020: Jung Wooyoung çözüyor
≪Peki birbirimizi başarısızlığa uğrattığımızda
ne olacak?≫
Mutluluğu aramak... her zaman bu kadar zor olmamıştı. Ama böyle de olmamıştı.
Wooyoung çocukken çok fazla gülerdi. Yani gerçekten mutlu hissederdi. İçinizi kıvılcımlarla dolduran türden apaçık belli olan ve sonuç olarak o kıvılcımların sönmesinin çok da uzun sürmediği bir mutluluktu.
Birçok çocuk öyle hissederdi, büyük çoğunluğu daha önce dünyanın acımasızlığıyla tanışmamıştı... fakat er geç toplum onlara bir kaya gibi çarpıyordu.
Wooyoung'un annesi -tüm o kavgalar ve alaylardan ve kendi oğluna ve evli olduğu adama karşı duyduğu nefretten önce- bazen geceleri ona sarılır ve aslında onun için oldukça utandırıcı olan bebekken ne kadar gürültülü ve deli dolu olduğunun hikayelerini anlatırdı. Çığlık atardı, koşardı, sebepsiz yere kavgalar çıkarırdı ve çoğu zaman annesinin baş edemeyeceği kadar sorunlu olurdu.
Ama annesi son kusuruna kadar onu sevmişti. En azından sevdiğini söylemişti, ta ki Wooyoung yalan söylediğini fark edene kadar.
Zaman geçip giderken Wooyoung aynanın önünde dikilirken ya da eski fotoğraflarının önünden geçerken kendisini tanıyamazdı bile çünkü içinde bir yerlerde hep bir boşluk hissederken nasıl o kadar içten gülümseyebiliyordu ki o zamanlar?
Uyanırdı ve geri uyumayı isterdi. Tavana öylece bakar ve zamanın nasıl bir bulanıklıktan ibaret olduğunu düşünürdü; umutsuzluk ve hiçlik içinde sonsuz bir döngüydü. Her ne kadar çok istese de lanet olsun ki bir an bile durmuyordu.
Yaşça daha da büyüdü ve daha da yoruldu. Ne zaman mutlu olduğunu hissetse uzun sürmeyeceğini biliyordu. Gülmenin, konuşmanın, sosyalleşmenin, insanları umursamanın gereksiz olduğunu fark etti. Her şeyin gereksiz olduğunu fark etti.
Ve Wooyoung dünyanın sadece durmasını ister olmuştu. Bazen gözlerini açıp nefes almak kusmak istemesine neden oluyordu.
"Orada her şey yolunda mı?"
Wooyoung'un karman çorman düşüncelerinin ortasında Yeosang'ın sesi belirdi. Kalp atışlarını sayarak normale dönmeye çalışırken yere bakmayı kesti. Şu anda verandaya yaslanan ondan daha uzun olan Yeosang'a baktı, yüz ifadesinde belli belirsiz bir gülümseme vardı.
Wooyoung dudağını ısırırken ağzının ne kadar kuruduğunu fark etti. Sertçe başını salladı ama Yeosang'ın inandığına emin değildi. "E-evet. Her şey, ee... yolunda."
Yeosang sokağı geçti ve o an Wooyoung giydiği uzun kahverengi sweatshirt'ü fark etti, kapüşonunu başına geçirmişti. "San'ın evine gitmek için otobüse mi bineceksin?"
Yine Wooyoung, Yeosang'ın San'ın adını nereden bildiğini merak etti. Onu bu konu hakkında sorgulaması gerektiğini biliyordu ama düzgünce düşünemiyordu ve bastırdığı tüm öfkesini serbest bırakmaya ihtiyacı vardı.
Omuzlarını silkti. "Hiçbir fikrim yok."
"Tamamen kendinde değilsin," diye belirtti Yeosang. "Seni eve ben götüreceğim."
Wooyoung, Yeosang'ın kendi işiyle ilgilenmediği için öfkelenmişti ama diyecek hiçbir şeyi yoktu. Aklı karışıktı, sinirli ve üzgündü, bu üç duygu tamamen Choi San'dan kaynaklıydı çünkü ona olan güvenine ihanet etmişti.
"Peki," diye mırıldandı. Yeosang'ın onu koyu kırmızı Honda Civic arabasına götürmesine izin verdi ve yola çıktıklarında aralarında sessizlikten başka bir şey yoktu.
Yeosang'ın bir çok şey söylemek istediği belliydi. Wooyoung'un ve San'ın tartışmasına da tanık olmuştu ama muhtemelen hiçbir şey söylemeyecekti ve bu Wooyoung'u en çok memnun eden şeylerden biriydi.
Yeosang sessiz dururken Wooyoung camdan dışarı izliyor, tek derdinin okulda iyi notlar almanın olduğu, arkadaşlarının olduğu ve anne babasının eve vaktinde gelmesini istediği zamana geri dönmek istiyordu.
Genç hali büyürken umut ettiği her şeyi hatırlıyordu. 'Yirmi yaşına geldiğinde çoktan bir kız arkadaşın olur, iyi bir işe ve geleceğe sahip olursun Jung Wooyoung. Harika olacak.'
Genç benliği bir araba almayı, yakın arkadaşlarıyla gece geç saatlere kadar eğlenmeyi, kaleydoskop şehir ışıklarının altında dünyaya tutunmak için hazır hissetmenin hayalini kuruyordu. Harika bir üniversite deneyimi olacak, sarhoş olacak, eğlenecek ve parasıyla gerçekten bir şeyler yapacaktı. Şimdi Wooyoung geriye baktığında her şeyin ne kadar anlamsız ve aptalca olduğu fark ediyordu. Aptal, aptal, aptal.
"İyi misin?" diye sordu Yeosang bir süre sonra.
Hayır. Wooyoung tekrar omuzlarını silkti. "İyiyim."
Cevabına rağmen Yeosang küçük bir bakkalın önünde durdu ve her ne kadar Wooyoung ilk başta karşı gelse de ona bir paket dondurma aldı.
"Modum düşük olduğunda ya da bir şeyler berbat gittiğinde..." Yeosang poşeti Wooyoung'a uzattı, "...dondurma yerim. Kışın tadı daha güzel geliyor, özellikle de hislerin tamamen birbirine karışmışsa."
"Teşekkür ederim." Wooyoung ne diyeceğini bilmiyordu; Yeosang'ın sürekli kibarlığı gerçekten asla hak etmediğini düşündüğü bir şeydi. Kucağındaki karamelli elmalı dondurma bir kişi için çok fazlaydı ama yine de üzerinde çok fazla düşünmemeye çalıştı.
"Bir şey değil, Youngh-ah," dedi Yeosang gülerek. "Bekle... sana böyle diyebilirim, değil mi?"
Wooyoung'un boğazındaki yumru daha da büyümüştü. "Hmm. Evet... evet diyebilirsin."
Yeosang sırıtınca Wooyoung içten içe biraz daha rahatladı. Yolculuğun geri kalanında adam pek konuşmayarak Wooyoung'a dondurmasını kaşıklarken aynı anda düşünmek için bolca zaman verdi.
Şekerli tattan soğumuştu çünkü ona San'ı hatırlatıyordu. San'ı ve onun muhteşem gülüşünü, kibarlığını, nazik sözlerini, rahatlatıcı varlığını hatırlatıyordu. Daha önce onu kimse böylesine sevildiğini hissettirmemişti; kimse onu böylesine mutlu etmemişti. Ve bu yüzden canı yanıyordu, bu yüzden gözleri yaşlarla dolarken, dilini yakan bir kaşık dolusu dondurma ağzındayken hıçkırıklarını tutamıyordu.
"İyi misin?" Yeosang endişeli gözlerle ona baktı ama bakışları kısa süre içinde loş caddeye dönünce Wooyoung rahatladı.
Wooyoung hızla gözlerinin çevresini nemlendiren yaşları sildi. "İyiyim. Teşekkürler."
Başka hiçbir şey söylenmedi ama sanki dikkatini ona vermezse Wooyoung bir anda patlayacakmış gibi Yeosang ara sıra onu izliyordu. Ama Wooyoung'un buna katlanamadığı çok belliydi. Yeosang varış yerine gelip sonunda arabayı park ettiğinde onu köşeye sıkıştıran bakışlarından kaçmak için çok istekli davranmıştı.
"Hey–" Wooyoung tam çıkmak için arabanın kapısını açtığında Yeosang ona seslendi. "Neler oluyor bilmiyorum ama eğer durum içinden çıkılmayacak kadar çok karmaşıksa bir süre sadece bekle. Emin ol öylesi daha iyi."
Wooyoung, adamın sözleriyle sanki bir şey biliyormuş gibi hissetmişti ama şu anda onun ne olduğunu çözmek için aşırı yorgundu. Onun yerine sadece kısaca başını salladı. "...Peki."
Dışarısı olduğundan daha da soğuktu. Sanki ayaklarında bir ton yük varmış gibi attığı adımlarla küçük problemlere kapılarını açan San'ın evinin girişine doğru ilerlerken göğsündeki çıtırdayan buzu ve yüzünü gıdıklayan karı önemsemedi. Bir anlığına gecenin karanlığına geri koşmak istedi ama bu çok aptalca bir karar olurdu. Donarak ölürdü ve her ne kadar kulağa çok da kötü gelmese de soğuktan gerçekten hiç hoşlanmıyordu.
Wooyoung hiç takılmadan ilerleyecek kadar kendindeydi artık. Hatta sessizce kapıdan içeri girip sanki her şey kötü bir rüyaymış gibi direkt uyumayı düşünüyordu ama ne zaman o kadar şanslı olmuştu ki?
"Wooyoung?" San'dı, kapalı kapının önünde dikiliyor kollarının arasında büyük, yıldız şeklinde bir pelüş vardı. Başını her yöne hızla döndürüşüne ve gözlerinin kocaman ve umut dolu oluşuna bakılırsa henüz Wooyoung'u fark etmemişti. "Orada mısın?"
Wooyoung derin bir nefes verdi, adama karşı hissettiği tüm öfke hissi yerini suçluluk hissine bırakmıştı. Yeosangla ikisi arabada çok fazla zaman geçirmemişti ama yine de oldukça uzun sürmüştü. San ne zamandır dışarda onu bekliyordu ki?
"San," dedi Wooyoung kendisini belli etmek için.
"Wooyoung!" diye bağırdı San, anında ona doğru koşarak kollarını açıp omuzlarına sarıldı. Neyse ki Wooyoung dondurmayı zamanında kenara çekmişti ki yere düşürmekten kurtarmıştı. "W-Wooyoung..."
"Buradayım." Ağzından çıkan söz dilini zımparalıyor gibiydi. "Gördün mü? Geri geldim."
San'ın vücudu buz gibiydi, her yeri ürpermişti ama yine de asla bırakmayacakmış gibi kollarının arasında durmaya devam ediyordu. "Yaptığım şey için çok özür dilerim. Be-ben sildim onu. Hepsini sildim. Yemin ederim bir daha asla öyle bir şey yapmayacağım."
"Sorun yok," dedi Wooyoung yanağının içini ısırarak. "Buz gibi olmuşsun. Ne zamandır burada dikiliyorsun?"
San geri çekilerek kızarmış gözlerini ve yanaklarını ortaya çıkardı. O görüntü karşısında Wooyoung çok kötü hissetti.
"İçeri girelim, olur mu? Yoksa buza dönüşeceğiz," diyerek şaka yapmaya çalıştı ama San gülmüyordu; sanki her an ortadan kaybolabilirmiş gibi gözlerini sürekli üzerinde tutuyordu. Ciğerlerindeki tüm hava boşalırken midesindeki kelebekler kanat çırpmaya başlamıştı.
"Dondurma aldım," dedi boynuna doğru yükselen sıcaklıktan dikkatini dağıtmak için ve Yeosang'ın adını anmamaya karar verdi.
"Dondurma mı?" San dondurma paketine sanki hayatında ilk defa görüyormuş gibi bakıyordu ama gözlerindeki istek çok belliydi. "İkimiz için mi?"
"Eğer istiyorsan evet. Yemek yedin mi?" diye devam etti Wooyoung dondurmayı San'a vererek.
"Öğlen yedim," diye cevapladı San hemen.
"Siktir," diye küfür etti Wooyoung. "O zaman sana bir şeyler hazırlayacağım. Yemek yemen lazım."
Dondurmaya uzandı ama son anda San bir adım geri çekilip poşeti almasına engel oldu. "Olmaz. Dondurmayla iyiyim ben."
"San, karnın açken yiyemez--"
Ama San çoktan karamelli elmalı dondurmadan kaşık kaşık yerken gözlerinde şekerin tadını almış bir bebeğin ifadesi vardı. Wooyoung onu durdurması gerektiğini biliyordu ama kendisi de istemiyordu. San bu kadar şirin ve sevilesi görünürken öfkesinin hepsi yok oluyordu.
"Soğuktan başına ağrı girecek..." diye mırıldandı Wooyoung ama çoktan kaybettiğini biliyordu. San'ın saçını okşadı, dağınık tutamları yavaşça düzeltirken San başını onun göğsüne yasladı. "Sen böyle tatlı olursan nasıl sana öfkeli olmamı bekliyorsun, hım?"
"Özür dilerim," diye özür diledi San tekrar.
"Önemli değil." Wooyoung o konuda konuşmak istemiyordu, en azından şu anda. İkisi de gerçek anlamda donarak ölmeden önce hızla içeri girdiler.
Wooyoung kıyafetlerini düzeltip bütün dondurmayı bitiren San'ın yanına otururken çok fazla konuşmadılar. Böyle zamanlarda Woyoung kendisini gerçek bir bakıcı gibi hissediyordu ve bu düşüncelerinin akışını bozuyordu çünkü buraya en başta hangi amaçla geldiğini hatırlatıyordu ona.
Choi San çok çabuk aşık olur ve bir o kadar da çabuk soğur.
"Geri geldiğin için çok mutluyum," dedi San gözlerini boş dondurma kabından yukarı kaldırarak. Üst dudağında çok az dondurma vardı, gül rengi dudağının üzerinde pamuk beyazı rengi tezat oluşturuyordu. Wooyoung'un kalp atışları tekledi. "Ben... bu gece gelmezsin diye düşünmüştüm."
Wooyoung'un kalbi daha da parçalara ayrıldı. "Seninle birlikte olmaktan bu kadar hoşlanıyorken..." Baş parmağıyla köpüksü dondurmayı dudağından sildikten sonra parmağını ağzına götürdü. "...neden öyle düşünüyorsun?"
San'ın gözleri gülünç bir şekilde kocaman açılırken kulakları kıpkırmızı olmuştu. "Gerçekten mi?"
"Senin sevgilin olduğumu unutmuş gibisin hyung." Ağzından çıkanlarla Wooyoung havalı duruşunu kaybederken yanaklarında hafif bir kızarıklık belirmişti.
"Sen benim sevgilimsin," diye tekrar etti San, oldukça sersemlemiş gibiydi. Bakışlarını Wooyoung'a çevirirken dudakları sevimli bir şekilde hafifçe büktü. "Sana sarılabilir miyim?"
Wooyoung başıyla onayladı, San kendisini onun üzerine atıp kollarını beline doladı ve bacaklarıyla da ona olabildiğince sarılınca Wooyoung gülmeye başladı. San'ın ona olan yakınlığı ve neşeli gülüşleri Wooyoung'un her yerini ısıtırken neredeyse o gün yaptığı şeyi unutmasına neden oluyordu.
"Burada kalmanı istiyorum," diye fısıldadı San, başını Wooyoung'un boynuna gömmüştü. "Lütfen gitme."
"Gitmeyeceğim."
San ona daha sıkı sarılınca Wooyoung'un dikkatini üzerine çekti. "H-hayır. Bu işte işin bitince gitmek zorunda kalacaksın. Öyle söyledi."
Wooyoung gözlerini kırpıştırdı. "Ne?" dedi ama San sadece başını salladı. "Kim dedi onu?"
"Yakında gideceğini söyledi. Yunnie söyledi." Sanki düşücesine bile katlanamıyormuş gibi San sımsıkı gözlerini kapattı. "O... o yakında gitmek isteyeceğini ve başka bir yerde hemen yeni bir iş bulacağını söyledi. Aslında benden hoşlanmadığını söyledi."
Wooyoung'un kalbi göğsünün içinde yalpalarken sanki göğsünü yarıp çıkmakla tehdit ediyor gibiydi. San'ın söyledikleriyle ani panik ve şok damarlarına sızarken afalladığı için bir an sessiz kaldı.
"Ben..." Sesi çok kısık çıkmıştı, sanki kendisi gibi değildi ve bu çok korkutucuydu. "Bu doğru değil."
"Beni bırakma Wooyoung."
"Bırakmayacağım," diye ısrar etti Wooyoung. "Benimle çıkarken neden bana değil de ona inanıyorsun?"
"Özür dilerim Youngie," dedi San burnunu çekerek. "Seni sinirlendirmek istememiştim. Heyecanlanıp Yunnie'ye bizi anlattım, onun da sevineceğini düşünmüştüm. Ama onun söylediği şeyler beni gerçekten çok incitti."
"Onu dinleme," dedi Wooyoung ama kendi sözlerinden bile emin değilken buna inanmak çok zordu.
"Sana söylediğim için üzgünüm."
"Sorun değil." Ama Wooyoung'un bir parçası San'ın bu konuda hiçbir şey dememiş olmasını diledi. Her şeyden habersiz olduğu zamana dönmek istedi; böylelikle Yunho'nun ona karşı olan asıl hislerinden bihaber olurdu.
"Kalacaksın, değil mi? diye sordu San, sesindeki çaresilik Wooyoung yaralarını daha da deşiyordu.
"Kalacağım."
"Benimle yaşayabilirsin," diye devam etti San. "Bunca zamandır yaptığımız gibi aynı evde kalırız. Bir daha asla başka bir iş ya da para hakkında düşünmek zorunda kalmazsın. Sana bakıp seni mutlu edeceğim."
'Eğer durum içinden çıkılmayacak kadar çok karmaşıksa bir süre sadece bekle'. O anda Yeosang'ın sözleri Wooyoung'un zihninde yakılanınca endişesini az da olsa dindirmişti.
"Uyumalıyız. Geç oldu."
San biraz isteksiz görünüyordu ama yine de başıyla onayladı. "Birlikte mi? Hiçbir pelüşüm senin kadar sıcak ve sarılası değil."
Wooyoung sanki zımpara yutmuş gibi hissediyordu. "Tabii ki."
San o gece çok fazla uyumamış, sürekli kıpırdanmıştı. Ama içinde bulunduğu kötü durumdan ya da kabuslarından dolayı değildi; sadece uyumamıştı. Sürekli konuşurken Wooyoung'a sarılıyor ve gözünün önünde ayıramazmış gibi ona karşı fiziksel yakınlık gösteriyordu ve Wooyoung her ne kadar yorgunluk gözlerine çöküp rüyalar alemi bir adım uzağında gibi hissetse de onu dinlemişti.
Ama hoşuna da gitmişti. Yakınlığı hoşuna gidiyordu, özellikle de kendisi haftalardır okul yüzünden bitap düştükten ve San CEO işleriyle çok meşgul olduktan sonra. Ama bir parçası da San'ın Yunho'yla ilgili söylediklerini düşününce bir sıkıntı olup olmadığını merak ediyordu.
Yine de umursamadı; umursamamak en başından beri yapmaktan en iyi olduğu şeydi. San'a bu konu hakkında soru sorup onun gülüşünü ve kahkahasını yüzünden silmek istemiyordu. Sanki hayatı ona bağlıymış gibi San'ı öptü, sanki San hariç hiçbir şeyin önemi yokmuş gibi, sanki kendine olan şüphesi ve gizemi onu çoktan canlı canlı yemiyormuş gibi onu öptü.
O gece uyuyamaması önemli değildi, San'ın kollarının arasında olmak uykudan çok daha değerliydi.
✣✣✣
Wooyoung sıcak kumla göz kamaştırıcı mavi gökyüzünün altında, yanmış ve güneş kreminden parlayan San'ın yanındaydı. Oturduğu sandalyeyi kumun üzerinde düzeltirken kavurucu sıcağa sinir olunca San hemen fark etti.
"Sorun ne aşkım?" diye sordu San kulağa çok da garip gelmeyen garip bir Avusturalya aksanıyla.
"Burası berbat," dedi Wooyoung başının üzerine kova şapkasını geçirirken. "Resmen kızarıyorum."
"Bunların hepsi senin hayal dünyanda aşkım," diye cevap verdi San Wooyoung'un tenini daha da yakan bir sırıtışla. Uzandı ve Wooyoung'a gördüğü en büyük Piña Colada'yı uzattı. "Al, iç bunu. Tadı çok güzel."
Wooyoung denileni yaparken içeceğin soğuk hissiyle memnuniyet içinde mırıldandı.
San yanağını dürttü. "Off, çok tatlı. Ama çok içme, yoksa beynin buz kütlesine döner."
Wooyoung onu dinlemedi, ananas-hindistan cevizi aromalı içeceğini bardağın yarısına gelesiye kadar aralıksız içti.
San onu tekrar dürttü. Ve tekrar. Ve tekrar.
Wooyoung adama ters ters baktı. "Ne?"
San yine dürttü.
"San!"
Adam Despacito'nun ikinci nakaratını söylemeye başladı.
Wooyoung gözlerini açtı. Görüş açısına yağlanmış bir beden girmesini beklerken tamamen kıyafetli hafifçe gülümseyen San girdi, elinde telefonunu tutuyordu ve hoparlöründen Despacito çalıyordu.
Hem gördüğü rüyadan dolayı hem de San'ın onu uyandırma şeklinden dolayı Wooyoung'un yüzüne sıcaklık akın etti.
"Günaydın," diye karşıladı adam onu ve şarkının sesini sonuna kadar yükseltti.
"Siktir git." San kıkırdayınca Wooyoung sesli bir şekilde inledi ve dönüp kendisini yatağın yumuşacık çarşafına daha da gömdü.
"Bugün Cuma biliyorsun, değil mi?" dedi San, sesi şimdi daha da yakından geliyordu.
"Ve sen de şu lanet telefonu kapatman gerektiğini biliyorsun," diye cevap verdi Wooyoung, sesi tonu ciddiydi. Bir anlığına çok sert konuştuğundan korktu ama San onun bu ani çıkışına güldü ve sonunda dediğini yaptı.
"İyi misin?" diye sordu San ve ardından aniden üzerine çıktı ve bacaklarını açarak kalçasının üzerine oturdu. Wooyoung nefes alamadığını hissedince boğulur gibi sesler çıkardı. "Eğer değilsen sana masaj yapabilirim..."
"İyi– iyiyim," dedi Wooyoung güç bela, San'ın ellerini sırtında, parmaklarının kaslarına uyguladığı baskıyı hissedince vücudu kasıldı. "Sadece... bazen uyanınca sebepsiz yere huysuz oluyorum."
San baş parmaklarını omuzlarına doğru bastırdı ve tenini küçük dairelerle okşadı. "Kasların çok gerilmiş. Doksan yaşında falan mısın?"
San'ın mükemmel ince sesini duymazdan gelerek Wooyoung ona yumruk atmaya çalıştı ama kolunu başarısızlıkla boş yere savurduğuyla kalmıştı çünkü yüzü yatağa yapışık olduğu için hiçbir şey göremiyordu.
San kulağa müzik gibi gelen sesiyle kahkaha attı. "Bu bir savaş ilanıdır."
Wooyoung'un yüzü kızardı. "Kapa çeneni. Okul için hazırlanmam lazım."
"Daddy San buradayken olmaz, hazırlanamazsın."
Wooyoung'un gözleri büyürken kısa bir nefes aldı. "Bir daha sakın onu söyleme."
San içten kahkahalar atarken Wooyoung'un midesindeki kelebekler canlanmıştı. "Neyi? Daddy San'ı mı?"
"Kes şunu artık." Wooyoung kalkabilmek için bir hamle yaptı ama San onu yatağa bastırdı. "Hyung."
"Henüz işim bitmedi," dedi adam. San eklemlerini gevşetmeye başladığı an Wooyoung resmen uzuvlarının eridiği hissetti ve bu harika hissettiriyordu.
"Bugün dışarı çıkmalıyız," dedi San, elleri o anda belini ovuyordu. "Ben işe gitmek istemiyorum, sen de bir gün okulu assan bir şey olmaz, değil mi?"
Wooyoung hızla gözlerini kırpıştırırken düzgünce düşünmeye çalıştı. "Ne... ne demek istiyorsun? CEO görevlerini yapman gerekiyor. Yani, CEO olmanın amacı bu değil mi? Ayrıca Profesör Jung'un boktan bir dersini kaçırırsan tüm dönemin notlarını kaçırmış olursun."
San yavaşladı, hareketlerindeki farklılığı anında hissetmişti. Wooyoung birden önceki gibi rahat hissetmemeye başlamıştı. "Demek ki benimle zaman geçirmek istemiyorsun."
"Hayır..." Wooyoung başını hızla San'a çevirdi, vücudunu panik ele geçirmişti. "Ben... Demek istediğim o değil. Ben sadece–"
"Sadece ne?" diye diyerek sözünü kesti San. Kaşları çatılmış, dudakları ince çizgi halini almıştı. Wooyoung'un daha önce hiç görmediği bir ifadeydi ve bu onu oldukça germişti. "Neden bugünü benimle geçirmek istemiyorsun?"
"Bugünü seninle geçirmek istiyorum, elbette istiyorum," diye cevap verdi Wooyoung, San'ın kaşları daha da çatıldığında paniği daha da büyümüştü. "İşini aksatamazsın..."
"Cidden şu anda en az umurumda olan şey iş. Ben sadece seninle birlikte olmak istiyorum ama sen ne yapıyorsun, bahaneler üretiyorsun–"
"Bahane üretmiyorum ben–"
"Evet üretiyorsun."
"Sözümü kesip durma," dedi Wooyoung aniden. Sanla ikisinin bu kadar çabuk şakalaşmaktan neredeyse kavga edecek raddeye gelmeleri çok korkutucuydu ve bu onun üstesinden gelemeyeceği bir şeydi. Ne şu anda ne da ilerde. "Sanki birlikte olmak için sadece bugünümüz varmış gibi davranıyorsun. Her zaman yarınlarımız var, her zaman Pazar günlerimiz var. Ya da ikimizin de boş olduğu diğer günler var."
San ellerini çekerken Wooyoung'un üzerinden indi. "Sanırım senin beni önemsediğinden daha çok önemsiyorum ben seni."
Wooyoung duyduğu şeylere inanamıyordu, mantıklı düşünmek için çok öfkeliydi. "O yüzden mi telefonuma takip cihazı koydun?"
"Siktir git Wooyoung. Her zaman bana karşı acımasızca davranıyorsun." San'ın elleri yumruklara dönüşürken kontrolsüzce titriyorlardı. Sesi kısık ve boğuk ve acı içinde çıkıyordu. "Seni özledim. Seni özlüyorum. Bizi özlüyorum, beraber takıldığımız zamanları, kahkaha attığımız ve aramıza hiçbir şey girmeden eğlendiğimiz zamanları özlüyorum. Eve gelip bana sarılıp bana gülümsemeni ve sanki senin için tek önemli kişi benmişim gibi bana bakmanı özlüyorum. Oradayken, kağıtları ve mailleri okurken ve yanımda sen yokken o lanet toplantılara katlanmaya çalışırken düzgün düşünemiyorum. Seni orada istiyorum. Sana orada ihtiyacım var. Benimle olmana ihtiyacım var."
"San..." diye fısıldadı Wooyoung ama San çoktan yataktan kalkmış ve komodinin üzerinden prazosin şişesini alıp kapıya doğru ilerlemişti. "San, bekle–"
Kapı çarpıldığı an Wooyoung'un kalbi de paramparça oldu.
Gitmesi gerektiğini biliyordu, gidip San'a bakmalıydı ama yapamıyordu. Orada sıkışıp kalmıştı; düşünceleri karanlık yerlere süzülüyor, ne kadar değersiz olduğunu, nasıl her şeyi berbat ettiğini ve San gibi birisini nasıl hak etmediğini tekrar tekrar hatırlıyordu. Alışkın olmadığı bir şey değildi ama yine de onu mahvediyordu.
Artık bıkmıştı.
"San?" diye seslendi Wooyoung kapıyı açarken. Yaşlar gözlerine batarken akmalarını engellemek için gözlerini kırpıştırdı. "Hyung? Lütfen, neredesin?"
Yine duygusal on beş yaşındaki hali gibi aptal ve acınası hissediyordu; bedeninin en iğrenç şey olduğunu düşünüyordu. "San..."
Wooyoung mutfağın önünde geçerken San'ı orada göremeyince hayal kırıklığına uğradı. Aramaya devam etti, üst katta olabileceğini fark edene kadar her açık alanı kontrol etti.
Hızla üst kata çıktı ve nefesinin hızlanmasına aldırmadan aramaya devam etti.
Ardından banyoyla karşı karşıya geldi.
Kapıyı açtı, tam adını seslenecekti ki adamı sanki bir şeyi yutuyormuş gibi elini ağzının üzerinde, yerde kıvrılıp oturmuş halde gördü. Yanında ilaç şişesi vardı, kapağı açıktı ve içindekilerin hepsi gözüküyordu.
San onu fark edip yerinde sıçrarken gözleri kocaman olmuştu. Şişeyi kaptığı gibi elini sımsıkı şişenin etrafına sardı.
"San," dedi Wooyoung banyoya girerken, San da yerde sürtünerek duvara doğru geriledi. "Ne yapıyorsun?"
San cevap vermedi. Ama vermesine de gerek yoktu çünkü Wooyoung'un gözleri tekrar şişeye döndüğü an fark etmişti.
"...San," dedi yavaşça ama kalbi aksine deli gibi hızlı atıyordu, sesinin bu kadar sakin çıkması onu şaşırtmıştı. "Haplar neden sarı?"
San'ın çenesi kasıldı ama bakışlarını yerde tutarken şişeyi arkasına sakladı. "Neden bahsettiğini bilmiyorum," dedi, kelimeleri yavaş ve çocuksuydu ve Wooyoung daha çabuk fark edemediği için kendisini dövmek istiyordu. San'ın bu sabah aniden konuşkan olması, yerinde duramaması ve huzursuz olması hepsi bir ipucuydu ve Wooyoung hiçbirini anlamamıştı.
"Prazosin hapları tamamen farklı renkteydi," dedi Wooyoung. "Sarı olmadıklarına eminim. Şişenin içinde neden farklı hap var?"
"Farklı hap değil onlar!" diye bağırdı San ve Wooyoung'u geçmeye çalıştı. Wooyoung daha hızlı davrandı ve San'ın avucundaki şişeyi hızla çekip aldı. "Geri ver!"
"Bunların ne hapı olduğu söyleyene kadar hayır San." Wooyoung kendisini geriye doğru çekti. Göğsündeki boşluk onu boğazına kadar boğuyordu ve gözlerindeki yaşlar onu akmakla tehdit ediyorlardı. "Söyle bana."
San şişeyi almak için hamle yaptı ama başarısız oldu. "Wooyoung ver şişeyi."
"Onlar ne San?" Wooyoung boğuluyormuş gibi hissediyordu. "Ayrıca... ne zamandır içiyorsun onları?"
San'ın alt dudağı titredi ve karşı çıkma isteği vücudunu terk ederken yere çöktü. "D-Diazepam," dedi kekeleyerek. "V-Ve... iki hafta önce başladım."
"Hongjoong hyung'a söylüyorum."
"Hayır söyleyemezsin!" San artık ağlıyordu, gözyaşları yanaklarından ardı ardına süzülüyordu. "Ona hiçbir şey söyleyemezsin. Sinirlenir ve ben sinirlenmesini istemiyorum. L-Lütfen."
"Reçetesiz ilaçları içiyorsun," dedi Wooyoung. Korku, şaşkınlık ve hayal kırıklığı vücudunu ele geçirirken tüm o duyguları aynı anda hissetmesi midesini bulandırmıştı. "Siktir San. Neden? Neden bunu yapıyorsun?"
"Yoruldum!" dedi San sertçe. "Her şeyden bıktım usandım artık. Her şeye üzülüyorum ve lanet olsun acınası bir haldeyim ve bunu istemiyorum. Sadece seni ve senin için iyi biri olmak istiyorum. Ben sadece... tekrar iyi olmak istemiştim ama her şeyi batırdım. Her şeyi mahvettim."
Wooyoung'un kalbi acıyordu ama kendi acısını dudağını ısırarak görmezden gelerek San'a doğru ilerledi. San sanki son şansıymış gibi ona hızla sarılırken Wooyoung aldığı her bir nefesi sayarak gözlerini tavana kaldırdı.
Şaşkına dönmüştü. Şaşkına dönmüş ve harap olmuştu ve sadece uyanıp her şeyin kötü bir rüyadan ibaret olduğunu fark etmek istiyordu. Ama değildi. San'ın iyi hissetmek için hap kullanması ve destek için ona sarılması, Wooyoung'un doğru şeyi söylemesi ve yapması için baskı altında hissetmesi... her şey gerçekti.
Ve kaldıramıyordu. O da insandı, her şeyi düzeltebilecek bir ermiş falan değildi.
"Eğer..." dedi derin bir nefes alarak, "...eğer onları içmeyi bırakırsan yan etkisi olacak mı?"
"Bırakmak istemiyorum," diye mırıldandı San omzuna doğru. "Beni daha iyi hissettiriyorlar..."
"San lanet olsun. Ölebilirsin–"
"İlk kez kullanmıyorum. Bir şey olmaz."
"Bana bunu yapamazsın!" diye bağırdı Wooyoung San'ı korkutarak. Sesini o kadar çok yükseltmek istememişti ama artık umurunda bile değildi. "Benden orada oturup su gibi o ilaçları içmeni izlememi bekleyemezsin. Senden ne kadar hoşlandığımı biliyorsun. Bana nasıl hissettirdiğini biliyorsun ama şimdi beni resmen bu işkencenin ortasına atıyorsun. Bu adil değil. Hiç adil değil."
"Özür dilerim Woo," dedi San burnunu çekerek, bir yandan da Wooyoung'un saçlarını okşuyordu. "Seni sinirlendirdiğim için özür dilerim."
"Onları bir daha içmiyorsun, duyuyor musun beni?" diye emir verdi Wooyoung. İlaçları tuvalete döküp üzerine sifonu basınca San karşı çıkmak istedi ama ardından kabul etti.
"İyi. Her neyse." San'ın sesi soğuk, garipti. Wooyoung bir yorumda bulunmamaya karar verdi.
"Bugün seninle zaman geçireceğim," diye ekledi San'ın moralinin düzelmesini umarak. "Sen ne istiyorsan onu yapacağız. Hongjoong hyung'a hiçbir şey anlatmayacağım."
San sırttığında Wooyoung rahatladı. "Peki."
✤✤✤
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top