bekledi.
Ama Wooyoung'un tek karşılaştığı şey sessizlikti, Hongjoong'un acımasız bakışları arkasındaki duvarı delecek gibiydi ama kısa süre sonra bakışları yüzüne döndü.
"Üşüyor musun?" diye sordu Hongjoong. Sesi gergindi, sanki kendisini zor tutuyor gibiydi. Normal kişiliğinden çok farklıydı ve Wooyoung'un tek yapabildiği tekrar ve tekrar kendisini suçlamaktı. Buna sen sebep oldun.
"Özür dilerim," dedi, kelimeler ağzından farkında olmadan çıkmıştı. Titreyen ellerine baktı, solgun ve hasta görünmelerinden nefret etti. Cildini tamamen yırtıp atmak istiyordu. Belki o zaman kendisine bakıp gördüğü şeyi kabullenebilirdi. "Çok özür dilerim. Ben —"
"Kalk."
Wooyoung kalktı, bacakları sadece etten ibaretmiş gibi titriyordu.
Hongjoong ilerlemeye başladı ve tabii ki Wooyoung arkasından onu takip etti, kalbi resmen boğazında atıyordu. Aralarında konuşan hemşireleri ve sessiz, cansız görünen hastaları geçtiler ve koridorda ilerleyerek asansörlere ulaştılar. Wooyoung, Hongjoong ile tanıştığı geceyi ve hayatının nasıl değiştiğini hatırladı ve adamdan af dilemek için yere kapanmayı istedi.
Asansörden çıktılar. Gergin vücudunu ürperti sarınca Wooyoung kollarını kendi bedenine sararken Hongjoong diğer sağlık çalışanlarıyla konuşuyordu.
Hongjoong bir köşeden döndüğünde Wooyoung nereye gittiklerini merak etti ama tek bir kelime edecek cesareti yoktu. Karşılarına bir oda çıktı, pencereleri aralıktı ve içeriye çok az ışık giriyordu.
Hongjoong içeri girdi ve Wooyoung da içeri girdikten sonra geniş odadaki yatağın karşısına gelesiye kadar adımladı. Kalp atışlarını gösteren makine karanlıkta parlıyor ve düzenli aralıklarla bipliyordu.
"Ne..." Wooyoung yutkundu, gözlerini yatakta yatan kişiden ayırıp direkt Hongjoong'a baktı. Ama Hongjoong'un gözleri yataktaki kişiye odaklıydı. "Hyung—"
"Orada yatan kişi," dedi Hongjoong ve duraksadı, gözleri cam gibi parlıyordu. "San'ın abisi. Choi Jongho."
Kalbinin boğazında attığını hisseden Wooyoung şimdi sanki kendisini imha ediyormuş gibi paramparça olduğunu hissediyordu. Tutmaya çalıştığı göz yaşları anında yanaklarına doğru süzülmeye başlamıştı. Hızla yüzünü gizlerken yaşları sildi. Göğsünü utanç hissi doldurmuştu.
"Üzgünüm," dedi. Bu sefer sadece San'a olanlar için değil her şey için özür diliyordu. Geçmişte ve şu anda yaptığı her şey için, gelecekte yapacakları için; asla düzeltemeyeceğini bildiği hataları için sadece iki küçük kelime sarf edebiliyordu.
Hongjoong yutkundu, çenesi kaskatıydı. Acı ve öfkeyle buğulanmış kısık gözleriyle yataktaki San'ın abisine bakıyordu. Bu hiç adil değil, diye çığlık atıyordu gözbebekleri ve gözlerindeki öfke buharlaşıp uçtuğunda bakışlarını uzaklara çevirdi, sanki olduğu yere yığılacakmış gibi gözüküyordu.
"Yemin ettim..." dedi, "O günden sonra San'ı koruyacağıma dair yemin ettim. En başından beri Jongho'nun istediği şey buydu. San'a asla kötü bir şey olmayacağını söyledim hep kendime, abisini kaybettiğim gibi onu da kaybetmeyeceğimi söyledim."
Wooyoung, Hongjoong'un gözlerini üzerinde hissederken kendisinde bakışlarına karşılık verecek cesareti bulamıyordu. O anda nefes bile almaması gerekiyormuş gibi hissediyordu.
"Kendime... kendime onu her zaman güvende tutacağıma söz verdim. Yemin ettim," diye devam etti Hongjoong sözlerine, bıçak gibi sözleriyle Wooyoung'un kalbini parçalara ayırmaya devam ediyordu. "O-onu bugün kaybedebilirdim Wooyoung. Ve bu– bu benim ödümü koparıyor. Tüm gezegendeki diğer her şeyden daha çok korkutuyor beni."
Wooyoung yaşların akmasına engel olmak için dudağını olabildiğince sert ısırdı (çünkü bunu hak ediyordu) ve ağzına tuz ve pişmanlık tadı geldi. "Çok özür dilerim hyung..." diye fısıldadı tekrar ve tekrar, o an sadece tamamen ortadan kaybolmak istiyordu.
Etkileyici vanilya kokusu duyularını ele geçirirken beklemedik bir çift kol bedenini sarmaladı ve kendine doğru çekti. Wooyoung şaşkınlıkla tökezledi ama Hongjoong onu yakaladı ve dizlerinin üzrine düşmesini engelledi.
Wooyoung, Hongjoong'un omzunda hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı, içindeki bastırılmış öfke ve endişe tüm gücüyle serbest kalıyordu. Hongjoong bir an olsun tereddüt etmedi, parmakları ensesini okşamayla sırtını sıvazlama arasında gidip geliyordu.
Wooyoung'un ağzından çıkan kelimeler birbirine karışmış özürlerden ve sözlerden oluşuyordu. Hatta Hongjoong'un montunu ıslattığı için bile özür dilemiş ama Hongjoong endişelenmemesini söylemişti.
Hastane odasından çıktıklarında hıçkırıkları hafiflemişti ama perişan bir halde hala avuç içlerine doğru iç çekişleri devam ediyordu.
"Hey hey," dedi Hongjoong omzuna dokunarak. "Sorun yok."
Doğru olmadığını bilmesine rağmen, bilmelerine rağmen Wooyoung başıyla onayladı.
"Acıkmış olmalısın. Saatlerdir burada oturuyorsun."
"Ama..." dedi Wooyoung hızla, sanki maraton bitirmiş gibiydi. "Ben– San–"
"Bir şeyler yemen gerekiyor," diyerek Hongjoong sözünü kesti. Gözleri o kadar ciddiydi ki Wooyoung sözünü dinlemek zorunda kaldı. "Ne yemek istiyorsun?"
"Gerek yok–"
"Wooyoung." Wooyoung öyle bir tepki vermesini beklese de Hongjoong'un attığı sert bakışla şaşırmıştı.
"Özür dilerim."
Bu sefer Hongjoong cevap vermedi.
***
Hongjoong onu şehrin canlı gece hayatının içindeki bir pizzacıya götürdü. Dışarıdaki gürültüye ve kaosa rağmen mekanda çok fazla müşteri yoktu, içerisi aydınlık ve yumuşak kehribar rengindeki ışıklarla döşeliydi.
İçeri girdiklerinde Wooyoung zaman duruyormuş gibi hissetmişti. Hongjoong'un işaret ettiği masaya sanki programlanmış bir robot gibi gidip oturmuştu, duvarların arasından süzülen iştah kabartan yiyecek kokularını bile fark etmeyecek kadar dikkati dağınıktı.
Hongjoong ne tür bir pizza istediğini sorduğunda belirsiz bir cevap verdiği için üzerinde dumanı tüten farklı türden pizza dilimleri gelmişti. Hatta Hongjoong gidip içecek, tavuk ve bir kutu çıtır kızartmaları alıp gelmişti ama hiçbiri kendisi için değildi.
"Sen yemiyor musun?" diye sorarken buldu kendisini Wooyoung bakışlarını yemeklerden Hongjoong'a çevirirken. Sipariş edilen yiyeceklere bakmak bile insanı acıktırmaya yetiyordu ama Wooyoung'un o anda tek hissettiği şey mide bulantısıydı. Hasta hissediyordu. Yorgundu.
"Canım istemiyor." Hongjoong gülümsedi ama gözlerindeki ürperti hala yerli yerinde duruyordu. "Hadi ama." Büyük pizza tabağını Wooyoung'un önüne doğru ittirdi. "Ye bakalım."
İlk dilimi eline aldığında Wooyoung'un midesi itiraz edercesine buruldu ama Hongjoong'un gözleri ona odaklanmışken pizzayı ısırmaktan başka seçeneği yoktu. Pastırmanın ve peynirin tatlımsı ve ekşimsi tadının birleşimi ağzının içine yayıldı. Dilimi tabağa geri koydu, gözlerinin arkasında tetikte bekleyen yaşlar yine kendilerini belli etmeye başlamıştı.
"Neden yemiyorsun?" Basit bir soruydu ama Hongjoong'un ses tonu neredeyse suçlayıcı gibiydi. Sana aldığım şeyi neden yemiyorsun? Neden zamanımı harcıyorsun?
"Ben sadece–" Wooyoung bir bahane bulmaya çalıştı, adamın acımasız bakışları altında kapana sıkışmış bir fare gibi hissediyordu. İçeceğiyle oynadı ve pipeti dudaklarına götürmeye zorladı kendisini, buz gibi soğuk sprite boğazını yakmıştı. "Sadece biraz susadım, o kadar..."
Hongjoong iç çekti ve kollarını göğsünde bağladı. "Baya endişelisin, ha?"
Endişeli kelimesi kesinlikle yetersiz kalırdı. Wooyoung kalbi oyulup kanlar boşanıyormuş gibi hissederken endişeli kelimesi hissettiklerini açıklamaya asla yetmezdi. Serbest kalmak için Wooyoung'u son sınırına kadar zorlayan göz yaşlarıyla savaşırken neredeyse kaybedecek olmasını asla anlatamazdı.
Başıyla onaylarken nefes almaya zorladı kendisini. "E-evet. Evet, endişeliyim."
"San iyi olacak," diye ikna etmeye çalıştı Hongjoong. Bir saniye geçti. "Endişelenmene gerek yok."
Wooyoung tekrar başıyla onayladı. Hastane odasına, daha önce hiç görmediği tepkisizce yatan adama geri gitti. Boğazı kurudu.
"San sana gerçekten değer veriyor, biliyor musun? Bugün bunu tekrar fark ettim. Gerçi nasıl unuttum onu da bilmiyorum ama," dedi Hongjoong. Wooyoung'la gözleri buluştuğunda bu sefer biraz daha gerçekçi görünen bir gülümseme yerleşti yüzüne. Fakat çok uzun sürmedi. "Onu odaya aldıklarında onun yanındaydım, ağrı kesiciler onu etkisi altına almadan önce elimi tuttu. Ve dedi ki, 'Hongjoong... sanırım tekrar terapi görmem gerek. Böylelikle Wooyoung için daha iyi birisi olabilirim."
Wooyoung'un bacaklarının üzerinde duran elleri titriyor, boş havayı kavramaya çalışıyordu. Sanki artık yaşamıyormuş gibi tamamen paramparça hissediyordu.
"Kabul ediyorum," diye ekledi Hongjoong, "...beni şaşırttı. Tüm bu olay beni şoke etti. San'ın ilaçlarla olan geçmişini biliyorum ama artık iyiydi. En azından öyle olduğunu sanmıştım. Sonunda iyileştiğini düşünmüştüm. Çok iyi gidiyordu..."
Wooyoung adamın bakışlarıyla karşılaştı, söylenmemiş sözler gözlerinde apaçık ve gürültülüydü. "Benim... benimle ilgili olduğunu düşünüyorsun."
Hongjoong hemen cevap vermedi ama haklı olduğu açıkça belliydi. En kötü korkularının gerçekleşmesi için yeterliydi bu.
"Yemeğini yemelisin," diye emir verdi adam aralarındaki dokunulmamış yiyeceklere bakarak. "Canın istemiyorsa bile ye. İhtiyacın olacak, güven bana."
En sonunda Wooyoung sözünü dinledi. Her şeyden küçük ısırıklar aldı, midesi daha fazlasını almıyordu.
"Sanla, abisi Choi's Highlight'ın başına geçmeden yıllar önce tanıştık. O zamanlar hala babası baştaydı ama davet edildiği etkinliklere ikisini de getirmeyi asla ihmal etmezdi. San o zaman gerçekten görülmeye değer birisiydi." Hongjoong kıkırdadı ve kısa bir anlığına tekrar kendisi gibi göründü. "Kravatını ve saçlarını bilerek bozardı. Yüksek sesle konuşur ve damarına basan herkesle ilgili alaylı yorumlarda bulunurdu. Aynı bölümde çalışasıya kadar asla arkadaş olmadık, sonrasında da sürekli işinden ne kadar nefret ettiğini söyleyerek şikayet etmişti.
"CEO olmaktan nefret etmesi bilinen bir sırdı aslında. Herkes biliyordu ve bazıları lanet olasıca fikirlerini kendilerine saklayamadılar." Hongjoong'un dudakları büküldü, gözleri iğrenmeyle parlıyordu. Ardından derin bir iç çekti. "Ama babasının istediği şey buydu o yüzden benim görevim de ona yardım etmek ve sıkıntı yaşamadığından emin olmaktı."
Wooyoung kızarmış yiyeceklerden birisini aldı, kalbi kulaklarından gümlüyordu. O kadar yüksek sesliydi ki onu boğuyordu. "Üzgünüm."
"Seni bu işe nasıl aldığımı bilmek ister misin?"
Wooyoung hızla ona baktı, konunun aniden değişmesi kalp atışlarını daha da hızlandırmıştı.
"Komşun, Kang Yeosang." Hongjoong masaya doğru eğildi. "Uzaktan akrabayız. Seni tanıdığını ve iyi birisi olduğunu düşündüğünü söyledi. İşe ihtiyacın olduğunu ve San'ın senin ellerinde gayet iyi olacağını söyledi ben de kabul ettim."
Wooyoung bunların hiçbirinin bir tesadüf sonucu olmadığı ve bunca zamandır ona yalan söylendiği için şaşırması ya da belki de öfkelenmesi gerekiyordu. Ama tek hissettiği hiçlikti, sonsuz hissizlik onu buz gibi ve yorgun bir halde bırakmıştı. Artık hiçbir şey hissedemiyordu. "...Peki."
"Sana da güvendim. San'a bakacağına ve onu kötülüklerden koruyacağına güvendim ama beni hayal kırıklığına uğrattın." Hongjoong'un suratı düştü, Wooyoung'un gözlerine bakmıyordu artık. "İkinizin de birbirinizden hoşlandığı belli ama San'ın sağlığı benim şu anki önceliğim. Hem fiziksel hem de ruhsal olarak daha iyi olması için odaklanmasını istiyorum ve başka hiçbir şey için, kimse için yanında yer olamaz."
Her şey durdu. Wooyoung'un göğsündeki sızı yüzlerce kez katlandı ve onu hayatı pahasına tehdit etmeye başladı. Başı dönüyor, kalbi sıkışıyordu. Kalp krizi geçiriyormuş gibi hissediyordu.
"Sen..." Ağzından çıkan kelime çok tuhaf ve yabancı gelmişti, sanki konuşan kendisi değil gibiydi. "Gitmemi istiyorsun."
"Bence en iyisi bu."
"Beni kovmadan önce San'ın son sözü söylemesi gerekmiyor mu?" Kulakları çınlıyordu. Ağlamak istiyordu ama artık göz yaşı da kalmamıştı. "O benim sevgilim. O– bana en çok ihtiyacı olduğu anda onu öylece bırakamam."
"Ah, seni ben kovmuyorum ki," diye belirtti Hongjoong, ses tonu kararlıydı.
"Sen istifa edeceksin."
✤✤✤
Salı günü öğleden sonra Wooyoung, San'ın evine vardığında kar atıştırıyordu. Dikkatini dağıtacak her şeyi görmezden gelip kapının şifresini girdi, küçük bir parçası içeri girmek istemiyordu.
Ancak yine de girdi, soğuktan kurtulmak için can atıyordu. Kalbini sarmalayan şeyden kurtulmak artık daha zordu ama Wooyoung buna da alışmıştı.
"Wooyoung?"
Yumuşak ses tonunu duyar duymaz Wooyoung hızla başını çevirdi ve orada San'ın kendisi koltukta oturmuş yuvarlak gözleriyle ona bakıyordu.
"S-San..." Wooyoung nefes almakta zorlandı. "Nasıl– Ne zaman–"
"Wooyoung." Düz siyah tişört ve pantolonun içinde ayağa kalkınca sendeledi. Pantolonunun sol paçası tam dizinin altında biten kalın sargıdan dolayı yukarı doğru sıyrılmıştı. Koyu saçı daha kısaydı, alt kısımları üst kısımlara göre daha çok kesilmişti.
Wooyoung, San'ın dengede durabilmek için tutması gereken koltuk değneklerini fark etti ve boğazındaki yumru daha da büyüdü. San yüzündeki gülümsemeyle ona doğru sendeleyerek gelirken söyleyecek bir şey bulamamıştı, sanki heyecanlı bir yavru köpek sahibinin kucağına koşuyor gibiydi.
"Woo..." San nefes alıp verirken kendisini dengede tutmak için uğraşırken zorlandığı yüzünden belli oluyordu. "Ben... senin asla..."
Wooyoung koluyla ona destek oldu, olur da istemeden canını yakarsa diye sarılmaya bile korkuyordu. "Sorun yok Sannie."
"Burada olduğun için çok mutluyum," dedi San sessizce ve başını Wooyoung'un boynuna gömüp kokusunu derin nefeslerle içine çekti. "Hastanedeyken seni bir başına bıraktığım için özür dilerim. Her şeyi mahvedip başını belaya soktuğum için özür dilerim. Her şey için çok özür dilerim."
"Hiçbir şey için özür dilemen gerekmiyor," diye cevap verdi Wooyoung. "Artık iyi olduğun çok mutluyum."
"Ben de iyi olduğum için çok mutluyum ama bazen başıma biraz ağrı giriyor." San değnekleri bıraktı ve Wooyoung'un kollarının arasında daha da rahatladı, sanki kazağına tutunmazsa onu kaybedecekmiş sımsıkı sarıyordu onu. "Ayrıca Joong'un çatık kaşlarını görmeden yaşamak istiyorum. Başıma dikiş atılması gerekti o yüzden artık havalı saçlarım da yok."
Wooyoung başını sallarken burnunu çekti. "Sen kollarımın arasında iyiyken saçın kimin umuurnda? Ben seni her türlü saçla seviyorum."
Şubatın sonuna kadar vaktin var.
Yutkundu ve bir adım geri çekilmek istedi ama kazağını yumruğuyla saran San izin vermedi.
"Hey hey..." Wooyoung zorla gülümsedi. "Bir yere kaybolmayacağım."
"Biliyorum ama..." San onu izliyordu, gerçekten izliyordu. Sanki onu okuyabilse neler olduğunu çözecek gibiydi o yüzden Wooyoung bakışlarını kaçırdı. San'a bakmak canını acıtıyordu. "Ben sadece... seni tekrar ezberlemek istiyorum. Sanki hastanede geçirdiğim birkaç gün hafızamı silmiş gibi hissettiriyor, sanki gerçek değilmişsin gibi hissediyorum." San, Wooyoung'un yüzünü avuçlarının arasına aldı, baş parmağıyla yanaklarını okşuyordu. "Wooyoung-ah bu an hiç bitmesin istiyorum."
Acı. Soğuk, sert acı Wooyoung'un gözlerinin arkasına batarken serbest kalmak için yalvarıyordu. Ama karşı koyarak gözlerini kapattı ve alnını San'ınkine dayadı. "Ben de."
✤✤✤
Mingi akşam gelmişti ve Wooyoung'un hayatında yediği en iyi yemeği yapmıştı. Masaya oturmuş ve her fırsatta San'ı izlerken San onu görmezden gelip arada kıkırdayarak Wooyoung'a sayısız kere göz atmıştı.
Bazen Wooyoung onun bakışlarıyla karşılaşıp gülümsüyordu ama çoğunlukla tepki vermiyor, ona baktığını fark etmemiş gibi davranıyordu.
"Bir süre işe gitmek zorunda olmadığın için eminim çok mutlusundur," dedi Mingi alayla yemekten sonra.
"Başıma gelenler için mutlu değilim," dedi San oturduğu yerden ve kanıt olarak koltuk değneklerini biraz uzağa fırlattı. "Ama en azından yanımda siz varsınız."
"Beni istediğine emin misin?" dedi Mingi yüzündeki ukala ifadeyle. Eğer başka bir zaman olsaydı Wooyoung muhtemelen utanır, yanakları al al olurdu. Ama şimdi orada olmak istemiyordu.
"Yakaladın beni," dedi San yüzünü aydınlatan koca gülümsemesiyle. Çok güzel. "Wooyoung'u daha çok seviyorum."
Mingi sahte göz yaşını siliyormuş gibi yaptı. "Dört yıldır arkadaş değilmişiz gibi davranana bak. Senin için bulaşık makinesini bile boşalttım, çok sağ ol."
San kahkaha attı ama ayağa kalkmaya çalışınca gülüşü yüzünden silindi. Wooyoung anında yanına gitti ve belinden yakaladı.
"Sorun yok Woo. Yardımın olmadan halledebilirim," dedi San yüzünde başka bir şeyi ima eden gülüşüyle. Değnekle Wooyoung'un ayak bileğine hafifçe vurdu ve koyu pembe yanaklarıyla yanında uzaklaştı.
"San sana çok garip bakıyor," dedi Mingi Wooyoung'a San onları duyamayacak kadar uzaklaştıktan sonra, telefonunda bir şeye bakarken pelüşlerinden birisini sımsıkı tutuyordu. "Sanki vazgeçemediği nadir değerli taşmışsın gibi. Sanki pırlantaymışsın gibi. Benim bilmediğim bir şeyler mi oluyor?"
Duyduğu sözlerle Wooyoung'un göğsü sıkıştı ama başını salladı. "Aramızda bir şey olduğu yok."
✤✤✤
O gece San daha sessizdi ama gözleri karanlıkta bile parlıyordu. Wooyoung'a bakmadan duramıyor, sanki her seferinde yüzünü yeniden keşfediyor gibiydi.
"...Ne var?" diye fısıldadı Wooyoung suçluluk hissi onu yiyip bitirmeden önce.
San'ın dudakları kendi dudaklarının üzerinde çekingen bir halde belli belirsiz hissediliyordu. "Sana bakmama engel olamıyorum Wooyoung-ah..."
"Neden?"
San mırıldanırken gamzeleri ortaya çıktı. "Bir sebebi yok. Sadece sana bakmayı seviyorum."
Wooyoung parmaklarını San'ın saçlarına daldırmak için cesaret aldı ve ensesine doğru ilerledi. San dokunuşu altında derin nefesler alırken yaralı bacağının izin verdiği kadarıyla daha da yakınlaştı. "İyileşmen ne kadar sürecek?"
"Hm?"
"...Hepsi. İyileşmesi ne kadar sürecek?"
"Birkaç hafta? Ay?" San omuzlarını silkti, dudaklarının arasından yorgun bir iç çekti. "Joongie bundan sonra daha dikkatli olmam gerektiğini söyledi. Ayrıca baş dönmesine ve baş ağrısına da dikkat etmem gerek."
Hongjoong'un adının anılmasıyla Wooyoung'un ruh hali altüst oldu. Buna kendisi neden olsa da engel olamıyordu. "Peki... peki ya terapi? Gidecek misin?"
"Hongjoong benim için iyi olacağını söyledi." San'ın baş parmağı Wooyoung'un dudak çizgisini takip ediyordu. "Ama beni en çok mutlu eden sensin Wooyoung-ah. Başka bir şeyin beni daha fazla mutlu edeceğini düşünmüyorum."
Wooyoung gözlerini kapattı ve kendisini San'a bıraktı, sözleri onu çaresizliğe sürüklemiyormuş gibi davranıyordu.
✤✤✤
İki hafta gelip geçmişti.
Wooyoung derslerine ve sonu gelmeyen makalelerine odaklanmıştı. Ama halinden oldukça memnundu çünkü eve gelip kollarını açmış onu bekleyen San'ı göresiye kadar geçen günlerin farkına varmasını engelliyorlardı.
O anlarda bir şey söyleme ihtiyacı duyuyor, her şey daha da derinleşmeden her şeyi anlatıp gitmek istiyordu ama San'ın ona olan bakışı ve gülümsemesi her şeyden daha önemliydi onun için. Oturup saatlerce konuşuyorlar ve Wooyoung felaketin eli kulağında değilmiş gibi davranıyordu.
Her gece San'a sarılıp ona gününü ve haftada iki gün gittiği terapisini anlatırken onu dinliyordu. San da kayıp yapboz parçalarının birbirini tamamlayışı gibi birbirlerine tam uyan parmaklarını birbirine geçiriyor sanki tüm evreni gözlerinde barındırıyormuş gibi gözlerinin içine bakıyordu.
Harikaydı. Ama uzun sürmeyecekti ve onun canını yakan şey buydu.
Bir sonraki hafta Wooyoung daha çok huzursuzlanmıştı. İlk birkaç günü evden erken çıkıp normalden daha geç gelerek geçirmişti ki San'ın bunu fark ettiğine yüzde yüz emindi.
Hatta Wooyoung cevap veresiye kadar dersteyken mesaj bile atıyordu.
-san💝
wooyoung-ah, gerçekten iyi misin?
-wooyoung
evet
-san💝
eğer doğru söylüyorsan bir fotoğraf gönder
-wooyoung
cidden mi?
-san💝
hıhı!
-wooyoung
-san💝
aman tanrım 😍😍😍
Ve o Çarşamba günü Wooyoung eve geldiğinde San onu derin, uzun bir öpüşmeye çekmeden önce içeri doğru sürüklemişti.
Wooyoung'un gözleri büyürken içinde alarmlar çalmaya başlamıştı. Geri çekilmeye çalıştı ama San'ın gömleğine sımsıkı tutunmuş dudakları çene hattına ve boynuna doğru iniyordu.
"San," dedi Wooyoung, San'ın ani yakınlığının oluşturduğu sıcaklığın içinde gözlerini kırpıştırdı. "San, dur. Aman tanrım– Dur!"
San durdu ama sözlerinin onu ürküttüğü belliydi. "Wooyoung..."
"Sinirlenmedim, merak etme," dedi Wooyoung onu ikna edercesine. Loş ışık içindeki büyük oturma odası dikkatini çekti ve karanlıkta erimiş lav gibi ışık veren küçük mumları fark etti.
"Güzel gözüküyorlar, değil mi?" diye sordu San, bir eliyle değneğe sarılmıştı. Artık çok fazla destek olmadan yürüyecek kadar iyileşmişti bacağındaki yara.
Wooyoung yüzünü ona döndüğünde San'ın yüzündeki sırıtış bir çift gamzeyle birlikte çok muzip görünüyordu. "...San, bunlar ne?"
"Sinemasız ya da patlamış mısırsız sinemada bir randevu gibi düşün," diye cevap verdi San ve sendeleyerek mutfağa girdi. "Ama yemeğimiz var! Mingi yardım etti bu arada," diye bağırdı oradan.
"San..." Neden bunu yapıyorsun? İkimizin de canını daha fazla yakmadan gitmemi neden daha çok zorlaştırıyorsun? Ben her şeyi mahvederken sen neden beni seviyorsun?
"Woo?" San başını mutfağın kapısından çıkardı. Gözleri irislerine kadar neşeyle dolup taşıyordu. "Önce yemek yiyebilir ya da film izleyebiliriz. İkisi de olur."
Wooyoung diyecek tek bir kelime bulamadığı için sadece başıyla onayladı. San yemekleri hazırlarken ve televizyonun önüne pahalı likörü koyarken arada espri patlatıp her şeye gülmesini sessizce izliyordu. Koltuğa oturup Wooyoung'a sarıldı, sıcacıktı ve resmen parıldıyordu.
Filmlerini seçtiler –aksiyon türünde bir şeydi– ve film başladıktan sonra San kendi kendine kıkırdadı.
"Ne oldu?" diye sordu Wooyoung kaşlarını kaldırarak.
"Sadece... tam şu an seks yapmak için harika bir an olabilirdi. Ama hala canım acımadan ayağımı hareket ettiremiyorum."
Wooyoung öksürmeye başlayınca San kahkaha atıp hafifçe göğsüne vurdu.
"İyi misin?"
Wooyoung kızardı. "E-evet."
Neyse ki San'dan bir daha o tarz şeyler duymadan filmi bitirmişlerdi. Wooyoung çok fazla yememişti. Suçluluk hissi onu canlı canlı yerken hiçbir şey yiyemiyordu.
"İyi misin?"
Mumlardan bazıları sönmüş ve karanlığa gömülmüşlerdi. Ama Wooyoung hala San'ı görebiliyor, onu hissedebiliyordu. San elini tutup hafifçe sıktı.
Wooyoung iç çekti. "İyiyim."
San burnunu buruştururken Wooyoung'un yüz ifadesini inceledi. "Emin misin?"
"Eminim." Wooyoung, San'ın nefesini dudaklarının üzerinde hissetti ama o dudaklarını reddederek aralarına mesafe koydu.
"Wooyoung? Bir sorun mu var?"
"İyiyim San."
İkisi de sessizlik içindeyken saniyeler geçti, ikisi de sessizliği bölen taraf olmak istemiyordu. Ama San çabuk sıkıldı.
"Woo, lütfen konuş benimle."
"İyiyim dedim."
"Hayır." San ayağa kalktı ve ışıkları açtı. Wooyoung kollarını etrafına sararken San'ın bakışlarının altında midesine dikenler batmıyormuş gibi davranıyordu. "Bu sefer bundan paçayı kurtaramayacaksın. Bana yalan söyleyemeyeceksin. Bunları aştığımızı düşünüyordum."
"Yalan söylemiyorum," diye ısrar etti Wooyoung ama kimi kandırmaya çalıştığını bilmiyordu.
"Eğer söylemiyorsan gözlerimin içine bakarak söyle."
"Hyung, yapma böyle."
"Neler oluyor anlat Wooyoung. Sevgili olduğumuzu unutmuş gibisin. Sorunlarımızı birlikte çözmeliyiz. Çiftler böyle yapmaz mı?"
Senin canını yakmamak için ne yapmam gerekiyor? Wooyoung dudağını o kadar sert ısırdı ki ağzına kan tadı geldi. "Yok... yok bir şey–"
"Wooyoung!" diye bağırdı San ve Wooyoung'u korkuttu. Değnekten destek alırken her an dengesini kaybedecek gibi duruyordu. "Bana bunu neden yapıyorsun? Neden beni sürekli itiyorsun? Yaptığım şeyler yüzünden mi? Çoktan özür diledim ama eğer güvenini kaznacağım anlamına geliyorsa tekrar tekrar özür dilerim. Özür dilerim Wooyoung. Canını yaktığım için ve hayal kırıklığına uğrattığım için çok özür dilerim."
"San... dur. Lütfen."
"Ne yapmam gerekiyor söyle Wooyoung çünkü seni kaybetmek istemiyorum. Ben... ben seni kaybedemem–"
"Ayrılalım."
Wooyoung kendi ağzından çıkan kelimeyi duyduğu anda aniden yere sertçe bir şey düştü. Gözleri yerde heykel gibi donmuş halde dizlerinin üzerindeki San'ı seçti ve hızla onu kendisine getirebilmek için adamın yanına koştu.
"S-San..." San eline vurup uzaklaştırdığında Wooyoung'un kalbi duraksadı. "San, lütfen..."
"Sen... sen tüm bu zaman boyunca bitirmek istedin."
San'ın sesi bomboş, dümdüzdü. Bir tane göz yaşı çenesine doğru aktı. "O yüzden böyle davranmaya başladın. Çünkü sen çoktan beni bıraktın."
Wooyoung dudağını ısırırken görüşü buğulandı. "San, ben..."
San döndü, göz yaşlarından dolayı yüzünü buruşturdu. "Ne Wooyoung? Ne söylemek istiyorsun?"
San daha önce hiç böylesine öfkeli konuşmamıştı. Sanki tüm umutlarını kaybetmiş ve en azından bir şeyler hissedebilmek için içindekileri döküyor gibiydi.
"Özür dilerim."
San ayağa kalkmak için Wooyoung'u ittirdi ama ağırlığı yüzünden tökezledi. Wooyoung düşmeden önce onu kurtardı ama San tekrar ellerinden kurtuldu. "Bırak beni."
Wooyoung başını sallayarak bileğini kavradı. "S-San, biz– biz birlikte olamazdık zaten. Neredeyse hayatını kaybetmene sebep oluyordum, seni defalarca ağlattım ve... ben sana iyi gelmiyorum. Bana çok iyi davrandın, hatta mükemmel davrandın ama ben hiçbirini hak etmedim. Seni hak etmedim."
San güldü ama gözleri pembeleşmiş yanaklarıysa ıslanmıştı. "Cidden kendine acımayı bırakmalısın Wooyoung. Bu çok yorucu."
O anda Wooyoung'un ne hissettiğini söylemek çok zordu ama üzerine boca edilen buz ve elektrik sinir uçlarını ateşe veriyordu.
"Kapa çeneni!" diye bağırdı. Kendisinde değil gibiydi ama artık duramıyordu. "Kapa çeneni San. Nasıl hissetmem gerektiğini bana söyleyemezsin. Yaşadığım şeyler hakkında bir bok bilmiyorsun. Hiçbir şey bilmiyorsun, o yüzden orada dikilip hiçbir yanlış yapamazmışsın gibi davranamazsın!"
"Zor zamanlar yaşayan sadece sen değilsin Wooyoung!" diye karşı çıktı San, sadece gözlerindeki hiddet bile şaşırtmıştı onu. "Her şeyi kendi lehine çevirmeyi kes! Seni seviyorum, istediğin her şeyi yapmak için ve sana değer vermek için elimden gelenin en iyisini yaptım. Çok iyi başlamasak da seni rahat ettirmek için çabaladım. Seni mutlu etmek için çabaladım. Ama sanırım yeterli değilmiş, ha? Tek umursadığın şey kendinmiş. Demek ki benim hiç önemim yokmuş."
"Beni sevdiğini söyleyerek beni suçlu hissettirmeyi kes!" diye bağırdı Wooyoung sertçe, artık geri dönüşü yoktu. "İkimiz de yalnız ve çaresiz olduğun için bana bağlandığını biliyoruz çünkü o anda ne tesadüf ki ben vardım!"
"Ne dedin?" diye gürledi San. Işığa rağmen yüzü gölgelenmiş, çene hattı kaskatı gerilmiş ve gözleri çok sert bakıyordu. Wooyoung'u cevapsız bırakmıştı. "Az önce ne dedin tekrar söyle."
"San, ben..." Wooyoung bir adım geriledi. Kalp atışları düzensizdi ve delicesine hızlanıyordu. "B-ben öyle demek–"
"Evimden defol."
"H-hyung..."
"Evimden defol!" diye bağırdı San. Sesinde şefkatten eser yoktu, kararından artık hiçbir şey geri döndüremezdi. Onu sen bu hale getirdin. "Bir daha yüzünü görmek istemiyorum. Defol, defol, defol!"
Wooyoung hıçkırırken göz yaşları onu boğuyordu. Ama San tepki vermedi. Hatta başını çevirerek onu görmezden geldi.
Wooyoung koşarak kapıdan çıktı ve dondurucu geceye adım attı. Ayakları onu yarı yolda bırakasıya kadar koşmayı bırakmadı.
Artık tamamen yalnızdı.
Yavaşladı, daha önce hiç gelmediği bir mahalledeki kaldırıma çöktü ve hıçkırıklara boğuldu.
____________________________________________________
Onca şeyden sonra Woo'nun Hongjoong'a rağmen San'ın yanında olmasını isterdim...
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top