021: Choi San vazgeçiyor
Dikkat: kan+ yapması tehlikeli olan şeyler
≪Şu anda hissettiğimden
daha canlı hissettiğimi
sanmıyorum≫
Wooyoung'un hayatında, şu andaki gibi hissettiği tek bir an vardı. En mükemmel anılarından birisiydi; o gün bir daha asla öyle bir şey yaşayamayacağını düşündüğü için çocukluğunun o değerli anını zihnin en arka köşesine gizleyip üzerini örtmüştü.
O zamanlar dokuz yaşındaydı, annesinin onu götürdüğü yılda bir kez yapılan festival için o kadar heyecanlıydı ki gözleri yıldız gibi parlıyordu. Tıpkı o zamanki mevsim gibi festival Sonbahar temalıydı, binaların kendisinden daha büyük olan çeşitli yüksek sesli oyuncaklar ve onlara eşlik eden göz kamaştırıcı dekorasyonlarla ortam çok keyifliydi. Yemekler en iyi ayrıntıydı, çeşit çeşit lezzetli yiyecekler ağzını sulandırmıştı.
"Çocuklar beraber takılıp bir şeyler alın hadi," dedi Wooyoung'un annesinin arkadaşı o anda, normal bir kadından biraz daha uzun boyluydu ve simsiyah saçlarının sardığı yüzündeki gülümsemeyle Wooyoung gibi utangaç bir çocuğu bile rahat hissettirebiliyordu. "Biz yapacak başka bir şeyler buluruz, merak etmeyin."
"Siz ikiniz nereye gidiyorsunuz?" diye sordu kızı Nara, kolları göğsünde bağlıydı. Umursamaz görünüyordu, sanki farklı bir şey bekliyormuş gibiydi.
"Sizin bilmenize gerek yok," diye cevapladı Wooyoung'un annesi ve ardından Nara'nın annesiyle gülüştüler. O zamanlar Wooyoung ve Nara'nın ne demek istediğini anlamadıkları kesindi ama şimdi Wooyoung geriye dönüp baktığında muhtemelen içmeye gitmişlerdi ve rahatsız edilmek istememişlerdi. "Youngh-ah, yeterince paran var, değil mi?"
"Evet annecim," dedi Wooyoung başıyla onaylayarak. Nara daha çok somurtmuştu. Muhtemelen ondan üç yaş büyük bir kızdı ama bir bebek gibi somurtuyordu.
"Güzel," dedi Nara'nın annesi Bayan Kim. "Her ne planladıysanız işiniz bittikten sonra bizimle nerede buluşacağınızı biliyorsunuz–"
"Dev neon pembe boynuzlu atın yanında. Anladık," diyerek Nara annesinin cümlesini bitirmesine izin vermedi. Kendi annesinin ona karşı bu şekilde konuşmasına asla izin vermediğini düşününce Nara'nın annesinin onun bu davranışına izin vermesi Wooyoung'u şaşırtmıştı.
"Harika. Hadi acele edin tatlışlar," dedi Bayan Kim ve nazikçe onları ittirdi, büyük gülümsemesi yanaklarını adeta parlatıyordu. "Bu gece mükemmel fotoğraflar görmeyi umuyorum."
Wooyoung utanırken Nara gözlerini devirdi. "Çok da ümitlenme."
Wooyoung annesinin ve Bayan Kim'in kol kola girip kalabalık insanların arasında gözden kayboluşunu izledi ve içindeki mide bulandırıcı hissin sadece kendi hayal ürünü olduğu konusunda kendisini ikna etmeye çalıştı.
"Sen," dedi Nara aniden bir parmağını Wooyoung'a doğru uzatarak.
Gözlerini kırptı, orada geçirdikleri onca zamanın büyük bölümünde onu görmezden gelirken aniden ona seslenmesi Wooyoung'u şaşırtmıştı. "Ben mi?"
"Başka kim olabilir?" diye cevap verdi Nara ve tekrar gözlerini devirdi. Çok fazla gözlerini deviriyordu. "Her neyse... Sol gözünün nesi var? Daha önce sorma fırsatım olmamıştı."
"Ah, ee..." Wooyoung olur da birisi sorarsa diye annesinin bulduğu bahaneler listesini hatırlamaya çalıştı. Lenslerde bir sorun olduğunu söylemek istedi ama daha bir şey söyleyemeden Nara derin bir nefes vererek ondan önce atıldı.
"Hiç adil değil. Tıpkı bir sayborg gibi görünüyorsun ve bu çok havalı."
Wooyoung bir kez daha şaşkına dönmüştü. "Şey... öyle mi?"
"Çok gerçekçi görünüyor cidden. Anneme defalarca renkli lens istediğimi söyledim ama her seferinde hayır dedi. Çok garip göründüklerini söyledi," diye devam etti Nara, sanki daha önce hiç görmediği bir şeymiş gibi gözünü inceliyordu. Wooyoung buna alışkındı ama insanların korkudan değil de hayran kaldıkları için gözlerine bakmasına kesinlikle alışkın değildi. "Ona cidden katlanamıyorum. Birkaç sene daha onunla yaşamak zorunda olmak berbat bir şey."
Nara'nın sözleri Wooyoung'un kafasını çok karıştırmıştı çünkü kendi annesiyle karşılaştırıldığında Bayan Kim çok iyi bir insana benziyordu.
"Anneni neden sevmiyorsun?" diye sorarken buldu kendisini. "Harika biri."
Nara koyu saçlarını omzuna attı. Şimdi Wooyoung daha yakından bakınca etraflarını saran sarı ışığın altında parlayan altın rengi kıvırcık tutamları fark etti. Uzun boylu kız farklı renkteki saçlarının bir buklesini parmağına dolarken duyduklarına inanamıyormuş gibi cansız bir kahkaha attı. "Saçlarımı sıkıcı siyah renk haricinde başka bir renge boyamak için ikna etmem aylarımı aldı. Lanet olsun çok sinir bozucuydu. Ahh."
Wooyoung yaşıtlarının küfür ettiğini ilk defa duymuyordu ama kulakları kötü kelimelere hiç de alışık değildi. Kendisini yıllar sonra bile küfür ederken hayal edemiyordu.
"Seni..." diye başladı Wooyoung sözlerine, doğru kelimeleri seçmek için sınırlı kelime haznesini gözden geçirmişti. "Seni kontrol etmeye mi çalışıyor?"
Nara'nın tilki gibi gözleri büyüdü. "Aman tanrım... evet! Bunu yapma, şunu yap. Hayır–" Başını kukla gibi sallayınca Wooyoung gülümsemesini saklamaya çalıştı. "Onun yerine bunu yap. Ve her zaman aynı sorunu yaşıyoruz. Asla anlaşamıyoruz."
"Benim annem de öyle," diye cevap verdi Wooyoung, yerdeki havası sönmüş küçük balona ayağıyla vurdu. "Bazen."
Nara'nın yüzündeki gülümsemeyi görünce Wooyoung'un gergin omuzları rahatladı. "Fark ettim."
"Bekle... Gerçekten mi?" Ani panik adımlarını durdurdu. "Lütfen ona söyleme."
"İkimiz takılalım diye bizi resmen burada terk etmişlerken neden söyleyeyim ki?" dedi Nara, tanıdık somurtması tekrar yüzünde belirmişti. Başının üzerindeki tüylü kedi kulaklı tacını düzeltti. "Ama kızmadım; annem her şeyin eğlencesini kaçırır. Babamı tercih ederim. Burada olmaması kötü oldu."
Wooyoung merakına yenik düştü. "Ne oldu?"
"Boşandılar."
"Ah." Wooyoung'un bir parçası diyecek bir şey bulamamıştı. Diğer parçası da düşüncesi bile hiç üzücü bir şey değilmiş gibi Nara'nın o kelimeyi nasıl bu kadar kolay sarf ettiğini merak ediyordu. "Üzüldüm."
"Neden üzülüyorsun?" O anda Nara güldü, sanki çok komik bir şeymiş gibi tepki vermişti. "Zaten sürekli kavga ediyorlardı. Tek yaptıkları şey kavgayken neden birlikte yaşasınlar ki?"
Wooyoung'un dokuz yaşındaki beyni Nara'nın söylediklerini tamamıyla anlayamamıştı ama dürüst olmak gerekirse çok da düşünmek istemiyordu.
Neyse ki Nara yiyecek stantlarının olduğu tarafa doğru ilerlemeye başladı ve Wooyoung da onu kaybetmek istemediği için hızla onu takip etti.
"Nasıl şeker seversin?" diye sordu Nara ve tezgahın üstünden bir elma şekerini çekerek aldı.
"Pamuk şeker," dedi Wooyoung anında.
"Klasik." Nara'nın ses tonu soğuktu ama yüzünde küçük bir gülümseme vardı. Wooyoung'a elma şekerini uzattı.
Woyoung dikkatle şekeri izledi, yan taraftaki tezgahın üstündeki asılı olan lambalarının ışıltısı elmanın üzerindeki parlak şekere yansıyordu. "Sanırım pas geçeceğim ben."
"Daha önce hiç denedin mi?"
"Şey... hayır?"
"O zaman bir ısırık al," diye emir verdi Nara. Wooyoung belli etmese de ondan korkuyordu o yüzden hızla bir ısırık aldı. Saniyeler içinde tat alma duyuları yapışkan şekerle kendinden geçmişti ve o kadar da... kötü değildi. "Nasıl?"
"Güzel." Nara güldüğünde o da gülümsedi. "Şey... biraz sertmiş ama."
"Eyvah. Dokuz yaşında olduğunu unutmuşum. Daha bebeksin."
Wooyoung'un gülümsemesi yeri çatık kaşlara bıraktı. "Ben bebek değilim."
Nara sadece omuzlarını silkerken kendi ısırdığı elma şekerinin parasını da ödedi. "Ama öyle görünüyorsun. Bebek sayborg."
Wooyoung öfkelenmişti ama cevap vermekte gecikmişti çünkü Nara, Wooyoung'u da kolundan tutup çekiştirerek tekrar diğer tarafa doğru ilerlemeye başlamıştı bile.
Wooyoung'un sadece televizyonda gördüğü sirklere benzeyen büyük çizgili çadırı göresiye kadar kenardan yürümeye devam etmişlerdi. Etraflarında çok fazla kişi yoktu, sesleri uzaktan gelen ağustosböceklerinin sesi gibi vızıltı gibi geliyordu.
"Burası neresi?" Festival alanındaki hoparlörlerinden gelen şarkı sürekli çaldığı için Wooyoung sesini biraz yükseltmek zorunda kalmıştı.
"Annen şu an burada değil," dedi Nara, gözlerin halinden memnun bir halde parıldıyordu. "Ve eğer sinirlense bile hiç bir şey demez çünkü benimle birliktesin."
"Bekle–" Wooyoung tekrar, bu sefer çadırın içine doğru çekiştirilince spot ışıkları gözlerini neredeyse kör edecekti. Odaklanabilmek için gözlerini kırpıştırdı ve sonunda net görebildiğinde önünde üç sıra gördü ve sıranın en başındaki insanların hepsinin yüzlerinde ve hatta kollarında boyalarla yapılmış değişik resimler vardı. Ellerindeki fırçalar insanların yüzlerinin önünde hızla uçuşuyor gibiydi ama insanlar hiç de rahatsız görünmüyordu.
"Yüzümüzü boyatacağız," diye açıkladı Nara, yüzünde Wooyoung'un gördüğü en büyük gülümseme vardı. "Ve hayır, kaçamazsın."
Wooyoung'un kalbi tekledi. "Ben... Ben yapamam..."
"Seni durduran ne? Zararlı bir şey değil. Aslında çok eğlenceli," dedi Nara karşı çıkarak. "O adamlar sen ne istersen onu çiziyorlar."
"Ama..." Nara'nın girdiği sıra kısalırken Wooyoung yutkundu. "Annem..."
Nara'nın gözlerini devirmesini ya da hatta oyunbozan biri olduğu için kahkaha atmasını bekliyordu. Çünkü o tarz bir kızdı sonuçta.
Fakat onun yerine uzun boylu kız direkt ona baktı, gözlerinde empati vardı sanki. "...Bak, annenin sözlerine karşı gelmen gerektiğini falan söylemiyorum. Ama anne babalar bazen bir şeyleri mahvedip tüm eğlenceyi kaçırıyorlar çünkü o güce sahip olduklarını düşünüyorlar. Bu da bir çeşit kontrol etme yöntemidir. Ama her zaman onu dinleyemezsin. Bazen sen ne istiyorsan onu yapmalısın ve eğlenmelisin de çünkü bu senin bedenin. Onun değil."
Wooyoung ne diyeceğini bilmiyordu ama her ne kadar tam olarak anlamak için çok küçük olsa da kızın sözleri onda bir yankı uyandırmıştı.
"Şu anda zor olabilir," diye devam etti, "...ama bir gün karşı koymak zorundasın. Benim de şu anda yapmaya çalıştığım şey bu. Fırsatı yakaladığım anda gidip babamla yaşayacağım ve istediğim kadar yüzümü boyatacağım. Ama sakın ağzından kaçırma."
Wooyoung kıkırdadı. "Acıtmaz mı? Yüzünü boyatmak yani."
"Ne? Hayır!" diye bağırdı Nara, üzerine dönen bakışları umursamıyordu. "Çok havalı bir şey. İsa aşkına onlara gidip beni bir timsah gibi boyamalarını istediğimi söyleyebilirim ve onlar da beni en havalı timsahlardan birine dönüştürürler. İstediğin her şeyi yapabilirler."
"Her şeyi mi?" diye sordu Wooyoung meraklanarak.
"Evet. Her şeyi."
Wooyoung makyaj gibi olacağını düşündüğü için yüzünü boyatmakta hiç emin değildi çünkü makyaj onun yapmaması gereken bir şeydi ama etrafındaki insanların farklı renkte ve şekilde boyanmış yüzüne bakarken biraz daha özgüvenli hissetmeye başlamıştı.
"En sevdiğin hayvan ne?" diye sordu Nara önlerindeki adam yüzünü boyatırken. "Ben kedileri seviyorum, özellikle vahşi olanları. Kaplan gibi."
Wooyoung daha önce hiç düşünmemişti. "Bilmem..."
"Mavi Morfo," dedi Nara aniden sesli bir şekilde.
"Ne?"
"Bir kelebek türü. Tıpkı deniz gibi çok güzel mavi rengindeler. Tıpkı senin sol gözün gibi."
"...Öyle mi?"
Nara kapaklı cep telefonunu çıkardı ve hızla bir şeyler yazıp ekranı Wooyoung'a gösterdi. Büyük, göz alıcı mavi kanatlı kelebekler vardı ve gözleri Nara'ya döndüğünde ona sırıtıyordu.
"Kelebekler senin ruh hayvanın olabilir. Aşırı sevimliler."
Wooyoung başıyla onayladı çünkü cidden kelebekler kulağa o kadar da kötü gelmiyordu. "Evet, olabilir."
Nara kendisinden önce Wooyoung'un yüzünü boyattı. İlk başta Wooyoung aşırı gergindi çünkü yüzüne kelebek çizmesini isteyecekti ve adamın ona nasıl tepki vereceğini hakkında hiçbir fikri yoktu. Ama adamın yüzünde hiç bir yargılayıcı ifade görmeyince rahatladığını hissetmişti. Hatta ek olarak başka şeyler de ister misin diye sormuştu ve tabii ki Wooyoung kabul etmişti.
Kısa süre sonra gözlerinin altındaki değerli taşlar ve yanaklarını nazik fırça vuruşlarıyla renklendiren göz alıcı elektrik mavisi kanatlarla aynada neredeyse tanıyamadığı kişiye bakıyordu. Nara haklıydı. Bu tür kelebekler gerçekten çok sevimliydi.
Sözünü tutarak Nara yüzünün büyük bir kısmını alev gibi görünen parlak turuncu renkle ve çizgileriyle kaplanı andıran bir çizim yaptırmıştı. Ona kesinlikle çok uymuştu.
"Harika görünüyoruz," diye iltifat etti Nara kendilerine. Sözleri Wooyoung'un içini ısıtmıştı.
"Bence de."
Nara, Wooyoung'un yanağını dürtünce ikisi de birbirlerine kıkırdadılar. "Şimdi ne yapmalıyız biliyor musun?"
"Ne?" Wooyoung aşırı istekli görünmediğini umdu.
Wooyoung ve Nara'nın çok ağır bir şey yememesi iyi olmuştu çünkü kendilerini yerden yüzlerce metre yukarda dönen hız treninin içinde bulmuşlardı ve tren git gide ilk keskin yokuşa yaklaştığında Wooyoung midesinin bulandığını hissetmişti.
"Uçuyoruz resmen!" diye bağırdı Nara müziği bastırmaya çalışarak, soğuk rüzgar koyu saçlarını savuruyordu. Heyecanla gökyüzüne baktı. "Wooyoung, bak."
Wooyoung kusmamak için yutkundu ve Nara'nın dediğini yaptı, karşılaştığı şeyle gözleri kocaman oldu. Gökyüzü saf maviydi –sanki spreyle boyanmış gibiydi, ince, solgun bulutlar görüntüyü masalsı bir hale çeviriyordu. Yıldızlar var mı göremiyordu çünkü o anda havai fişekler baktığı her yerde patlamaya başlamıştı, sanki gecenin sonsuz tuvalinin üzerine boyalar sıçrıyormuş gibiydi. Altında kalan binalar ve insanlar bile gökkuşağı gibi parlıyorlardı ve çok güzel görünüyorlardı.
"Mükemmel, değil mi?" diye bağırdı Nara.
Wooyoung sert rüzgardan dolayı gözlerini kıstı. Nara'nın saçları yanaklarına çarpıp gıdıklayınca güldü.
"Evet!" diye bağırdı Wooyoung da. "Mükemmel."
"Sakın üzerime kusmayı düşü–" Nara söylemek istediği cümleyi bitirememişti, tren aniden aşağı indiğinde kelimeleri kulak tırmalayan çığlığa dönüşmüştü.
Wooyoung süzülüyor gibi hissediyordu. Nara yanında hayatı pahasına bağırıyordu ve kollarını yukarı doğru açmıştı. Onu bu kadar özgür görmek Wooyoung'u da aynısını yapması için ikna etmişti ve kollarını açtığında gerçekten yenilmez olduğunu hissetmişti.
Wooyoung dokuz yıllık hayatında ilk kez bir gece çığlık atmış, bağırmış ve kahkaha atmıştı. Adrenalin resmen damarlarında akıyordu. Ve bu his hayatının sonuna kadar hissetmek istediği bir şeydi.
"Hamburger?" diye sordu Nara trenden indikten sonra, kuş yuvasına dönmüş saçlarını yatıştırmaya çalışıyordu. Hala rayların en tepesindeymiş gibi konuşuyordu ama Wooyoung hiç de umursamıyordu.
"Tabii ki!" Sırıttı ve hamburger yemek için yola koyuldular. Yanında gazlı içecek de aldılar ve ikisi de sanki önlerinden alınacakmış gibi anında yalayıp yutmaya başladılar.
"Annem ve senin annen muhtemelen şu anda bizi arıyordur," dedi Nara bir kaç dakika sonra.
Wooyoung baş döndürücü gökyüzünden gözlerini indirdi ve hamburgerden küçük bir ısırık aldı. Annesinin bahsi geçince bir anda yutkunmakta zorlanmıştı. "Evet..."
"Hey, havalı olduğumu biliyorum ama üzülmene gerek yok."
"Üzülmüyorum."
"Tabii tabii." Nara dalgın bir halde pipetiyle oynadı. "Her neyse, sen de bu akşam çok havalıydın. Umarım seneye tekrar birlikte takılabiliriz."
Wooyoung o geceden sonra onunda daha fazla takılmak istese de pek emin değildi. "Umarım."
O gece biraz daha konuştular ama hayatta diğer her iyi şey gibi onlar da bir yerden sonra ayrılmak zorundaydı.
Hep mutlu kal, diyordu Nara'nın gözleri anneleriyle buluştuklarında ve anında yüzlerini boyattıkları için hesap vermeye koyuldular.
Sen de.
Annesiyle eve giderlerken Wooyoung arabada rahat oturamamıştı, o gece yaşadığı eğlencenin düşüncelerine öyle bir dalmıştı ki annesinin rahatsız edici bir şekilde sessizleştiğini fark etmemişti bile.
Sessizce içeri girdiler ama annesi daha önce hiç görmediği bir yüz ifadesiyle önünde diz çöktüğünde Wooyoung olduğu yerde dönüp kaldı.
"Woo..." Elinde tuttuğu elmalı şekeri çekip aldı. "Gidip yüzünü yıka."
"Ah." Wooyoung başıyla onayladı, göğüs kafesi kalbini sıkıştırıyordu. "Tamam."
"Bir daha sakın öyle bir şey yapma," diye devam etti annesi, kaşları çatıktı. "Nara gibi kızların işi o, senin değil."
"Tamam..."
Wooyoung yüzünü yıkadıktan sonra elmalı şekeri çöpte görmesinin moralini bozmasına izin vermedi. O günden sonra Nara ile bir daha asla takılamamış olmasının da moralini bozmasına izin vermedi. Festival anısını kalbinde güvenli bir şekilde koruyordu, çünkü eğer korumazsa kaybetmekten korkuyordu.
Bu zamana kadar bir daha hayatında asla öyle bir an yaşayamayacağına inandırmıştı kendisini; sevinçten havalara uçtuğu ve aklına koyduğu her şeyi başarabilecekmiş gibi hissettiği bir andı ve Choi San hayatına girip her şeyi değiştiresiye kadar da öyle olduğunu düşünüyordu.
San kollarını arabanın camına dayamış kulağa hoş gelen mırıltılar çıkarıyordu, dalgalı saçları süt beyazı tenine tezat oluşturan çilleri olan boynuna kadar uzamıştı. O da gülümsüyordu, mırıltısına parmağıyla bacağına hafifçe vurarak eşlik ederken Wooyoung ne mırıldandığını bilmiyordu ama öğrenmek için can atıyordu.
San'ın yaptığı bir şey yoktu ama bu bile Wooyoung'un kalbinin dört nala koşturmasına yeterliydi.
San üzerinde hissettiği bakışları yakalayınca Wooyoung tekrar o hız treninde gibi hissetti kendisini, yokuş aşağı düşmek için hazırdı. "Ne?" diye sordu San, parmakları omuz uzunluğundaki saçlarına gitti.
Wooyoung boğazını temizledi, San'ın tenini parmaklarıyla hissetme dürtüsüne yenilmemeye çalışıyordu. "Sadece– bahsettiğin yere ne zaman varacağımızı merak ediyordum. Umarım fazla uzak değildir, bizden başka kimsenin bu plandan haberi yok çünkü."
Ve haklıydı da. San onu Hongjoong'u ya da diğerlerini aramasının yarardan çok zarar vereceği konusunda ikna etmişti. Canı işe gitmek istemediğinde günlerce ortalıkta olmamasına alışkın olduklarını söylemişti. Wooyoung da onu üzmek istemediği için kabul etmişti.
San cama doğru derin bir nefes verdi ve camın yüzeyine küçük çembere benzer şekiller çizdi. Wooyoung birkaç saniye sonra kardan adam çizdiğini anlayınca gülümsedi. "Varmamız çok uzun sürmez."
"İyi de nerede orası? Nasıl bir yer?"
San kıkırdayınca gamzeleri ortaya çıktı. "Ee, şey... su var."
Wooyoung, San'a bakmak için dikkatini bir anlık karlı yoldan çekmek zorunda kaldı. "Su mu? Kış mevsimindeyiz."
"Aşırı soğuk olsa bile orası buz tutmuyor, ayrıca yüzmeyeceğim zaten," dedi onu ikna edercesine. Wooyoung da her ne kadar ikna olmadıysa da ona inanmaya çalıştı. "Sadece orada bir süre seninle vakit geçirmek istiyorum."
San'ın bakışlarını üzerinde hissedince Wooyoung'un yüzüne sıcaklık bastı. Gergin bir şekilde boğazını temizledi. "Ne var?"
San sadece gülümsedi, tekrar kendi kendine aynı şeyi mırıldanmaya başladı. Wooyoung'un kalbi daha fazla kaldıramıyordu.
Neyse ki kar önceki günler kadar fazla yağmıyordu ama yine de yoluda ilerlemek zordu. San ağaçların çoğunlukta olan yerin yakınındaki kulübenin yanına park etmesini söylediğinde Wooyoung denileni yaptı.
Ama kafasının karıştığını saklayamamıştı. "Neredeyiz?"
"Göreceksin." San kahkaha attı ve Wooyoung'u hazırlıksız yakalayarak yanağına küçük bir öpücük kondurdu. Ardından dudaklarından da öptükten sonra geri uzaklaşırken Wooyoung kendisini San'ın dudaklarını tekrar yakalamak isterken buldu. "Beni o kadar çok mu öpmek istiyorsun ha?"
Wooyoung, San'ın eldivenli ellerini kavradı, ellerinin hafifçe titrediğini fark etti. Bu onu endişelendirdi ama o histen hemen kurtuldu. "İstiyorum."
San'ın yanakları pembeleşti. "Tanrım Woo. Senden ne kadar hoşlandığım hakkında hiçbir fikrin yok."
Wooyoung dudaklarıyla aralarındaki mesafeyi kapattı, San'ın onu istediği kadar onun da San'ı istediğini yeterince gösterebildiğini umuyordu.
San kucağına çıktı, boynu boyunca sıcak, sulu öpücüklerinden kondurdu. Wooyoung'un nefesini keserken ellerini montunun içine sokunca tüm vücudu ürperdi.
Ve o anda San başını arabanın tavanına vurdu. "Ah, siktir."
Wooyoung kendisini tutamadı. Kahkaha atmaya başlayınca San da ona katıldı ama canının çok fazla yandığı belliydi. "Aman tanrım, iyi misin?"
"Lanet olası arabanın içinde işi pişirmeye çalışmak benim hatam," dedi San kıkırdayarak ve başını ovaladı. "Çok aptalım."
Wooyoung onu şaşırtarak kendisine doğru çekti ama San anında kollarının arasında gevşedi. Arabanın içindeki oturuşlarına bakılırsa biraz garipti ama Wooyoung olabildiğince San'ın başını okşayarak canının acısı geçirmeye çalıştı. "İyi mi böyle?"
San omzuna doğru mırıldandı. Nefesinin titreşimi gıdıklamıştı. "Evet..."
Bir süre sessizlik oldu ama onu bölen San oldu. "Özür dilerim."
Wooyoung başını hala okşayan elini yavaşlattı. "Ne için?"
"İlaç olayı için." San iç çekti. "Senden gizleyip yalan söylediğim için özür dilerim."
Wooyoung o sabah hissettiği korkunun tekrar gün yüzüne çıkmasını engellemeye çalıştı ve San'ın saçını öptü. Bal gibi kokması da çabasını kolaylaştırıyordu. "Sorun yok. Gerçekten. Tekrar yapmayacağını söyledin, önemli olan bu."
San hızla başıyla onayladı, sanki Wooyoung'un sözlerine inanmak için elinden geleni yapıyor gibiydi. Ardından yukarı baktı, yüzüne kocaman bir sırıtış yerleşti. Wooyoung ne olduğunu anlayamadan San kapıyı açtı ve ardından kalın karın üstünde kırmızı ve mor renklerin içinde fırtına gibi ilerledi.
"San– bekle!" Wooyoung hızla arabadan inip kapıları kilitledi ama San ardında ayak izlerini bırakıp sık ağaçların olduğu tarafa doğru koşarken onun kadar hızlı olamamıştı. Ateş gibi büyüyen endişesi tüm vücudunu sarmalamıştı. "San!"
San'ın gözden kaybolduğu yere girdi, en kalın kıyafetlerinin içinde olmasına rağmen soğuktan ürpermişti. Ağaçlar gökyüzüne dokunan kubbe gibi görünüyordu, çok fazla etkisi olmasa da öğleden önceki güneşin ışıklarını engelliyorlardı.
Wooyoung uzakta San'ı gördü ve rahatlamayla birlikte derin bir nefes verirken gerginlik yüzünden bulanan midesi de rahatlamıştı. "San?"
San arkasına döndü, sanki bir şeyler planlıyormuş gibi sinsi bir ifadeyle sırıtıyordu. Wooyoung ona doğru koşarken durduğu yerde dikiliyordu. "Selam," dedi San.
"Öylece koşarak benden uzaklaşamazsın," diye açıklamaya çalıştı Wooyoung ama San dinliyormuş gibi görünmüyordu bile. "Bir daha öyle bir şey yapma, tamam mı? Neredeyse kalp krizi geçiriyordum."
San kolunu salladı ve aniden Wooyoung göğsünün sol tarafında soğukluk hissetti. Montunu lekeleyen eriyen kara baktı ve gözleri büyüdü.
"San."
"Kartopu savaşı!" diye bağırdı San, yaptığı şeye göre aşırı heyecanlıydı. Tekrar arkasını dönerek bu sefer ormanın daha da derinliklerine doğru gitti.
Wooyoung aceleyle onu takip etti, diyecek bir şey bulamamıştı. Öfkeli falan değildi ama San'ın davranışlarında bir şeyler vardı ve onu güvende tutmak için yanında olmak zorundaydı.
"Nereye gidiyoruz?" diye sordu bir süre sonra, San'ın dur durak bilmeden koşması yüzünden gittikçe daha da huzursuzlaşıyordu. Ayrıca San asla durmağı için nefes almakta zorlanmaya başlamıştı. "San?"
San cevap vermiyordu. Koşmaya devam ediyor, arada bir garip kahkahalar atıyordu.
"San, yavaşla."
San dediği gibi yavaşladı ama Wooyoung'u dinlemesi gerektiğini fark ettiği için yavaşlamamıştı.
Az ilerde platoya benzer uzun bir düzlük vardı, üzerinde daha fazla kar ve Wooyoung'a dişleri anımsatan keskin kayalar vardı. Açık düzlük, kenarları buz tutmuş bir uçuruma doğru daralıyordu ve Wooyoung daha dikkatli dinlediğinde uzaktan akan suyun sesini duyuyordu.
"Burası neresi böyle?" diye sorarken buldu kendisini, önündeki görüntü karşısında şaşırmıştı. Biraz korkutucuydu ve önündeki tüm buz ve kalın kar tabakası korkusunu kamçılıyordu.
San kıkırdayarak omuzlarını silkti. "Beğendin mi?"
"Beni öldürecekmiş gibi hissediyorum ama cennete götürecekmiş gibi de hissediyorum."
San sırıttı, memnun olduğu belliydi. Boynundaki kırmızı atkıyı saniyeler içinde çözdü ve solgun tenini açığa çıkardı. Anında Wooyoung'un dikkatini çekmişti.
"Hyung, ne yapıyorsun?"
San pantolonunun ceplerinde bir şeyler aradı ve ardından çevrelerini saran beyazın içinde gümüş renginde parlayan bir şey çıkardı. Etrafı aydınlatan karla yarışan gülüşüyle Wooyoung'a doğru koştu ve eldivenli eli kendi elini sardı.
Wooyoung'un eline bir bileklik düştü, gümüş renginde ve zarifti ve zincire bağlı yarı açık kanatları olan bir sürü kelebek vardı, gök mavisi kanatları denizi andırıyordu. Gördüğü şeyle Wooyoung'un boğazı kurudu. Siktir.
"Çok güzeller, değil mi? Arka planda kar varken gerçekten çok güzel göründükleri için seni buraya getirip bunu sana vermek istedim," diye açıkladı San, sesi –güzel sesi– Wooyoung'un gözlerini yaşartmıştı. "Ya da değil. Yoksa... beğenmedin mi?"
"Hayır, ben–" Wooyoung hızla başını salladı. Parmaklarını hareket ettirmeye korkuyordu, her şeyin bir rüya olmasından korkuyordu. Hepsinin gerçek olmamasından korkuyordu. "Ben... çok sevdim. Gerçekten çok sevdim Sannie."
San'ın baş parmağı yanağını okşadı. "Sevindim. Ama... ağlıyorsun."
"Saçmalıyorum," dedi Wooyoung burnunu çekerek, metalin üzerine işlenmiş woo♡san yazısını görünce boğazındaki yumru daha da büyüdü. "Dokuz yaşındayken gittiğim bir festivali hatırladım. Bir kız vardı, adı Kim Nara'ydı. Beraber takılmıştık ve... ve yüzümüzü boyatmıştık. Yüzümde kelebeklerle çok güzel görüneceğimi söylemişti, Mavi Morfo demişti sanırım onlara. Her neyse, onu dinledim ve boyama işi bittikten sonra gerçekten çok iyi hissetmiştim. Gerçekten. Hayatımda ilk defa gerçekten güzel göründüğümü düşünmüştüm."
"Ama sen zaten güzelsin," dedi San, gözleri samimiydi. Wooyoung'un kalbi hız sınırını aşmıştı. "O kadar güzelsin ki senin gibi birisinin bana nasıl aşık olduğunu merak ediyorum."
"San..." Wooyoung adamın dediği şeylere inanamıyordu.
San güldü, bakışlarında öyle bir dürüstlük vardı ki Wooyoung'ın nefesini kesiyordu. "Kedimi çok güçsüz hissettiğim ya da yaşamak için hiçbir amacımın olmadığını hissettiğim günler oluyor. Ama sonra senin benden hoşlandığını hatırlıyorum ve bu en azından bir şeyleri doğru yaptığımı gösteriyor bana."
Wooyoung izlemeye devam etti, San atkısını onun boynuna sarıp sıcaklığıyla sarmalayınca kalp atışları hızlandı.
Seni seviyorum. Wooyoung o sözlerin San'ın gözlerinde resmen yazılı olduğunu görebiliyordu. Boğuluyormuş gibi hissediyordu.
Dudakları aralandı, o da benzer bir şey söylemek istiyordu, San'a aynı kendisinin hissettiği gibi hissettirecek bir şeyler söylemek istiyordu ama San uçuruma doğru ilerlemeye başladı ve ilerlerken de botlarını ve çoraplarını çıkardı.
"San?!" diye bağırdı Wooyoung, panik düşüncelerini ele geçirdi. "San, ne yapıyorsun?"
San neşeli ve özgür bir çocuk gibi kıkırdadı. Yaşam dolu gibiydi, sanki dünya sadece onun için dönüyordu. "Ayaklarımı suya sokacağım."
Wooyoung'un gözleri neredeyse yuvalarından fırlayacaktı. "Hiç güvenli değil!"
Ama San çoktan kayalıktan kaymıştı, hareketleri çok hızlıydı. "Merak etme! Bunu defalarca yaptım!" diye bağırdı. Çok uzakta olmasına rağmen gamzeleri hala görünüyordu.
"Suya nasıl girmeyi düşünüyorsun? Buradan göremiyorum bile," dedi Wooyoung. Sinirlenme, diye tekrar içinden sürekli. "Lütfen, geri gel. Hiç sağlam görünmüyor."
"Bir şey olmaz," diye geçiştirdi San endişelerini ve montunu çıkardı. "Aşağıda birkaç tane kaya var. Üzerinde yürümek için yeterince büyükler."
"San." Wooyoung bu sefer yalvarmaya başlamıştı, sanki San'ın üzerinde yürüdüğü çıkıntılı kayalar canını acıtmıyormuş gibi davranıyordu. "Geri gel."
"Neden Woo?" diye dalga geçercesine sordu San. Yüzündeki gülümsemesi silinmemişti ama artık alaycı bir ifadeye dönüşmüştü. "Neden benim eğlenmemi istemiyorsun?"
"Demek istediğim o değil," dedi Wooyoung. "Hayatını riske atmadan da eğlenebilirsin--"
"Su muhteşem Wooyough-ah..." San'ın gözleri sanki ilk defa görüyormuş gibi kocamandı. "Sen de bana katılmalısın. Çok hoşuna gidecek..."
"Hyung, lütfen," Wooyoung gördüğü ilk kaya parçasından tutundu ve vakit kaybetmeden sert yüzeye atladı.
"Gördün mü? Sen de geliyorsun işte."
"Seni geri çıkartacağım."
"Hayır!" San neredeyse korkmuş gibiydi. "Aşağıya ineceğim ve beni durdurmayacaksın."
"Siktir San!" diye bağırdı Wooyoung, hissettiği endişeyi daha fazla içinde tutamıyordu. "Sakın bir şey yapma."
Az önce söyledikleri bir kulağından girip diğerinden çıkmış gibiydi çünkü San çoktan suya girmek için uçurumdan aşağıya iniyordu. "San," diye yalvardı Wooyoung, San'ı dinlemeyip asla oraya gelmemiş olmayı diliyordu. Daha o gece ruh halini değiştireceği kesin olan reçetesiz ilaç kullanmıştı ama yine de Wooyoung onu buraya getirmiş, hayati tehlike oluşturan bir yerde savunmasız bırakmıştı. Aptalın tekiydi.
Birkaç çaresiz uzun adımla uçurumun tepesine gelmişti. Tüm kara ve ayaklarındaki botlara rağmen çok kaygandı ve bu durumun daha da tehlikeli olduğunu fark etmesine neden olmuştu. "San, aman tanrım, lütfen buraya geri gel."
San dönüp bakışlarına karşılık verdi. Gözleri tamamen siyahtı, gülüşü bomboştu. İleri doğru adım atıp uçurumun kenarından gözden kaybolurken hiçbir şey söylemedi.
Wooyoung onu durdurmak için koştu, adını bağırmaktan çenesi acı içinde yanıyordu.
Su çok daha gürültülüydü artık, pervasız dalgalar altındaki koca kayalara çarpıyordu.
San görünürde yoktu.
"San!" diye haykırdı Wooyoung. Başı dönüyordu, şaşkındı, ne yapacağını bilmiyordu. Nereye bakacağını bilmiyordu. "Aman tanrım, aman tanrım.... San! San neredesin?!"
Su sürekli çalkalanırken baloncuklar oluşmuştu. Ardından kırmızı.
Mürekkep gibi suyun yüzeyi tamamen kırmızıya bulanmıştı.
"Siktir!" Wooyoung, San'ın atkısından kurtuldu ve montunu çıkarıp kendisini gördüğü ilk kayaya attı, neredeyse ayağı kayıyordu.
Kalbi o kadar hızlı çarpıyordu ki ölmekten korktu. Islak kayalara doğru ilerledi, titremekten canı yanıyordu. Ama soğuk suya alışmaya vakti yoktu, sadece suya elinden geldiğince hızlı ulaşmak zorundaydı. Ulaştığı anda kendisini olabildiğince hafifletmek için kot pantolonunu çıkardı ve hiç vakit kaybetmeden suya girdi.
Su, Wooyoung'un daha önce hissettiği her şeyden çok daha soğuktu, vücudu suya girdikçe damarlarındaki kan buza dönüşüyordu. Dalga üzerine çarparken kıyafetlerini anında ıslatıyordu ama şu anda endişeleneceği en son şey kıyafetleriydi.
"San!" Dişleri birbirine çarpıyor, kendisini suyun altına soktukça uzuvları deli gibi hareket ediyor ve çılgına dönmüş halde telaş içinde San'ı arıyordu. Su cehennemden daha da karanlıktı, sivri küçük taşlar tenine batıyor ve onu daha da dehşet içinde bırakıyordu.
Acının onu ele geçirmesine izin vermedi. Wooyoung gördüğü ilk karaltıya doğru yüzdü ve hiç düşünmeden kollarını etrafına sardı. Teni başka bir tenle çarpıştı, tüm gücünü sonuna kadar kullanırken ciğerleri yanıyor ve yüzeye doğru çekmek için dalgalarla savaşıyordu.
San kollarında hareketsizdi, kül rengine dönmüş vücuduna simsiyah dalgalı saçları yapışmıştı.
"S-San!" diye ağlayarak bağırdı Wooyoung, gözyaşlarında boğuluyordu. "Gözlerini aç. Lütfen gözlerini aç."
San'ı kaybetme ihtimali ikisini de kayalıklara doğru çekmesi için korkuyla birlikte güç verdi ve ardından San'ın sol bacağındaki uzun kırmızı, derin yarayı gördü.
Wooyoung içi çıkasıya kadar bağırmak istiyordu, uyanmak ve her şeyin bir kabustan ibaret olduğunu görmek istiyordu çünkü artık kaldıramıyordu. Eğer San onun yüzünden ölürse ne yapardı hiçbir fikri yoktu.
Titreyen elleriyle Wooyoung nabzını kontrol etti ama o an içinde bulunduğu şok yüzünden hiçbir şey hissedemiyordu. San'ın başını düzeltip ağzından tekrar tekrar hava üfledi ama hiçbir şey olmuyordu.
Wooyoung, San'ın göğsüne bastırmaya başlayıp bilincini geri kazanması için uğraşırken artık kendisini hissedemiyordu. San buz gibi, yüzünde ürkütücü bir huzur ifadesiyle öylece yatıyordu. Ama yine de Wooyoung vazgeçmedi. Kendisine vazgeçmek için izin vermedi. San'ı kaybedemezdi. Ne şimdi ne de sonra.
"Uyan! Lütfen– lütfen uyan," diye yalvardı Wooyoung nefesi el verdiğince. San'a suni teneffüs ve kalp masajı yapmaya devam etti, kolları yorulsa da gözleri yaşlardan acısa da devam etti. "Lanet olsun uyan! Siktir!"
Wooyoung hayatı boyunca hiç bir sevdiğinin ölümüne şahit olacak kadar şanssız olmamıştı ve bunun hiç bu kadar dünyasını sarsacak bir şey olacağını da tahmin etmemişti.
Dünya –kendi dünyası durmuştu çünkü San onun güneşi, yıldızlarıydı ve eğer San yoksa Wooyoung yaşayamayacağını biliyordu. Yaşayamayacaktı.
San orada tepkisiz, iyice soluklaşan bedeniyle uzanmış yatarken Wooyoung dünyasının yıkıldığını hissediyordu.
Fakat o anda San'ın göğsünün kabarıp keskin ve derin bir nefes aldığını gördü. Ses uğultulu dalgaları bölüp Wooyoung'un kulağına ulaştı, diğer her şeyden çok daha gürültülüydü.
"San!" San öksürmeye başlarken Wooyoung bebek gibi ağlamaya başlamıştı. "Yaşıyorsun!"
Adamın titreyen vücudunu kendisine doğru çekti, telefonunu alabilmek için yanındaki pantolonunu resmen parçaladı. "M-merak etme hyung. İyi– iyi olacağız, tamam mı? İ-iyi olacağız."
San cevap vermedi ama hızla inip kalkan göğsü ve keskin nefesleri Wooyoung'un ihtiyacı olduğu tek cevaptı.
✤✤✤
__________________________________________________
Çevirdiğim en zor bölümdü sanırım. Wooyoung'un hissettiklerini ben de hissetmiş olabilirim.
Ve şey... son üç bölüm 🥺
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top